Dünyada Ve Türkiye’de Durum Değerlendirmesi

Dünyada Ve Türkiye’de Durum Değerlendirmesi

Dünyada Durum Değerlendirmesi

Emperyalist-kapitalist sistem ekonomik-siyasi bir kriz içindedir. Bir taraftan bu krizin yükünü dışta dünya halklarının sırtına, içte hak gasplarıyla işçi ve emekçilerin sırtına yıkmaktadırlar; diğer taraftan dünya pazarlarını, ucuz işgücü ve zenginlik kaynaklarını daha fazla talan ederek palazlanmakta ve pazar alanlarını güce göre yeniden düzenleyip hegemonya mücadelesinde rakipleri karşısında üstün çıkmaya çalışmaktadırlar. Bu durum aralarında çelişkileri giderek daha da keskinleştirecektir.

Kapitalist-emperyalist sistem her bakımdan devasa bir saldırganlık içindedir. Saldırganlıkta bir adım önde olan ABD emperyalizmi ve suç ortaklarının Afganistan ve Irak işgalleri içine düştükleri bu krizi aşmaya dönük talan ve yağmaya dayalı emperyalist saldırganlığın somut bir ifadesidir.

ABD emperyalizmi 11 Eylül saldırılarından sonra önüne koyduğu karşı-devrimci politikaları dizginsizce uyguladı ve uygulamaya da devam ediyor. Saldırgan ve halk düşmanı yüzüne, “saldırıya maruz kalmış mazlum” peçesini geçiren Bush ve savaş kabinesi Afganistan ve Irak işgallerini gerçekleştirdi. Kuzey Kore, İran ve Suriye gibi ülkeleri de hedef tahtasına oturttu. Tüm bu saldırganlık ve işgal hareketlerine haklılık ve meşruluk kazandırmak için de “terörizme karşı mücadele” demagojilerini elden bırakmadı. Gerçekleri tersyüz eden ABD ve İngiliz emperyalistleri bu icraatlarını savaş borazanı olan medya araçları vasıtasıyla sürdürmeye devam ediyor.

Ama bir kez daha yalanlar, gerçeklere yenik düştü. Saldırganlıklarını “küresel adalet”, “demokrasi” ve “terörizme karşı mücadele” maskesiyle gizlemeye çalışan işgalciler direniş duvarına çarpınca kanlı yüzlerini daha açık gösterdiler. Ve işgal için üretilen gerekçeler de çözümsüz bir şekilde orta yerde duruyor. Değişen tek şey emperyalist işgalcilerin gerçek amaç ve hedeflerinin daha net bir şekilde açığa çıkmasıdır.

Şöyle ki, ABD, Özbekistan ve Tacikistan’da askeri üsler oluşturdu. Ama ABD’nin hedefi yalnız bunlarla sınırlı değildir; burada askeri üsler oluşturan ABD, Hazar ve Orta-Asya bölgelerindeki enerji kaynakları üzerindeki denetimini daha da geliştirmeyi hedeflemektedir. Bu hamleler aynı zamanda Arap denizi kıyısı ve Hint Okyanusuna boru hattı planları için de işgalcilere büyük avantajlar sağlar. Bölgede sürekli askeri güç bulunduran ABD, Hindistan ve Pakistan’daki gelişmelere direk müdahale etme şansına sahip olduğu gibi, Kafkasya’da ve Asya’da rakip gördüğü Rus emperyalistlerinin de hareket alanını daha da daraltmayı hedefliyor.

1. Paylaşım Savaşından bu yana emperyalist saldırganlıkta ABD bir adım önde olmaya devam ediyor. Bu durum ne kadar gerçekse emperyalistler arası rekabetin sürdüğü de bir o kadar gerçektir. “Yeni Dünya Düzeni” ideologlarının ürettikleri “uzlaşma”, “zenginlikleri bölüşme” demagojileri sınıf savaşımının bilimsel yasaları karşısında bir kez daha yerle bir oldu.

