Türkiye, “Arap Baharı” ve Son Durum: Görev ve Önceliklerimiz!

Türkiye, “Arap Baharı” ve Son Durum: Görev ve Önceliklerimiz!

“Eylem birliği vurgusu, ortak platform tanımlamaları ve birlikte mücadelenin önemine değinilerimiz, bazı gruplarca “halkın devrimci birleşik cephesi” anlayışımızda yanlış/sakatlık olduğu yorumlarıyla karşılanmakta, bambaşka sonuçlar üretilmektedir. Burada, KP önderliğinin esas alındığı ve devrimin stratejik mevzisi olarak şekillendirilen birleşik cephe anlayışımızı bir kez daha anlatacak değiliz. İsteyenler önder yoldaştan başlayarak konu üzerine üretilen bir dizi yazımıza göz atabilir. Ama böylesi ucuz çarpıtmaların samimiyetsizce gündemleştirildiği de ortadadır…”

Türkiye’de Durum

Dönemin bölge ve ülke koşullarına bağlı olarak ABD emperyalizmi tarafından projelendirilip (AB’li emperyalistlerin de tam desteğiyle) piyasaya sürülen ve kısa sürede işbaşına da getirilen AKP’nin tek başına hükümet etme süreci, 10. yılını tamamlamak üzeredir. Kendi yetkinleşme ve yerleşme hallerini tarif olarak ifade ettikleri “ustalık” dönemi başlayalı bir yıl geride kalmış ve saflarına çektikleriyle (taraf olanlar), kroke durumuna gelenler (“tarafsız” kalanlar) dâhil bir dizi yurtsever ve reformist çevreyi de hem irkilten hem de hedef haline getiren uygulamaları tavan yapmaya başlamıştır.

Bunun nedeni, hayallerin sönmesi, bel bağlamaların bitmesi kadar, kendilerinin de açık biçimde gadrin bir parçası haline gelmeleridir. AKP’nin ipleri büyük oranda elinde tuttuğu devlet gerçekliği, sınıfsal refleksini tümüyle yansıtan bir yerden görüntü vermekle beraber, safralardan kurtulma tasarrufunda bulunma ihtiyacını, kartları açık oynama zorunluluğundan ötürü de yapmaktadır.

Bu mecburiyetin kaynağında, misyonuna uygun davranmak amacıyla atacağı adımlar için hazırlık döneminin bitişiyle birlikte kendi hükmünü doğurmakta gecikmeyen sınıf mücadelesinin akış hızı rol oynamaktadır. Hiçbir iktidar, dilediği programı toplumsal yasaları hiçe sayarak uygulama şansına sahip değildir ve bunlar üzerindeki denetim ve yönlendirme kabiliyetini de ilelebet kullanabilme durumunda olamaz. Nitekim, alt eder gibi göründüğü fakat esasen nöbet devraldığı kesimlerle hesaplaşma konusunda yeterli bir mesafe almış ve bunu sindirme safhasına geçmişken kendi içinde çatlaklar yaşamaya başlamıştır. Bu iç çatışmanın her zamanki tezahürü olarak asıl düşmana, her renk ve sınıftan halk muhalefetine yüklenmenin, güç testiyle ilgisini de unutmamak gerekir.

Güç sorgulaması, gücünün doruklarında olduğunu düşünenler için daha boyutlu bir hal almaktadır ki bugün tam da her şeye muktedir gibi görünme halinin panikleyen, sarsak bir görüntü vermesi bundan ötürüdür. Egemen sınıflar cephesinde kendi çapında klik oluşturan her bir oluşum, politik bir program etrafındaki çıkar gruplarını açık etmektedir. Bunların birer parti şeklindeki ifadesi, oynanan oyundaki pay kapma senaryosunun/düzeneğinin gereğidir ve birden çok versiyon üzerinden meydana gelen ayrışmaların ister tek başına isterse koalisyon yapılanmasıyla “idare” mevkiine taşınması söz konusu olmaktadır.

Bu pozisyona gelmekten bağımsız olarak, her bir menfaat grubunun da kendi içerisinde parçalı, farklı düşünüş ve hesaplara dayanan bir organizması vardır ya çöküş ya da iktidara oynama hallerinde çatışmaların yaşanması muhakkaktır. Yıllardır hem kazanan hem de kaybedenler cephesindeki dalaş, çoğu kez kariyer üzerinden yansıma gösterse de bunun sonucudur. Kimi kez emperyalistlerin doğrudan, kimi kez komprador temsilciler aracılığıyla gerçekleşen müdahalelerdeki yenilenme çabaları gerçeği yansıtmakta, sınıf savaşının çabuk eskittiği yüzler birer birer değiştirilmektedir.

Eskimenin geciktiği, bir başka deyişle iki haneli rakamlara uzanan bir hükümet, hatta iktidarlaşma sürecinin yaşandığı durumların açıklaması için de sınıf mücadelesinin seyrine, dünya ve ülke gerçekliğine bakmak gerekir. Alternatif çıkmaması, kitle desteğinin sürmesi gibi haller bir yandan yakıcı bir durum etrafındaki ihtiyacın sürmesine işaret etmekte ama bununla beraber, ipleri tutanlar açısından beklentilerin sürdüğünü göstermektedir. Askeri darbelerin klikler arasındaki dalaşta değil, sınıf mücadelesinde işlevli bir yöntem olduğu gerçeği de bununla ilgilidir.

Sınıf mücadelesini (özgülde devrim mücadelesini) darbecilerin koşul hazırlama eylemi olarak tarif etmeye kalkanlar, emperyalistlerin kullanma süresi dolanları “kaba” bir yöntemle indirmeye kalkmayacak kadar etkinlik sahibi olduğunu unutuyorlar. Bunun kilit noktası hiç kuşkusuz ekonomik bağımlılıktır ve bu askeri gücü de bütünüyle kapsayan bir bağlamda anlaşılmalıdır. Dolayısıyla bugün, hem de dünya çapındaki kriz koşullarında, AKP’nin efendilerince harcanması için “darbe” vb. yöntemlere ihtiyaç bulunmadığı anlaşılır olmalıdır.

Öyleyse darbeyi dünya ölçeğindeki benzer pratiklerde ortaya çıkaran nedenlerin esas olarak inisiyatifi ciddi biçimde zorlama halleri olduğu muhakkaktır. İnisiyatif, yalnızca politik sahada değil, bunu da besleyen bir ekonomik tablo gerçekliğiyle açıklanmalıdır. Bu manada 12 Eylül açısından 24 Ocak Kararları hareket noktası olmuştur. Sınıf mücadelesine müdahale bakımından ateşin bacayı sarmadığı koşullarda ise ekonomik arenada alarm zilleri çalmaya başlamışsa, oy tablosu üzerinde oynamaya müsait bir zemin var demektir ve “değişim” için taşlarla belli düzeyde oynamak yeterli olacaktır.

Dönem itibarıyla, AKP’nin hükümete, hatta restorasyon amacıyla devlete taşınması için daha fazla gerekçenin olduğu bir süreçten geçildiğinden söz etmeliyiz. Bu süreç, ABD’nin geniş çevresiyle birlikte Ortadoğu’ya yönelik büyük hesaplarıyla ilgilidir ve durum, son 10 yılda bu sahada yaşanan gelişmelerin dünyanın açık ara birinci gündemini oluşturmasından okunabilmektedir. 1990’lı yıllardan başlayarak 21. Yüzyılın açılışıyla beraber emperyalistlerin satranç tahtası buraya kurulmuş, bütün siyaset bu bölge eksenli tartışılır hale gelmiştir. Bu zaman zarfında BM ve NATO başta olmak üzere bütün emperyalist kuruluşların gündemini işgal eden konuların ağırlıklı olarak bu bölgeye ait olması yeterince açıklayıcı olmalıdır.

“Arap Baharı” ve Son Durum

Emperyalistlerin dünyanın kaderine hükmeden bir hareket tarzı tutturmaya çalıştıkları ortadadır ama bunun düz ve engelsiz bir seyir izlemediği/izlemeyeceği de bir o kadar doğrudur. Dahası, bunun asıl açıklaması, son sözü söylemeye kadir tek gücün ezilenler, proletarya önderliğindeki halklar gerçeği olduğu da unutulmamalıdır. Bu yüzden Irak ve Afganistan’da kayalıklara bindirilmiş, bu yüzden “Arap Baharı” denilen süreçte devrim cephesinden karşı hamleler gündeme gelmiştir. “Arap Baharı” tam da emperyalistlerin tarifine yatan politik körlüklerin tav olduğu emperyalist bir tezgâhın ürünü değil, ona rağmen ayaklanan işçi, emekçi ezilen halk kitlelerin eseridir. Karşı-devrimin dünya çapındaki ittifak kampanyası kapsamında buna müdahalesiyle ortaya çıkan tablo ve konjonktür ancak ürettikleri nedeniyle, kendisine “destek” yaratmaya çalışan komplo senaryolarına kurban edilemeyecek kadar önemli ve anlamlıdır.

Bu vesileyle değinmemiz gereken husus, özellikle Tunus ve Mısır’da yapılan seçimler sonucu egemen sınıfların farklı kanatları üzerinden şekillendirilen “yeni” yönetimlerin yapısal değişime yol açmamalarının, ne komplo teorilerini doğruladığı ne de ayaklanmalara ithaf ettiğimiz anlamları değersizleştirdiğidir. Yapabilme kudreti/yetisinin test edildiği ve gücüne vakıf olma becerisinin gösterildiği pratiklerin ürettikleri (ve kazandırdıkları) kısa ve küçük parantezlerde değil, uzun, hatta orta vadede görülebilecektir. Dünya devrim tarihleri, onyıllara yayılan süreçlerin sıçramalı ve dengesiz karakterini böylesi pratiklerin birikimleri ve karşılıklılık hali üzerinden anlatmaktadır.

Hiçbir eylem ve ayaklanmanın emperyalistlerden bağımsız biçimde çıkış ve gelişim gösteremeyeceği düşüncesi, muktedir ile ilgili tam teslimiyet halinin tezahürüdür. Kaderini onun eline teslim eden bir acizlik ve iktidarsızlık halinin devrim ve kitlelere karşı yaklaşımını da ele veren bakış açısı, önderlik ve örgütlülük sorununu “her şey” olarak tarif ederken, buna aslında hiçbir değer vermediğini de ispatlamış olmaktadır. Kendisini klasik şablonlar üzerinden sergileyen küçük burjuvazinin sınıf olarak böyle bir derdinin olmadığı, bu yaklaşım tarzıyla sabit olmalıdır.

“Arap Baharı”nı, Kuzey Afrika ve Ortadoğu ile ilgili ABD projesinin devamı olarak görmek isteyenler, bu projenin 10 yılı aşkın aşamasında şimdi devrilen yönetimlerin hangi safta yer aldığına bakmalıdır. Ha keza eskiyeni değiştirme hesabının sonucu şeklinde tanımlamada bulunanların da başta Suudi Krallığı ve şeyhlikler olmak üzere diğer ağır toplardaki durumu anlatabilmesi gerekir. Açıktır ki yönetsel yapıda “değişimlere” yol açsın ya da açmasın, emekçi kitlelerin gerçekleştirdiği ayaklanma ve isyan eylemleri, ABD ve AB’li emperyalistlerin yoğun bir karşı hamle faaliyetini tetiklemiş ve farklı biçimlerde gerçekleşen müdahalelerle manipülasyona imkân tanıyan ve kafa karıştırmaya uygun görüntüler ortaya çıkmıştır.

Kitle muhalefetinin olmadığı hiçbir yeryüzü ülkesi olmadığı ve olmayacağına göre, karşı-devrimin bütün hamleleri bunu yedeğine aldığı oranda bambaşka bir durumun sergilenmesine imkân vermektedir. Durum bizzat işgal biçiminde olmasa da açıktan müdahalenin yapıldığı Libya ve Suriye örneklerinde böyle gelişmiştir. Buralardaki durum, önderliğin gaspı ve konulan ağırlık nedeniyle halk muhalefetinin pozisyonunu karartan bir içerik almakta ve açık işgal yaşanmadığı halde emperyalist müdahale somutlaşmaktadır.

Suriye

Bu tablo karşısında başka bir kafa karışıklığı oluşmakta ve karşı karşıya gelen iki gerici güç arasında tercihte bulunma tavrı gösterilmektedir. Suriye’deki durumun, Türk devletinin bölge hesapları (efendisi ve kendisi adına) bağlamında Kürt sorununun da kapladığı yer itibarıyla müdahil olma pozisyonu nedeniyle bizi daha fazla ilgilendiren yanı, konuyla ilgili politika üretme ve analiz yapma gereğini ortaya çıkarmıştır. Dünyanın alakasız bir bölgesindeki benzer durumlara (iç savaş tarzı emperyalist müdahale ve destekli klik çatışması) dair ilgi düzeyimizin zayıflığı, kendi sürecimiz açısından pratik (politik) bir değer taşıyıp taşımaması nedeniyledir.

Durum, bu yön/açı hesap edilmeden tartışılırsa üretilecek politika yanlış (ya da eksik) kalacaktır. Bunu da gözeterek ortaya konulacak politikanın halklar nezdinde oluşturacağı her türlü yanılsamayı dışlaması beklenmelidir. Faşist Türk devletinin de aktif kılındığı “gizli” emperyalist güdümlü muhalefetin kitlelerin özgürlük ve demokrasi taleplerini bayrak edindiği süreçte bu söylemlerin hiçbir anlam ifade etmediği açıktır. Gericilerin potasında eritilmiş bu taleplerle tanımlanmayacak emperyalist işbirlikçisi bir muhalif güç koalisyonu, hiçbir şekilde ezilen kitleleri temsil niteliğine sahip olamaz, olmamalıdır.

Diğer yandan, Kaddafi örneğinde olduğu gibi Esad ismiyle cisimleşen mevcut yönetimin de anti-emperyalist bir kimlik taşıdığına dair tespitlerin reel politik durumda karşılığı yoktur. Açık işgal, dolayısıyla “ulusal” nitelikli bir savaş/direniş koşulları da bulunmamaktadır. O durumda dahi ancak güç dengesine bağlı olarak yerli gericilerle/düşmanlarla ittifak politikası gerekecek, Çin’de olduğu gibi Japon işgaline karşı cephe dahi oluşabilecekken, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Alman-İtalyan işgalleri karşısında Avrupa ülke örneklerindeki gibi “ortak” hale gelse de işgalci düşmana karşı “bağımsız” savaş ve direnişler örgütlenecektir.

Bu tartışma Suriye’de yürüyor olsaydı, oradaki komünistler açısından durum nasıl iki gerici/faşist kamp arasında bir tercihte bulunma gereğini hiçbir biçimde anlamlı kılmayacak açıklıktaysa ve ancak işgal vb. durumlarda özel bir savaş politikasından söz edilebilirse, buradan yaklaşımın da o paralelde ele alınması gerekir. Rus emperyalizmini, yalnızca zamanında “sosyal” etiketi taşırken gerçek niteliğiyle tanımlamayan çevrelerin tamamına yakını, bu peçeden arındırıldığı 90’lı yıllardan bu yana da aynı minvalde yaklaşımlarını sürdürmektedirler. Bu yüzden ABD’den (ve yedeğindeki AB’liler ve Japonya’dan) başka hiçbir emperyalistin bulunmadığı dünyada, onunla ilişkili olmayan bütün gerici ve faşistler “bağımsız”, “ulusal” bir statü elde etmektedir.

Tek eksen ABD ile ilişkinin durumuna göre belirlenince onunla ittifak ve işbirliği içerisinde olmayan bütün güçler bir tür müttefik haline gelmektedir. Bu çarpık emperyalizm kavrayışı sınıf işbirliğinin başka bir versiyonudur ve “vatanseverliğe” kadar uzanan yaklaşım çizgisinde; proletaryanın, devrimin ve sosyalizmin çıkarları adına ne varsa, gerçek içeriğinde dahi olmayan çarpık bir ulusalcılığa kurban edilmektedir.

Sosyalist devletlerin olmadığı dünyamız koşullarında herhangi bir ülke sistemi ve devlet yönetiminin emperyalist sistemden kopuk bir özellik arz edeceği iddia edilemez. Süreçlerinin taşıdığı özgünlük nedeniyle farklı özellikler taşısa da Küba ve İran gibi örneklerin dahi sistemden tamamen kopuk ve “bağımsız” bir pozisyonda bulunduklarını söylemek yanıltıcıdır. Kaldı ki bu tip örnekler dışındaki dünyanın ezici çoğunluğu, çeşitli emperyalist güçlerin tam denetimi (uşaklık ve işbirlikçilikle) altında yönetilmekte ve hiçbir diktatörün kendinden menkul “iktidarı” bulunmamaktadır.

