Kültürel Dejenerasyon İle Mücadele

Kültürel Dejenerasyon İle Mücadele

Devrim bir alt üst oluş, dahası eskiyi yıkma ve yeniyi inşa etme eylemi ise özünde; bu eylemi gerçekleştirmeye muktedir olan tek güç olan işçi sınıfı ve ezilen halk kitlelerini yönetecek, yönlendirecek; kısacası ona önderlik ederek tek güç de Proletarya Partisi’dir. Yüzyılların deneyimi, kültürü, askeri-ekonomik-politik yaşamın her alanındaki hegemonik gücü vs. ile donanmış olan eskiyi (burjuva-feodal düzeni) yıkmak gibi büyük bir hedefe kilitlenmiş, böylesine büyük bir cüreti kuşanmış bir örgütün ideolojik, politik, örgütsel sağlamlığının yanı sıra ve bunlara koşut olarak kültürel olarak da yeniyi temsil etmesi, yani sosyalist kültürü taşıması olmazsa olmazlardandır.

Eğer bir partide eskiye ait olan, bünyeyi hareket edemez hale getiren, irade ve eylem birliğinin yaşama geçmesine engel olan vs. hastalık, zaaf mevcutsa belirlenen politikalar (ne kadar yerinde ve doğru olursa olsun) yaşama geçirilemez, sınıf mücadelesinde oynaması gereken rolü oynayamaz. Parti kültürü olarak tanımladığımız ve bugün yıpranmış yanlarımızdan biri olarak ifade ettiğimiz bu mesele, bugünün ve nihai olarak devrimin -devrim sonrasının da- temel meselelerinden biridir. Ki bu nedenledir ki yönelimin 4 ana noktasından biri parti kültüründeki dejenerasyonun ortadan kaldırılması olarak belirlenmiştir. Bugün parti kültüründeki bir aşınmadan, dejenerasyondan bahsediyorsak ve bunu sınıf mücadelesinin geliştirilmesinin önündeki engellerden biri olarak tespit ediyorsak, öncelikle kolektif müdahalenin gerekliliğinden yola çıkarak kolektif irade bunun nedenleri üzerinde durmalıdır. Genel bir doğru olarak çelişkinin kaynağına inme ve çelişkinin çözüm yolunu/yöntemini de orada bulma metodunu uygulamaksızın çelişkiyi çözmemiz imkânsızdır.

Yaşadığımız soruna dair bir giriş yapacak olursak; birincisi, parti kültürü derken neden bahsettiğimizi kısaca açalım: kültür; bir toplumun/topluluğun tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan tüm maddi ve manevi değerler bütünüdür. Parti kültürü de-konumuz özgülünde- Proletarya Partisi’nin 36 yıllık mücadele süreci boyunca biriktirdiği, yarattığı tüm maddi ve manevi değerlerdir, irade ve eylem birliğinin oluşturduğu ortak şekilleniştir. Nitekim bu değerler parti ideolojisinin izdüşümüdür. Yani Marksizm-Leninizm-Maoizm biliminin örgüt şekillenişine, parti içi yaşama yansımasıdır.

Kuşkusuz Proletarya Partisi açısından mesele sadece bu 36 yıl ile de sınırlı değildir. Uluslararası proletaryanın ortaya çıkışından ve Marksizm biliminin kuruluşundan bugüne değin yaratılan ve yaratılmakta olan tüm değerler Proletarya Partisi’nin kültür hazinesine yazılmıştır/ yazılmalıdır. Bu bağlamda Parti kültürünü proleter kültürden ayırmak bir yanıyla mümkün değilken, diğer yanıyla enternasyonal proletaryanın ülkemiz kolunun temsilcisi olan Proletarya Partisi’nin kendine has kimi özellikleri, öne çıkan değerleri, katkıları kuşkusuz ki mevcuttur/olacaktır.

İkincisi; Parti kültürü ya da parti kültürünün dejenerasyonundan bahsederken örgütün aynı zamanda tek tek bireylerden (bu bireylerin oluşturduğu komite vb. örgütlenmelerden) oluştuğunu yadsımaksızın bireyi (bir an için) bir kenara koymak gerekir. Zira bütünün niteliğinin, bütünü meydana getiren parçalardan nitel olarak daha ileriyi temsil etmesi (daha ileri bir niteliği bağrında taşıması) gerekir diyalektik olarak. Bir başka deyişle bütün, parçaların (basit-aritmetik) toplamından her zaman daha fazlasıdır. Ve eğer bütünde bir sorun olduğu tespit ediliyorsa, bunda tek tek bireylerin rolü yine yadsınmamakla ve tek tek bireylerdeki sorunlardan bağımsız olmamakla birlikte bütünün -yukarıdan aşağıya- müdahale ve çabasını gerektirir. Her birey de bu müdahale ve çaba doğrultusunda kendine yönelir. Aksi takdirde kendi “zaaf”, “hata”, “sorun” vs.leriyle uğraşan, birbirinden bağımsız, herkesin kendi yap-boz tepeciğinin üzerinde kendi tablosunu oluşturmaya çalıştığı insan(cık)lar topluluğuyla karşı karşıya kalınır. Demek ki öncelikle bünyedeki kültürel dejenerasyonu ve bu dejenerasyonda öne çıkan unsurları tespit edeceğiz, nedenlerine eğileceğiz, daha sonra ise bunu bireyler, komiteler, kitleler nezdinde sınıf mücadelesinin pratiği içinde çözme adımlarını atacağız.

