Emperyalistler Arası Uzlaşmazlık 

Emperyalistler Arası Uzlaşmazlık     

ABD-İngiltere ittifakı üzerinde şekillendirilen politikaların önemli açmazlara ve pratik gerçeklerle çatışan özelliklere sahip olduğu gün geçtikçe daha da açığa çıkmaktadır. Emperyalistler arasında dünyanın yeniden paylaşımı, dünya ekonomisinin ve siyasetinin tayininde söz sahibi olmak üzerinden var olan çelişkiler, kimilerinin iddiasının tersine, varlığını korumakta ve gelişmektedir. ABD’nin, son yıllarda yoğunlaşan ve karşıtlık tanımaz bir anlayışla uyguladığı politikaların dışında kalan/bırakılan emperyalist devletlerin buna karşı koyma çabası ile yine bu emperyalist devletlerin özellikle ABD tarafından sürecin dışına itilmesi ihtiyacı emperyalist ilişkilerin öne çıkan çelişkisidir. En son Irak ile ilgili BM’deki tartışmalar da bu eksende gelişmektedir. Tartışmalar ABD ve İngiltere’nin açmazlarının arttığını ve politikalarında temel olmayan bazı değişikliklere gittiklerini/gideceklerini göstermektedir. Bu değişikliler ABD ve İngiltere ile diğer emperyalistlerin tam bir hem fikirlik sağlamaları özelliğine sahip değildir. Aksine, bu değişimlerin zemininde bir grup emperyalist devletin diğerlerinden üstün çıkma politikası vardır ve dengeler ya da ittifaklar “üstün çıkma/rekabet” sürecinin aşamalarından başka bir özelliğe sahip olamazlar.

Bununla birlikte, dünyada, emperyalistlerin birbirleriyle olan çelişkilerinden ziyade, tüm emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin dünya halklarıyla olan çelişkisi belirleyiciliğini korumaktadır.

Almanya ve Fransa Irak ile ilgili olarak birebir olmasa da genel olarak ortak bir çizgi izlediler. İki devletin de Ortadoğu’daki egemenlik “hakları”nın ABD tarafından gasp edilmesine bir karşı duruş var. ABD, bu iki devleti de, içinde bulunduğu zorluklar dolayısıyla, kendi yanına çekme çabası içerisindeyken, iki devlet de ayrı ayrı ABD ile kurulabilecek ilişkiden alacakları payı arttırma çabasındadır. Burada dikkat çeken bir nokta hem Fransa’nın ve hem de Almanya’nın mümkün olduğu kadar birlikte davranma gayretidir. İki devlet de yalnız kalma olasılığına tedbirli davranmaktadır. ABD’nin tam kontrolüne girmemek ile ABD’siz bir süreç yaratma konusundaki güçsüzlük iki devleti de bir arada olmaya zorlamaktadır. Yoksa bu iki devlet arasında da tam bir ortaklık olduğunu iddia etmek yanlış olacaktır.

Bu aynı özellik, daha az olmakla birlikte ABD ile İngiltere arasında da görülmektedir. Emperyalistlerin politik birlikteliklerini değerlendirirken, bunların emperyalist çıkarlar temelinde karşıt güzergahlarda bulundukları gerçeğini asla gözardı etmemek gerekir.

ABD’nin ve Onunla işbirliği halinde olan İngiltere’nin mevcut uluslararası yasaları, merkezleri kendi politikalarına uyumlu hale getirme çabalarına ve bu çabaların çıkmazlarla karşılaştığı oranda bu yasalar ve merkezlerin (BM gibi) yeniden “düzenlenmesi” çabasına 2. PMK toplantısında dikkat çekilmişti. Bu konu ile ilgili özellikle ABD’nin ikili anlaşmalara yöneldiği bilinmektedir. Bunu Irak politikasında da izledik. ABD merkezi oluşumlarla sorunu çözemediği durumda kendine en yakın duran, daha çok da bağımlı devletlerle aynı politikaları uygulamaya girişmektedir. Bu ikili anlaşmalar emperyalistlerin kendi aralarındaki çatışmalarının bir devamı olarak değerlendirilmelidir. Bunu salt askeri sahada değil, ekonomik sahada da görmek mümkündür. ABD’nin burada da çıkmazları bulunmaktadır. Irak ile ilgili yapılan görüşmelerin ABD’nin hedeflerine uygun olarak yeterli bir ilerleme kaydetmediği bilinmektedir. Ortadoğu’daki devletlerin, Irak’taki yerel güçlerin ABD politikalarına tam bir uyum içinde olmamaları bu konuda etkili olmaktadır.