ABD emperyalizmine kafa tuttuğu için anti-emperyalist, yurtsever, bağımsız, vatansever, dahası kahraman tahtına oturtulan halk düşmanı eli kanlı diktatörlerin/yönetimlerin tamamı, -o anın yanılsamalı hali dışında- kendilerini (çoğu kez ABD’nin de aralarında bulunduğu) emperyalizmin sürekli sadık uşaklığı ile var etmiştir. Ya başka bir emperyalistle şekillenen (Rusya, Çin vd.) süreci ya da yeni proje ve dizaynlar nedeniyle pratikleşen ıskarta tercihine karşı nafile direnişe kalkışmasıyla ABD’nin (ve müttefiklerinin) hedefi haline gelenlerin makus talihi, bu kişilere cephe atlatmakta, devrimci gömleği dahi giydirebilmektedir. Çavuşesku, Miloşeviç, Saddam ve Kaddafi gibi halk kasaplarından sonra şimdiki kahramanımız Esad’dır.

Gerici güçler arasında tercihte bulunma, hatta ittifak politikası geliştirmenin gereği, koşullarla ilgilidir. Koşulların olmadığı durumda yapılırsa, bunun anlamı yedeklenmedir; karşı devrimin hizmetinde bulunma ise, sınıf işbirlikçiliğidir. Bu durum dünya konjonktüründeki politikalarda, savaş durumlarında, bir ülkenin sürecindeki gelişimlerde istisna göstermez. Ancak geçici olabilecek ve halkı doğrudan hedef alan durumlardaki süreç, kendi pozisyonumuzun da uygunluğuna bakılarak tartılmak zorundadır.

Faşist Türk devletinin Suriye’deki durumla ilgili izlediği politikanın (konumlanışının) dış boyutu kadar içeriye yönelik hesaplarla bileşik haline dikkat çekmemiz gerekir. Hatta bunun ağır bastığını söylemek de yanlış olmayacaktır. Temel endişesi, Suriye Kürdistanı’nda denetim dışı bir alanın ortaya çıkması, daha önemlisi PYD önderliğinde bir yönetimin oluşmasıdır. Nitekim korktuğu başına gelmek üzeredir; Suriye’de artık, 23 Temmuz itibarıyla, 6 şehrin (Kobani, Amude, Efrin, Terbaspi, Ayn El Arap, Derik) ele geçirilmesi sonucu (Esad yönetimini terk etme hamlesiyle) Kürtler kendi bölgelerinde “fiilen yöneten” konumuna geçmişlerdir.

Ortadoğu’da kendisine biçilen rol doğru biçimde anlaşılırsa ne demek istediğimiz daha rahat kavranacaktır. Türk devletinin ABD’nin bölge projesinde eşbaşkanlık görevini üstlendiği bir büyük palavradan ibarettir. Bu da iç politikaya yönelik bir egemen sınıf propagandasıdır ve teşhir amacıyla bu yalana sarılanlar bu dezenformasyonun bir parçası haline gelmektedir.

Bölgede İsrail kadar rol üstlenmesi dahi söz konusu olmayan Türk devletinin “model” oluşturduğu da hiçbir maddi temeli ve gerçekliği olmayan bir diğer iddia halindedir. Bu yalanı süsleyen yeni Osmanlıcılık da emperyalistlik tahtına oturtulan Türk devletinin, değil bölge dünya çapında vizyon yaratma çabasına dayanak oluşturmaktadır. Bunların ABD politikaları ve hesapları nezdinde hiçbir karşılığının bulunmadığı, sürekli sağa sola yalpalayan, çelişkilerinden kaynaklı aciz ve komik duruma düşen pratikleriyle sabittir. Mavi Marmara olayından Füze Kalkanına, Libya’ya müdahale hayalinden Suriye ile ağız dalaşı ve nihayet düşen uçak krizine kadar yaşanan bir dizi pratik bunu göstermektedir. Daha yakın ilişkisine dair örnek gösterilen İran ve Irak’la yaşadığı “güven” bunalımı, gücü ve prestijinin test edilmesi için birçok veri sunmaktadır.

Bölgede söz sahibi olmaktan değil, içi boş ve kof kabadayılığı çabuk teşhir olan bir durumdan söz edilebilir ki bir ara “van münit” (one minute) şovuyla yeni Nasır diye parlatılmaya çalışılan Tayyip balonunun gazı çabuk kaçmıştır. Kürecik’e Füze Kalkanı yerleştirme pratiğinde olduğu gibi, Türk devleti emperyalizmin halklara karşı ileri karakolu ve saldırı rampasından başka bir şey değildir. Gönüllü ABD tetikçiliğine soyunma hali, devrilmesi ufukta beliren Esad’a karşı efelenmeyi gerektirmiş ama itidalli adım atan ABD’yi sollayan bir hal aldıkça, pespaye bir uşaklığın resmedildiği sahnede yalnız ve şaşkın bir kovboyluk sergilenir olmuştur. Başat gibi gösterilen rol böyle bir şeydir, gerçekliği bu merkezdedir…

Türk devletinin iç politikaya yönelik hesapları, bu gelişmeler üzerinden güç ve itibar pompalanmasını içermekle beraber, Esad sonrasını da kapsayan biçimde Kürt sorunuyla ilgili planlara dayanmaktadır. Suriye’de önemli bir yer kaplayan Kürt nüfusu içerisinde PKK’nin etki gücü bilinmekte, son yıllarda büyük bir diplomatik ve ekonomik atakla etkinlik kurmaya çalıştığı Irak Kürdistanı’nın kat ettiği mesafeyle birlikte, kendi ülkesindeki Kürt Ulusal Hareketi’nin “çözülmesinde” yeni mevziler elde etmeye çalışmaktadır. Yapılmaya çalışanlar en azından, Ulusal Hareket’in Suriye’deki Kürt varlığı üzerinden elini güçlendirme planlarını bozmaktır.

Bölgedeki diğer parçalar üzerinde etkili olan tarafın, Türkiye’deki savaşın dengesini kendi lehine değiştirme şansının artacağı iyi bilinmekte, bu alanlardaki gelişmelere müdahil olmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla geliştirilen politikaları bölge çapında bir güç olmaktan öte kendi topraklarında güç olma savaşı olarak okumak gerekir. Kürt sorunu, bütün olan biteniyle sabittir ki Türk devletinin kendi ayakları üzerinde durmayı başaramayışının en önemli göstergesidir ve bu konuda esaslı bir gelişme sağlanamadığı müddetçe dışa yönelik dişe dokunur adımlar atma şansı da olmayacaktır.

Bu amaçla Suriye’ye yönelik “zulme kayıtsız kalmama” görünümlü politika (ABD’nin Irak’taki Afganistan’daki katliamına alkış tutan, Sudan devlet başkanı Ömer El Beşir gibi, 460 bin kişinin katili tescilli bir soykırımcıyı bağrına basan politika), savaşa girmeyi de gerektirecek bir boyuta genişleme olasılığını her zaman için barındırdığından dolayıdır ki mutlaka teşhir edilmeli, kitleler aydınlatılmaya çalışılmalı ve karşıt platformlar güçlendirilmeye çalışılmalıdır. Bu konudaki faaliyetlerin içerisinde bulunmak, Türk devletinin de gönüllü parçası olduğu savaş ve işgal politikalarını teşhir etmek ve dikkatleri bu yöne toplamaya çalışmak, Suriye’deki iç savaşın Şam’daki saldırıyla birlikte büyümesine paralel daha da önemli hale gelmiştir.

UstaLık

Suriye’deki gelişmeleri bu amaçla değerlendirmeye çalışan AKP’nin iç politika ya da başka bir deyişle kendi süreci ile ilgili gelişmeler, bu konuyu da ilgilendiren Kürt sorunu başta olmak üzere, hemen her alanda kızışan bir zemin inşa etmiştir. Bu kızışma için gözlerimizi izlenen politika ve uygulanan yöntemlerle oluşan bilançoya çevirdiğimizde, durumun ağırlığı kendisini fazlasıyla göstermektedir. Yukarıda değindiğimiz nokta ile bağlantı kurarak devam edecek olursak; ustalık dönemi bu zorluluğu tarif etmekte, süreç bu kadar sıkıntılı olduğu için, yapılacakların (yapılmakta olanların) ağırlık derecesi kendi tasarruf kabiliyeti üzerinden “ustalık” biçiminde lanse edilmektedir.

Otoriter yapısı güçlendirilen, temel hak ve özgürlükler alanı daraltılan ve nefes alma kanalları tıkanan bir sistem gerçekliği yaşanmaktadır. Biber gazından ölümler yaşatan, aleni biçimde infaz, şiddet ve işkenceyi kullanan bir polis uygulaması (İHD verilerine göre 2011’de 3252 kişiye işkence ve kötü muamelede bulunuldu, 57 kişi yargısız infazlarda katledildi, 130 kişi yaralandı); başta Kürt yurtseverleri, devrimciler ve komünistler olmak üzere bütün muhalif kesimlere yönelik her türlü komplo ve tezgâhı da barındıran şekliyle birkaç derece vites yükseltmiştir. Sayısal olarak da güçlendirilen, semirtilen ve şımartılan teşkilatın mensupları, özel bir silahlı kuvvet birimi nosyonuyla, saldırganlıkta tavan yapmaktadır. Durum, 14 Temmuz’da olduğu gibi, şehrin işgal edilmesine kadar vardırılmıştır.

Başına ustalık dönemini en açık şekliyle tarif eder biçimde getirilen İdris Naim Şahin isimli alçaklık timsali faşistin, tadını çıkararak, geviş getirip salyalar akıtarak yönettiği operasyonlar sayesinde hapishaneler dolmuş taşmış (Adalet Bakanı geçtiğimiz haftalarda 196 yeni hapishane vaadinde bulundu), işkence ve katliamın son istasyonları olarak daha da işlevli hale getirilmiştir. Urfa’da yaşanan katliam, önde F tipleri olmak üzere bütün hapishanelerde tam gaz sürdürülen tecrit zulmü, Pozantı ve Şakran örneklerinde kamuoyuna yansıyan her türlü vahşi ve insanlık dışı uygulama, sürgün sevkler, tecavüz ve işkence gırla gitmektedir. Şimdilik 47’si ağır 500’ü aşkın tutsak vardır ve ölümler daha sık yaşanır olmuştur…

Bütün muhalefet odakları “terör suçu” kapsamına sokulmakta, benzerine az rastlanan biçimde, “halkı hükümetin hizmetlerinden soğutma suçu” icat edilmekte ve kendine hizmette kusur etmeyenlerin dahi serzeniş tarzı söylemlerine tahammül edilmemektedir. Özellikle medyada farklı tonda ses veren bütün isimler susturulmuş, tasfiye kendi sadık kalemşörlerine kadar uzanmıştır. Yaygınlık çapı büyüyen tutuklama ve yargılamaların hedefindekilerin sayısı giderek yükselen bir grafik çizmektedir. Bakanlık verilerine göre 2006’da ÖYM’lerde yargılanan “sanık” sayısı 21.710 iken 2010’da 62.911’e yükselmiştir.

Başta KCK olmak üzere, çeşitli operasyonlar vesilesiyle değişik çevreler, meslek grupları (yazarlar, gazeteciler, doktorlar, avukatlar, sendikacılar vd.) ve demokratik kurum mensupları toplu tutuklamalarla hapse atılmakta, ağır suçlarla yargılanmakta ve ağır cezalara çarptırılmaktadır. BDP kapatılmaktan beter hale sokulmuş, her düzeydeki yöneticileri ve yerel yönetimlerdeki temsilcileri birkaç kez tırpanlanmak suretiyle hapse doldurulmuştur. Yalnızca Kürt yurtseverlerin tutsak sayısı hızla 10 bine doğru tırmanmaktadır.

Kürt yurtseverlerinin tutuklanmasını merkezine alarak estirilen terör, devrimci-demokratik bütün mevzilerin dağıtılmasını hedeflemektedir. Devrimci ve demokratik muhalefetin en devingen olduğu gençlik hedef tahtasının yine en üst basamağına yerleştirilmiş, tutuklu öğrenci sayısı 800’e yaklaşmıştır. Son 12 yılda hakkında (144 üniversitenin verisi) soruşturma açılan öğrenci sayısı 49 bindir. Bunların 35 binine çeşitli cezalar verilmiş, 13 bini okuldan uzaklaştırılmıştır.

Artık tam bir bütünlükle ve uyumla, merkeze bağlı saldırı ve mahkûmiyet politikalarının aracı olarak işlevli yargının hiç sektirmeden yaptığı uygulamalar ve verdiği kararlar, “meşruiyet” güvencesinin iyi biçimde işletildiğini göstermektedir. Son yargı paketinde getirilenler ile Fethullahçılarla kapışmaya da müdahale edilmesinin yanında, ÖYM’lere ilişkin düzenlemenin asıl amacı; sorunlu ve aksak yanların düzeltilmesi ve demokratikleştirme adı altında sistemi tazeleme ve güçlendirmedir. Gözaltı süresi ve avukata ulaşım gibi hususlarla yargılama safhasındaki haklar bakımından daha kısıtlayıcı ve daraltıcı olan “yenilikler”, etki alanı genişletilen bir yetki kapsamında, “bölgelere” göre farklılıklar içerebilecek özellikte sunulmaktadır.

Bırakın kaldırılmasını, DGM’den bozma bu mahkemeleri çoğaltma ve yaygınlaştırma söz konusudur. Varlığı “terörle mücadele kanunu”na bağlı olarak ihdas edilen Terörle Mücadele Mahkemeleri (Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri adı altında), tıkanıklık ve yetersizliğe çözüm amacıyla ayakları sağlam basan bir konuma taşınmıştır. Bu “değişim” önümüzdeki sürecin yönü hakkında yeterince ipucu vermektedir. Kısacası devlet, baskı ve saldırıların en önemli araçlarını tahkim ederek güçlendirmektedir.

Kürt yurtseverlerine yönelik azgın terörle sınırlı olmayan bir saldırı kampanyası yürütülmektedir. Savaşla ilgili politikanın merkeze oturduğu süreçteki öncelik bu kapsamdadır ama sistemin işleyiş bütünlüğü bir dizi politikayı gerektirmektedir. Savaşı yürütme kapasitesi için bile buna gereksinim duyan rejim, her şeyden önce asli fonksiyonları bağlamında işlemek, hatta çok daha iyi işlemek zorundadır. Bunun sonucu olarak bütün alanlarda geliştirilen politikalar daha yakıcı bir nitelik almış, hamleler peşi sıra gelmeye başlamıştır.

Birincisi; ekonomik olarak güçlü olmak gerekir, buna yönelik bütün projeler direnç noktalarını da kapsayan bir önlem ve plana bağlı olarak geliştirilmek, hazırlıklar ona göre yapılmak zorundadır. Diğer yandan sistemde buna uygun bir düzenleme yapmak, anayasadan başlayarak “değişim”le meşruiyet tabanının güçlendirmek gerekmektedir. Ustalığın son durak olmadığı “başkanlık” sistemi tartışmaları ya da en kötü ihtimalle güçlü bir cumhurbaşkanlığı üzerinden imparatorluk hesapları yapıldığı sır değildir. AKP il kongrelerinin Mussolini’den esinlenen bir tarzda stadyumlara taşındığı bir süreç yaşanmaktadır.

Bunu sistemin ihtiyacı olarak değil de Tayyip’in ihtirasıyla açıklamaya çalışanlar yine yanılıyorlar. Sistemin ihtiyacını belirleyen ise bütün alanlarda daha keskin ve zorlu bir içerik alan sorunlardır. Yönetme kabiliyetine ilişkin önemli bir değişime işaret eden yapılanma çabası böyle okunmalıdır. Hemen her seçimde ya da öncesinde eritilen kendi çeperindeki siyasi oluşumlara Halkın Sesi (HAS) partisinin eklenmeye çalışılması da bu çerçevede değerlendirilmeli, tabandan çok döneme uygun nitelikte kadro transfer hesabı yapılmaktadır.

İş bununla bitmemekte, yine yasama ve yürütmeye dair düzenek içerisindeki konumun sürmesi gerekmektedir ve bunun için sermaye dışındaki temel dayanak olarak kitle desteği öne çıkmaktadır. İşte hem yeni safhadaki işleri yerine getirmek hem de bunları gerçekleştirirken zorlanacağı durumla baş etmek için lazım gelen taban oy/destek oranı; bir yandan kendi tabanında daha ileri bir şekilleniş yaratmak için (dindar nesil) özellikle de sosyal yaşama ilişkin dinsel değerlerle bezeli “muhafazakâr” politikaları koşullamakta, diğer yandan ise ırkçı ve şoven (“milliyetçi”) bayrak en üst basamakta dalgalandırılmaktadır.

Asıl Kimlik

AKP, daha geniş bir koalisyonun (meşrebi zengin) çatısı olarak şekillendirildiği için, başta ana ortağı (ve rakibi) Fethullah cemaatinin tabanı olmak üzere, diğer çıkar grupları ve daha önemlisi “din” temasıyla doğrudan hitap ettiği kesimlerle ilişkisini güçlendirme ihtiyacı duymaktadır. İslami çizgileri daha belirgin bir görüntü vermeyi amaçlaması ve geleceğe yatırım amaçlı adımlar atması, kurumsal varlığını sağlama alma amaçlıdır.