Burada “sınıf mücadelesi pratiği içinde” vurgusu önemlidir. Zira “Parti kültürü yıpranmış, aşınmış durumda” belirlemesinin ardından Parti kendi içine kapansın ve “yeterli” bir süre kendi içinde yenileme hareketine girişsin, işe önce kendisinden başlasın vb. önermeler gelebilmektedir. (Konumuz özgülünde Parti kültüründen bahsediyoruz, yoksa sınıf mücadelesinde karşılaşılan tüm sorunların sınıf mücadelesi pratiğinin içinde çözümü genel bir belirleme olarak kabul edilmelidir.) Oysa sınıf mücadelesine yoğunlaşmaya engel olan sorunlar ve bunlara müdahaledeki eksiklikler eğer mücadelenin bir parçası olarak değerlendirilemez, özel konular gibi ele alınıp çözüm aranırsa bu, sorunların karmaşıklaşmasına yol açar.

Kültür meselesiyle de sınıf mücadelesinin bir parçası gibi değil de sınıf mücadelesi yürütmek için bir önkoşul olarak ilişkilenilir ve çözüm de “içe kapanma” olarak gösterilirse sonucun sınıf mücadelesi lehine olması mümkün olmaz. Nihayetinde sınıf mücadelesinden kopmuş bir örgüt kalır elde. Bu bir parti için de, birey için de böyledir. “Ben biraz kenara çekilip kafamı dinleyeyim, kendimle hesaplaşayım, özel sorunlarımı aşayım vb.” yaklaşımlarla mücadeleye “ara/mola veren” hangi/kaç tane birey, bu sorunlarını (başka bir yerde, kafasının içinde) çözüp mücadelede daha ısrarlı duruşun örneğini vermiştir? Parti de birey de sorunlarını ancak sınıf mücadelesi içinde ve sınıf mücadelesini yükselterek en sağlıklı şekilde çözebilir. Sınıf mücadelesi içindeki görevler en üst düzeyde yerine getirilirse, iktidar mücadelesi merkeze alınırsa ve bunlarla birlikte (ne öncelik ne sonralık tartışması yapmaksızın) Parti kültürü yeniden ve yeniden üretilirse iktidara giden yolda mesafeler kaydedilir. Yani temel mesele kendini -sınıf mücadelesi içinde- yeniden üretmektedir. Çünkü yeniden üretilmeyen “şey” eskir, aşınır, yıpranır, yosun tutar. Tıpkı bizim kültürümüz gibi… Kaldı ki, bugünkü kültürel dejenerasyonun temelindeki nedenlerden biri de sınıf mücadelesindeki hak etmediğimiz yerdir. Bu noktadan sonra yıpranan, burjuva feodal düzenden etkilenen, sadece şehitlerin yaşamlarındaki birer olguymuşçasına ifade ettiğimiz kimi değerlerimize girebiliriz.

Parti ve birey: 1980 AFC’si sadece askeri bir darbe değildi kuşkusuz. Bunun böyle olmadığını belki bugün (darbeyle birlikte yaratılan toplumsal kültüre baktığımızda) çok daha net olarak görmekteyiz. O dönemler çokça tartışılan, tehlike sinyallerinin algılandığı birçok nokta bugün gerçeklik ve şekilleniş haline gelmiş durumda. Neydi liberal aydınların, cuntanın ağırlığına yenik düşüp sistemin içinde yer etmeye çalışanların temel argümanı? Örgüt/örgütlü olmak bireyi, birey olmayı engelliyor, bir cendere gibi kişisel gelişimin önüne geçiyor vs. Bu tartışmalar yalnızca ülkemizde yaşanmıyordu; neo-liberal ekonomi politikalarını tüm dünyada yaşama geçirmeye çalışan uluslararası burjuvazi, dikensiz gül bahçesi yaratmak için öncelikle örgütlü gücü kırmanın da ötesinde örgüt düşüncesini beyinlerden kazımak istiyordu/istiyor. Bu nedenle dünyanın dört bir yanında örgütlediği kişi, hareket, “aydın” vb. vasıtasıyla örgüt ile bireyi karşı karşıya getiren, birini diğerinin zehiri olarak gösteren yaklaşımlar -eskimiş devrimcilerin de sonsuz katkılarıyla- revaçta tutuluyordu. Sanattan edebiyata, basılan kitaplardan çekilen filmlere kadar her şey, bireyi kutsayan temaları işliyordu. Yaşamın her alanına sirayet eden post-modern akımın çıkış noktası da buydu…

Burjuva feodal sistemin ya da genel bir ifade için söylersek kapitalizmin bireyi özgürleştirdiğinden bahsedebilir miyiz? Ya da tersten bir ifade ile insanı köleleştiren burjuva feodal düzeni yıkmak hedefiyle yola çıkmış örgütün bireyi köleleştirdiği fikrine nereden-nasıl sahip oluyoruz? Öncelikle Lenin’in de çarpıcı bir şekilde ifade ettiği gibi “Paranın gücü üzerine kurulmuş bir toplumda, bir avuç zengin, asalak bir ömür sürerken emekçi kitlelerin sefalet içinde kıvrandığı bir toplumda gerçek ve tam bir ‘özgürlük’ olamaz”. (Proletarya Kültürü, İnter Yayınları, sf. 11)