AB Irak ile ilgili politik birlik sağlamada herkesin gördüğü gibi başarılı olamadı. AB’nin ABD karşıtı politikasını Almanya, Fransa ve Belçika sürdürebildi.

Küreselleşme Masalı ve TC’nin Sefaleti

Merkezileşme ve yoğunlaşmanın yanı sıra, yayılma ve genişleme kapitalist-emperyalist sistemin baştan itibaren sahip olduğu uluslararası karakterin ürünüdür. Kimilerinin “Küreselleşme” biçiminde yeni bir sistem gibi sunduğu gelişmeler, bu anlamda yeni değil, kapitalist- emperyalist sistemin tarih sahnesine çıkışıyla birlikte vardır. Yine, kapitalist-emperyalist sistem her aşamada çevrelerin zenginliğini, buralarda var olan sömürü çarkının korunması ve emperyalizme yedeklenmesi sayesinde merkeze taşıma eğilimine sahiptir.

Diğer önemli bir olguysa, kapitalist emperyalist sistemin, içine girdiği ekonomik-siyasi krizi aşmak için uyguladığı her yeni ekonomik politikayı “kalkınma”, “zenginlikleri paylaşma” “yoksulluğu azaltma” demagojileriyle maskelemeye çalışmasıdır. Nitekim, “liberalizm”, “görünmez el”, “piyasa” sadece yakın tarihimizin değil, daha kapitalizmin ilk dönemlerinin de “sihirli” sözcükleridir. Bu “sihirli” sözcüklerin gerçek özeti, sermayenin önündeki tüm engellerin, kısıtlamaların ortadan kaldırılması, dünyanın büyük sermayenin, yani çok uluslu şirketlerin rahatça at oynatacakları bir alan haline getirilmesidir.

Türkiye’de de emperyalistlerin uşağı tüm kukla hükümetlerin yaptığı budur. Bu konuda Özal ile Tayyip arasındaki tek fark bu misyonu farklı tarihi süreçlerde üstlenmiş olmalarıdır.

Bugün, AKP hükümetinin de yaptığı tam olarak budur. Bir yanda “kamu hizmetleri” için vergi soygunu yapılırken, diğer yanda başta eğitim, sağlık olmak üzere her şey özelleştiriliyor. Paralı hale getirilen üniversitelerin kapıları emekçi çocuklarına kapatılıyor, sermayenin birer uzantısı haline getiriliyor, amaç eğitim olmaktan çıkarılıyor; ticarethane kuruluşları haline getiriliyor üniversiteler.  Yine yoksulların hastalanma özgürlüğü sınırsız ama hastanelerde tedavi görme imkanları oldukça sınırlı bir hale geliyor. Genel olarak her yerde olduğu gibi Türkiye’de de iyi bir sağlık hizmeti iyi bir özel hastane, iyi bir özel doktor gerektiriyor. Tedavi edilmeyen hastaların ölüm haberleri artık kanıksanır hale geldi Türkiye’de!..

Tüm emperyalistlerin uşaklarının ve parlamentodaki faşist sözcülerinin tüm demagojilerine rağmen Türkiye tablosu bu. Diğer bir ifadeyle; sözü edilen “küreselleşmenin bolluk tablosu” sadece demagojidir, emperyalizme, kapitalizme, bağımlılığa bir maskedir. Gerçek olan emperyalizm canavarının yarattığı küresel yoksulluk ve işsizliktir; doğanın, doğal olan her şeyin tahrip edilmesidir; emperyalist işgallerdir, kriz yönetim merkezleridir vb.