MNP-MSP geleneğinin oy potansiyelinin kâfi gelmediği koşulda Türkiye potansiyelinin daha fazlasına yetecek hali pratikte görülmüş, şimdi buna yönelik işleme faaliyetine daha fazla hız verilmesi gündeme gelmiştir. Bu yönde adım atmak için kurumlarda etkinlik kurma süreci de tamamlandığına göre işi yavaştan almanın manası kalmamıştır.  Buradaki en önemli sorun, bunun Türkiye genelini etkileyen çok önemli boyutları olmakla beraber, bütün toplumu dizayn etme şeklinde -bir akıl tutulmasıyla- ele alınmadığıdır.

Türkiye’nin iktisadi ve tarihi süreciyle (Osmanlı dâhil olmak üzere) şekillenen toplumsal dokusunun (kültürel yapı) buna elverişli olmadığı bir yana, emperyalistlerle ilişkileniş durumu ve konumlandırılış şekliyle buna aykırı süreci, belirtilen tarzda bir inşaya imkan tanımamaktadır. Şeriatçı bir yapının oluşturulmaya çalışıldığına dair spekülasyonun maddi gerçekliği olmadığı gibi, AKP’nin “dinci-gerici”, “müslüman dindar” şeklinde adlandırılması da doğru değildir. Her şeyden önce AKP, iktisadi ve sosyal yapıya bağlı olarak devletin karakteri gereği faşist niteliğiyle tanımlanmalı ve toplumsal tabandaki şekillenişi de bu eksende değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.

Ülkedeki egemen sınıf partilerine iktisadi, sosyal ve yönetsel yapının rengini vermesi, tümünün faşist karakterde yapılandırılmasını koşullamaktadır. Kemalizm; “Atatürkçü” söylemi, ona ait sembollerle bezeli olma halini değil, resmi ideolojinin kodlarını barındırmayı ifade ettiğindendir ki tümüne damgasını vuran bir nitelik arz etmektedir. Son dönemde belli çevrelerce dile getirilen “Kemalist İslamcılık” sözünün -farkında olmaksızın- anlatmaya çalıştığı budur. Tekçi söylemin pratikleştirilme hali tümünün asli fonksiyonudur ve faşist karakter bu temel üzerinden işlerlik kazanmaktadır.

Farklarının bir zamanlar Demirel tarafından dile getirildiği üzere Coca Cola ile Pepsi Cola arasındaki “ayrım” kadar olduğu gerçeği, faşizmin sınıfsal yapıdaki karşılığını açıklamaktadır. Egemen sınıfların devlet yapısı bu nitelikte olduğu, rejim bu esaslarla kurulu bulunduğu içindir ki ona hizmet amacıyla politik arenaya çıkanların “aykırı” bir hal oluşturma şansı bulunmamaktadır. Bu yapıyı muhafaza etmek varlık sebeplerini oluşturmakta; dayandıkları sınıftan öte seslendikleri toplumsal tabanın özellikleri nedeniyle üsluba, tarza ve hatta yönteme ilişkin “farklılıklardan” bahsedilebilmektedir.

Bu yüzden AKP ile gelen ya da giden faşizm yoktur, bir diğeri ile bunun değişme şansı da bulunmamaktadır. Devrim sorunu olarak algılanması gereken temelli değişim olgusu, reformist mücadelenin sınırlarını da belirlemektedir. Demokrasi mücadelesinin, devrimi etkileyen ve hazırlayan özelliğini yadsımamak kaydıyla, bu şeklin en üst ifadesi olarak sunulan bir platformda verilmeye çalışılmasının batağa gömülmek, oyuna ortak olmak anlamına gelmesi de anlaşılmalı, unutulmamalıdır. Parlamenter mücadeleye öncelikli önem atfedenler, anayasa vb. tartışma platformlarından medet umanlar ya da temelli sorunların çözümü noktasında “iyimser” hareket tarzı tutturanlar, bu gerçeğin duvarlarına çarptıkça Amerika’yı keşfe soyunmakta ama çok geçmeden yine aynı platforma kaymaktadır.

Kürt Ulusal Hareketi’nin içinde bulunduğu trajik hal başta gelmek üzere, bilumum oportünist ve revizyonist çevrenin, aydın ve demokrat unsurun AKP, CHP vb. partilerle yaşadığı bitmez tükenmez hüsranın temelinde bu vardır.  Böyle sürdüğü müddetçe, AKP ve CHP’nin (ve benzeri biçimde eski partilerin çoğu için de) kâh demokratlığı kâh faşistliği arasında gidip gelen, sık sık yedeklenen ve hırpalanan bir kulvarda ha bire başa dönülmekte, aynı film defalarca seyredilmektedir. Egemen sınıf partilerine faşist karakterini gölgeleyen, örten tanımlarla yaklaşmak, niyetten bağımsız biçimde her türlü sınıf işbirliğine davetiye çıkarır ki bu aldanmanın/yanılmanın sınıf mücadelesiyle ilişkiyi kopartacak sonuçlar doğurması da kaçınılmazdır.

AKP faşist karakterde olmasaydı, emperyalistler ve Türk devleti katında bu konuma gelmesi mümkün olamazdı. Kimse devlet kurumları içerisindeki ilerleyişi paşa paşa kabullenmemiştir ama ciddi bir direncin gösterildiğine dair somut bir olgu da yaşanmamıştır. O takdirde, karakteri farklı olan bir partinin, 80 yıllık şekillenişe sahip bütün kurumlarda böylesi bir etkinlik kurması nasıl izah edilecektir? Açıktır ki ne yapısal bir aykırılık vardır ne de doku uyuşmazlığı. Aksine devleti/rejimi/düzeni koruma ve kollama görevini layıkıyla yerine getiren, sömürü, baskı ve zulüm mekanizmasını üstün bir gayretle işleten bir yönetim vardır ve bundan iyisi/ağırı yine aynı kulvarda rüştünü ispat edenler tarafından yerine getirilebilecektir.

Ancak pek tabii ki Türk devletinin yapısına ilişkin faşizmin dışında tarif yapanların durumu farklılık gösterebilir. O takdirde de izlenen politikaları, buna yön veren ideolojik yapıyı ve elbette buna kaynaklık eden iktisadi ve sosyal gerçekliği tahlil etmek gerekir. Bugünkü formuyla bir asra yakındır hüküm süren egemenlerin, emperyalistlerle ilişkiler ve bu bağlamda yaslandığı sınıfların soykırım ve katliamlarla bezeli, her türlü zoru meşru kılan ve demokratik kanallara esas manada geçit vermeyen, yalnızca tadilatı/reformu amaçlayan her nevi girişime dahi sıkı sıkıya kapalı istibdat rejimi neyle açıklanabilir?

“Faşizan uygulamalar”, “faşist/faşizm gibi” söylemler öylesine yaygınlık kazanmıştır ki hiçbir dönemde öz olarak değişmeyen bu yapının benzetmelerle değil gerçeklerle tanımlanmasından hala kaçınılmaktadır. Bunun kendi durumu ve misyonunu tarifle çeliştiği gerçeği, tümünü, durduğu yer ve kendi sınıfsal konumlarından hareketle tespitlere sevk etmekte ve bu yanılgı ve yanıltma durumu sür-git devam etmektedir.

AKP’nin kitle desteği bağlamında, tabandaki kemikleşme çabasının yukarıdan aşağıya örgütlenmesinde, tamamen kontrolüne aldığı kurumlar aracılığıyla müdahalesi ve sistemli bir çabası görülmektedir. Bu durum 4+4+4 uygulaması gibi eğitim alanındaki yeniliklerden, sezaryen ve kürtaj ile ilgili düzenlemelere, Alevilerle ilgili fetvalı tasarruflardan sanatın çeşitli dallarıyla ilgili kararlarına, içki yasaklarından kadınlara yönelik her türlü ayrımcı ve şiddete davetiye çıkaran politikalara kadar çeşitlilik ve çok yönlülük arz etmektedir. 60 bin kişiye 1 hastane, 350 kişiye 1 cami düşen Türkiye’de,“dindar nesil” söyleminin bu kadar açıktan ifade edilmesi manidardır ve bu yöndeki hedef kitleyi tarif etmektedir.

Bu hedefe ulaşmak için eğitim sistemindeki düzenlemenin getirilerinden başka kadrolaşmaya “yetişmiş”ler açısından da müdahale ihtiyacı duyulmuş, üniversiteleri kuşatmak yetmiyormuş gibi hem çalışma yaşamına hem de akademik dünyaya giriş için gerçekleştirilen sınavlarda dikkat çekici biçimde “skandallar” yaşanır olmuştur. Özellikle son iki yılda, YGS, TUS, KPSS’de birden çok biçimde, sahtekârlık, şifreleme, soru çalma, kopya olayları görülmüştür. Yüzbinlerce kişinin mağdur edilip hakkının yendiği skandalların tümünde benzer saikler rol oynamış, hummalı bir kadrolaşma faaliyeti açığa çıkmıştır.

Her türlü planın güne ve geleceğe yönelik sonuç ve katkıları önemlidir ama güçlü olunması gereken esas temelin ekonomi olduğu da açıktır. En büyük propagandanın bu alanda yürütüldüğü ve seçim dönemleri beklenmeksizin merkezden başlayarak yandaş büyük sermaye gruplarının ihya edildiği bir süreçten geçilmektedir. Bir bütün olarak egemen sınıflar yararına işleyen sistemin bütün tabanı beslemesi mümkün olamayacağı gibi buna yönelik bir tasarrufta bulunulması da eşyanın tabiatına aykırıdır.

O takdirde kitlelerin yaşamında karşılık bulma şansının olmadığı durumda ekonomiye dair ucuz bir propagandanın var gücüyle sürdürülmesine, bambaşka bir ülke tasvirinin yapılmasına şiddetle ihtiyaç vardır. Ancak işin kötüsü, açılışlardan açılışa koşan ve sürekli büyük ve şaşaalı rakam ve icraatlardan bahseden AKP temsilcilerinin şişirdiği balon ilerici yurtsever çevreleri dahi etkilemiş, “halkın yararına iyi şeyler de yapıyorlar”dan başlayarak “güçlü bir ekonomiden”, “gelişme ve büyümeden” sıkça söz edilir olmuştur.

Kendi tabanı da dâhil olmak üzere kitlelerin yaşamında karşılığı olmayan bu göz boyama, şişirme ve çarpıtma faaliyeti, gerçeklerin ters yüz edilmesi sayesinde etkili olmaktadır. Dünyanın 17. büyük ekonomisine sahip olmakla övünen ve 2023’de 10. sıraya yükselmeyi hedefleyen Türk devletinin, BM Kalkınma Programı (UNDP)’nın “İnsani Gelişme Endeksi”ne göre 169 ülke arasında 2007’de 79. sırada bulunan yeri, geçtiğimiz yılda 83.lük olmuştur.

Avrupa’daki 47 ülke arasında sondan ikinci basamakta (sonuncu Moldova) yer alınmaktadır. Ülkenin genel tablosunun resmedildiği bu endeksin oluşumunda; gelir, istihdam, karar alma mekanizmalarına katılım, çevre kirliliği, elektrik hizmetlerine ve suya erişim, ısınmak için kullanılan yakıt türü, araç sahipliği gibi kriterlerin yanı sıra ülkedeki sağlık ve eğitim düzeyleri, doğumda yaşam beklentisi, kadının konumu, yaşam koşulları gibi veriler dikkate alınmaktadır. Gerçekler böyledir ve bu konuların tamamında kendi kurumlarının oluşturduğu veriler dahi aksini iddia edecek durumda değildir. Bir zamanlar pek övünülen kişi başı GSMH’daki durum da farklılık göstermemekte, şişirilmiş rakamlara karşın dünyadaki konum 70 ila 80.lik aralığında seyretmektedir…

İşçi Sınıfı

Dışa dönük olarak güçlü bir ekonomi, gelir seviyesi yüksek ve refah içerisinde toplum görüntüsü vermeye çalışan AKP’nin, gerçeklerin aksini söylediğini en iyi bilen olduğuna şüphe yoktur. Her ne kadar söyledikleri yalana inananlar ve bu “başarı” tablosuna bakarak sarhoş olanlar varsa da gerçekler, daha çok kârın hedeflenmesinin, düze çıkmak ve tahtı korumaya devam etmek amacıyla yapıldığını göstermektedir. Bu amaçla yapılanların klasik olanı, işçi ve emekçilere yüklenme derecesini artırmaktır ve bu konuda gerçekten de TC tarihi boyunca eşine az rastlanan bir saldırı dalgası örgütlenmektedir.

“Ulusal İstihdam” adını verdikleri köleleştirme operasyonunun amacı, esnek, güvencesiz ve örgütsüz bir rejime mahkûm edilecek emekçinin dizginsiz biçimde sömürülmesidir. Adım adım örülen süreç, 4857 sayılı iş kanunu, 5510 sayılı SSGSS kanunuyla taçlandırılmış, en son İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu da çıkarılmış, Özel İstihdam Bürolarına dair düzenleme için hazırlıklar tamamlanırken sıra Kıdem Tazminatına gelmiştir. İndirilecek son darbelerden birisi olarak Sendikalar Yasası ise şimdilik şantaj ve pazarlık aracı olarak rafta beklemektedir. Eli kolu iyice bağlanan ve tüm temel hakları birer birer elinden alınan işçi sınıfı, kamu emekçilerine yasağın sürdürülmesinden başka diğer işkollarında da grev yasağına uğratılmakta, TİS’leri engellenmekte, kısacası tam teslimiyete sürüklenmektedir.

İşçi ve emekçilerin köleleştirilme tablosu bunlarla bitmemekte, giderek vahşileşen sürece artış hızı durmayan “kaza” görüntülü iş cinayetleri. Resmi verilere göre son 9 yılda meydana gelen 735 bin 803 iş “kazası”nda 10 bin 804 işçi ölmüş, 14 bin 665 kişi sakat kalmıştır. 2003 yılında ölen işçi sayısı 860 olarak kabul edilirken, 2011’de 1563 kişiden bahsedilmektedir. Bunlar kayıtlılara ilişkin rakamlardır. Kayıtsızlardan başka, “işten kaynaklı” hastalıklardan ölen ve sakatlananları, her yıl onlarcası trafiğe kurban edilen tarım işçilerini “hesaba” katan yoktur.

Bu cinayetlere ilişkin göstermelik biçimde açılan soruşturmaların ancak yarısının tamamlanmış olması, yargının katliamda üstlendiği rolü anlatmaktadır. Bu tablodan yararlanmanın adı her zamanki gibi “çözücü” bir yasa çıkarmak olmuş ve yeni devreye giren kanun sayesinde kan ve ölüm üzerinden soygun havuzuna yeni kanallar açılmıştır. İş cinayetlerinde Avrupa’da birinci dünyada üçüncü sırada olmak böyle bir şeydir…

Ücretler geriletilmiş, çalışma koşulları kötüleşmiş, mücadele araçları/hakları budanmıştır. Bu koşullarda tutunacak ilk dal konumundaki “yegâne” mücadele aracı olarak tanımlanan sendikaların durumu ise içler acısıdır. Sınıf sendikacılığının hiçbir dönem gerçek manada işlevli olamadığı ülkemizde, “reformist” nitelikli önderlikler de aranır hale gelmiş, açık sarı sendikacılığın koyu sarılara karşı imtiyaz mücadelesi “sınıfsal” gömlek giydirilerek yutturulmaya çalışılır olmuştur. Kendi alanında direniş kırıcılığı ve grev satıcılığıyla tescilli olanlardan medet umulan zemindeki kokuşmuşluk, büyük bir aczi ve çıkmazı tarif etmektedir.

Bu koşullarda karşılanması söz konusu olan Kıdem Tazminatı ile ilgili yeni düzenleme, fona çevirme adı altında hakkın bütünüyle tasfiyesini içermektedir. Yarısını ödeme biçimindeki 15 yıl koşuluyla mezarlıklara havale edilen “hak”, yokluk seviyesine indirilmekte, bu vesileyle işsizlik sigortası (devletin ve patronların katkı payı düşürülerek) da kuşa çevrilmektedir. Sömürü ağını genişletmenin ötesinde, işçilerin rahatlıkla tensikata (hem de topluca) uğratılabilmesini hedefleyen egemenler, yılların özlemini gerçek kılmanın arifesindedir.

Zaten ancak sınırlı bir kayıtlı kesim (yüzde 8) için ve zor/engelli koşullarda bulunan hakkın, benzer tüm “yeni”liklerde olduğu gibi “herkes için getirileceği” yalanıyla ortadan kaldırılma teşebbüsü karşısında, zamanında “grev sebebi” palavrasını sıkan sendika ağaları, yine oyalama-geveleme taktiğine başvurmaktadır. Hiçbir müdahale ve mücadele olmadığı, gerçek bir direniş örgütlenemediği takdirde bunun da kolaylıkla yasalaşacağı bellidir.