Burjuvazinin de kuşkusuz bir “özgürlük” anlayışı vardır. Bu ticaret özgürlüğü, işçi sınıfını son lokmasına kadar sömürme özgürlüğü, toprak için işgal yapma özgürlüğü vs. vs. Bunun dışında “özgürlük” tanıdığı tek yer ise örgütsüzlüktür. Yani birey olarak güzel şeyler isteyebilirsin, herkes emeğinin karşılığını alsın diyebilirsin ama bu ve benzeri talep ve istemler doğrultusunda bir araya geldiğin, örgütlediğin ve sistemin temeline gittiğin oranda karşına her türlü silahla karşı çıkılacağını da bilmek zorundasındır. Egemenler, örgütsüz/partisiz olarak kendisine karşı mücadele etmenin bir sınırı olduğunu ve bu sınırın kendisini ortadan kaldıramayacağını bilir. Bu nedenle de ilk başta saldırdığı şey, kuruluş aşamasında dahi olsa bu sınırı ortadan kaldıracak olan örgüttür, örgütlü yaşamdır. Bu nedenle örgütsüzlüğü besler, destekler. Örgütsüzlük basit bir mesele değildir. Çünkü “Partisizlik düşüncesine sahip olmak, partiler mücadelesine ilgisiz kalmaktır. Fakat, bu ilgisizlik nötrlükle, çekimserlikle aynı şey değildir, çünkü toplumda, ürün ve emek değişiminde ‘çekimser’ kalınamaz. Bu değiş tokuş mutlak bir şekilde ekonomik mücadeleyi ve bunun sonucunda politik mücadeleyi doğurur. O halde mücadeleye karşı ilgisizlik ne mücadeleyi terk etme, ne çekimserlik, ne nötrlüktür. İlgisizlik daha güçlüye, egemen olana kendiliğinden destek olmaktır.” (Lenin, abç)

Kapitalizm de kendine -kendiliğinden ya da bilinçli bir unsur olarak- toplumsal destek istemektedir. Bu nedenledir ki kapitalist-emperyalist sistem bireyi özgürleştirmek bir yana onu tek tipleştirir, ortak sorunları etrafında bir araya gelemez, kendi adına karar veremez, kendi kararları doğrultusunda hareket edemez hale getirir. Sorumluluk almaktan kaçan ne yaptıklarının ne de iradesinin sorumluluğunu alamayan bireyler yaratır. Kısacası onu, sermaye için artı-değer üreten robotlara dönüştürür. Bireyi yok eder…

Örgüt ise, özgürlüğü “zorunlulukların kavranması” ile açıklar ve bireyin özgürleşmesi için öncelikle kendisini köleleştiren egemen sınıf(lar)ın zincirlerini kırması/kırmak için mücadele etmesi gerektiğini söyler. Yani özgürlüğün tanımını yeniden yapar ve burjuvazinin aksine özgür bireyi toplumsal tüm sorumluluklarından soyutlanmış, başkalarına karşı sorumluluklarını reddeden bir olgu olarak değil aksine toplumsal bir varlık olarak topluma karşı sorumluluklarının bilincinde olan ve bunun için mücadele eden kişi olarak kabul eder. Sonuçta da bireysiz toplum olamayacağı gibi toplumsuz bireyin de olamayacağını söyler. Bunun için de örgüt içinde bireyin kendini ifade edebilmesinin zeminini oluşturmak için gerekli mekanizmaları yaratır/yaratması gerekir. Bu, geleceğin sosyalist toplumunun bilinçli, kendisine olduğu kadar topluma karşı da sorumlu olan sosyalist bireyin gelişmesini hazırlar. Örgütlülüğe karşı saldırıların en yoğun olarak geldiği kesimler ise ne ilginçtir ki “sosyalist” olduğunu iddia edenlerdir. Yani bir yandan “toplumcu” olacaksın fakat diğer yandan toplumsal sorumlulukları bir zincir-pranga olarak görecek ve bunun (sosyalizm) için mücadele yürüten örgütü reddedeceksin. Devrimci mücadelenin, sosyalizmin revaçta olduğu dönemlerde anarşizm soslu bu akım, bir varlık gösterememekle birlikte özellikle sosyalizmin aldığı geçici yenilgiyle birlikte güçlenerek varlığını sürdürmüştür. Kapitalizmin bilinçli kullandığı bu argümanın yanında çokça bahsedilen “örgüt içindeki bireyin özgürlüğü”nden biz ne anlıyoruz? Bu özgürlük sınırsız mıdır?

