Türkiye’de Durum: Çürüme ve “Çökme!”

Türkiye’de Durum: Çürüme ve “Çökme!”

Açıklama: Aşağıdaki makale Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist Merkezi Yayın Organı Komünist’in Mayıs/2022 tarihli 76. sayısından alınmıştır.

Türkiye’de genel durum, partimizin 1. Kongresi ve sonrasında gerçekleştirilen PMK toplantılarında işaret edilen yönde seyretmiş durumdadır. Geçen zaman aralığında özellikle Covid-19 pandemisinin etkileri, Türkiye ekonomisinin yaşamış olduğu krizi derinleştirmiştir. Ekonomik krizin derinleşmesi, halkın giderek yoksullaşması, alım gücünün düşmesi açlık ve sefalet koşullarının kötüleşmesi ve yaygınlaşmasına neden olmuştur. Bu durum beraberinde geniş kitlelerde iktidara yönelik öfke ve tepkinin artmasına yol açmış, kitlelerde kendiliğinden bir bilinç oluşmuştur. Bunda en önemli faktör geniş halk kitleleri ile iktidar ve çevresinin, büyük sermaye sahiplerinin ekonomik durumu arasındaki uçurumun gizlenemeyecek kadar büyümesi ve iktidarın bunu gizlemek için elindeki argümanları tüketmiş olmasıdır.

Sürece damgasını vuran, Covid-19 pandemisi olmuştur. Salgının Türkiye toplumunu nasıl etkilediği, yaşamını yitiren insan sayısı tam olarak bilinmemektedir. Keza salgın verileri “ulusal çıkar” adına manipüle edilmiştir. Yine de TC devleti, açıklanan rakamlarla dahi ayda 10 bin kişinin canını alacak, 80 bine yakın kişiyi hasta edecek, 1.5 milyondan fazla kişiye bulaşacak bir facia yaratmış durumdadır. Salgın sürecinde hiçbir olumlu deneyim üretmemiş, yayılımı bizzat hızlandırmış bir iktidardan bahsettiğimiz bilinmelidir. Türkiye, doğruluğu tartışmalı resmi verilere göre bile dünyanın en kötü salgın yönetimleri arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Durum sağlık meslek kuruluşlarınca net olarak özetlenmektedir: “Sağlık Bakanlığı, salgın yerine algıyı yönetmektedir. Elde yeterli aşı bulunmadığı aşikâr olmasına rağmen yeni yaş gruplarına randevu açmış, duyurusunu yapmış ve ardından aşı randevu sistemini kapatmıştır.” (TTB, Nisan 2021)

Salgın, Türk hakim sınıflarının çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır. Her şeyleriyle emperyalist kapitalist sisteme bağlı Türk hakim sınıfları ve sözcüleri, pandemiyi kendileri açısından avantaja dönüştürmek isterlerken beraberinde –kendi çapsızlıklarının ve sıkışmışlıklarının ürünü olarak– salgının daha da boyutlanmasına neden olmuşlardır. “Lebaleb kongrelerden” kalabalık cemaat namazlarına, aşı tedarikinin sağlanamamasından, işçi sınıfı ve emekçilerin tam kapanma döneminde çalıştırılmasına kadar bir dizi uygulama, ülkemize “özgü” politikalar olarak hayata geçirilmiştir. Bu politikalar, virüsün etkisini daha da artırmış, salgının yayılması ve ölümlerin daha fazla olmasına yol açmıştır.

Salgının boyutlarına dair açıklanan rakamlar gerçeği yansıtmamaktadır. Bu rakamların doğru olmadığı, birkaç katıyla çarpılması gerektiği kimi sağlık örgütleri ve muhalif bilim insanları tarafından dile getirilmiştir. Üstelik Türkiye, salgın döneminde halka en az destek veren 3 ülkeden biri olmuştur. IMF raporuna göre Türkiye, ülkelerin milli gelirine oranla halkına en az destek veren ülkeler grubunda yer almıştır. Meksika ve Arnavutluk’la aynı gruptadır. (27 Nisan 2021)

Türk hakim sınıflarının ve sözcülerinin halkı değil kendi çıkarını düşündüğü salgın sürecinde yaşanan pek çok pratikte ortaya çıkmıştır. Salgın başlangıcında halka maske dağıtmayanların, destek adı altında IBAN numarası verenlerin, “tam kapanma” deyip işçi sınıfı ve halkı çalışmaya zorlayanların yolsuzlukları bir bir ortaya çıkmıştır.