Bu kadar pervasız darbelerin ardı ardına indirilmesinin nedeni karşı koyma mecali görünmeyen bir sınıf gerçekliğidir. Lokal sayılabilecek pek çok direniş olsa da (Son aylarda Togo, Borusan, Bedaş, THY, DHL, MICHA, Billur Tuz, Kocaeli ve Çapa Tıp Fakülteleri vd.) bunlar parlayıp sönen yıldız misalidir ve ne bütünlük oluşturacak ne de yaygınlaşıp istikrar gösterecek bir çizgi sahibidir. Büyük ölçüde örgütsüz olmakla silahsızlandırılmış çalışan kitlelerin “talihli” sayılabilecek bölümü ise “önderliksizlikle” maluldür. Bu iki çemberin birisine takılmayanların marjinal halinin, reel politik zeminde pek bir anlam ifade edemediği de ortadadır.

Son sürece göz atacak olursak, durum TEKEL direnişinde böyle olmuş, havacılık işkolundaki grev yasağına karşı THY direnişinde de aynı satış yaşanmıştır. Sendikacıların ezici çoğunluğu patronların işçi tulumlu/gömlekli temsilcileri olarak iş görmeye devam etmekte, yağıp gürleyen hallerinin arkasında aşağılık bir işbirlikçiliği örtme gayreti yatmaktadır. Sınıfla doğru temelde ilişkilenme görüntüsü verenlerin, en ilerici diye kabul edilenlerin hali budur. Bunların sağında görünenler ise kartlarını açık oynama evresine çoktan geçmişler, pişkinlikle sefa sürmektedirler.

Durum, hem de uzun yıllardır böyle olmasına karşın konu işçi sınıfıdır ve sağı solu belli olan bu sınıfın şakaya gelmeyen tarafı iyi bilinmektedir. Bunun için hiç gerekmediği düşünülebilecek durumda dahi hak ve özgürlükler alanına sürekli müdahalelerde bulunulmakta, hiçbir açık kapı bırakılmamaya çalışılmaktadır. Bunun anlaşılır yanını pekiştiren gerçeklik ise iliğine kadar sağmayı gerektirecek süreçtir ve ekonominin hiç de sağ salim işlemediği ve bir zamanlar sermayeden yemenin sonuna gelindiği buradan da anlaşılabilmektedir.

Kayıt içi ya da dışında olmasına bakılmaksızın, esasen 6 milyonluk nüfuslu işsizleri de kapsayan işçi ve emekçiler ordusunun, ekonomik temelde ne kadar önemli bir ağırlık teşkil ettiği iyi bilinmektedir. Ekonomi ve tarımı sırtında taşıyan bu güç artık bir diğer temel direk haline gelen hizmet sektörünü de omuzlamaktadır. Kaldı ki yeni projeler çerçevesinde kendisinden fedakârlık talep edilecek yine onlardır, yarın seferberlik halinde de sırtına çıkılmaya çalışılacak yegâne güç de onlar olacaktır.

Sınıfın birden çok cendereyle baskı altına alınmasının işe yaradığı ve devi uyutan bir rol oynadığı gerçektir. Bu yüzden sınıfa güvensizlik yayan teoriler de geliştirilmiş, hatta sendikal örgütlenme sorgulanır olmuştur. Lokal direnişler bir tarafa, ağırlıklı gövdenin derin uykudan hiçbir zaman uyanmayacağı ileri sürülmekte, sınıfın vasfını yitirdiğinden dem vurulmaktadır. Bu tip dönemlerde benzer teorilerin ileri sürüldüğüne dünya tarihi tanıktır ve esaslı bir yanıt için aksi yöndeki hareketlerin görülmesinden gayrı da çözüm yoktur.

Görev ve Önceliklerimiz

Meseleye kendimizden başlayarak açıklık getirmemiz önemlidir ve bunun için üretimin şekli ve yapısından başlayarak işçi sınıfı gerçekliğine dair çözümlemeler üzerinden kavrayışımızı derinleştirmemiz gerekir. Ama en az bunun kadar önemli olan, işçi sınıfının, üzerine atılı bu ağlardan kurtulmak için neden atıl kaldığını anlayabilmektir. Buna kafa yoruşla aydınlanacak düşünce yapımızın, çözüm üretme şansını kolaylaştıracağı görülecektir. Ama her şeyden önce sınıfla, sınıfın durumu ve sorunlarıyla kendi ezberimizden çıkan bir ilişkileniş içerisinde olmak, havayı solumak gerekir. Dışarıdan bilinç taşımayı dışarıdan gazel okumaya çeviren halden kurtulmadıkça, mücadeleye etki etme gücümüzün olamayacağı, artık anlaşılır olmalıdır.

İradeyi oluşturmak, potansiyeli hareket geçirmek için onun asli parçası halinde bulunmak şarttır. Bizim sorunlu halimiz ilk olarak burada açık vermektedir. Çeşitli direnişlerdeki temas ya da daha iyisi sendikal seviyeden seslenen konumumuz, yabancı unsurluğa son verilmesi önünde engeldir. Bu durum bütün mücadele alanları için geçerlidir ama proletaryanın gerçekliği bunu her alandakinden daha fazla gerekli kılmaktadır. Üretimde bulunmanın eğiticiliği, şekil verici ve dönüştürücülüğü buradan gelmektedir. Bilincin işçi olmakla kendiliğinden gelişmeyeceği başka bir şey, sınıfın parçası olmadan yerine oturtulamayacağı başka bir şeydir. Dahası, sınıfa bilinç taşımanın “eğitim” yoluyla gerçekleşemeyeceği de bambaşka bir şeydir. Üstelik bu, yabancılaşmayı içselleştiren bir boyut taşır ki “hem kızıl hem uzman” olmanın yolu böyle bulunamayacaktır.

Baskılara ve sendikaların kötü tablosuna karşın son yıllardaki direnişlerin önemli bir bölümünde, örgütlenme/sendikalaşma talepleri öne çıkmaktadır. Bedeli çoğu kez işten çıkarma olmakta ve direniş bu yöndeki taleplerle birlikte açık alana taşınmaktadır. Bu durumdaki işçileri bekleyen de genel olarak sendikaların kayıtsızlığıdır. Çalışma yürüttüğümüz örneklerde her ne kadar durum farklılaşsa da dayanışma ihtiyacı yeterince karşılanamadığı için kendi kaderiyle baş başa kalma durumu değişmemektedir.

Örgütlenme alanında görülen bir diğer eğilim, zorlu koşullarına karşın taşeron işçiler cephesinde gözlenmektedir. İşçi sınıfı içerisinde en ağır koşullara sahip bu kesimin, hak yoksunluğuna başkaldırı eylemleri gelişme göstermektedir. Kaybedecek hiçbir şeyinin bulunmama hali, iş güvencesi sıfır seviyedeki taşeron işçilerini hak mücadelesine daha rahat sevk etmekte, örgütlenmek için adımlar atılmaktadır. Son süreçte çeşitli birlik, dernek vb. oluşumlar yaratılmış, sendikalaşma faaliyeti organize edilmeye çalışılmıştır. Sınıfın hareketli sektörleri ve bu eğilimleri üzerinden gelişme sağlama şansı iyi değerlendirilmek durumundadır.

Sınıfın karanlık tablosunun sınıf bilinçli işçiler cephesinde karamsarlık yaratmasına izin vermemek, alan faaliyetinde görev üstlenen yoldaşlarımızın birinci görevidir. Bunun için yapılması gereken, nedenlerine dair sorgulamanın sağlıklı biçimde yerine getirilmesidir. Çok yönlü kuşatma altında, bir dizi kelepçe ve prangayla hareketsizliğe mahkûm edilmeye çalışılan işçi sınıfının süreklilik kazanan bir eylem çizgisi ve güçlü bir barikat kurma şansı yoktur. Öncelik bu cendereden çıkış için çaba sarf etmeye, ayak ve ellerdeki bağların çözülmesi için gayret göstermeye verilmelidir.

Bunun için, ırkçı ve şoven saldırganlığın boyutlanması karşısında, basınca göğüs geremeyerek kaçınmanın (boyun eğmenin, uzlaşmanın) aksine, hiç tartışmasız yapılması gereken, Kürt sorununun yakıcı gündemi üzerinden sistemin teşhiri çabalarını yürütmektir. Sınıfın gücünü bölmek amacıyla işlenen bu konunun, işçi sınıfı cephesinde özellikle kışkırtıcı bir karşılık bulduğu görülmelidir. Oysa sınıf mücadelesinin birleştirici mayası, bir dizi pratikte görüldüğü üzere, aksine bir zemin sunmaktadır. İyi bilinmektedir ki, özellikle de ağır koşullara sahip sektör ve şartlardaki işçi-emekçi kitlesinin önemli bir bölümü Kürt milliyetindendir. Konuyla ilgili zaaflı duruş bizden kaynaklanıyorsa, bu yöndeki hesaplaşmanın kendimizden başlatılması gerektiği de dikkate değer bir olgu durumundadır.

Sendikal alandaki çalışmanın geleceği, öncelikle bulunduğumuz mevzilerin güçlendirilmesine bağlıdır. Böyle bir birikimin, uzun yıllara dayanan çalışmalar sonucu elde edilmiş kazanım alanlarının olduğu durumda, ilk işin bunları olabildiğince doğru standartlarla donatmak olduğu açıktır. Zira açık olmalıdır ki, zaten sınırlı çapı olan mevziler, istediğimiz düzeyde şekillendirilmekten yoksun, benzerlerinden nitelik düzeyinde ayrışamamış bir konumdadır ve kimi dönemlerde yarardan çok zarar getiren bir pratik içerisinde olunmuştur. Pilot konumda işlevlendirilmesi gereken bu çalışmaların nitelikli hale getirilmemesi halinde, başka deneylerin akıbeti de en iyimser ihtimalle aynı olacaktır.

Ayrıntılandırılması burada gerekli olmayan bu çalışmalara yön verecek demokratik alan örgütünün yetersiz bir konumda kaldığını kabul etmek durumundayız. Kurumsallaşma yolunda atılan adımların gerisi getirilememiş, atıl pozisyondan çıkılamamıştır. Burada hiç şüphesiz önderlik rolünü yeterince yerine getirememiş olmakla sorumluluk esas olarak partimizdedir ve yoğunlaşma çalışmasına önderlik edecek de kendisi olacaktır.

Sendikal alan çalışmasının öncelikli yoğunlaşma noktalarından birisi budur ama sonraki halkaların tespitiyle çevreye doğru genişletici adımlar atma sürecine de girilmesi gerekir. Bunun için bulunduğumuz yerlerle ve diğer çalışma alanlarıyla ilişki çerçevesinde bazı işkollarındaki potansiyeli değerlendirme fırsatları ortaya çıkmıştır, buna yönelik çalışmalar organize biçimde sürdürülmelidir. Diğer yandan yine çeşitli dayanışma eylemleri üzerinden bağlantı yakalanan ve kendiliğinden gelişen işçi örgütlenme ve direnişleri üzerinden müdahale kanalları yakalama şansımız bulunmaktadır. Yukarıda andığımız taşeron işçiler cephesindeki durum, sınıfın en güvencesiz ve mücadeleye en açık bu kesimiyle bağ kurulmasını elverişli hale getirmiştir, bu yönde de çabalarımız kuvvetlendirilmelidir.

Bu kapsamda değinmemiz gereken diğer bir sorun, gerici ve faşist konfederasyonlardaki mücadele perspektifimizin ne olması gerektiğine dairdir. Bu konuda bir iki sendika düzeyinde kopuş yaşamanın, sendikal alandaki tablo nedeniyle gerçekçi olmadığı bilinmektedir. Ne var ki konfederal sendikalar yönetiminde söz sahibi olmaya çalışmak da aynı gerçek dışılık kapsamındadır. Çıkan sonuç bilindiği gibi daha geniş bir platform, muhalif bir birlik oluşturarak alternatif oluşturmaya çalışmak biçiminde şekillenmiştir.

Türk-İş kongresinde varlığını somutlayan ve bu hedefin altını doldurmaya aday bir çıkış içerisindeki SGBP, beklendiği gibi kendini tüketen bir noktaya savrulmuş, seçime yönelik bir platform olmaktan kurtulamamıştır. Ölüm hükmünü vermek her şeye karşın erkendir ama buradaki pozisyonumuzun eklemlenen ve sürüklenen bir konumdan çıkmasına çalışmak gerekir. Buna muktedir bir temsiliyetimizin olmadığı durumda işçi sınıfının başka bir aldatma faaliyetine tabi tutulmasına alet olmama seçeneği kullanılmalıdır. Bu konuda sıkı bir hesaplaşmanın yaşanacağı önümüzdeki yakın süreç, kararımızı netleştirici rol oynayacaktır.

İşçi sınıfı faaliyetine özgülenen ve kadın sorununa benzer biçimde merkezi yayın organında değerlendirilmek üzere ilgili alan önderliğine verilen dosya hazırlama görevi yerine getirilmemiştir. Bu konuda açılım yaratmak, hesaplaşma ve sorgulama sürecine kendimizden başlamak ve partimizin konuya yabancılığını ortadan kaldırmakla mümkün olacaktır. Uzun bir döneme yayılan pratiğimizden çıkarılacak dersler önemlidir; arınma ve bilinç açıklığı yaratmanın yolu, işçi sınıfının çok çeşitli sorunları ve tartışma başlıkları çerçevesinde teorik ve politik analizlerde bulunmaktan geçmektedir. Müdahalede başarılı olmak için bu çalışmaya acilen ihtiyaç bulunmaktadır.

Sınıf çalışması öteden beri vurguladığımız gibi işyeri soyutlamasına gidilerek yaşam alanlarına kaydırılmak, semt vd. çalışmalarla birleştirilmek durumundadır. Bir dizi baskı, kuşatma ve sorunla karşı karşıya olması bağlamında potansiyeli güçlü olan semtler, zaten büyük oranda işçi ve emekçilere ev sahipliği yapmaktadır. Ekonomik-demokratik içerik taşıyan sınıf çalışması özünde politik karakterlidir ve sınıfın kendisiyle ilgili bilinçli bir edim sürecine girebilmesi için bu damarın yakalanması şarttır.

Emekçi semtleri, “kentsel dönüşüm” saldırısına paralel olarak yeni bir çatışma sürecine girmek üzeredir. Var olan sorunlara eklenen bu durum, kendi çapında hayli zorlu ve sıcak gelişmelere açıktır ve işçi alanındaki çalışmaların bu alanlarla bütünleştirilmesi gereğine yeni bir örnek teşkil etmektedir. Kendi gündeminde daha geniş olarak ele alacağımız “kentsel dönüşüm” saldırısıyla ilgili direniş faaliyeti, sorunun öznesi konumundaki emekçi kitlesini mücadelenin içine çekmek durumundadır. Bu alandaki çalışmanın en önemli bileşeni, işçi-emekçi kitleleri olacaktır.

Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus, inşaat sektörünün şimdiye kadarki başat rolünün daha da öne çıkacağı gerçeğidir. İnşaat alanında daha çok işçi istihdamına yol açacak bu durum, sektördeki çalışmaları özel olarak ele almamızı gerektirmekte, konuyla ilgili şimdiden yaratılmış ilişkiler üzerinden planlı bir çalışmayı şart koşmaktadır. Bu görev, sektörün özgünlüklerine dair yoğunlaşma üzerinden bir program oluşturmayı içermeli ve örgütlenme hedefli hazırlıkları kapsamalıdır.

İşçi sınıfına yönelik çalışmanın kamu emekçileri alanındaki faaliyetten kopuk olması düşünülemez. Nitekim demokratik kurumun bu alandaki etkinlikleriyle elde ettiği deneyimler parçalı ve sistemsiz bir birikime sahip olsa da bu zaaflarından arındırılarak daha somut bir ilerleme sağlanabilir. Süreç, bu alanı da hedefleyen egemen sınıf saldırılarının yoğunlaşmasıyla beraber daha elverişli koşullar yaratmıştır. Öyle ki “grev ve toplu sözleşme hakkı” talepli 23 Mayıs genel grevine devletin organik parçası konumundaki sendikalar dahi kerhen de olsa katılım göstermek, destek vermek zorunda kalmıştır. 1.5 milyon kamu emekçisinin eylemde bulunması, önemli bir potansiyelin varlığına işarettir. Bu alana özgülenen, sistemli ve alternatif programlar içeren çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu görev alan faaliyetindeki yoldaşlar tarafından ivedilikle yerine getirilmelidir.

Bütün bu çalışma ve görevlerin önüne geçen aciliyetiyle, yukarıda değindiğimiz kıdem tazminatının tasfiyesine yönelik saldırı, parlamentonun yeni dönem çalışmalarıyla birlikte çıkarılmaya çalışılan yasa ile somutluk kazanacaktır. Yasa çıktıktan sonra protesto edilmesi üzerinden faaliyet yürütmenin, cenaze merasimine katılım sağlamaktan gayrı yararı yoktur. Görev, şimdiye kadar olanlardan farklı biçimde, gerçekten önleyebilecek çapta eylem ve direnişlerin örgütlenmesidir. Çok uzun yıllardır büyük çaplı bir direnişin örgütlenememiş olması, daha kötüsü sınıfın (yüzde 6 sendikalaşma oranıyla) yukarıda anlattığımız “karanlık” tablosu, bunun önünde engel olmaktan çıkarılmak zorundadır. Bunun için böylesi bir saldırıyla karşı karşıya kalmak yeterli bir neden oluşturmaktadır.