Devrim iddiasındaki bir örgüt kesinlikle kendi içinde “sıkı” bir örgütlenme yaratmak zorundadır. Bu bir tercih değil, devrim için mutlak bir gerekliliktir. Bu nedenle özgürlüklerin sınırsız olması beklenmemelidir. Herkesin her istediğini yapabildiği, dilediğince yaşadığı, kuralsızca davrandığı bir örgütlülükte sözünü ettiğimiz sıkı bir örgütlenmeyi oluşturmak mümkün değildir. Bu nedenle pek tabi ki örgütün sıkı disiplin ilkeleri, hiyerarşisi, örgüt içi yaşam, işleyiş kuralları vb. vb. olacaktır. Bunlar bireyin özgürleşmesini engelleyen değil, parti örgütlülüğü ile birlikte bireysel yaratıcılığı, özgürlüğü de geliştiren düzenlemelerdir. Ancak eğer “özgürlük” olarak bahsedilen bireydeki eskiye ait (ancak yenilikçi diye sunulan) düşünce yapısı, ideolojik duruş vb. ise tabi ki sınırlar devreye girer. İşte küçük-burjuva liberal aydınların bahsettikleri sınırlar bunlardır. Bu durumda Parti ise bu “özgürlükler”de ısrar eden “özgür bireyler”le mücadele etme, son tahlilde ise kendi bünyesi dışına çıkarma özgürlüğünü kullanacaktır… İşte özellikle “birey olma” burjuva felsefesinin yükseltildiği ‘80 darbesinin ardından bugün artık sokaklarda (T. Kürdistanı dışında) tanklar pek dolaşmıyor, her yanda askeri marşlar çalınmıyor ama sistem bunu, bireyin beyninde yarattığı devletçiklerle, pop-arabesk-alaturka vb. müzikle, ne anlattığı anlaşılmasın diye çokça uğraşılmış “sanat” eserleriyle vb. yapıyor artık. Ne demek olduğu üzerine milyonlarca kelime dökülen, yüzlerce kitap yazılan “ben’in özgürleşmesi” olgusu bugün ciddi oranda toplumun yapısında bir virüs olarak işlev görmekte.  Bu gerçeklik bizim için ne ifade ediyor? Birincisi; halk kitlelerinin kendi kültüründen uzaklaştırıldığını, onları kendi sorunları çerçevesinde dahi birlik haline getirmenin ve örgütlemenin zorluklarını vb. Ama ikinci olarak da bu kültürün, devrim iddiasındaki örgüt içinde de önemli bir yer ettiğini görmek gerekiyor.

Bu, toplumda yaşandığı gibi örgütün içinde yer aldığından hareketle örgütsüzlüğü kutsamıyormuş gibi görünse de, söylemler daha “örgütçü” olsa da yaşanan örnekler bireyciliğin kolektif içinde de ciddiye alınması gereken bir virüs olduğunu gösteriyor. “Benim emeğim” ile başlayan, “ben bu parti için hapishanede yattım, bedel ödedim” ile devam eden, en nihayetinde “emeğimin özgürleştirilmesi” gibi uç noktalara kadar gidebilen örnekler yaşanıyor ve bu örnekler çoğalıyorsa emperyalist-kapitalizmin ideolojik plandaki saldırılarının hedefi olan tasfiyeciliğin etkilerinin örgütümüz içinde de önemli derecede var olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda bahsettiğimiz toplum ve bireyin karşı karşıya konulması meselesini burada da örgüt ve birey ilişkisinde görüyoruz.

Birkaç soru soralım: Bireyin emeklerinin partinin hanesine yazılmasında ne gibi bir sorun görülmektedir? Bizler ne/kim için bedel ödemeyi göze alıyoruz/ödüyoruz? Örgüt içinde emeğimiz tutsak mıdır? Emeğimizin özgürleşmesi ne demektir? Bu soruların yanıtındaki ortak nokta bizim bir yerde partinin ise başka bir yerde (esasta da karşımızda) durduğudur. Parti bireylerden, bu bireylerin oluşturduğu örgütlülüklerden oluşur. Bunu, faaliyetin biraz yakınında duran birisi de söyleyebilir. Bizler partiyi oluşturan bireyler isek eğer -ki hareket noktamız da budur- bu söylemleri kullanmak için bazı şeyleri unutmuş olmamız gerekmektedir. Yani ilk partili olurken, ilk örgütlenirken var olan nedenlerimizi unutmuşuz demektir bu cümleleri kurmak için. Örgütlü mücadele vermek (gerekliliğinden bağımsız olarak) tamamen gönüllülük temeline dayanır. Kim neyi ne kadar yapabileceğini düşünüyorsa “o oranda” örgütlenir. Ama neyi ne kadar yapabileceğimizden önce; sınırsız sömürü ve talan öngören egemenlerin bu düzeninin yıkılmasının gerektiğini düşünerek, bunun için de bizim düşüncelerimize en yakın olan, ya da bizimle bir şekilde ilişki kurmuş olan örgütün saflarında yer almışızdır. Herkes parti için bir şeyler yapmak demenin devrim için bir şeyler yapmak demek olduğunu bilir/bilmelidir.

Parti ile birey arasında şöyle bir anlaşma olabilir mi? “Sen benim için şurayı bombala, şu kadar kişiyi örgütle, bedel öde ben de bunun karşılığında … (ne isteniyorsa artık) yapayım(!)” Bizler parti içinde devrim için emek verdiysek biz başta proletarya olmak üzere ezilen halklarının kurtuluşunun devrimde olduğunu bildiğimiz için, bunu için de örgütlü olmak gerektiğini kavradığımız için vermişizdir bu emeği. Bizim dışımızdaki, “ben hariç partinin” istekleri için değil… İşte “unuttuğumuz” ya da yıpranmış olan bu nedenlerimiz, kavramlarımız, karşımıza parti ve bireyin karşı karşıya getirilmesi olarak çıkmaktadır. Yukarıda verdiğimiz örnekler bu durumun uç noktaları olarak görünse de bu uç noktaya kadar giden yolda benzer onlarca pratiği, söylemi kendi günlük ve örgütsel yaşantımızda da bulabiliriz. Partinin sorunlarına “dışarıdan bakma”, kendini özne olarak görmeme, “düzeltilmesi için” yöntem “geliştirip” “hadi yapın bakalım” deme, kendimizi dışında tutup sorunların tüm nedenlerini dışımızda görme vb. yaklaşımlara çok da yabancı değiliz. Herkesin (ya da çoğunluğun) kendini dışında tuttuğu bir örgütte sorunların sahibi geri kalan üç-beş kişi mi olacaktır? Birey olarak kendimiz ve parti arasında olan/olması gereken doğru diyalektik bağı kurmayan bu yaklaşımlar partinin tasfiyecilik virüsünden en ağır yaraları almasına neden olan yaklaşımlardır.