Bu topyekün militarist saldırılar, işsizlik ve yoksulluğu yaratan emperyalist politikalar farklı düzeylerde de olsa topyekün bir karşı koyuşun zeminini yaratıyor. Bugün esas olarak kendiliğinden de olsa bu zemin büyük protestolara ev sahipliği yapıyor ve yapmaya da devam edecektir.

Tüm sorun bu protestoları iktidar yürüyüşüne dönüştürecek olan sınıf bilinçli enternasyonal proletaryanın tarihi misyonunu oynayacak bir duruma gelmesidir. Komünist güçler kapitalist-emperyalist sistemin ezilenler cephesinde yarattığı hoşnutsuzluğu, tepkiyi enternasyonal bir bilinçle örgütlemeyi başaracak yegane güçtür. Bu yıkım politikalarına karşı oluşan birçok örgütlenme yüzünü iktidara değil sistem içi kırıntılara yöneltmiş durumda. Bu reformist güçlerin yaptığı en iyi iş, ezilenlerin bu öfkesini sistem içi kanallarda eritip yok etmesidir. Bu durumu tersine çevirecek olan komünistler önderliğindeki devrimci inisiyatiftir. Bu inisiyatifin ezilenler cephesinde dalgalar halinde yayacağı enternasyonalist bilinçtir.

Emperyalizm Yenilmeye Mahkumdur

Emperyalizmin “güçlülüğü”, “yenilmezliği” üzerinde fetvaların verildiği bu süreçte şiarımız Başkan Mao’nun “emperyalizm kağıttan kaplandır” şiarıdır. Neydi bu şiarın özü; “stratejik bakımdan ABD emperyalizmini tamamen küçümsemeliyiz. Taktik bakımdan ise onu ciddiye almalıyız. Birleşik Amerika bugün güçlüdür, fakat daha geniş bir bakış açısıyla, bütünlük içinde ve uzun dönemde ele alındığında kitlelerin desteğinden yoksun olduğu, halkı ezdiği ve sömürdüğü için siyasetlerinin halkın nefretini kazandığı görülecektir. Bu nedenle kaplan yok olmaya mahkumdur…”

“ABD emperyalizmine karşı mücadelede Amerika ülkelerindeki Avrupa kökenli halk, o ülkelerin yerlisi olan kızıl derililerle birleşmelidir. Avrupa’dan gelen beyaz göçmenler yönetenlerden ve yönetilenlerden oluşan iki gruba ayrılabilir. Dolayısıyla ezilen beyaz halkın yerli halka yaklaşması kolaylaşır, çünkü her ikisinin de durumu aynıdır.”

“Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki dostlarımızın durumu bizimle aynıdır.  Ve onlar da aynı bizim yaptığımız şeyi yapıyorlar, emperyalizmin halk üzerindeki zulmünü hafifletmek için halka hizmet ediyorlar. Eğer başarırsak, emperyalist zulmün kökünü kazıyabiliriz. Bu noktada bizler yoldaşız.”

“Emperyalist zulme karşı koymamız açısından sizinle aynı niteliklere sahibiz. Sadece coğrafi durum, milliyet ve dil bakımından sizden ayrılıyoruz.” (Seçme Eserler V.)