Saldırı dalgası, işçi sınıfını ayağa kalkması zor, geri dönüşü imkânsız bir noktaya itmeyi amaçlamaktadır. Durum temel haklardan birisinin gasp edilmesinden ibaret görülemeyecek derecede hassas bir hal almıştır ve sınıfın kendi adına var olma koşulları ortadan kaldırılmak istenmektedir. Sermayenin uşaklığını yapan sendika bürokratlarını en keskin söylemlerde bulunmaya sevk eden bu saldırının göğüslenmesi için ağır bedelleri göze alarak direnişe geçilmesi gerekir. Bu direnişin elde edeceği sonuçların bundan sonraki süreç üzerinde tayin edici etkilerde bulunacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Rantsal (Kentsel) Dönüşüm

Önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesinin şiddetli çatışma alanlarından birisini de “kentsel dönüşüm” adı altında geliştirilecek saldırılara karşı verilecek mücadele oluşturacaktır. Çelişkilerin ana yönünü oluşturması nedeniyledir ki, sermaye cephesinin hareketine bağlı biçimde ortaya çıkan saldırılar gündemi belirleyen bir konum almakta, savunma ve direniş cephesi olarak karşı bir duruş üzerinde hesaplar yapmak ise emek cephesine düşmektedir. Bunun böyle olması, devrimci sürecin bu aşaması açısından olağandır ve denklemin genellikle bu şekilde kurulmasına şaşırmamak gerekir.

Karşı atak babında programlanacak saldırılara temel teşkil eden stratejinin “bağımsız” görünen hali dahi belli bir statüyü hedeflemekle, aslında yine var olan uygulamalara son vermeyi amaçlamaktadır. Proletarya, emeğini özgürleştirmek isterken, ortada köleleştirme hadisesi vardır. Ezilen uluslar özgürlük peşinde koşarken sorunun merkezinde ezen ulus gerçeği bulunmaktadır. “Gündemi sürekli egemenler belirliyor” diye yakınıp, “inisiyatif gücümüz, özgün duruşumuz nerede?” diye soranlar, düşünmeden konuşmuş oluyorlar…

Egemenler cephesinden geliştirilen her türlü projenin, ileri sürülen program ve yasaların, alınan her kararın bir amacı ve hedefi olduğu muhakkaktır. Öyleyse önce bunu analiz etmek, çok yönlü biçimde çözümlemek, genel durum içerisindeki yerini saptamak, sonra da doğrudan hedeflenen kitlelerin durumundan başlayarak mücadelenin örgütlenmesiyle ilgilenmek gerekir. Bunun için en az düşman kadar planlı ve programlı olmanın, donanımlı ve organize bir hareket örgütlemenin gerektiğine de şüphe yoktur.

Sermayenin hiçbir tasarrufu dar bir alana yönelik değildir. Çok cepheli ve birbirini etkileyen boyutlarıyla sınıf mücadelesinin karakteri de buna izin vermez. Ancak, bunun nesnel olarak böyle olması başka bir şey, etki alanını geniş tutmak ve diğer programlarla bağının güçlü olmasına özen göstermek başka bir şeydir. Bu konuda dünya ölçeğinde ustalaşan sermayenin ülkemizdeki temsilcilerinden bahsediyoruz.

“Kentsel Dönüşüm” olarak ifade edilen ve yeni yasal düzenleme ile geniş çaplı bir yönelime girmiş bulunan proje, esasen sürekli işleyen bir sürecin kapsamlı bir hamlesini ifade etmektedir. Bu süreç, “kentleşme” olarak tanımlanmakta, egemen sınıfların yaşam alanına dair yerleşim ve konumlanışını kapsamaktadır. Dünyanın egemen sınıfı olarak, kapitalist sistemin patronu burjuvazinin “kentsoylu” olarak adlandırılmasındaki espri de budur. Kentler, üretimin toplumsallaşmasındaki kolektif aşama ve sanayi devrimine paralel kurulmuş, iktidar mekânları olarak işlevli hale getirilmiştir.

Bu gelişmenin sermayenin ihtiyaçları bağlamında izlediği yolculuğa pek zorunlu olarak eşlik eden emekçi kitlelerin, bu yeni alanlarda konumlandırılışı da (kıyılar ya da merkezi istasyonlar etrafında kurulu sanayinin zamanla periferiye kaydırılmasına paralel) düzen içerisindeki yerlerine uygun biçimde şekillenmiş ve “çarpık” denilen hal böylelikle oluşmuştur. Kapitalizmin gelişimi ve köyden kente göç olgusunun değişime tabi tuttuğu kentsel mekânların düzenlenmesi süreklilik arz eden bir konum almış, yerleşim ve barınma sorunu, yaşama dair diğer sorun ve haklarla harmanlanarak temel bir kategori haline gelmiştir.

Hakkında “plansız ve çarpık” hükmü kurulmayan hiçbir kentin olmayışını, bu değişime ve değişim içerisindeki sınıfsal mevzilenişe bağlamak yanlış değildir. Üretimin asli unsuru olan, toplumsal yaşamın bütün yükünü sırtında taşıyan emekçi kitlelerin bu alanlardaki konumlanışı giderek en elverişsiz ve uzak bölgelere doğru kaymış, standartlar buna göre oluşmuştur. Büyük kentlerin bir yanıyla dünyanın en modern, diğer yanıyla en ilkel görüntülerine sahip olması, bu ayrıştırma sayesindedir. Sınıfların üretimden aldıkları paya göre yaşam standartları oluşmakta, kentsel mekânın olanaklarından yararlanma seviyesi de buna uygun bir konum almaktadır.

Geçmişte kabul edilebilen, kabul edilmesinde sakınca görülmeyen bütün yerleşimler zamanla hem uygunsuz hem de riskli hale geldiği, rantın doymak bilmeyen karnı sürekli doyurulmaya muhtaç olduğu için hesaplar yapılmaya, toplumsal yaşam alanları, mekânlara öncelik verilerek yeniden düzenlenmeye başlanmıştır. Bu düzenlemenin zora dayalı ve yeniden köleleştirici bir tarz ve usul izlemesi kaçınılmazdır. Çevre düzenlemesi, kentin güzelleştirilmesi, altyapı hizmetlerinin modernleştirilmesi ve bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçların dayatmasıyla “burjuvazinin kentleri” yeniden kurulmak, yeni çehreler edinmek durumundadır…

Kentleşme, süreklilik arz eden bir süreçtir ve şehirlerde sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden ve yeniden yerleşimi içeren bir iştahla emekçi kitlelerin giderek daha dar, “steril” ve uzak alanlara hapsedilmesini öngörmektedir. Böylelikle düzenek daha sağlıklı işleyecek, kendisi ve yedeklediği sınıflar daha iyi yaşam standardı tutturacak, sistemin altını oyacak devrimci, ilerici her türlü örgütlenmenin mayalanma koşulları ortadan kaldırılmış olacaktır. Durum, kolektif bir çalışmayı gerektiren üretim alanlarındaki işçilerin birbirinden koparılması için, şartlarla (fiziki yapıya ve çalışma düzenine ilişkin) mümkün olduğu kadar oynamaya çalışma hadisesindeki gibidir.

Yoksul semtlerinin sisteme muhalif kimlikleriyle ürettikleri, tarihi tecrübe ile sabittir. Bunu önlemenin kalıcı araçlarından birisi olarak, bu “yuvalanma” mekânlarının dağıtılması gerektiğinden daha açıklayıcı bir gerekçe olamaz. Böylelikle ortaya çıkacak alanlar yağma için devasa bir pasta oluşturmakta, hem de tekelci sermayenin yeni vizyonunu giderek daha vurucu/görkemli biçimde sergileme olanakları yaratılmaktadır. Dünyadaki kimi örnekleri 1 kilometreye ulaşan birkaç yüz metrelik gökdelen kuleler, kasaba merkezleri kadar alan kaplayan heybetli görüntüleriyle siteler, AVM ve iş merkezleri dikilmekte, bu modern tapınaklar üzerinden azamet ve güç gösterisi yapılmaktadır. Kentlerin dünya çapındaki yeni görüntüsü budur ve birçoğu zamanında da aynı amaca özgülenen eski/antik eserler, bu siluetin gölgesinde kalmaktadır.

Kapsamlı bir biçimde araştırma ve inceleme konusu yapılması gereken kentleşme olgusu birçok temel hakkın açık çatışma alanı konumundadır ve güncel konumuz olan barınma hakkı, bunlarla bağlantılı biçimde ele alındığı takdirde yerli yerine oturabilecektir. Sorun, bugünkü haliyle konut hakkına indirgenecek denli daraltılarak sunulmaya, arka plandaki gerçekler karartılmaya çalışılmaktadır. Elbette talepler bağlamında önde tutulacak bir “barınma hakkı”ndan söz etmemiz gerekir ama bunu yukarıda açıklamaya çalıştığımız bağlamından koparırsak, direnişi bir dönem gecekondu mahallelerinde yürüttüğümüz mücadelenin seviyesine indirerek daraltmış oluruz ki, bu durumda, en iyimser ifadeyle, başarılı olma şansımız kalmamış demektir.

Barınma hakkı, haklar sıralamasının en üst katında bulunan yaşam hakkının ayrılmaz bir parçasıdır. Özellikle de kentten söz ediyorsak, onsuz yaşamın sürdürülemeyeceği gerçeği, bunu anlatır.  Barınma hakkı aynı zamanda kentsel mekân içerisinde yerleşim özgürlüğünü ve kentsel olanaklardan yararlanmayı barındırmaktadır. Bunun zoraki göç ettirme ve sürgünlerle bozulamayacak bir karakteri vardır ve yaşam düzenine keyfi biçimde dokunulamayacağı tabiidir. “Sefil”, “güvencesiz”  ve “rezil” diye nitelendirilen mahallelerdeki yerleşimin, sosyal yaşamın kuruluşundaki yeri göz ardı edilemez ve bunun üzerinde söz sahibi olma hakkı da başkalarına tanınamaz. Kaldı ki her müdahale anında olduğu gibi, kimi haklı gibi görünen gerekçelerin asıl yaratıcıları, yalnızca ihmalle değil bilinçli bir çabayla asıl üreticileri, şimdi kurtarıcı kılığıyla konuşmaktadır.

Önemli bir kısmı tarihsel gelişim süreci içerisinde zaten kent merkezinden uzak alanlara kurulu emekçi semtleri, şimdi çok daha uzaklara taşınmakta, emekçi halk tek tip konutlarda tecrit edilerek kentten soyutlanmaktadır. Bu modern tipteki hapishanelerde oturmaya mahkûm edilen emekçiler günün belli saatlerinde kent merkezine gelerek/getirilerek çalıştırılacak, sonra yine hücrelerine kapatılmak üzere bu bloklara taşınacaklardır. İşbölümündeki düzen, “özel” olarak tanımlanan yaşam alanlarına da tam olarak aktarılmakla sınıf ayrımının altı daha keskin çizilmekte, egemenlik/otorite daha güçlü biçimde yeniden üretilmektedir.

Barınma hakkı uğruna mücadelemizin ufku geniş olmak, mesele çok yönlü biçimde kavranmak ve kavratılmak durumundadır. Durum, sonuç itibarıyla ev sahibi ve kiracı konumunda olan emekçiler bakımından esaslı bir farklılık göstermemektedir, bu özellikle görülmelidir. Zaten yeni düzenlemede kiracıların etkilenmemesine dair hiçbir tasarrufun/önlemin bulunmaması, hedefin yalnızca ev sahipleri olmadığına kanıt oluşturmaktadır. Kiracı konumundaki yoksulların da aynı mekânlara taşınmak zorunda kalacağı kesindir; zira ortada kendi mahallesi kalmayacak, oralardaki muhtemel konutlarda oturma şansı hiç olmayacaktır.

“Kentsel dönüşüm” saldırısının kentleşme sürecindeki hesaplarla bağlantısının yanında hiç kuşkusuz en önemli yanlarından birisini ekonomik nedenler oluşturmaktadır. Bunun rantiyeye alan açma boyutu, hem yeniden değerlendirilecek “eski” alanlar hem de “yeni” konutların inşa edileceği alanlar olmak üzere iki taraflıdır. Zaten ormanlık araziler, sit alanları başta olmak üzere bu konuda büyük bir yağma seferberliğine girişilmiş, atıl olarak tanımlanan bütün topraklara yönelinmiştir.

Diğer boyutunda karşımıza çıkan gerçeklik inşaat sektörüyle ilgilidir. AKP döneminin lokomotif sektörü olarak kabul edilen inşaat; yapılaşmanın güvenlikli ve donanımlı olması, çevre düzenlemesiyle beraber modern bir tarza kavuşturulması gerekçesiyle yalnız konut değil bütün mimari yapıları kapsamakta, başta otoyollar olmak üzere köprü, viyadük vb. çeşitlilik arz etmektedir. İthalatı gerektiren hammaddeye ve ağır sanayi düzeneklerine düşük seviyede ihtiyaç duyan sektörün maliyet giderleri düşüktür ve güvencesiz iş koşulları, en önemli “gider kalemi” olan işçi emeğini de minimum seviyede tutmaktadır. Kısacası, en karlı sektör olarak görülen inşaatın bu kadar öncelikli hale getirilmesi anlaşılır olmaktadır.

Son yıllarda başta Sabancı olmak üzere gıda da dâhil sanayinin diğer kollarında faaliyet yürüten holdinglerin bu sektöre büyük açılımlar yapmasının da gösterdiği gibi, inşaat sektörünün yıldızı yeni planlarla daha uzun süre parlatılmaya devam edecektir. Ne var ki konu konut olduğunda ekonomiyi besleme, daha doğrusu kendi çarklarına güç aktarma hesaplarının bir diğer boyutu da bulunmaktadır ve bu, en az inşaatın kârlılığı kadar önemlidir. 2008 yılında ABD’den başlayan dünya çapındaki finansal (ardından ekonomik) krizde tetikleyici rol oynayan ipotekli konut kredisi sistemi (mortgage), başta bankalar ve diğer kredi kuruluşlarına, bunların da aracılığıyla genel olarak sermayeye büyük bir transferde bulunmaktadır.

Yeni yasadaki en önemli düzenlemelerden birisi budur. Yeni konutlar, emekçiler açısından, maliyetine mecburen kabul edilmek durumundaki kontrol, hesap ve altyapı düzenlemeleri de katılarak en az birkaç misli pahalı hale getirilmekle, eskisinin yerine kolaylıkla ikame edilecek durumda değildir. Neredeyse yeni bir ev alma pozisyonuna sokulan halka gösterilen tek çıkış yolu bu kredilerdir ve bu bağımlılaştırma ve sağma operasyonuyla sömürü katmerli hale getirilmiş, yaygınlık sahası büyütülmüş olacaktır. Ödeyemeyenlerin konut edinme şansı ortadan kalkacağı için durumun zoraki bir “kamulaştırma” şeklinde okunması da yanlış değildir. Mesele irdelendikçe, sorunun basit bir riskli konut yıkımı ya da alan tahliyesi olmadığı görülmektedir.

Zoraki kamulaştırma, gasp ve sürgün içeren saldırıların kumanda merkezindeki kurum, son 10 yılda 5 milyon konut inşa eden TOKİ’dir. KİPTAŞ (İBB şirketi)’tan tedrisatlı eski başkanı Erdoğan Bayraktar büyük çaplı hizmetleriyle ödüllendirilerek (Çevre ve Şehircilik) bakanlık koltuğuna oturtulmuş ve sürecin daha geniş yetkilerle donatılmış patronu olmuştur. Yenilenmeye muhtaç 7 milyon konut (üçte biri İstanbul’da) ve bunların altyapı donatılarıyla birlikte 700 milyar dolarlık bir projeden bahsedilmektedir. Yılda 500 bin konut yapımı öngörüldüğüne göre 14-15 yıllık bir süreç söz konusudur.

Bütün bu gerçekleri örtmek, gizlemek ya da manipüle etmek için ileri sürülen en önemli gerekçe, takdir-i idariyi takdir-i ilahiye çevirmede başrol oynadıkları “deprem ve afet riski”dir. Sürecin kanlı ve öğütücü aktörü olarak birinci mevkide bulunan TOKİ’nin yeni konutları elverişli alanlarda yapacağına dair yalanın sırları en son Samsun-Canik’teki sel “felaketi”yle (dere yatağında, dereye 30 metre mesafede konut yapımı) bir kez daha dökülmüş bulunmaktadır.

Bu projenin peçesi olarak kullanılan, “afetler karşısındaki riskli alan ve bina” faktörü, yeni yasanın ismine (6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”) yansıtılmasından da bellidir ki en önemli argüman konumundadır. Şu anda herhangi bir yerde deprem olmasını ve bu nedenle yeni projelerindeki işlerinin kolaylaşmasını canı gönülden istediklerine şüphe yoktur. Ama kazın ayağı öyle işlememiş, çapı daha küçük bir doğa eylemi, kendi inşa ettikleri konutlar nedeniyle “felakete” dönüşmüştür. Yine de bunu örtmek için ellerinden geleni yaptıkları her türlü tahrifat ve yalana başvurduklarına şahit olunmaktadır.