Fedakârlık: Ezilen halk kitleleri üzerinde estirilen tasfiyecilik saldırılarının bir diğer unsuru da fedakârlık duygularında yaşanan aşınmadır. Fedakârlık; bir amaç uğruna veya gerçekleştirilmesi istenen herhangi bir şey için kendi çıkarlarından vazgeçme; o amaca ulaşmak için sıkıntıya, üzüntüye, güçlüğe dayanmaktır. Bizim amacımız sınıfsız-sömürüsüz-sınırsız bir dünyadır. Bu dünyayı kazanmak uğruna kendi kişisel çıkarlarından vazgeçen, bu dünyayı yaratmak için bedel ödeyen ya da bedel ödemeyi göze alan kişidir devrimci. Enternasyonal proletarya ve ülkemizdeki devrimci, komünist mücadele içinde sayısız fedakârlık örnekleri ile gurur duyulacak bir kültür yaratılmıştır. Yoldaşının önüne kendini siper ederek kurşunu bedenine davet eden yoldaşlarımız, komün barikatlarında en öne geçmek için yarışan kahraman komünarlar, geldiği burjuva yaşamı bir kalemde silip atarak yaşamını bu uğurda feda edenler vd. devrim için sıraları geldiğinde fedakârca ölümün üzerine yürümeyi bilmişlerdir.

Şehit yoldaşlarımız ve devrimci dostlarımız ölümleriyle kendi yaşamlarından nasıl vazgeçilebileceğini gösterirken fedakârlığın sadece “ölüm anı”na ilişkin olmadığını ve yaşarken, mücadele ederken en “sıradan” bir işin örgütlenmesinden en ileri görevlere kadar gündelik yaşamdan partili mücadeleye kadar yaşamın tüm gözeneklerinde gösterilmesi gereken bir “erdem” olduğunun altını çizelim. Bir devrimci örgütlü mücadele içinde aldığı görevler kadar günlük yaşamı ile de devrimci olmak zorundadır. Her tercih, aynı zamanda bir vazgeçme eylemidir. Halkın kurtuluşu için mücadele etmeyi ve bunu örgütlü olarak yapmanın gerekliliğini kavrayarak örgütlülüğü tercih eden her birey, aynı zamanda daha baştan bir şeylerden de vazgeçmeyi (yani fedakârlık yapmayı da) göze almış demektir. Tercih ve vazgeçmeme aynı anda yaşam bulması imkânsız kavramlardır. Bu vazgeçme eylemi yaşamımızdan tutalım da yoldaşımız için bir zeytin tanesinden, zamanımızdan, eski (burjuva-feodal) alışkanlıklarımızdan rahatımızdan, keyfimize vs. vs. kadar geniş bir alanı kapsamaktadır. Bu iki kavramı kendi içinde yaşatmaya çalışmak iki kişiliği taşımaktır ki; iki kişilikli bir yaşamı hiçbir “devrimci” uzun süre kaldıramaz, bir yerde tıkanır. Sonunda bu iki kişilikten birini bırakmak zorunda kalır. Devrimci mücadele “içindeyken” de burjuva yanlarıyla kendini her dakika örgütlemeyen devrimciler mücadeleden ayrıldıklarında çok hızlı bir şekilde eski yaşamın içinde rahatlıkla yer alabilmektedir. Bu tipteki “eski devrimciler” için temel mesele devrimci mücadele içinde yer aldığı dönemde yatmaktadır. Partizan kişiliğini özümsemiş bir devrimci, görevlerin üzerine ilk atılan kişiliktir. Ben daha az yorulayım diyen değil, en ağır yükü taşımak için elini taşın altına ilk sokan olmak için yoldaşıyla yarışan kişiliktir. Görevin büyüğü küçüğü diye bir ayrıma gitmeden kendini, emeğini, yaşamını, zamanını, enerjisini Parti için harcayan kişiliktir. Fedakârlık açısından da bu durum böyledir. Büyük bedelleri göze alanlar, bir bakılır ki günlük yaşamın en küçük bir pratiğinde bencil, bir iş daha fazla yapayım kaygısı taşımayan, “görevler” dışında hiçbir şey yapmayan tavırlara girmektedir.