Bugün sınıf bilinçli proletaryanın görevlerinden biri; emperyalizmin yenileceği bilincini ezilenlere taşımaktır. Bu da anti-emperyalist bilinci kitlelere taşımak ve kitleleri anti-emperyalist mücadeleye çekmekle olur. Emperyalistlerin kitle desteğinden yoksun olması tek başına yetmez. Önemli olan, emperyalizme destek sunmayan bu kitleleri emperyalizme karşı mücadelede seferber etmektir. Dünyanın bir çok yerinde emperyalist yayılmaya, Irak işgaline karşı gelişen protesto eylemleri ebetteki iyi, ama yetersizdir. Olması gerekeni enternasyonal bir bilinçle ancak sınıf bilinçli proletarya yaratır. Tıpkı bugün Filipinlerde, Nepal’de, Peru’da, Hindistan’da vb. ülkelerde Maoistlerin yarattığı gibi…

Bu topraklarda tam da Mao yoldaşın dediği gibi dil, din, milliyet farkına bakmaksızın emperyalizme, sömürüye, zulme karşı MLM önderliğinde yaratılmaya çalışılan devrim fırtınalarının temelinde derin bir halk sevgisi ve bu sevginin üzerinde yükselen yoldaşlık duygusu vardır. Demokrasi, bağımsızlık ve Sosyalizm mücadelesindeki bu yoldaşlık duygusu yaygınlaşıp güçlendikçe emperyalizmin yok oluşu da o kadar yakınlaşır

TC’nin Irak İşgaline Aktif Katılma Politikası

TC ABD’nin stratejik ortağı değil, sadık uşağıdır. Yani, ekonomisi dolara bağlanmış, karar alma mekanizmaları önemli oranda emperyalist tekellere endekslenmiş, yeraltı, yerüstü zenginlik kaynaklarının büyük  bir bölümü yağmalanmış ve yağmalanmaya devam  edilen bir ülkenin egemen sınıflarının emperyalist efendisiyle ilişkisi ortaklık değil uşaklık temelinde olur. Bugün olan da budur.

TC’nin bugün Irak’a asker gönderme “kararı”nı belirleyen de bu ilişki biçimidir. Ekonomik “yardım” (sekiz buçuk milyar dolar) emperyalizme bağımlı olmanın doğal bir sonucudur. Ve emperyalistlerin ekonomik ve askeri olarak yaptığı her “yardım” var olan bağımlılık ilişkisini daha bir derinleştirir. TC’nin artan dış borçları uluslararası politikalardaki bağımlılık ilişkisi bu tablonun somut verileridir. Bu veriler aynı zamanda bize emperyalizmin “kalkınmanın”, “özgürleşmenin” değil bağımlılığın, köleliğin teminatı olduğunu gösteriyor. TC askerinin Irak’a gönderilmesi kararı da bu bağımlılık politikasının ürünüdür. Egemenlerin “ülke menfaatleri” söylemini ABD menfaatleri olarak anlamalıyız. Ve egemenlerin Irak’a asker gönderme politikasına karşı da kitleleri bu perspektifle, bu sorumlulukla eğitmeliyiz.

ABD’nin Irak’ı işgalinin emperyalist bir saldırganlık olduğunu ve başta sınıf bilinçli proletarya olmak üzere dünyanın tüm ezilen halkları ve emekçilerinin bu saldırganlığa karşı tavır alması, mücadele etmesi için bilinç taşıma görevi ertelenmez bir görevdir. Bugün Irak halkının işgalcilere karşı yürüttüğü mücadele, aynı zamanda sınıf bilinçli proletaryaya ve ezilen halklara görevlerini hatırlatma çağrısını da içeriyor. Bu görevin kamuoyu nezdindeki haklılığı düne oranla daha somut ve nettir. Çünkü, işgale gerekçe olarak gösterilen tüm gerekçeler çöktü. Emperyalizmin iğrenç ve saldırgan yüzü, her gün Irak topraklarında akıtılan kanla yıkanıyor ve aynı zamanda Irak sokaklarında “Ne ABD Ne Saddam” sloganları işgalcilere ve geleceğe dair somut mesajlar içeriyor. Emperyalist ve işbirlikçileri bu mesajları doğru algıladıkları içindir ki Irak halkının direnişini boğmak için, her geçen gün işgal ordularının sayısını arttırıyorlar/arttırmaya çalışıyorlar. TC gibi emperyalizmin uşağı faşist diktatörlükler de “ülke menfaatleri” demagojisiyle bu sürece aktif olarak katılma çabasında. Emperyalizmin uşağı, Siyonizmin müttefiki olan Türk egemenlerinin sınıfsal çıkarları bu pratik saf tutuşa uygundur. Çünkü, sorun sınıfsal bir sorundur. Sorun ezenlerle ezilenler mücadelesinde safını belirleme sorunudur. Ve tüm yaşananlar da bunun ispatıdır.