En ağır sonuçlar üreten doğa olayı olarak depremin gerçekleşme riski, ülkenin jeolojik yapısından kaynaklı birçok bölgesi için geçerlidir. Bunun için alan seçimi ve yapılaşmanın kalitesi öne çıkmakta, dünyadaki daha elverişsiz koşullara sahip ülke örneklerinde olduğu gibi her türlü kayıp ve zarar minimuma indirilebilmektedir. Türk devletinin kuruluşundan beri (tabii ki öncesinde de) yaşanan depremlerin hiçbir uyarıcı etkisi olmadığı, süreklilik gösteren bilançolardan bellidir. Yakın tarihteki en kötü örnekte yerle bir olan Yalova’nın depreme maruz kalan alanlarına (Hacı Mehmet Ovası) TOKİ’nin inşaat yaptığı basına yeni yansımaktadır (20-21.07.12). Sorunun insan (halk) yaşamına değer verip vermemekle olan doğrudan ilgisiyle açıklanabilecek tercihin, tutarlı biçimde sürdürüldüğünü söylemek için fazla düşünmek gerekmez.

Durumun aydınlatılması için mücadele yürütmenin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Arkasındaki gerçeklerin gösterilebilmesi için bu çalışmanın taşıdığı önemi kavramalıyız. Sistemin, emekçilerin can ve mal kaybıyla ilgilenmediğine dair örnekler neredeyse yaşamın her alanında ve her an yaşanmaktadır. Bu, bizzat çeşitli doğa olayları ve “kaza” vb. durumlarda kendi gösteren açıklıkta sergilenmektedir. Egemen sınıfların insana verdiği hiçbir değer yoktur ki onun için riskten söz etsin ve tehlikeye karşı önlem alması gereksin…

Halkın büyük çaplı bir saldırıyla karşı karşıya olduğu, meselenin taşıdığı çeşitli boyutlardan bellidir. Risk yalnızca konutlar için değil alanlar bazında da tanımlanmakta, sağlam konutların yıkılabilmesine de imkân tanınmaktadır. Ama zaten emekçi semtlerinde depreme dayanıklı konut bulmak neredeyse imkânsızdır ve bunun itirafı geçtiğimiz yıllarda utanmaz biçimde yapılmış bulunmaktadır. Bu yıkımlar (ve yeniden yapımlar) egemen sınıflar için hayati önemdedir ve gerek ekonomik açıdan gerekse de kentleşme sürecinin yönlendirilmesi, kendi yaşam ve hareket alanlarının güvenceli hale getirilmesi bakımından bu adımları atmak zorundadırlar. Bu durum yeni yasanın uygulanma kabiliyetine yönelik düzenlemelerden de rahatlıkla anlaşılmaktadır.

Yargı ellerindedir ama yine de bu kanalın kapalı tutulmasına gayret gösterilmiş, bütün itiraz yolları doğrudan ya da dolaylı biçimde tıkanmıştır. Kısa tutulan dava açma süresinin yıkım kararını kapsamaması ve yalnızca maliyetle sınırlı kalması, yürütmeyi durdurmanın talep edilememesi ve bu çerçevede hukuki alanda yapılabileceklerin büyük oranda sınırlandırılması, durumu özetlemektedir. İşi şansa bırakmamak için taşeronluk yetkisi valilere (duruma göre kendi belediyelerine) verilmekte, yeni yerleşim alanına dair seçim hakkı dahi tanınmamaktadır. İhalesiz gerçekleştirilecek yıkım ve yapımlara karşı direnişin ağır yaptırımlarla yanıtlanması, her alanda/konuda olduğu gibi başlıca uygulama aracı şiddete “meşru” bir alan açmaktadır.

Bu saldırının hedefinde büyük kentlerin yoksul emekçi semtleri vardır ve yukarıda da değindiğimiz gibi buraların belli bir bölümünde çeşitli çapta devrimci çalışmalar sürdürülmektedir. Sorunun bu semtleri de aşan ve kent (hatta ülke) geneline yayılan boyutu, direnişin güçlendirilmesi açısından önemli bir yerde durmaktadır ve bu yüzden barınma hakkı, yukarıda açıkladığımız bağlamı ve boyutlarıyla ele alınmalıdır.

Bir kez daha vurgulamak gerekir ki “konut hakkı”na indirgenerek darlaştırılmasına izin vermeyip ilgi alanının gerçek boyutları devrede tutulmalıdır. Bireysel mülkiyetin önemli bir engel oluşturacağı tabiidir ve kendisini kurtararak sürecin dışına taşmaya çalışanlar da olacaktır. Bunların kendisini kurtarma şansının bulunmadığı iyi biçimde anlatılabilmelidir. Hatırlatmak için tekraren söyleyelim, kiracı konumundakiler de saldırının doğrudan hedefidir ve onlar da evsiz kalacak, izolasyon alanlarına sürülecektir.

Yalnızca barınma mekânlarının değil yaşam alanlarının savunulması, kentsel haklardan daha fazla yoksunlaştırmaya karşı çıkılması, yeni sömürü mekanizmalarının kıskacına girmenin reddedilmesi, toplumsal dayanışmanın ortada kaldırılmasına izin verilmemesi için yürütülecek mücadelede, seferber edilecek kitlenin ne kadar geniş bir kesimi kapsadığı ortadadır. Bu kadar çaplı bir saldırı dalgasına karşı kendi bulunduğumuz zeminlerde bizzat mücadele yürütmemiz gerektiği gibi daha ölçekli bir direniş için de eylem birliklerine ihtiyaç vardır.

Konuyla ilgili bazı siyasi hareketlerin bir süredir hazırlıklar yaptığı hatta kampanyalar örgütlediği bilinmektedir. Bunun çeşitli platformlardaki karşılığını oluşturmak üzere de harekete geçilmiş bulunmaktadır. Durum, hiçbir gücün tek başına altından kalkmasına izin verecek çapta değildir. En kötü durumda herkesin gücü oranında örgütleyeceği mücadelelerin aynı direniş havuzunda ortak bir güç oluşturmasından söz edilebilecekse de bunun daha organize biçimde yönetilmesi esas olandır.

Zira sürecin değerlendirilmesi, talepleri ve hareket tarzının saptanmasına dair farklılıklar bulunduğu da anlaşılmaktadır. Meseleyi kendisini ilgilendiren bazı bölgelerle sınırlı ele alan, sorunu yukarıda işaret ettiğimiz boyutlardan kopuk değerlendirenler de vardır. Bu ayrımların en aza indirildiği bir eylem birliği etrafında çok da başarılı karşı koyuşların örgütlenebilmesi mümkündür. Dolayısıyla, kendi sürecimizi başlatmamız hatta ilerlettiğimiz koşullarda dahi ittifak arayışlarımız sürmelidir.

Kendi kampanyamız açısından ilk evrenin hızlı bir hazırlık, araştırma ve örgütlenmeyi kapsaması sonrasında yoğun bir a-p faaliyetini içermesi gerekir. Sorunla ilgili çok yönlü çalışmalar üzerinden üretilecek a-p araçlarıyla yoğun bir çalışma yürütülecektir. Kitlelerin, durumun nazikliğine, saldırının ağırlığı ve kapsamına dair aydınlatılması önceliğimiz olmalıdır. İşe her zamanki gibi kampanyanın esas gücü olarak kendi faaliyetçilerimizin donatılmasından başlanması gerektiğine şüphe yoktur.

Öncelik vereceğimiz semtler, bu saldırı kapsamında belirlenenlerden faaliyetimizi geliştirme kolaylığına sahip olanlardır. Yani işe yakından tanıdığımız, çalıştığımız yerlerden başlanacaktır. Kampanyanın sonraki hedefi, kitleleri örgütlemeye dönük adımların atılmasıdır. Meselenin düğümlendiği ve çalışmalardan sonuç alma şansının test edileceği yer burasıdır. Buna özgülenecek kurum ve oluşumlar için daha erken safhada hazırlık yapılmasında, sakınca değil yarar bulunmaktadır. Burada dikkat edilecek husus, faaliyette hakları saldırı konusu olan kesimin bu aşamadan itibaren devreye girmesinin sağlanmasıdır.

Bu amaca yönelik çalışmaların olgunlaştırılması ve beslenmesi için dosya hazırlığına başlanmıştır. Bu dosya çalışmasını layıkıyla yaptığımız zaman, hareket ve yönelim tarzımızın, ileri sürecek talep ve kontak noktalarımızın şifreleri netleşmiş olacaktır. Özel olarak görev alsın ya da almasın bütün yoldaşlar bu konunun kapsamına ve yukarıda değindiğimiz sorunlara ilişkin çalışma yürütmek, kendilerini geliştirmek ve hazırlamak durumundadır. Kampanyaya başlamak için dosya çalışmasının bitmesi beklenmeyecektir…

Kürt Sorunu

Gündemin öncelikli başlıklarından birisi, hatta birincisi olmayı daha uzun bir süre sürdüreceği kesin gibi görünen Kürt sorununda, tansiyonun yeniden yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. Bunun bir göstergesi olarak savaş cephesine bakmak gerekirse, diğer yanıyla faşizmin saldırılarındaki yoğunlaşma derecesine bakmak gerekir. Hatta denilebilir ki, silahlı mücadele alanında yaşananları aşan biçimde, demokratik alanda yükselen bir çatışma, saldırı ve direniş bulunmaktadır. Sorunun Ortadoğu çapında oluşturduğu ağırlık ise Irak’taki durumun ardından, son süreçte büyük ivme kazanan Suriye’deki gelişmelerle, önemli bir yoğunluk kazanmıştır.

AKP’nin çözüme memur edildiği ve bu yüzden de hiç saklamadan “öncelikli” olarak tanımladığı soruna yönelik izlenen strateji, şark kurnazlığını aşamayan ve hiçbir “yaratıcılık” içermeyen politikalarla sürdürülmeye kalkılmış; Ulusal Hareket’in temsilcileriyle devlet adına görüşmelerde (içeride ve dışarıda) de bulunulmasına karşın, geleneksel çizgisine gelip oturmuştur. Bu çizginin inkârcı ve imhacı ekseni, azgın bir saldırıyı gerektirmekte, şiddet dozunun artırılmasına paralel “çözüm”e gidileceği varsayılmaktadır. Çözümden kasıt, PKK’ye diz çöktürülmesi, savaş gücünün teslim alınarak tasfiye edilmesi ve politik kadrolarının sisteme entegre edilmesidir.

Karşılarında eski hedef ve yaklaşımını uzun zaman önce terk etmiş, silahına ekonomizm mermisi sürmüş bir hareket vardır ama bu durum bile faşist Türk devletinin herhangi biçimde taviz vermesini, bazı uzlaşı alanlarında buluşmasına yetmemektedir. Geri adım atmanın faşist devlet yapılanmasında çatlaklar oluşturacağından korkan egemen sınıflar, emperyalistlerin kimi zamanki telkinlerine de aldırış etmeden kendi bildikleri yolda başarı umudunu sürdürmektedir. Bu arada, Özal ve bir dönemler Tayyip gibi temsilcilerinin (başkalarını ekleyenler de var) sorunun halline dair uzlaşı/taviz yanlısı olduğu ancak değişik nedenlerle engellendiğine dair iddialar gerçekçi değildir.

Altı sıklıkla çizilen tekçi söylem, Kürtlerin ulusal kimliğinin kabulüne dair kurumsal nitelik taşıyacak adımların atılmasına kısmi bazda da olsa uygunluk taşımayan bir yapının mevcudiyetini göstermektedir. Bunun için sistemin değişmesi gerekmez ama bu değişim üzerinden verilecek gediğin giderek açılacağı ve içinden çıkılamayacak bir noktaya doğru hızla yuvarlanılacağından korkulmaktadır. Böyle düşünmelerinde haksız oldukları söylenemez, zira silahlı mücadelenin başrol oynadığı bir sürecin idari yapılanma ve şekillenişte kısmi de olsa değişime yol açması hem yenilgiye uğramak hem de geri adımdır ve sitemin kodlarıyla oynanmasının sonun başlangıcı olduğu algısı, bütün toplumda güçlenecektir.

Ayakları üzerinde durma işini henüz çözemediği süreçte, Kürt sorununa dair kriz yönetimindeki başarısızlığı nedeniyle ortaya attığı “açılım” politikası, bu yolla tasfiye gibi hayali bir amacı ne kadar barındırıyordu tartışılır ama temel amacın oyalama ve savaştan soğutma olduğunu görmek için çok fazla beklemek gerekmemiştir. Bu dönem zarfında gerçekleşen görüşmelerde şans denenmiş, demokratik alanda çözülme yaratmak için taktikler geliştirilmiştir.

Gelişmelerin Habur’daki sevinç gösterilerinin “abartılması”, “demokratik özerklik” ilanı ya da aynı gün yaşanan Silvan çatışmasıyla bağlantısı, komplo teorisyenlerinin ilgi alanına girmektedir. Her şey yolunda giderken bir olayı gerekçe göstererek ani bir değişime gitme tavrından çok, başından beri taviz verme niyetlisi olmayan ama aksi bir tutum içerisinde görünen için, oyunun sonuna gelmiş olma halinden söz etmek gerekir. Görüşmelerde protokol hazırlama safhasına kadar gelinmesinin zurnanın zırt dediği yer olduğu ve samimiyet testinin burada verildiği görülmelidir. Türk devleti oyunu buraya kadar sürdürebilmiş, beklediği geri adımı attıramayacağını anladığı ve hasmını bu kadar geri bir noktaya dahi çekemediği için süreci sonlandırmıştır.

Devamındaki süreçte Öcalan’a tecrit uygulamak da dâhil gözaltı ve tutuklama furyasının 10 binleri aşacak boyutta tırmanması ve bu şiddet denizine Roboski gibi sivillere katliam pratiklerinin de eklenmesi, seçimler sonrasına rastlamaktadır ki “ustalık” döneminin planları işletilmeye başlanmıştır. Ortada tipik bir oyalama aldatma taktiği vardır ve artık klasik tarza geçişle yeni hesaplaşma devresine doğru yol alınacaktır. Politik hayatta etkin olan aktörler için hamleler, muharebelerdeki komutanların tutumlarına benzer; sürekli hesap, sürekli tartı ve en uygun durumda saldırı. Uzlaşmaya, anlaşmaya hazır olma ya da olmama ama savaşa daha tutkulu görünme hali. Sürekli hile ve sürekli ayak oyunu…

Burada Roboski’ye bir parantez açmak gerekir. Roboski sıradan bir katliam olarak görülmemelidir, kaza hiç değildir. Düşman cephesinde nelerin yaşandığı bizi bir yere kadar ilgilendirir, kimlerin rol aldığı da. Ancak bütün verilerle sabittir ki katliam bile isteye yapılmış, emir Ankara’dan verilmiştir. Bu tespitin bir anlamı olmalıdır: bu da Kürt sorunundaki devlet refleksi ve yaklaşımına gösterge oluşturan karakterin ifşasıdır. Bu anlamda Pozantı, yine tam da bu manada Urfa Hapishanesi’nde yaşananlar, aynı merkezden kaynaklı saldırı, işkence ve katliamlardır. Aklımızdan çıkarmamamız gerekir ki; ezen ulusların, kendi hegemonyasına başkaldıran ezilen uluslara yönelik tepkisi, yanıt verme şekli ve elbette kini, dolayısıyla buna karşı gösterilen reaksiyon da alabildiğince şiddetlidir…

14 Nisan 2009’da başlayan KCK operasyonları sürdürülen görüşmelerdeki pazarlık unsuru biçimindeydi ama “paralel/alternatif devlet” örgütlenmesine dair adımların yanıtlanmaması da düşünülmezdi. Sonraki süreçte dönemin aktörleri açık konuşunca perde arkası daha iyi aydınlanacaktır ama düşmanla dirsek teması eski yıllardan beri süren Ulusal Hareket’in, silahlı reformizm kulvarındaki pratiğinin bundan farklı olması da düşünülemez. Faşist Türk devleti burnundan kıl aldırmaz tutumunu sürdürürken hiçbir teklif ya da mesaj almaksızın defalarca tek taraflı ateşkes ilan edilmesini doğru biçimde açıklamanın zemini bu çizgide aranmalıdır.