Kültürümüzdeki bu yönün dejenerasyonunu çok çeşitli örneklerde görmek mümkün. Yoldaşlık ilişkilerinde “bizleşmeyen” yanlarımız, kolektif yaşamın gerektirdiği “angarya”lardan kaçınma, “neden ben?” sorusunun sorulması vb. çeşitli görüntüleri vardır bu bize ait olmayan yanın. “Neden ben” sorusu fedakârlıktan “özenle” kaçınan yoldaşlarımız için temel noktayı oluşturur. Zira “peki neden sen olmayasın?” ya da “neden bir başka yoldaşın?” sorusunun yanıtı yoktur bu tavırda. Benim yapmadığım her şeyi bir başka yoldaşımın yapacağını bilmek zor değildir. Benim açtığım her boşluğu bir başka yoldaşımın dolduracağını, doldurmak zorunda kalacağını düşünmeksizin uzun soluklu bir devrimciliğe adım atmak mümkün değildir. Tüm bunlara bakıp bu pratiklerin ardından tutsak düşmekten şehit olmaya kadar bir takım iddialarda samimi olunmadığı fikrine kapılmamak gerekir. Samimi olarak yaşamlar ortaya konur ama günlük yaşamın en küçük bir ayrıntısında bu bedelin binde biri dahi sayılmayacak bir pratik rahatlıkla es geçilir. Ama gerçekler ayrıntılarda gizlidir. Yaşamın basit ayrıntıları bizlerin partili kültür hakkında gerçek ipuçlarını vermektedir. Zira “Çözülmenin en iyi gözlendiği yer yine gündelik pratiktir. Gündelik pratik devrimcinin içindeki diğer beni; ezilenin içindeki ezeni ortaya çıkarır. Çünkü gündelik hayatta insan, ezenin imajını benimsemiş, ilkelerini içselleştirmiştir.” (Kutsiye Bozoklar-Hangi Kültür?)

Fedakârlık kültürümüzün dejenere olmasının bir yanı da her şeyi Partiden bekleme pratiğidir. “Mücadele etmek için” tüm koşulların Parti tarafından hazırlanmadığı durumlarda ortaya çıkan mızmızlanma hali fedakarlık konusunda ne durumda olduğumuz gösteren bir veridir. Zaten tüm koşullar yerine “birileri” tarafından hazırlanmışsa bizim fonksiyonumuz ne olacaktır? Tüm zor koşulları göze alamayan, bu koşulların düzeltilmesini partiden bekleyen bir tavır devrimci değildir. Düşman dahi devrimcilerin nasıl yaratıcı insanlar olduklarını, yoktan nasıl var ettiklerini, nelere dayanabildiklerini teslim etmektedir. Düşmanın en güçlü, bizim en elimizin kolumuzun bağlı olduğu hapishanelerden firar eden yoldaşlarımız, devrimci yaratıcılıklarının zirvesinde işler yapmışlardır. Mesele kendimizi hem zor koşullara dayanıklı hale getirmek ama daha önemlisi bu koşulları daha iyi bir noktaya getirecek olanın da yine kendimiz olduğunu bilmektir.

Devrimcilerin namusu: Namus kavramı, özel mülkiyetin ortaya çıkışından bu yana kadın-erkek ilişkileriyle özdeşleştirilmiş, ama özellikle de kadına ithaf edilmiş bir kavramdır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da ikiyüzlü bir kültüre sahip olan egemenler, en büyük namussuzlukları yaparken en çok da bu kavramı kutsamışlardır. Bugün anlaşıldığı biçimde ifadelendirilen namus meselesine, devrimcilerin yaklaşımı elbette ki kökten farklı olmalıdır. Bir devrimci için namuslu olmanın kriteri esas olarak kadın-erkek ilişkilerinde değil söz ve eyleminin birliğinde ve tutarlılığındadır. Yani namus meselesine, sözünün eri olmak ve olmamak temelinde bakmak gerekir. Söz ve eylem birliği halk kültürü açısından bir kişiyi tanımlamada çok önemli bir kriterdir. Devrimciler gözü peklikleri, idealleri kadar tutarlılıkları ve dürüstlükleriyle de halkın gözünde önemli bir saygınlık kazanmışlardır, geçmişten günümüze. Ancak ne zaman ki karşılaştıkları devrimcilerin yaşamlarının, sözünü ettikleri ideallerden çok uzak olduğunu görmüşlerdir; işte o zaman güvensizliğin de temelleri atılmıştır halkın gözünde. Halka giderken, onları kendi kurtuluş davaları için örgütlemeye çalışırken sözlerimizden çok eylemlerimizin göz önüne alındığını, hal ve hareketlerimizin esas intibaı bıraktığını unutmamak gerekir.

Bu çok açıktır ki, aynı zamanda samimiyetimizin de ölçütüdür. Verdiğimiz sözleri önce biz uygulayacağız, yaşamımıza adapte edeceğiz ki, inandırıcı olabilelim, kitleleri de örgütleyebilelim. Günlük yaşamı bir yerde, “devrimci” yaşamı bir yerde olan bir pratik, tutarsızlığın en ileri gelen örneklerindendir. Bir yandan kolektifi savunacaksın, ama diğer yandan kolektif yaşamayacaksın; bir yandan Partili olmaktan bahsedeceksin, ama diğer yandan Partiye gelebilecek en ufak bir zarardan etkilenmeyeceksin; kadın sorununda her şeyi söyleyeceksin ama kadın yoldaşlarına eşit davranmayacaksın; kendine hiç ayna tutmayacaksın ama yoldaşına, Partiye gelince en ağır “eleştirilerini” sunacaksın… Bu çelişkilerin birincil yönünü esas almadan çözmeksizin iyi bir devrimci olmak mümkün değildir.