Dünya pazarları üzerinde hakimiyet kurma ve pazarların yeniden bölüşümü mücadelesi emperyalizmin ilhakçı ve saldırgan niteliğinin bir ifadesidir. Ve dün olduğu gibi bugün de emperyalist tekeller arası çelişkiler varlığını korumaya devam ediyor. Yani emperyalistler arası rekabet ve mücadele esas, uzlaşma ise talidir.  Bu başlıca çelişmenin bugün emperyalist sistem içinde somut olarak aldığı biçimi de şöylece özetlemek mümkündür: ABD emperyalizmi ile AB emperyalistleri arası çelişki, ABD, Çin ve Rus emperyalistleri arası çelişkiler uluslararası planda hakimiyeti arttırma, pazarı genişletmeye dayalı her somut sorunda kendini açığa vuruyor. Değişen sadece roller ve ittifaklardır. Roller ve ittifakları belirleyen ise, emperyalist çıkarlar ve güç dengeleridir.

Emperyalistler arası çelişki ve rekabet yalnız bu güçlerle sınırlı değildir. Diğer emperyalist devletler arasında da rekabet sürüyor. Güç dengelerinden kaynaklı olarak birkaç adım geride olmaları bu gerçeği değiştirmiyor.

Yine AB emperyalistlerinin birliği çelişkisiz ve çatışmasız bir birlik değildir. Ve bu emperyalist birliğin içinde öne çıkan güçler Alman ve Fransız emperyalistleridir.

ABD emperyalizmi, askeri açıdan sağladığı avantajı korumak ve daha da pekiştirmek için ekonomisini askerileştirme projesine devam edecektir. Bu da ekonomik alandaki krizinin daha da derinleşmesine neden olacaktır. Nitekim artan bütçe açıkları, borçlar ve işsizlik olguları bu gelişmeleri doğrulayan somut verilerdir. Bu gerçeklik, ABD’nin saldırganlığa yakın gelecekte de değişik düzeylerde devam edeceğini göstermektedir.

ABD saldırganlığının yanı sıra, dünyada yaşanan ekonomik krize rağmen Çin emperyalizminin dünya pazarındaki etkisi genişliyor ve bu genişlemeye paralel olarak Çin’in siyasal etkinliği de artıyor. Tek dezavantajı askeri açıdan ABD emperyalizmiyle boy ölçüşecek düzeyde olmamasıdır. Buna karşın Rusya ve Çin’in yakınlaşması da devam ediyor. Bu yakınlaşmanın çatışmalı bölgelerde daha bir gelişmesinde ABD ve İngiltere emperyalistlerinin saldırganlığının rolü büyük.

Emperyalist bir birlik olan Avrupa Birliği içinde başı çeken Alman ve Fransız emperyalistlerinin, başta Ortadoğu olmak üzere yakın bölgelerdeki nüfuzlarını arttırma çabalarını sürdürmektedir. Bu emperyalist devletler ABD emperyalizminin Irak işgaliyle girdiği batağı ve bölgede ABD’ye karşı oluşan tepkileri kendi emperyalist çıkarları için kullanmak için çaba harcamaktadırlar. ABD emperyalistleriyle ortaklaştıkları öncelikleri sorun ise “terörizme karşı mücadele” yalanıyla sınıfsal nitelikleri gereği işgal karşıtı veya ilerici-devrimci güçlere saldırmaktır. Bu da AB demokrasisinin sınırlarının emperyalist tekellerin çıkarlarına uygun olarak çizildiğini göstermektedir. Diğer bir nokta ise; AB üyesi olan kimi ülkelerin uluslararası ilişkilerde ABD paralelinde bir politika izlemeleridir.

Rusya bir toparlanma içindedir. Bu gelişme ABD emperyalistlerini Rus egemenlerle ekonomik ve bölge politikaları açısından belli anlaşmalara zorlarken, diğer yandan ise Rus emperyalistlerinin arka bahçesi olan kimi Kafkas ülkelerini askeri üslerle donatan ABD emperyalistlerinin yarattığı tehdit Rusya’yı AB’li emperyalistlere yakınlaştırmaktadır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Rusya ile Çin’in bölgeye yönelik planları dikkate alındığında bu yakınlaşmanın gelişerek devam edeceğini gösteriyor. Japonya ise uluslararası politikada daha çok ABD merkezli hareket ediyor.

Afrika’da ise ön plana çıkan ABD, AB rekabetidir. Bu kıtadaki rekabet ABD’nin geniş bir coğrafya üzerinde kurmaya çalıştığı tahakkümün niteliğini de göstermektedir. “Süper bir güç” olarak var olabilmenin koşulları ve zorluğu da ortaya çıkmaktadır.