Daha fazlasını Ulusal Hareket’in başından itibaren izlediği savaş stratejisinin, politika ve taktiklerinin kapsamlı analizine bırakarak devam edecek olursak, içinde bulunduğumuz sürecin kendi beyanlarıyla “hem müzakere hem de mücadele”yi içerdiği, görüşmelerin bundan sonra da çeşitli platformlarda süreceğini söyleyebiliriz. Bunu, izledikleri stratejiyi açıkça ortaya koyan ve bu hususa da yer vermekten çekinmeyen tutumlarından biliyoruz. Bunu, dünyadaki benzer savaşlardaki tarafların bir bakıma “zorunluluk” arz eden pratiklerinden de biliyoruz…

Duruma ışık tutması için değinelim; PKK’nin son süreçte sıkça dillendirdiği “devrimci halk savaşı”nın reformist kulvardan çıkma özelliği taşımadığı, aksine onu tarif ettiği görülmelidir:

“Hala mevcut politikalar devam ettikçe AKP’den çözüm bekleyenler kendilerini aldatmaktan öteye başka hiçbir şey bulamazlar. Bu bakımdan biz bu konuda bir netliğe ulaştık. Stratejik netlik temelinde mücadele stratejimizde de değişiklik yaptık. Siyasi uzlaşma yöntemiyle Kürt sorununun çözümünü aramak yerine demokratik direnişi geliştirerek onu devrimci halk savaşı temelinde gerilladan serhildana, propagandadan diplomasiye kadar her alana yayarak büyük bir topyekûn direniş mücadelesi geliştirmeyi, demokratik özerklik çözümünü böyle bir direniş mücadelesiyle gerçekleştirmeyi öngören yeni bir mücadele stratejisi belirledik.” (Duran Kalkan, KCK YK üyesi, Demokratik Ulus, 10-17 Temmuz 2012)

Bu gerçekliği ihmal etmeyen bir yaklaşım içerisinde olduğumuz bilinmelidir. Ama bizi esasen Kürt Ulusal Hareketi önderliğinde onlarca yıldır sürdürülen mücadelenin, demokratik halk devrimi açısından ürettikleri ve ortaya çıkardıkları ilgilendirmektedir. Devrimi esas alan politik bir yaklaşımın böyle olması, dışındaki cereyanlara (kitle hareketlerine) bu şekilde yaklaşmasından daha doğal ve gerekli bir tutum da olamaz. Ulusal karakter taşıması, PKK’nin yürüttüğü mücadelenin halk sınıflarına dayandığı, onlarla buluştuğu ve harekete geçirdiği gerçeğini gölgelemez. Bizim devrimci dinamik olarak belirlediğimiz bu gerçeklik, hedefimiz olan düşmanın yani faşist Türk devletinin sarsıcı, dağıtıcı boyutta baş belası olma işleviyle birleştiği oranda, daha somut ve etkin bir hal almaktadır.

Kürt sorununun ülkedeki sorunlarla iç içe geçtiği, başta ekonomi (“PKK ile sınırda mücadele etmelerine yardım etmek amacıyla Türk yetkililerine sağladığımız istihbarat için günde yaklaşık bir milyon dolar harcıyoruz.” ABD İstanbul Başkonsolosu Scott F. Kilner, 16.07.12) olmak üzere bütün alanları derinden etkilediği kimsenin yadsıyamadığı bir gerçekliktir.

Durum bu merkezdeyken konuyla ilgili daha yakından, daha somut, daha ilişkili politikalar üretmenin gereği ortaya çıkmaktadır. Konu, “ulusal bir sorundur, yaklaşım esaslarımız bellidir, bu şablon çerçevesinde hareket edilecektir” şeklinde kayıtsız (hatta neredeyse tarafsız) bir noktadan izlenemez. Konu, bizim gibi halk savaşı stratejisini esas alan, bunun için Kürdistan’a ait bölgeleri öncelikli alan olarak belirleyen bir komünist partisi için, bu çelişkinin yangın yerine çevirdiği topraklarla bu stratejik bağlantımız içerisinde, uzak bir duruşla ele alınamaz.

Durum nereden bakılırsa bakılsın demokratik halk devrimi için stratejik önem arz etmekte, kaydettiği gelişim ile ciddi bir ağırlık oluşturmaktadır. İsterse en kötü senaryo gerçekleşsin ve teslimiyet söz konusu olsun, bu sorunun rafa kalkacağı düşünülemez. Aksi durumda, yani ulusal demokratik bazı hakların elde edilmesi halinde ise bambaşka fırsatların ortaya çıkacağı kesindir.

Dolayısıyla bizim Ulusal Hareket’ten değil, onun yürüttüğü savaş ve mücadele sonucu ortaya çıkan dinamiklerden beklentimiz vardır. Hesaplarımızı etkileyen husus budur. Savaş alanındaki eylem birliğimize ya da son süreçte geliştirdiğimiz politikalara bakıp gücümüzden kaynaklı bir eklemlenme endişesi ya da senaryosu üretenler, kasıtlı değillerse eğer, ortaya çıkan olgulardan bihaber yaşıyorlar. Derdimiz devrimdir, devrimin çıkarları esastır. Bu esasa kan taşıyacak, bu esasa hizmet edecek her hareket, her isyan, her mücadele doğrudan ilgi alanımızda olmalıdır.

Doğrudan ilgilenmenin sözden ibaret kaldığı bütün politikalar aldatmacadan ibarettir. Bırakalım böylesi kapsamlı bir sorunu, sınıf mücadelesinin herhangi bir alanında gelişen mücadele ve dinamiğe yaklaşımda, tespitten ötesine taşmayan hiçbir politika ve pratiğin değeri yoktur. Politika, bir değer üretmek bir sonuç yaratmak için yürütülür. Politika, gücü test etme, gücü büyütme amaçlıdır. Politika, bir sınıfın damgasını taşır ve tespit ettiği parametrelerle bağ kurmadan işe yaramayacaktır. Her alanda kitlelerle bağ kurmak, başlıca hedefimiz durumundadır. Politikanın karşılık bulması; kitlelerin kazanılması, onların harekete geçirilmesi, savaşa ve mücadeleye sevk edilmesidir…

Dönem Politikası ve H…K

Kürt sorunundan kaynaklı, başka bir deyişle ulusal çelişkinin damgasını vurduğu çatışmanın bugünkü durumunu analizden yola çıkarak geliştirdiğimiz dönem politikası; kısaca, daha fazla müdahil olmayı, savaş ve çatışma alanlarında açıktan saf tutmayı, demokratik haklar/alan mücadelesinde aktif bir tutum almayı içermektedir. Bunun uygulama alanındaki karşılığı yerel ve genel seçimlerdeki tavrımızla verilmiş, Halkların…K’yle (Bundan sonra H..K) ilişkilenme biçimimizle ortaya konulmuştur. Bu politikanın ürünü olarak değil, bölge koşullarından kaynaklı yürütülen savaş alanındaki ilişkimiz de böylelikle belli/doğru bir temele oturmuş olmaktadır.

Bu politikayı geliştirmemizin temel sebebi, öncelikle ulusal çelişkiden kaynaklı demokratik devrimle bağlantı noktalarının güçlü biçimde uç vermesi ve burada büyüyen gerilimin yarattığı devrimci mücadeleyi ilerletme adına ortaya çıkan olanak ve fırsatların daha gelişkin hale gelmesidir. Güçlü biçimde akan bir süreçten söz ettiğimize göre, buradan doğan bir enerjiden söz ediyoruz demektir. Yönümüzü belirleyen gerçeklik bu olgudan kaynaklanmaktadır.

Ulusal çelişkinin ilerici yönünü temsilen devinime yön veren gücün yarattığı potansiyel devrim için ihmal edilemez değerdedir ve demokrasi mücadelesinin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Diğer bütün alanlarla kurduğu ilişkinin aldığı boyut ise demokratik zemindeki ağırlık derecesini göstermektedir. Nesnel şartlar, hükmetme alanımızın dışında vardır ve onu şekillendiren çelişmelerin doğurduğu bütün sonuç ve gelişmeler değerlendirilmek üzere fırsat ve olanaklar sunmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu gerçekliktir ve ilgimizin derecesini de bu belirlemektedir.

Dışımızdaki hareketlerin hiçbirisi proletaryanın sınıf bilinçli damgasını taşımaz. Söz kitle hareketlerine gelince bu durum daha belirgindir. O halde üstlendiğimiz görev, bu gelişmelere müdahaleyle kendini gösterecektir ki, bize düşen, bunun yoğunluk ve öncelik derecesi ile biçimlerini belirlemektir.

Bu saptamalara uzak düşme hallerine yön veren yaklaşım, devrim ve demokrasi ilişkisinin kavranamayışı ile ulusal soruna dair çelişkinin temel ve başlıca çelişkilerle bağlantısının anlaşılamamasında temel bulmaktadır. Sosyal şovenizm bunun bağrında yeşermekte, oportünizmin çeşitleri böyle şekillenmektedir. Ulusal çelişkinin hâkim yönünün, başta temel çelişki olmak üzere diğer çelişkilerin esas yönüyle aynı potada bulunduğu kavranamamakta, bu bağlamdaki asıl çözümün devrimde olduğu gerçeğinden de yanlış sonuçlar üretilmektedir. Yeterli açıklıktaki bu çıplak gerçeklik, ezilen ulusların devrim cephesindeki konumunu bu nedenle ön planda göstermektedir.

Sorun bunun kavranmasıyla bitmemektedir ama önceliği bu kavrayışa vermemiz gerektiği en azından kendi pratiğimizle daha net ortaya çıkmıştır. Önceleri de vurguladığımız gibi, her ne kadar Ulusal Hareket’in yanlışlarının payından söz edebileceksek de, esas sorun kavrayış düzeyimize ait geri ve çarpık yanlarla ilgilidir ve soruna ne kadar yabancılaştığımız, suya ayağımızı soktuğumuzda daha iyi görülmeye başlanmıştır. Bununla baş etmenin esas yolunu geliştirdiğimiz politikalar sayesinde girdiğimiz/gireceğimiz pratik oluşturmakta, buna sağlam/bilinçli bir karakter vermek için de yoğunlaşma ve bilinçlenme derecesini yükseltmemiz gerekmektedir.

Bu bilinçlenme faaliyetinin ilk evresi, öncelikle akla geleceği gibi ulusal sorunla ilgili değildir. Devrime ve devrimin karakterine, devrim ile demokrasi ilişkisine, politika ve taktiğe yönelik kavrayışımızın derinleştirilmesi gerekir. Bu vb. derinleşmelerde yol almanın anahtarı ise kendi ezberiyle dövünüp duran, yerinde saymayı istikrar kabul eden, ısrarı inatla karıştıran, değişimle gelişim ilişkisini kuramayan, strateji ile taktiğin esneklik ve katılık diyalektiğini birbirine karıştıran, somut şartların somut tahlili ilkesini, gerçeklerin olgudan çıkarılacağı felsefesini unutan halimizle hesaplaşma sayesinde elimize geçecektir.

Sorunla ilişkilenmenin, soruna müdahil olmanın demokratik alan mücadelesindeki karşılığı için kendi çapımızda kanallar yaratma, geçici platform ve zeminler arama çabasındayken, karşımıza bir girişim bir oluşum çıkmıştır. Burada Ulusal Hareket’in çağrısı ve ağırlığından bahsetmeliyiz ama çok sayıda demokratik kurum ve inisiyatifin “birlikte mücadele” konusunda istekli tavrını da tespit etmek gerekir.

Bu politikamız doğrultusunda pratik adımlar atmanın koşullarını yaratmaya çalışırken, bundan fazlasına olanak veren bir mücadele platformunun sundukları karşısında başka bir tutum takınsaydık şaşırmak, eleştirmek gerekirdi. H..K, programıyla birlikte tüzüğündeki yapılanış ve işleyiş ilkeleri nedeniyle tereddütsüz biçimde kullanacağımız bir araç olarak devreye girmiş ve onunla kuracağımız ilişki bu çerçevede belirlenmiştir.

İktidar olmayı hedefleyen bir parti ya da partileşmeyi amaçlayan bir oluşum gibi inşa edilmiş olması, mevcut örgütlenme biçimine son verilmedikçe bizim için hiçbir engel oluşturmuyordu ve hâlihazırda da oluşturmamaktadır. Tavrımızın grup, seçim, parti vd. hesapların görüldüğü merkezle değil eylemsel potansiyelle, demokratik kurum ve yerel inisiyatiflerle kurulu biçimde şekillendirilmesinden de anlaşılacağı gibi, gözü kapalı bir tutum değil aksine bilinçli bir yönelim tarzı tutturulmuştur.

Bu arada yeri gelmişken belirtmemiz gerekir ki kısa süreli (henüz kuruluş safhasındaki) gözlemcilik halimiz ortadan kalkalı “asırlar” olmuştur ama politikamızı kavramakta güçlük çekenlerin bunu böyle tanımlamaya devam etme gafleti sürmektedir. Hala gözlemci olduğumuzdan bahsetmek, her şeyden önce gözlediğimizi/incelediğimizi anlama kapasitemize hakarettir.

12-13 Mayıs’ta (Birincisi Kuruluş) 2. Kongresini yapan H…K’nin partileşme konusunda çalışmalarına hız verme kararı alması yeni bir durum değildir. Bu başından beri söylenmiş ve kuruluş belgelerine işlenmiştir. Dolayısıyla “zaten belliydi” şeklinde tepki verenler cahilliklerini konuşturmaktadır. Önümüzdeki yerel seçimler de düşünülecek olursa, süreç böyle işleyip merkezde yer alan siyasi yapılar çatı partisi oluştursalar dahi bizim için önemli olan, bu platformun dâhil olmamıza neden oluşturan biçim ve işleyişle sürüp sürmeyeceğidir.

Kuruluşundan bugüne kadarki pratiğinin yeterli verimlilikte geçtiği söylenemeyecektir. Şu aşamada meclislere dayalı bir örgütlenmeden öte eylem komiteleriyle işleyen bir platform söz konusudur. Bu dahi önemlidir ama daha ileriye geçmesi ve etkili sonuçlar üretmesi için yerel meclislerin işletilebilmesi önemli bir yerde durmaktadır.

Bunun önündeki engellerden birisi ana bileşen konumundaki B..P’nin bu süreçte büyük bir tutuklama dalgası altında kendi başının çaresine bakmak durumunda kalmasıdır. Bu saldırılara özgülenen eylemler bile yeterli düzeyde örgütlenememiştir. Diğer taraftan yerel meclislerin oluşturulmasında belli adımlar atılmış ve bu alanlardaki eylemlilik ve örgütlenme sürecinde yerine göre hızlı gelişmeler de kaydedilmiştir. Çalışmaların istenilen tempoya ulaşmamasının önündeki engellerden bir diğeri de eylem birliği ve ortak hareket etme kültürünün gelişmemiş olmasıdır.

Bununla beraber çeşitli sorun ve çalışma alanlarına yönelik örgütlenmede ilerlemeler sağlandığını da belirtmek gerekir. Bir kısım çevrenin çeşitli önyargı ve özel hesaplarla dahil olduğu ve farklı beklentiler içerinde bulunduğu H..K’nin, öngörülebilen dezavantajlar nedeniyle, demokrasi mücadelesinde işlevli bir oluşum haline gelmesinin kolay olmadığının bilincindeyiz. Bunun belli bir noktada kesintiye uğraması ve platformun ortadan kalkması da mümkündür. Bunun düşük bir olasılık olmadığını söylemek de doğrudur. Ne var ki bu durum şu anda işlevli olan bu aracı kullanmamamızı gerektirmez.

Meselenin bu yanına takılmamak faaliyetin verimi ve bu çalışmalardan beklentimizin karşılanması bakımından önemlidir. Aksi durumda, zaten belli bir ömrü olduğu düşünülen bir faaliyetin hakkını vermeyen bir pratik ortaya çıkar ki, bu durum, varlık nedenimizi sorgulatır bir hal alacaktır. Çalışmalara katılım açısından, kendi durumumuz gücümüzle orantılı durumda değildir. Bunun birinci nedeni, buradaki rolümüz ve hedefimizin kavranmamış olması, diğeri de demokratik alan çalışmalarına yabancılığımızdır. Ayrıca, ortak faaliyet ve eylem birliği kültürümüzün gelişkin olduğu da söylenemeyecektir.

Bu faaliyet esnasında iki tür hatalı hareket tarzımız gözlenmektedir. Bunlardan birincisi H..K faaliyeti içerisinde kaybolmaktır. Kimliğimizi, kendi yaklaşım ve görüşlerimizi ifade etmemizin önünde hiçbir engel yoktur. Bunun derecesi ve yeri elbette ki önem taşımaktadır. Tavrımızın aksine, hem de merkezde yer alan çoğu siyasi yapı, ortak eylemlerde neredeyse bileşen üyesi dahi olmayan bir tarzda kendi kimliğini sergiler bir tutum içerisindedir. Böylesi bir duruş, merkezinde yer almayıp ana bileşeni olmadığımız halde bizim için dahi doğru değildir.

İkincisi ise H..K ile hiçbir ilişkimiz yokmuş gibi tavır geliştirmek, çalışma yürüttüğümüz alanlardaki H..K çalışmalarına katılmamaktır. Bütün faaliyetlere katılmamız gerektiğine dair bir yaptırım ya da zorunluluk yoktur ama ilişkilenmenin belli bir ciddiyetle yürütülmesi de şarttır. H..K çalışması, işimize geldiği zaman ve kafamıza göre davranarak ilişki geliştirme tavrıyla ele alınamaz. Böyle yaklaşıldığı zaman, bu politikamızla gerçekleştirmeyi hedeflediklerimizin çok uzağına düşeceğimiz açıktır.