Bu tablodan çıkarmamız gereken en önemli sonuç; emperyalist saldırganlığa ve işgalciliğe karşı mücadelenin bizim için güncel bir görev olduğu ve bu görevin kitlelere dönük A/P faaliyetlerinde TC’nin emperyalizme olan bağımlılık ilişkisi çerçevesinde ele alıp yerine getirmek zorunluluğudur. Somut durumdan hareketle, kitlelerde çeşitli nedenlerle zayıflamış olan anti-emperyalist bilince yeniden ivme kazandırmak; ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel olarak emperyalizme bağımlı olmanın, yalnız yoksulluğu ve yozlaşmayı değil, aynı zamanda TC ordusuna kardeş halkların kanını akıtmak için tetikçilik misyonunu da yüklediğini en geniş kitlelere anlatmak ve kurtuluşun demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesi ile mümkün olacağını kavratmaktır. Dolayısıyla bu süreçte “kahrolsun emperyalizm” “emperyalist işgale hayır” sloganlarını haykırmak; anti-emperyalist mücadele ve enternasyonalist bilinci geliştirmeye hizmet eden propaganda ve ajitasyon araçlarına daha bir ağırlık vermek, dahası söylemle pratiği uyumlu bir hale getirmek her birimiz için olmazsa olmaz bir görevdir.

Daha da somutlarsak: TC’nin emperyalist efendisinin çıkarları için Irak’a asker gönderme politikası artık uygulanmaya hazır durumda. Bu, yeni bir gelişmedir. Bu gelişmenin devrimcilere, komünistlere, dahası tüm ezilenlere yüklediği/dayattığı yeni görev ve sorumluluklar vardır. Sınıf bilinçli proletaryanın temsilcileri olarak bu görevlerimizin ve sorumluluklarımızın bilincinde olmalıyız.

Bu bilinçte olmak bugün somut olarak şu görevleri yerine getirmemizi dayatıyor:

Yukarıda belirttiğimiz emperyalizm-uşak ilişkisini deşifre eden siyasal değerlendirme ve çözümlemelerin yanı sıra emperyalist işgal ve TC’nin emperyalist efendisinin çıkarları için Irak’a asker gönderme politikasını teşhir etmek, bunun için propaganda ve ajitasyon araçlarını kullanmakta yaratıcı olmak. Nedir yaratıcı olmak? Yaratıcı olmak, bir yerlerden talimat beklemek yerine, belirlenen politikaya uygun olarak pratik adımlar atmaktır. Mevcut propaganda araçlarını daha bir yaygınlaştırıp zenginleştirmektir. Mesela, merkezi olarak kamuoyuna yayınlanan bildirileri bulunduğumuz alanlarda çoğaltıp dağıtmak… Çaba sarf edersek bunun imkanlarını fazlasıyla buluruz. Yine bulunduğumuz alanlarda oluşan işgal karşıtı platformlarda yer almak, yeni platformların oluşturulması için ön ayak olmak. Mahallelerde, kahvelerde, işyerlerinde kısacası kitlelerin bulunduğu ve koşulların olduğu her yerde propaganda ve ajitasyon faaliyeti yürütmeliyiz. Yazılama, kuşlama vb. faaliyetleri yaygın bir şekilde kullanmaya çalışmalıyız. Diğer devrimci-demokrat güçlerle ortak iş yapma pratiğine de önem vermeliyiz.