Emperyalist-kapitalist sistemin ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel saldırılarına karşı başta işçi sınıfı olmak üzere dünyanın farklı bölgelerinde farklı düzeylerde tepkiler sürüyor. Özellikle Irak işgali ve işgale karşı Irak halkının sergilediği direniş yalnız emperyalizmin talancı, katliamcı yüzünü açığa çıkarmayı sağlamadı, aynı zamanda zayıflayan anti-emperyalist bilincin güçlenmesinin yolunu açtı.

Bugün sınıf bilinçli proletarya, anti-emperyalist mücadeleyi anti-işgale ve anti-ABD’ciliğe indirgeyen yanlış yaklaşımlara karşı mücadele ederken, aynı zamanda işgal karşıtı geniş birliktelikler yaratmak göreviyle de yüz yüzedir. Yine emperyalistlerin ekonomik, askeri saldırılarına karşı gelişen mücadele, henüz istenilen düzeyde olmasa da geleceği belirleyecek mücadele olarak kavranmak zorundadır. Bunu yadsıyan tüm anti-MLM anlayışlar yanılgılara düşmekten kendilerini kurtaramazlar.

Nitekim, emperyalistlerin zenginliğin küreselleşmesi yalanı, gerçeğin duvarına çarptı. Küreselleşenin zenginlik değil, yoksulluk olduğu her geçen gün açığa çıkıyor. Emekçilerin giderek küçülen lokmaları, işlerini kaybetme, sosyal haklarını yitirme korkularına karşın, azınlık bir kesim zenginliklerine zenginlik katıyor. Bu tablo yalnız yarı-sömürge ülkelerde değil, giderek emperyalist merkezlerde de belirginlik kazanıyor. Emperyalist merkezlerdeki bu nesnel durum proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin daha da ivme kazanmasının zeminini güçlendiriyor.

Emperyalist-kapitalist sistemin çok yönlü ve kapsamlı saldırılarına karşı uluslararası planda enternasyonal dayanışmayı büyütmek, ortaya daha güçlü ilerici-devrimci bir irade çıkarmak için büyük birliktelikler yaratmak önümüzde duran bir görevdir. Bu görev öncelikli olarak Marksist-Leninist-Maoistlere düşmektedir. Çünkü, bunu yaratma bilinci ve bunun silahı Marksizm-Leninizm-Maoizm’de vardır. Bugün dünyada ezilen halkların öfkesini ve tepkisini örgütleyip siyasal iktidar mücadelesine yöneltmede MLM’Ler hatırı sayılır bir güce sahiptir. Bu gücü sınıf savaşımında yenilmez kılacak olan önceliklerden biri de içte ve dışta her türlü anti-MLM anlayışlara karşı uzlaşmaz bir temelde mücadele etmektir. İdeolojik anlamda netsizliklerin yaşandığı, ezilenlerin haklı ve meşru mücadelesine karşı güvensizlikler beslendiği bir dönemde güvensizlikleri güvene dönüştürmenin yolu, ideolojik netlikte ve bu netliğin yön verdiği ısrarda geçiyor.

Türkiye’de Durum Değerlendirmesi

Türkiye’de, sürmekte olan krizin, 2000 yılında hükümeti düşürecek düzeye gelmesi ve emperyalistlerin de zorlamasıyla gündeme gelen 2002 yılındaki erken genel seçimde AKP’nin hükümet olmasından bu yana ekonomik ve siyasi kriz örtük bir şekilde devam etmektedir. Krizi atlattığını iddia eden hükümet, krizin sürekliliğini gizlemeye çalışmaktadır. Yarı sömürge ülkelerde iddia düzeyinde kalan bu tür süreçler (kısaca istikrar denmektedir) uzun sürmez. Bu ekonomilerin “istikrar dönemleri” borçların döndürülebilmesi ile ilgilidir. Yapılan her anlaşma bunun garantilenmesi içindir. Ekonomisi borç döndürme üzerine kurulu her ekonomi zaten istikrarsızlık içindedir ve krize gebedir. Krizin ürünü olarak hükümete gelen AKP yine krizin ürünü olarak erimeye adaydır. Çünkü tahakkümü altında olduğu sermaye komprador sermayedir. IMF’nin yönlendirmesi altında, emperyalizmin hamiliği altında olduğu sürece krizden kurtulamazlar.