H..K, başta Kürt sorunu olmak üzere bütün çelişki ve çatışma alanlarıyla ilişkili biçimde kurulmuştur ve bu zengin demokratik platform, bütün ezilenlere seslenmektedir. Her cephede kendi yoğunluğunda saldırılar gündemdedir ve bu alanlardaki demokratik kurumların azımsanmayacak bir bölümü bu oluşuma dâhildir. Yukarıda da değindiğimiz gibi, egemen sınıfların yoğunlaşan ve şiddetlenen saldırıları karşısında, çeşitli kitle örgütleri ve siyasi çevrelerin tabanında birlikte saf tutuş eğilimi giderek güçlenen bir hal almıştır.

Bu kuruluş olmaksızın da mutlak gerekli olan mücadelenin (özellikle birlikte) daha etkili bir tavır geliştirme adına H..K üzerinden de örgütlenmesinde yarar olduğu açıktır. Hangi sorun alanı ele alınırsa alınsın kendi tavrımızı yalnızca tarihe not düşme derdinde olmadığımız, basın açıklamalarından ibaret bir mücadele anlayışına sahip bulunmadığımız bellidir. Bir güç olarak daha büyük bir gücün yaratılmasına çalışmanın başarı için gerekli olduğunu bildiğimiz ve bunun için sürekli en geniş çevrelerin hareket geçirilmesinin sürekli altını çizdiğimiz içindir ki eylem birliğini mücadelenin en önemli silahlarından birisi olarak tanımlamaktayız.

Eylem birliği vurgusu, ortak platform tanımlamaları ve birlikte mücadelenin önemine değinilerimiz, bazı gruplarca “halkın devrimci birleşik cephesi” anlayışımızda yanlış/sakatlık olduğu yorumlarıyla karşılanmakta, bambaşka sonuçlar üretilmektedir. Burada, KP önderliğinin esas alındığı ve devrimin stratejik mevzisi olarak şekillendirilen birleşik cephe anlayışımızı bir kez daha anlatacak değiliz. İsteyenler önder yoldaştan başlayarak konu üzerine üretilen bir dizi yazımıza göz atabilir. Ama böylesi ucuz çarpıtmaların samimiyetsizce gündemleştirildiği de ortadadır…

H..K’nin Kürt sorununu esas alan bir oluşum olmasını eleştiri konusu yapan çevrelerin bir bölümü, bunun gizlenmediği, tersine altının özellikle çizildiğinin farkında bile değildir. Ama daha önemlisi, kimileri açısından Kürt sorunuyla ilgili yaklaşım bozukluklarını ele vermektedir. Egemen sınıfların alerjisinin toplumun belli bir katında karşılık bulması anlaşılırdır ama kendisine devrimci, ilerici, demokrat diyenlerin de aynı pozisyondan görüntü vermesi, ibretlik bir durum olarak kaydedilmelidir.

H..K’nin reformizmi besleyen bir oluşum olduğu, onunla içerden bir bağ kurmanın da aynı amaca hizmet edeceğini söyleyen ve bu konudaki politikamız nedeniyle bizde “sapma” tespit edenlerin saf proleterliği, kendi dünyasında ve kendi hülyasında yaşamaktan ibarettir. Bu anlayış, demokratik haklar uğruna mücadelenin devrimle bağlantısının ne olduğundan bihaberdir. Onun bu konudaki tek beklentisi, herhalde, sonuçsuzluk üzerinden beslenmek olmalıdır. Öyle ya, kitleler hak elde edemedikçe, bu savaşımlardan yenik çıktıkça gerçek kurtuluşun bu düzende olmadığını anlayacak ve devrime doğru akacaktır. Bunların çeşitli alanlarda yürütülüp zaferle sonuçlanan direnişlerden mutsuz olduğu anlaşılmaktadır.

Her kazanımın, elde edilen her hakkın, ele geçirilen her mevzinin devrime giden yolda bir kazanç olduğu, demokrasi mücadelesinin devrim bilincini geliştireceği, büyük düşünmenin kendi gücünün ayırtına varmaktan geçtiği, yeni açılan alanlar üzerinden mücadelenin böylelikle daha hızlı gelişme şansı bulacağı kavranmamaktadır. Bu çarpıklık ve geri şekillenişin, adım başı “devrim” diye bağırdığı halde devrime ne kadar uzak ve yabancı bir durumda bulunduğu görülmelidir.

Ulusal sorun, Ulusal Hareket’in insafına terk edilmeyecek, ona ihale edilmeyecek kadar kritik bir sorundur. Türkiye’de ayrı bir ülke tarifi yapanlar, buna açık kapı bırakan adlandırmalarda bulunanlar, Kürt sorunuyla bağlarını esas olarak kesmiş bulunmaktadır. Onların ilişkilenişi enternasyonal dayanışma seviyesine inmiş, faaliyetleri buna göre şekillenir olmuştur. Bunu kabul edip kendi içinde tutarlı olanlar da vardır, ne ifade ettiğini bilmeyenler de. Bu yaklaşımı benimsemediğimiz için bir bütün olarak tavrımız “destekçilik” değildir. Biz, Türkiye Kürdistanı’nı da içine alan devrimin öznesi, bir bütün olarak Türkiye’nin komünistleri olduğumuzu iddia ediyoruz.

Buna uygun bir pratiğimizin olmadığı, politikalarımız ve şekillenişimizin eksik ve yetersiz olduğu, bu iddiaya uygunluk göstermediği doğrudur. Bunu tespit ettiren bir süreç ulusal sorunu betimleyen olguları öne çıkarmış ve doğrulma ihtiyacını dayatmıştır. Bunun için hiçbir taklide ve politika ithaline ihtiyacımız yoktur. Sorun kendi çizgimizin gereğini yapamayan durumdan çıkmaktan ibaretti, şimdi yapmaya çalıştığımız tastamam budur…

Ana Gündem ve Diğer Görevler

Yukarıda üç ana başlık haline ele aldığımız gündem, ya da aynı anlama gelmek üzere güncele dair öncelikli görevlerimizin sınıf mücadelesinde işgal ettiği ya da edeceği yer kapsamında belirlenmesi nesnel şartlardan kaynaklanmaktadır. Ne var ki ülkenin genel çerçevesi ve nesnel şartlarının sonucu olarak tayin edilmiş bulunan bir de “genel strateji” vardır. Bu ana yol haritasından bağımsız, ona hizmet etmeyen biçimde ele alınacak her türlü faaliyetin, dipsiz kovayı doldurmaya çalışmaktan başka bir yararı yoktur.

Her taktik politika bir stratejiye hizmet eder, onda temel bulur, eğer kâğıt üstündekiyle uyumsuz ise başka bir yönelime işaret ediyor başka bir yola hizmet ediyordur. Tarihimiz, ana kulvardan kopuk, onunla bağlantısını koparmış nice deneyim, özveri ve çabanın boşa gittiğini göstermiştir. Belli alanlarda birikim yaratamamış olmamızın, kurumsal bir gelişme sağlayamamamızın ana sebebi budur. Bunun en belirgin göstergesi ise stratejik hat üzerinde mesafe alınmayışıyla kendini göstermektedir. Bu durumda, yanlışın başka yerde aranması ve esas temelin, yani stratejinin sorgulanmasına şaşırmamak gerekir.

Demokratik halk devriminin yolu olarak belirlediğimiz halk savaşının tam olarak ne olduğunu kavramamış olmamız işin merkezindedir. Pratik olarak, yalnızca belli bir bölgedeki silahlı mücadele/gerilla savaşı olarak algılandığı için, diğer tüm faaliyetlerin ona hizmet biçimi “destek” tarzındaki yaklaşımlar içermekte, birbirinden kopuk bir şekilleniş ortaya çıkmaktadır. Savaş bütün cepheleriyle vardır ve bunlar arasındaki ilişkinin doğru temelde kurulması gerekir. Bir yerde savaş diğer tarafta bir tür yerel mücadele zemininde kalma hali, savaşı sınırlama, aslında tümüyle imkansız bir çırpınış haline getirme sebebidir.

Artık bıkkınlık veren biçimde dillendirilen, kavrayış derinliği sağlanamadığı için içi sürekli yanlış biçimde doldurulan “savaşa göre şekillenme” denilen olgu, esasen savaşın bizzat içerisinde olmak manasındadır. Bunun nasıl sağlanacağına gelince, her şeyden önce birbiriyle bütünleşen bir program ve birbirini besleyen bir mücadele çizgisinin hayata geçirilmiş olması gerekir. Bu çizginin ortaya konulamadığı koşullarda, kopuk durumun en iyimser ifadeyle ortaya çıkaracağı tablo mevcut gerçekliğimiz olmaktadır.

Savaşın cepheleri arasındaki koordinasyon, örgüt olma bilincinin gelişmişlik seviyesiyle de ilgilidir. Aynı ideal etrafında birleşmiş, aynı amaç doğrultusunda kenetlenmiş bir insan gücü olarak örgütlenememiş isek, durum yalnızca bazı kesişme noktaları bağlamında görüntü üretecek, reel bir gelişme trendi yakalanamayacaktır.

Halk savaşı, gerilla alanına özgülenen bir bakışla ele alındığı için pasif bir endekslenme ortaya çıkmakta, silahlı mücadele bir grup öncünün eylem kapasitesine indirgenmektedir. Savaşı geliştirmenin yolu, askeri sahada ilerleme kaydetmekten geçmez, Aksine yalnız bu yöndeki çabayla bir yere ulaşacağını düşünmek, savaş gerçekliğine ne kadar yabancılaştığımızı ifade etmektedir. Halk savaşını bir yol, yöntem olarak belirleyen devrim mücadelesi, kitlelerin rol üstlenmesini sağlamak üzere programlanmak zorundadır. Komünist partisinin bütün temel konularda çok yönlü çözümlemeler içeren programının anlattığı da budur.

O takdirde, bütün faaliyetlerimizin gelip dayandığı noktada, devrimin, ama özellikle de savaşın nedenleri ve gerekliliğine dair vurgunun altı çizilmek, kurtuluş yolu gösterilmek zorundadır. Kitlelerin çeşitli talepler doğrultusunda devrim mücadelesine örgütlenmesi görevinin merkezinde savaş olgusu bulunmazsa, reformist ya da kendisi için çalışma yürüten oluşumlardan hiçbir farkımız kalmayacaktır.

Gücümüz ne olursa olsun, inisiyatifin düşmana teslim edildiği bir savaş yürütmek, baştan kaybetmek anlamına gelmektedir.

Halk savaşı bu perspektifle ele alındığı takdirde, gündemin öne çıkan başlıklarıyla ilgili faaliyetin ufku demokratik taleplerle sınırlı kalmaz. Nesnel durumun, bir temel çelişki bağrında şekillenen başlıca ve çok çeşitli çelişkiler üzerinden tarif edilmesi, bütün alanlarda süren mücadelelerin birbiriyle bağlantısını da açıklamış olmaktadır. Bize düşen, zorlama bir ilişki kurmak ya da yaratmak değil bu diyalektiği doğru tespit etmek, bu korelasyonu (bağlılaşım) doğru belirlemektir.

Ana gündemimiz her zaman için halk savaşıdır, halk savaşı olmak zorundadır. Bunu biteviye bir tekrarla değil, anlamını kavrayarak pratikleştirmenin yolu savaşla ilişkilenmekten geçer. Savaşın şiddeti örgütlemek olduğu, savaşın şiddeti yönetmek ve yöneltmek olduğu, savaşın düşman olgusuyla var olduğunu bilincimize nakşetmemiz gerekir. Düşman nasıl her cephedeki haliyle bir bütünlük arz ediyorsa onunla savaşanların da aynı mevzileniş içerisinde olması gerekir. Ruh halimiz buna göre biçimlenmelidir. Savaşımız sınıf bilincinin tezahürüdür. Bütün cephelerdeki savaşa göre konumlanışımız da bu bilincin sayesinde doğru bir yere oturacak, duruş sağlamlığı kazanacaktır.

Halk savaşına dair en son ve gelişmiş bir tartışma ve çözümlenin 8. Parti Konferansı’nda yapıldığı biliniyor. Ama bunun da yeterli olmadığından ve beş yıllık deneyimle zenginleşmenin gereğinden söz etmeliyiz. Şimdi, ihmal ettiğimizi rahatlıkla tespit edebildiğimiz bir yön üzerinden tartışmayı geliştirmek ve kavrayış düzeyimizi yükseltmemiz gerekir. Bunun yukarıda değindiğimiz savaş bilinci, halk savaşını özümseme ve içselleştirme olduğu, değindiğimiz noktalardan anlaşılmış olmaktadır.

Bütün yoldaşlar konunun çeşitli yönlerini, hem felsefi hem de sosyolojik açımlamalar üzerinden, ama özellikle de kendi mücadele cepheleri ve pratikleri bağlamında tartışmalıdır. Kavrayış düzeyimizi sorgularken bize yön veren hatalı düşünüşlerle karşılaşacak, bunların doğrularla açık çatışma imkânı bulmasını sağlayacağız. Doğruların donatılmaya, güçlendirilmeye ihtiyacı vardır. Kendi başlarına hiçbir şey ifade etmezler, bu doğruların uygulama alanında işletilmesi gerekir. Doğrulardan yeni ve doğru fikirler yaratmanın yolu budur.

Savaş, bir seferberlik halidir. Savaş onunla sürekli bir ilişki yaratılmadığı takdirde statik bile kalmaz, geriye götüren sonuçlar doğurur. Bu ilişkiyi kurmak için hem nedenlerine hem de gereklerine yoğunlaşmamız şarttır. Buradan çıkış yapamazsak sembolik bir halden, yenilgiyi baştan kabullenen bir duruştan çıkmak mümkün değildir. Kazanmaya mahkûm olduğumuz, haklı olanı, geleceğe hitap edeni temsil ettiğimiz anlaşılmak, tarihsel bir hükmün yerine getirilmesi için çalıştığımız kavranılmak zorundadır.

Konuyla ilgili somutlaştırmamız gereken hususlardan birisi gerilla savaşının sürdürüldüğü bölgedir. Önemli pratiklerin ve onlarca şehidimizin mekânı olmakla tarihimizde büyük bir yer kaplayan Dersim; bunun yanı sıra, inişli çıkışlı süreciyle, darbeleri ve yenilgileriyle değişik tat ve duygular barındırmaktadır. Bunda ne Dersim coğrafyası ne de halkının payı olmadığı açıktır ama gelemediğimiz noktanın faturasını taşımaktan da kurtulamamıştır. Olan bitenleri yerli yerine oturtmak yanlış algı ve önyargılardan sıyrılmamız gerekir. Dersim’i onca yıllık pratiğimize karşın iyi anladığımız, yeterli biçimde çözümleyebildiğimiz düşünülemez. Dersim’in ayırt edici özelliklerinden birisi büyük sürgün olayıdır ve yüzbinlerce Dersimli’nin yöre dışında yaşadığı bilinmektedir. Bölgedeki savaşın kapsama alanında hiç şüphesiz bu kitle de bulunmaktadır.

Demek ki bir diğer çalışma konusunu da bu bölge (ve halkı) oluşturmaktadır. Son yıllarda devletin manevra alanına daha çok girmesiyle popülaritesi büyümüş, araştırma inceleme faaliyetleri ile buraya özgülenen akademik çalışmalar ülkede ve yurtdışında çoğalmıştır.  Yoğunlaşmamız gereken Dersim ve Dersimliler’den kaynaklı bu gelişmelerle ortaya çıkan çalışma platformlarının yanı sıra büyük kentlerde ve Avrupa’daki kitlesine daha yakın ilgi göstermeye önem vermek gerekir.

Ana gündemden kopmadan faaliyet yürüteceğimiz genel ya da özel gündemlerin hakkını vermek için yoğunlaşan, bütün gücüyle seferber olan bir tarz tutturulması gerektiğine şüphe yoktur. Her şeyi silahlı mücadelenin ön cephesinden ibaret görmenin “havaleci” bir yönü de vardır. Bu kolaycılık savaşa yönelik özel bir çaba içerisine de girmez, ama kendi pasifliğini savaş gerçekliği ile açıklamaya kalkar. Üstlendiğimiz bütün görevler, partimizin öncelik belirlemesiyle kampanya düzeyinde ya da yönelim bazında ele aldığı bütün çalışmalar, büyük bir ciddiyetle ele alınmak durumundadır. Bu çalışmaların savaşın dolaysız parçası olduğunu kavrayamama hali, halk savaşına dair bilinç seviyemizin itirafı olarak okunmalıdır.

Bunun aksi yöndeki bir başka sapmanın adı dar-deneyciliktir. Bunun birinci hali, ele alınan gündemleri amaçlaştıran bir tarzın tutturulmasıdır. Sorunun devrim için ne kadar önem arz ettiği açıktır ama bu, hem devrim/savaş gündeminden kopuk hem de bu karakteri gölgeleyen bir ele alışı da kabul etmez, etmemelidir. Diğer yandan ikinci hali, hemen her konuda tavır ve eylem beklentisi içerisine girmek, bu yönde hareket tarzı tutturmaya çalışmakla kendini gösterir. Her iki durumda da güncele teslim olmanın stratejik derinlikten kopmak ve yüzeysel bir zeminde erimek olduğu açıktır.

Komünist, Sayı: 69, Temmuz 2011