Bu pratik süreçte dikkat etmemiz gereken diğer bir şey ise; anti-emperyalist mücadele veya anti-Amerikancılık söylemleriyle kitleleri aldatmaya çalışan burjuva milliyetçiliğini ve şovenizmi körüklemede sınır tanımayan İşçi Partisi gibi karşı-devrimci güçleri ideolojik–siyasal planda teşhir etmek görevidir. Bugün İşçi Partisi ve benzeri güçlerin anti-Amerikancılığı Kürt ulusu ve diğer azınlık milliyetlere düşmanlık yapmak pratiği üzerinde somutlaşıyor. Kürt sorununun şovenist bir karakterde ele alan tüm yaklaşımlara karşı tavrımız net olmak zorundadır. Kürt Ulusuna yönelik düşmanca pratiklere Komünistler asla tahammül göstermemelidir.

Burada her yoldaşın bu özgün süreçte, faaliyetleri boyunca asla unutmaması gereken şey: Atacağımız adımların yedinci konferansın önümüze koyduğu “kitleleri örgütleme, hareketsiz olan güçlere hareketlilik kazandırma” perspektifidir. Başarmak istediğimiz şey budur. Bunu başarmamız için koşullar, yeni gelişmeler muazzam olanaklar içeriyor/sunuyor. Bunun başarılması daha fazla zorunlu hale gelmektedir. Bu zorunluluğu hissedelim ve emperyalizme ve uşaklarına zulmetmenin kolay olmadığını, sonuçlarının kendileri için ağır olacağını hatırlatalım.

Ortadoğu’da Genel Durum Ve Anti-Emperyalist Mücadele

Ulusal, dinsel, mezhepsel çelişkilerin yoğun olduğu Ortadoğu, dünyanın en çatışmalı bölgelerinden biridir. Bölgenin bu denli çatışmalı hale gelmesinin temelinde, başta petrol olmak üzere oldukça zengin doğal kaynaklar bulunmaktadır. Tüm emperyalist güçler, bu zenginliklerden pay almak için, bölgedeki mevcut çelişkilerden yararlanma siyasetini her dönem izlemişlerdir ve izlemeye devam ediyorlar. Emperyalistlerin “böl-yönet” politikası, içinden geçtiğimiz yüzyılda ve günümüzde de bölgede değişmeyen, temel bir politikadır.

Emperyalistler arasındaki rekabetten kaynaklı değişen güçler dengesi, öne çıkan veya etki gücü azalan emperyalist devletler bazında değişimlere neden olmuştur. Yine bu duruma bağlı olarak, çatışmaların şiddeti azalıp çoğalmıştır. Değişmeyen tek şey, emperyalist güçlerin bölgeye dönük baskı, sömürü, ezilen halkları köleleştirme, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini yok etme politikalarıdır. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir. Emperyalistler arası rekabet ve emperyalistlerin bölgesel bazda yarattıkları haksız savaşlar ne denli nesnel olgular ise emperyalist haydutların ilerici-devrimci, dahası ezilen halklara karşı izledikleri düşmanca politikalar da o kadar gerçektir. Çünkü, onlar varlıklarını halkları baskı ve sömürü altında tutmaya borçludurlar. Sömürü ve zulmün esasta yok olması, kapitalist-emperyalist sistemin ve işbirlikçilerinin yok olmasıyla mümkündür.

Ortadoğu ve diğer bölgeler özgülüne baktığımızda, bu tablonun resmini, tarihi tecrübelerimizle birlikte daha net olarak görebiliriz. Evet, bugün bölgede Ortadoğu halklarının kanını akıtmada ABD emperyalizmi ve uşakları daha bir öne çıkmışlardır. Ama bu, Fransa, Almanya vb. emperyalist ülkelerin ne dün ne de bugün çok masum olduklarını gösterir. Kim Fransız emperyalistlerinin Irak, Cezayir vb. ülkelerdeki kanlı icraatlarını unutabilir. Aynı durum Alman emperyalistleri için de geçerlidir.