Rejim muhalifliği ile hükümet olabilen AKP, rejimin sadık bir uşağı olduğunu bu süreçte daha açık gösterdi. AKP sanıldığı ya da iddia edildiği gibi halkın kendi seçimi olmamıştır. Halkın her geçen gün daha fazla mevcut hükümetten de, gidişattan da memnuniyetsizliği artmaktadır. Türkiye halkı AKP’nin de diğer partilerden farklı olamadığını, emperyalizmin tüm tahakkümüne boyun eğdiğini yaşayarak görmektedir. Halkın “seçimi” şartların zorunlu bir gereğinden başka bir şey değildi. Bu, devrimci mücadele ve örgütlenme zayıf kaldığı sürece böyle olacaktır.

Türkiye’de ezilen sınıfların ve özellikle de işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarının gaspını da içeren özelleştirme politikaları bu hükümet tarafından da sonuna kadar savunulmakta ve uygulanması için her şart yerine getirilmektedir. En son SSK ve Köy Hizmetleri tasfiye edilerek özelleştirilmek üzere gündeme getirilmiştir. Önümüzdeki yıl TÜPRAŞ, TEKEL ve Türk Telekom “halka arz” edilerek tekellere peşkeş çekilecek. Bu özelleştirmelerde uygulanan yöntem AKP’nin niteliğine de uygun olarak “kandırmaca” üzerine kurulmuştur. “Halka arz” adı altında sunulan “kamu işletmeleri” esasta yabancı tekellerin işletmeleri haline getirilmektedir.

SSK’nın, Köy Hizmetleri’nin tasfiye edilmesi, TEKEL’in, TÜPRAŞ’ın vs. özelleştirilmesi işsizlik, sosyal hakların gaspı, yabancı kapitalistler için pazar alanlarının genişletilmesi demektir. İşçi ve emekçi halkı daha fazla yoksulluğa, açlığa, işsizliğe ve sefalete sürüklemek demektir. Amaç kapitalist-emperyalist karlara kar katmaktır.

Özelleştirmelerle özellikle yabancı tekellerin insafına terk edilen hizmet sektörü gibi, tarım da aynı akıbete doğru sürüklenmektedir. Yoksul köylünün topraktan gelir elde etme, geçimini sağlama umutları her yıl daha da azalmakta; buna karşın alternatif geçim kaynakları da oluşmamaktadır. Emperyalizme bağımlı sistem yoksul köylüleri topraktan koparırken ya da toprağını köylü için mezar yaparken, onun için yeni olanakların gelişmesini de sürekli kösteklemektedir. Tarıma elverişli topraklar ve toprak ürünlerinin pazarlanmasını sağlayan tüm kurumlar devletin de tam desteğiyle egemenlerin karına kar katmaktadır. Kazanan üretenler değil, asalaklar ve bürokratlar olmaktadır.

Köylünün yoksullaşması artarken, şehre göçü eskisi kadar yoğun değildir. Buna karşın özellikle büyük şehirlerde yoksulların çok yoğun yaşadıkları semtler bulunmaktadır. Bu semtlerdeki çelişkiler derindir. Ekonomik krizin en çok etkilediği kesimler bu semtlerde yaşamaktadır.

Kürt ulusal hareketinin yaşadığı derin açmaz devam etmektedir. KONGRA-GEL önderliğinin silahlı mücadeleye son vermesinden bu yana “demokratik cumhuriyet” adı altında, düzene kendini kabul ettirmek için attığı adımların hiçbiri karşılık bulmamıştır. Bu yanlış beklenti Kürt halkını farklı tercihlere zorlar niteliktedir. Faşist Türk devleti Kürt ulusuna, varlıklarının sözde kabulü dışında hiçbir hak vermemeye kararlıdır. Kürt halkının demokratik hakları uğruna mücadelesi mevcut önderliklerinin ulusal burjuva uzlaşmacı karakteri dolayısıyla baltalanmaya, güdükleştirilmeye devam edilmektedir. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Kürt ulusunun bilincinden tümüyle sökülmeye çalışılmaktadır. Bu konuda faşist Türk devletine en büyük desteği veren de Kürt Ulusal Hareketinin önderliğidir.

Kürt halkının kurtuluşu Türk halkıyla ortaktır. Türk halkının büyük çoğunluğu Türkiye’deki Kürtlerin bir ulus olduğunu ve her ulusun Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı’na sahip olduğunu kavramaktan uzak olduğu gibi, Kürt halkı da “ortak mücadele” bilincinden henüz uzaktır. Devlet, faşist partiler, oportünist güçler, ulusal burjuva güçler olumsuzluğu güçlendirmek için uğraşmaya devam etmektedir.