Aksi durumda bizlerin fikri olarak örgütlendiğinden ama bunun somut yaşama, örgüt yaşamına yansımadığından söz etmeliyiz. Bundan sonra gelen tüm zaafların, hastalıkların temelinde yatan da bu değil midir? Ezilenlerin acılarını yüreğimizde hissediyoruz, bu acıların panzehirinin devrim olduğunu biliyoruz, devrim için örgütlü mücadelenin şart olduğuna da inanıyoruz; bu nedenlerle birlikte örgütleniyoruz. Ancak mesele ne zaman ki pratiğe geçmeye kalır, o zaman işte önümüze bir yığın engel, ayak bağı, düzen içindeki ilişkilerimiz vb. giriyor. Hem teorik ve hem de pratik olarak örgütlenmezsek yaşayacağımız ve partiye yaşatacağımız sorunların giderek büyümesi işten bile değildir. Mücadele içindeyken kendini söylemleriyle farklı gösteren bir Partili, pratik meselelere gelince mutlaka bir tıkanma yaşayacaktır. Bu, verilen görevleri yapmama tavrında, gündelik yaşamına yaklaşımında vb. mutlaka ortaya çıkacaktır. İşin, teoride en ilerisinde ama pratikte en gerisinde olan bir yaklaşım, uzun soluklu bir devrimci yaşam için zehir gibidir. Bu uçurum ortadan kaldırılmadığı ya da açıkça ifadelendirilmediği sürece her pratikte samimiyetimiz sorgulanmak durumunda kalacaktır.

Yaşanmakta olan ve günümüzde epey de revaçta olan örneklerden biri de mücadeleden ayrılırken tutunduğumuz tavırlarda ortaya çıkmaktadır. Tekrar edelim, örgütlü mücadele gönüllülük temelinde yürütülür. Dolayısıyla da gönüllü olarak da terk edilebilir. Zorla hiç kimse mücadele içinde tutulamaz. Ancak ayrılırken dahi namuslu olmak esastır. Örgütlü yaşamı kaldıramaz noktaya gelinmiştir, korkulmaktadır, inançlar kaybedilmiştir vs. vs. Bu ve benzeri nedenlerle örgütlü mücadeleden ayrılmak tüm bireylerin “hakkı”dır. Ayrılma nedenlerimiz içinde yapı içindeki kimi olumsuzluklar da etken olmuş olabilir. Bireyi örgüt içinde tutamamanın nedenlerini Parti, kendi içinde mutlaka tartışmalıdır. Ancak birey açısından Parti hakkında dedikodu yaparak, (doğru ya da yanlış şeyler söylenmesinden bağımsız) Parti bilgilerini deşifre ederek, gitmesine neden olan etmenleri etrafa yayarken kendinden hiç bahsetmeyerek gidişini meşrulaştırmaya çalışmanın yaşandığı yerde namusun tartışılması da ister istemez gündeme gelir. Burada feodal bir yaklaşım aramak anlamsızdır. Zira biz devrimciler namusu reddetmiyoruz, namusa burjuva feodal yaklaşımı reddediyor ve devrimci tanımlamasını yapıyoruz. Bir kez daha tekrar etmek gerekirse; devrimcilerin namusu teorisinin ve pratiğinin bütünlüğünde, sözünün insanı olmakta, dürüstlüğünde yatmaktadır. Dar pratikçilik, devrimci iddiadaki zayıflama: Günümüzde devrimci mücadele açısından genel olarak bir seviye ve nitelik düşüşü olduğuna dair ortak bir tespit yapılmaktadır. Bizim özgülümüzde ele alacak olursak da, 15 yıl öncesinin Partili kişiliği ile bugünkü arasında ciddi bir fark olduğundan söz edebiliriz. Bunun objektif nedenleri kuşkusuz ki çok önemli bir yerde durmaktadır. Emperyalizmin ideolojik, politik ve örgütsel tasfiyecilik saldırılarının önemi yadsınamaz. Ancak mesele bizim bu saldırılar karşısında nasıl durduğumuz, örgütlü bireyi ve dolayısıyla örgütü bu saldırılar karşısında koruyup koruyamadığımızla ilişkilidir.

Meselenin özünde tam da bu vardır. Sistem aynı özdeki saldırılarını (bugün edindiği tecrübelerle daha da geliştirdiğini yadsımaksızın) geçmişte de yürütüyordu. Bugün biz de acıyla yaşadığımız tecrübelerimize rağmen daha gelişkin bir durumda olmamız gerekiyorken, bu geriliğimizin nedenlerini ortaya çıkartmalıyız. Dün ile bugün arasındaki en önemli farklardan biri iddiamızın gücünde yaşanıyor. Yarın devrim olmayacağını biliyoruz. Devrim süreci uzun yılları kapsayan bir mücadele ile gerçekleşecek. Ancak devrimin ne zaman olacağı bizim çalışmalarımıza bağlı. Büyük bir planın küçük parçaları olarak her pratiğimiz devrimin kaderini belirleyen adımlardır. “Eğer dev bir programın, dev bir planın bir parçasını yerine getirdiğin konusunda açık değilsen, o zaman yaptığın iş sana küçük gelecektir. Ama Parti’nin verdiği görevler doğrultusunda hangi işi yapıyorsan yap, toplumun sosyalist yeniden yapılanması dev planının bir parçasını yerine getirdiğinin bilincindeysen, bu durumda senin küçük işin büyük hedef, komünizmin zaferi görevi bakımından sana anlamlı gelecektir.” (Komünist Enternasyonal’de Kadro Sorunu Üzerine)