Ve geçen yüzyılın son çeyreğine ve bugüne baktığımızda da bölgede öne çıkan, çözüm dayatan en temel sorunların başında Filistin ve Kürt sorunu gelmektedir. Bu iki sorunun yaratıcıları ve kan akıtıcıları da yine emperyalistlerdir. Kürt topraklarını bölüp parçalayan, Kürt halkını sürgüne mahkum eden politikaların mimarı da emperyalistlerdir. Lozan’daki paylaşım masasında yine bu haydutlar vardı. İsrail Siyonizm’inin bölgeye yerleşip yayılmasında yine bu haydutların rolü tartışılmazdır. Dolayısıyla askeri teknolojik güç bakımından bugün bir adım önde olan ABD emperyalizmine karşı emperyalist çıkarlarından dolayı İngiltere dışında blok halinde hareket eden Fransa ve Almanya emperyalizmi, “barışçı” ve “ezilen halkların” dostu değildir, düşmandırlar. AB içinde öne çıkan Fransız, İngiliz ve Alman emperyalistlerinin gerçek kimlikleri, Cezayir’de Ortadoğu birinci ve ikinci dünya savaşında tarihin kara tahtasına çiviyle çakılmıştır. Bugün Kürt ve Filistin sorunu karşısındaki duruşlarında da özde bir fark yoktur. Çünkü, sınıfsal çıkarları, emperyalist amaçları ezilenlere, devrimcilere, komünistlere düşmanlığı dayatıyor. Ve onların da yaptığı budur.

Çünkü; emperyalistler sorunların çözücüsü değil, yaratıcısıdır.

Sınıf bilinçli proletarya, emperyalistlerin nitelikleri hakkında yaratılmaya çalışılan bu bilinç bulanıklığını giderme ve uluslararası politikalarda AB, ABD ve diğer emperyalist güçler arasında ortaya çıkan tavır farklılığının emperyalist çıkarlardan, güç dengelerinden kaynaklandığı gerçeğini ortaya koymak göreviyle yüz yüzedir. Çünkü emperyalizm demek halk demokrasisine ve özgürlüklere düşmanlık demektir. Bunun ABD, AB, Japonya, Çin etiketli olması hiç fark etmez ve ortaya çıkan farklılıklar da öze tekabül etmez.

Gerçek olan budur. Fakat gerçeğin bu olması ABD’nin bugün diğer emperyalist güçler içinde bir adım daha önde olması olgusunun altını çizmemizin önünde engel değildir. Burada önemli olan anti-emperyalist mücadeleyi anti-Amerikancılığa indirgeyen ve Avrupalı emperyalistlerden demokrasi bekleyen, Avrupalı emperyalistleri demokrasi yanlısı gören yanılgılı tutumlara düşmemek ve düşenlere karşı da uzlaşmaz temelde mücadele etmek gereğidir. Bilimsel ve somut tutum da bunu gerektiriyor.

Bölgede öteden beri mevcut olan ABD-TC-İsrail kanlı ittifakı bölge halkları için en büyük tehdit durumdadır. Katil ABD Irak topraklarında kan banyosu yapmaya devam ediyor; Siyonistlerin saldırıları, Lübnan sınırlarını aşarak Suriye’yi topraklarında yankılanmaya başladı; TC’nin militarist güçleri Irak yolunda… Tüm bunlar bize ABD, TC ve İsrail Siyonizmine karşı çok yönlü ve kapsamlı bir mücadeleyi dayatıyor. Bunun pratik anlamı şudur: Anti-emperyalist mücadelede yoğunlaşmak; burjuva milliyetçisi, Irkçı, karşı-devrimci güçlerin dışında kalan anti-Amerikancı güçlerle protesto eylemleri örgütlemeye ve bu özgül sorundan hareketle en geniş kitlelerle bağ kurmaya çalışmak; Filistin Direnişini sahiplenmek, bu direnişe sempatiyle bakan, destekleyen kitlelerle ilişki kurmak vb.