Örneğin eski Ticaret Bakanı’nın kendi şirketinden kendi bakanlığına yüksek fiyatla dezenfektan sattığı kamuoyuna yansımıştır. Aşı tedarikinde de yolsuzluk ve kayırma sürmüştür. Çin’den alınan aşılarda, aracı şirket olmadığı açıklanmasına rağmen aracı bir şirket kullanıldığı ve dahası aşıların ön ödemesinin devlet tarafından karşılandığı ve bahsi geçen şirketin yüksek bir vurgun yaptığı ortaya çıkmıştır. Benzer bir vurgun, BioNTech aşısının aracı firma olmadan Türkiye’ye satılmasının engellenmesinde de yaşanmıştır. Aşının Türkiye’ye aracı firma olmadan gönderilmesinin iktidar tarafından kabul edilmediği açığa çıkmıştır. Kısacası iktidar, yandaş şirketlerin çıkarı için halk sağlığını tehlikeye atmış, salgınla mücadele yerine sınıfsal karakterinin gereğini yerine getirerek sınıf çıkarlarını öncelemiştir.

Salgın, işçi sınıfı ve emekçi halkı doğrudan etkilemiştir. DİSK Araştırma Merkezi (DİSK-AR)’ın “2. Yılında Salgının İşçilere Etkisi” başlığıyla yayınladığı araştırma raporunda işçilerin yüzde 58’inin pandemi döneminde ev masraflarının arttığı, yüzde 26’sının ise bu görüşe kısmen katıldığı ifade edilmektedir. (11 Mart 2022)

Raporda; “İşçilerin yüzde 55’i pandemi döneminde borçlarının arttığını, yüzde 27’si faturalarını ödemekte zorlandığını, yüzde 25’i kredi kartı borcunu ödeyemediğini söyledi” denilmektedir. İşçi sınıfı yaşayabilmek ve geçinebilmek için harcamalarını azaltmış durumdadır. “İşçilerin yüzde 66.4’ü harcamalarını azalttığını, yüzde 49.6’sı ise daha ucuz besinlere yöneldiğini belirtmiştir. Araştırmaya katılan işçilerin yüzde 32.4’ü kredi kartlarını daha fazla kullandıklarını ifade etmişlerdir. İşçilerin pandemide aldıkları yardımın ana kaynağı aileleri oldu. İşçilerin yüzde 39’u ailesinden yardım aldığını beyan etmiştir. Kısa çalışma ödeneği ve ücretsiz izin ödeneği alanların toplam oranı yüzde 32.5 olmuştur” belirlemeleri de rapordandır.

Araştırma ayrıca Covid-19’un bir “işçi sınıfı hastalığı olduğu” gerçeğini teyit etmiş durumdadır. Araştırmada “işçilerin yüzde 46’sının kendisi veya çalışma arkadaşı Covid-19’a yakalandığı, işçilerin yüzde 30’u işyerinde Covid-19 vakası görülmesine rağmen işlerin durdurulmadığını, üretimin devam ettiğini belirtmiştir” deniliyor. (11 Mart 2022) İşçilerin Covid-19’a yakalanma oranının yüksek olmasının nedeni elbette salgının en yoğun döneminde bile üretimi sürdürme politikasıdır. Burjuvazi için önemli olan işçinin canı değil, ürettiği artı değerdir. Nitekim İSİG Meclisi, 11 Mart’ın ikinci yıldönümü vesilesiyle yaptığı yazılı açıklamada “Salgının ikinci yılında çoğu sağlık çalışanı en az 1.400 işçinin Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti“ği tespitine yer vermektedir.

Salgın sadece işçi sınıfı ve emekçi halkın katledilmesine ve yaşam koşullarının kötüleşmesine yol açmamış aynı zamanda yoksulu daha yoksul, zengini daha zengin yapmıştır. İsviçre Bankası Credit Suisse’nin 2020 Servet Raporu’na göre Türkiye’de 2020’de yani pandeminin en ağır döneminde dolar milyoneri sayısı 21 bin artışla 115 bin kişiye yükselmiş durumdadır. Yine nüfusun en zengin yüzde 1’lik kesiminin servetten aldığı pay yüzde 42.8’e yükselirken, yüzde 95’lik kesimin servet payı yüzde 37.8’de kalmıştır. Bunun anlamı Türkiye’de nüfusun % 1’inin servetin neredeyse yarısına el koyduğudur.

Forbes Dergisi’nin yayımladığı “Milyarderler Listesi”ne göre salgın sürecinde milyarderlerin sayısı dünya çapında 660 kişi artarak 2 bin 755’e yükselmiştir. Listede Türkiye’den de 26 isim yer almıştır. (Euronews, 6.4.2021) Kısacası işçi sınıfı, salgın döneminde de burjuvazinin kârına kâr katmak için sermayenin çıkarları doğrultusunda ölümüne çalıştırılmıştır. Salgın zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olmasına yol açmıştır. Gelir ve servet farklılığını daha da artırmış, eşitsizliği boyutlanmıştır. Bir yanda Saray’ın rant, yağma ve çökme zümresi; diğer yanda, on milyondan fazla işsiz, borçlu ve yoksul aile bulunmaktadır. “Çökme rejimi”nin salgın politikası, yolsuzlukları, açlığı ve yoksulluğu daha da derinleştirmiştir.