Ezberlenmiş pratiklerle, yaratıcılığın yer almadığı, mücadele biçimlerinin çeşitlendirilmediği, kitlelere gitmekten bildik insanlara gitmenin anlaşıldığı yerde iddiamızdaki zayıflamayı tartışmalıyız. En nihai hedefin ne olduğunu unutan/gözetmeyen bir pratik hat, bitmek bilmez işler içinde boğulur ve kendini tüketir. Devrim andını her sabah tekrar ederek baş edemeyeceğimiz bu pratik, politik yaşamın canlandırılması ile ortadan kaldırılabilir ancak. Birçok ideolojik zaafımızın kökeninde yatan politik gerilik ve politika üretme konusundaki tutukluk bu zaaf için de geçerlidir. Oysa devrim ve tabi ki savaş, politik bir eylemdir. Politikanın olmadığı bir savaş, dar pratiğin ya da silahların gölgesinde ve onun kumandasında sadece bir yıkım hareketi olabilir. Ancak başta da söylediğimiz gibi, devrim sadece yıkım hareketi değildir, aynı zamanda yeniyi hâkim kılma, yeniyi inşa etme hareketidir. Bu ikisi bir arada olmaksızın hiçbir devrim başarıya ulaşamaz. Yıkmak için de yapmak için de politika temel meseledir ve onun yönlendiriciliği olmadan ve o kumanda etmeksizin hiçbir savaşta zaferi kazanmak mümkün olmaz. Peki, böylesine temel bir mesele olan politikaya devrimcilerin ilgisizliği nasıl açıklanabilir? Gazeteyi yıllardır “okumasına” ya da takip etmesine karşın gazetenin yazılarını ağır bulup anlayamayan, ayda bir kitap dahi okumayan, gelişmeleri takip etmeyen, bunları tartışmayan, tartıştıklarından politika çıkartamayan bir devrimci için mücadele gerçekten çok zordur. Bu objektif bir zorluktan öte, bizi yiyip bitiren ve iddiamızı ortadan kaldıran bir zorluktur. Çünkü politikanın olmadığı bir “politik mücadele”de uğraşılan konular “ben”in çevresinde dolaşan, alabildiğine kişiselleşmiş sorunlar üzerinde olur. Artık her şeye Partinin penceresinden değil, ben’in penceresinden bakılır. Bir şeyin iyi ya da kötü olması Partinin değil, bizim işimize gelip gelmediğiyle; bir kişinin iyi bir devrimci olup olmaması ben’imle olan ilişkisiyle ölçülür hale gelir. Sorunlara sınıfsal zeminden gitgide daha fazla uzaklaşılarak “çözüm” arayışına gidilir. Temel aldığımız hareket noktası sınıf mücadelesi olmadığı koşullarda ayağımızın altındaki zemin de kayar. Sadece kendimizin değil Partinin tasfiyesi ile karşı karşıya kalırız. Bu noktada bir devrimci için olmazsa olmaz özelliklerden biri olarak sorgulayıcılık da çokça yaşadığımız gibi kişisel temelde ve politik meselelerden uzak, kişiselleştirilmiş şekillerde yaşam bulur.

Sorgulayıcılık adına görevler yerine getirilmez, sorgulayıcılık adına Partinin tek bir insan gibi hareket etmesinin önüne geçilir… Böylesine önemli bir devrimci kişilik özelliği ancak bu kadar iğdiş edilebilir ve pratiksizliğin nedeni haline getirilebilir. İlkelerin yaşama geçirilerek bu tür tavırların önüne geçmek isteyenler de “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” tavrıyla mahkum edilir. Oysa “gözlerini açanlar” nedense(!) iş yapmazlar. Sorgulayıcılar mücadeleden uzaklaşırlar ama sorgulamayan “mekanikler” mücadele içinde kalırlar. Bunun adı da sorgulayanların Partiden uzaklaştırılması olur. Neredeyse mücadeleden uzaklaşmak bu şekilde kutsanır, meşrulaştırılır. Kimse neden bu “politik” insanların sadece giderken sorguladıklarını da sormaz. Düne kadar altına birlikte imza atılan kararlar nasıl bir anda “sorgulanır” anlaşılmaz. (Bir parantez açarak belirtelim ki, bir karara imza attıktan sonra onun yanlış olduğunu düşünmek ayrı bir şeydir, sorguladıkları kararların altına attıkları kendi imzalarının hesabını vermemek ise apayrı.) Bilimsel sorgulayıcılık ve Partinin örgütsel çerçevesi içinde, mekanizmaları ortadan kaldırmayan bir tarzda yapılan tartışmalar olmaksızın gelişmenin mümkün olmadığı unutulmamalıdır. Ancak bu kavramların yukarıda örneklediğimiz şekillerde tariflenmesi ise Partiyi tasfiye eden yaklaşımlardır.

Politikaya ilgisizlik, bir devrimci için yabancılaşmanın en üst boyutudur. Yaptığı “işe”, kendisini var eden nedenlere olan yabancılaşma dejenerasyonun da başladığı nokta olmaktadır. Kapitalizmin yarattığı bir olgu olan yabancılaşmaya karşı kendi içimizde mücadele yürütmediğimizde toplumdaki yabancılaşmaya son vermek için düzenin ortadan kaldırılmasını başaramayacağımız açıktır. Yukarıda unutmak olarak tırnak içinde ifadelendirdiğimiz olgu yabancılaşmadan başka bir şey değildir gerçekte. Mücadele içinde bulunma nedenlerimize, nasıl bir mücadele yürüttüğümüze, mücadelenin neler gerektirdiğine, günlük yaşamda da devrimci olduğumuza vb. yönelik “unutkan” hallerimiz, yabancılaşmanın farklı düzlemlerde ortaya çıkışlarıdır.

Komünist, Sayı: 61, Temmuz 2008