Burada önemle görmemiz gereken ve hazırlıklı olmamız gereken diğer bir olgu ise, bir yanda TC’nin Irak’a asker gönderme politikasına karşı çıkarken diğer yandan diğer işgalci güçler gibi TC askerinin de direnişçilerin kurşunlarına hedef olmaktan kurtulamayacağı gerçeğinden hareketle, oluşacak, oluşabilecek tepkileri açığa çıkarıp sokağa taşımanın yol ve yöntemleri üzerine şimdiden kafa yormaktır. Hiç şüphesiz, kamuoyunda Irak’a asker gönderme politikasına karşı olan tepkiler yoğun, ama pratik eyleme dönüşme noktasında şimdilik oldukça geri bir düzeydedir. TC’nin alacağı ağır  kayıplar, bu tepkilerin daha da boyutlanmasının zeminini yaratır. Burada doğru tarzda yapılacak iradi müdahaleler ve bu sorunun yalnız gündemleşmesine değil aynı zamanda Amerikan karşıtı ve AKP şahsında TC’ye yönelik tepkilerin artmasına neden olacaktır. Bu durumu görmeliyiz. Ve bu durumu sınıf savaşımının lehine çevirmeye çalışmalıyız.

Görülmesi gereken diğer bir olgu da, TC’nin, uşaklığına, kendi gerici emellerine meşruluk kazandırmak için KADEK şahsında Kürt halkına dönük ırkçı, şoven politikalarını daha bir yoğunlaştırmasıdır. TC’nin Irak’a asker gönderme politikasının arka cephesinde belirgin bir şekilde Kürt sorunu, özel olarak da KADEK sorunu bulunmaktadır. Nihayetinde, ABD uşağı kimliğiyle TC ABD’nin Kürt politikasına tümüyle karşı çıkmayacaktır ve O’nun gösterdiği güzergahı tercih edecektir. Buna karşın Türk egemen sınıflarının Kürt ulusunu inkar politikasının, şovenizminin, bunun temelinde yatan ideolojik tutumların ve kuşkusuz ekonomik çıkarların gözardı edilmesi, bir anda silinmesi de mümkün olmayacaktır. Egemen sınıfların bu konu ile ilgili olarak emperyalizmden gelen her “karşıt” öneriye verdiği tepki de bunu göstermektedir. Kürt sorunu ile ilgili olarak emperyalizmden gelen “farklı” öneriler, KADEK’in de kimi açıklamalarında görülebileceği gibi mevcut Kürt siyasi partilerini de önemli derecede heyecanlandırmaktadır. Bu önerilerin temelinde Ortadoğu’yu parçalama ve yönetme politikası olduğu gerçeğine gözünü, kendilerine göre “şimdilik” göz yuman bu partilerin TC’nin inkar ve imha politikasına karşı çizgilerinin ve önderliklerinin karakterinin tabii bir ürünü olarak aldıkları bu tavır gayet anlaşılırdır. Türk devletinin ABD ile yaptığı Irak gündemli her görüşmede konu olan “KADEK meselesi”, bu ikili arasında bir çözüme kavuşturulmuş değil. Irak’a asker gönderme konusunda Türk devletinin her zaman neredeyse birincil koşul olarak sunduğu gerekçe “PKK/KADEK terörü” olmaktadır. Son zamanlarda bu konuda hayli geri adım atıldığını, sorunun daha çok ABD ile yapılacak anlaşmalar neticesinde ABD’ye bırakılacağı anlaşılmaktadır. Bu durum egemenler arasında ciddi tartışmalar neden olmaktadır. Şoven-milliyetçi kanat “muhalefet” olmanın da rahatlığıyla güçlü karşı çıkışlara girebilmektedir. Bu konu, egemenler içindeki dengeleri sarsacak kadar önemli bir boyut kazanmış durumdadır.

Bunun ürünü olacak saldırılarda Kürt halkıyla dayanışma içinde olmak, ortak eylemlilikler geliştirmek perspektifiyle hareket etmeliyiz. Bu perspektife uygun olarak, yoldaşlarımız her alanda somut duruma uygun adımlar atmalıdırlar.

 Komünist, Sayı: 49,  Kasım 2003