Kürt ulusal burjuvazisinin teslimiyetçi politikalarına karşın, Türk egemenleriyle olan çelişkisi varlığını korumaktadır. Bunun şiddete evrilmemesi ya da şiddetin bugün için “kabul edilemez” olması bu çelişkinin olmadığı anlamına gelmez; sadece biçimsel olarak değişiktir. Burjuvazi için demokrasi ne kadar “kendisi için demokrasi” ise, şiddet de o kadar “gerektiği zaman” savunulur.

Türkiye’de ezilen kesimler içindeki kamu emekçilerinin de devletle olan çelişkileri devam etmekte ve hatta bazı konular üzerinden keskinleşme eğilimi göstermektedir. Vergilendirmeler, düşük maaş artışları, hak gaspları bu kesimin de geçim sıkıntısını artırmaktadır. Kamu emekçilerinin örgütlenme hakkının halen kısıtlı olması ve en son Eğit-Sen’in “ana dilde eğitim hakkını savunduğu” için kapatılmak istenmesi, bunun için dava açılması devletin memurlara, örgütlenmeye, demokratik haklara karşı duruşunun, yaklaşımının çok somut bir göstergesi olmuştur.

Devlet uzmanlaştırdığı kolluk güçleriyle demokratik hakların talebi, savunulması amacıyla gerçekleştirilen her eyleme azgınca saldırmakta; halk üzerinde bir terör tehdidi yaratmakta ve onları sindirmeye çalışmaktadır. Hak alma bilincinin sürekli baskı ile törpülenmesi devletin bir varlık gerekçesi olarak işlemeye devam etmektedir.

Demokratik haklar için mücadele devrimci bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır.

Oysa, devlet egemen sınıfların çıkarlarının bir gereği olarak sürekli zorladığı ve her şartını yerine getirmek için yoğun çaba içinde olduğu AB sayesinde “demokratikleşeceğini” iddia etmektedir.

AB üyeliğinin yeni şartlar, yeni düzenlemeler ve yeni yasalar getirdiği ve getireceği doğrudur. Ancak, hiçbir yasa, esas olarak halkın çıkarlarını içermemektedir. Tüm değişiklikler emperyalistlerin çıkarlarını içermektedir. Bugün Avrupa’da dahi temel hakların, kazanılmış hakların gaspı nedeniyle işçi eylemleri gerçekleşirken AB sayesinde halkın çıkarlarına uygun “demokratikleşme” sürecinden bahsetmek tek kelimeyle yalandır…

AB’ye üyelik hakkında egemen sınıflar tam bir birlik içindedir. Ordu cephesinden olduğu iddia edilen muhalefet gerçek değildir. Yine, AB üyeliği ile Ordunun devletteki siyasal etkisinin zayıfladığı ya da zayıflayacağı da doğru değildir. Ordu egemen sınıfların ordusudur. Egemen sınıflarla ordu arasındaki ilişki esasta çıkar işbirliğine dayanmaktadır. Ordunun varlığının nedeni egemen sınıflardır ve egemen sınıfların bekası için ordu zorunlu bir ihtiyaçtır.

Orduya bu anlamda biçilen her farklı misyon Marksist devlet teorisinin içinin boşaltılmasıdır.

Egemen sınıfların bir kesimi son krizlerle birlikte kısmi bir rahatlama yaşamakta; bununla birlikte yeni düzenlemelerle birlikte egemenler arası rekabetin sonucunda kimi gruplar tasfiye edilmiş ve edilmektedir. Egemen sınıfların arasındaki tasfiyeler her kriz öncesinde ve sonrasında yaşanmıştır. Bu sermayenin belli ellerde toplanmasını sağlarken aynı zamanda emperyalist tekellerin güçlenmesini sağlamaktadır.

Reformist güçlere gelince; bunların “anti-emperyalist” söylemleri boş ve tutarsızdır. Bugüne kadar gösterdikleri etkinin ötesinde bir etkileri olmayacaktır. Unutulmamalıdır ki bu güçlerin asıl güçlenme koşulu devrimci hareketin güçlenmesidir. Ancak bu durumda devletin icazetini alabilmekteler. Dayandıkları sınıfsal zeminin kaypaklığı ve zayıflığı onları sürekli güçsüz bırakmaya devam edecektir.

Dünyanın farklı bölgelerinde, devrimci ve komünist güçlerin önderliğinde sosyal ve ulusal kurtuluş mücadeleleri yürütülmesine rağmen; hala güçlü devrimci bir dalgadan söz edemeyiz. Tam aksine ideolojik-politik temelde yaşanan netsizlik ve karmaşa liberal, sistem içi burjuva anlayışlar için nesnel bir ortam yaratıyor.

Küreselleşme karşıtları, özellikle bir dönem için Zapatistalar netsizliğin boyutunu gösteren hareketler olarak gösterilebilir. Sistem içi burjuva hareketler olmalarına karşın ortaya çıktıklarında, “kazandıklarında” çok etkili olmakta ve “gerçekten” alternatif oldukları sanılmaktadır. Oldukça geniş etkiler yaratan bu hareketlerin bu süreci bize mevcut netsizliği, karmaşayı ve sistem içi burjuva hareketler için nesnel ortamın derecesini gösteriyor.

Diğer bir anlatımla işçi ve emekçi halkın emperyalist kapitalist sistemin ekonomik ve siyasi krizin yarattığı işsizliğe, sosyal hakların gaspına karşı büyük bir hoşnutsuzluğu vardır. Ama bu hoşnutsuzluk devrimci kanallara, devrimci çözümlere değil, sistem içi çözümlere yönelmektedir.

Bu tablonun ağır etkilerini Türkiye’de devrimci ve komünist hareketin üzerinde de görmek mümkündür. Özellikle Kürt ulusal hareketinin silahlı savaşımı ret edip sistem içi çözüme kilitlenmesi devrimci silahlı mücadeleye karşı ezilenler cephesinde bir tereddüt bir kuşku yarattı. Bu kuşku bu tereddüt faşist diktatörlüğün saldırılarıyla bütünleşince; koşullar daha da ağırlaştı. Koşulların ağırlaşması devrimci saflarda bir çözülmeye, reformist ve sağcı anlayışların boy vermesine yol açtı. Ve ideolojik anlamdaki bu bozulmanın kadrolar üzerindeki etkisi de küçümsenemez bir boyuttadır. Yaşanan bu kan kaybının yanı sıra, devrimci kadrolardaki ataklığın, örgütsel reflekslerin zayıflaması, zihinsel anlamdaki tembelliğin daha bir artması, tıkanıkları aşmada çözüm gücü olma konusunda ciddi problemler yaratıyor.

Emperyalist işgalciler, Irak sokaklarını kan banyosuna çevirirken, uşakları topraklarımızda NATO’nun eli kanlı katillerine ev sahipliği yaparken, sokaklarımızda anti-emperyalist şiarların ve Irak’taki direnişe desteğin zayıflığı, devrimci ve komünist hareketin kitleleri etkileme düzeyini göstermektedir.

Bu tablo üzerinde şu somut sonuçları çıkarmak mümkündür. Devrimci savaşlar için nesnel koşullar mevcuttur. Ama, bu nesnel koşullar üzerinde yükselen devrimci bir dalgadan da, kendiliğinden gelişen yaygın bir kitle hareketinden de söz edemeyiz. Ama kitlelerin sisteme karşı duyduğu ciddi bir hoşnutsuzluktan söz edebiliriz. Tüm mesele kitlelerin bu hoşnutsuzluğuna doğru taktik politikalarla müdahale edecek ve bunu ısrarla sürdürecek dönemin kadrosunu ve militanını yaratmaktır. Bu acil bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç çözüldüğü ölçüde kırda, şehirde devrimci pratiklerin kitleleri etkileyip harekete geçirme gerçeğiyle yüzleşmesi kaçınılmaz hale gelir. Her militanımız buna inanmalı ve görevlerine de bu sorumluluk bilinciyle sarılmalıdır.

Diğer gözden kaçırılmaması gereken bir nokta ise, devrimci ve komünist hareket nicel olarak zayıflarken; buna karşın reformist hareket de güçlenmiyor. Bunun en önemli nedenleri reformistlerin devrimci söylemleri ve çağrıları kitlelerin içinde gereken yankıyı bulmamasının yanı sıra, faşist sistemin reformistler için açtığı kanalları bu dönemde daha da daraltmasıdır. Çünkü, ortada egemenler üzerinde basınç yaratan güçlü devrimci bir hareket yoktur. Bunların yanı sıra elbetteki genel tablonun yarattığı etkilerden de söz etmek mümkündür.

Komünist, Sayı: 54, Ocak 2005