 

Ekonomik Kriz, İşsizlik, Yüksek Enflasyon ve Sefalet…

İşçi sınıfı ve emekçiler, salgınının da etkisiyle artık bir ekonomik kriz olmaktan çıkan, “ekonomik çöküş”e dönüşen koşullarda yaşam savaşı vermektedir. İşsizliğin çığ gibi büyüyüp on milyonları aştığı, çalışma koşulları ve yaşam standardının gözle görünür biçimde gerilediği koşullarda, yoksul halk pazarlarda arta kalan sebze ve meyve toplamak, fırınlardan yarı fiyatına bayat ekmek almak zorunda kalmaktadır.

Ekonomi, AKP-MHP faşist iktidarının elinde çöküşe giderken, her gün Türk lirasının değerinin düşmesi ve döviz kurunun yükselmesi, halkın sofrasındaki ekmeği daha da küçültmeye devam ediyor. Türkiye’de çalışanların yarısının asgari ücret aldığı koşullarda, asgari ücret erimekte, alım gücü düşmekte, yüksek enflasyonla birlikte hayat pahalılığı artmaktadır.

Bu gerçeği devletin resmi kurumları bile saklayamamaktadır. Devlet destekli kurumlar, enflasyonu yüzde 61.14 olarak açıklamak zorunda kalmıştır. Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) ise yüzde 114.87 olarak açıklamıştır. (3 Şubat 2022) Bu rakam, Nisan 2022 tarihinde ENAG tarafından yüzde 156 olarak revize edilmiştir. Bunun anlamı yüksek faturaların yanında, çarşı-pazarda yüksek enflasyon nedeniyle her ürüne zam yapılması, halkın alım gücünün düşmesidir. Bu duruma işsizlik de eklenince tablo tamamlanmaktadır. Nitekim DİS-KAR’ın “İşsizlik ve İstihdamın Görünümü-2021” raporuna göre gerçek işsiz sayısı, salgın öncesine göre 1.4 milyon artmıştır. Raporda, çalışma çağındaki 63.7 milyon kişinin sadece 19.7 milyonu kayıtlı ve tam zamanlı istihdamda görünmektedir. Geniş tanımlı işsizliğin 8.8 olduğu kaydedilirken, bu rakam gençlerde yüzde 43 olarak ifade edilmektedir. Her 100 kadından sadece 16.7’si kayıtlı ve tam zamanlı istihdama katılırken genç kadınlarda geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 54’tür. (24 Mart 2022)

Rusya’nın Ukrayna’ya işgal saldırısı, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ekonomik krizi derinleştirmiştir. Başta temel ihtiyaçlar olmak üzere bütün tüketim maddelerine getirilen zam ortadadır. İşçi sınıfına ve halka büyük bir yoksulluk ve yokluk dayatılmaktadır. Yapılan başka bir ankette insanlara “ekonomik krize karşı nasıl önlem aldıklarını” sorulmuş ve katılımcıların yüzde 50.3’ü yemek öğünlerini azalttığını ifade etmiş, zaman zaman aç kaldığını belirtenlerin oranı da yüzde 31 olmuştur. (MetroPOLL Araştırma Şirketi, 8 Nisan 2022)

İşçi sınıfının ve emekçi halkın gündemi çarşı-pazarda yaşanan öfkeli seslerden, ucuz ekmek kuyruklarında “biz bunları hak etmedik” söylemlerinden rahatlıkla anlaşılabilir. Hakim sınıfların bütün klikleri, kendi aralarında dalaşırken işçi sınıfı ve emekçi halk işsizlik, yoksulluk ve hatta giderek açlık tehlikesiyle karşı karşıyadır.

İşçi sınıfı ve emekçi halka yönelik bu çalışma ve yaşam koşullarının dayatıldığı koşullarda, faşist iktidar 2022 yılı için asgari ücreti 4.250 olarak açıklamıştır. Bizzat R.T.Erdoğan tarafından açıklanan asgari ücretin, son yılların en büyük zammını aldığı propaganda edilmiştir. Bunun büyük bir yalan olduğu, TL’nin değer kaybının sürdüğü ve yüksek enflasyonun olduğu koşullarda yaşananın asgari ücrete zam değil tam aksi olduğu açıktır. Nitekim 2021 Ocak’ta asgari ücret 385 dolarken, gelinen aşamada açıklanan 4.250 lira 275 dolara denk gelmektedir. TL’nin değer kaybının sürdüğü koşullarda bu rakamın daha da düşeceği görülmektedir. Kısacası işçi ve emekçilerin payına, açlık ve yoksulluk koşullarında yine sefaletle boğuşmak düşmüştür.

İşçi sınıfı ve halkın içine düşürüldüğü bu duruma çözüm olarak muhalif hakim sınıf partileri çare olarak “sandığı” göstermekte, en fazla “ana muhalefet” lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi simgesel olarak elektrik faturası ödememe “eylemi” yapmaktadır. K.Kılıçdaroğlu’nun bu “devrimci hamlesi”(!) bir hafta sonra faturayı ödeyerek sonlanmış olsa da faturalarını ödeyemeyen halk hala karanlıkta yaşamaktadır.

Bizzat Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez’in açıklamalarına göre 2020 yılının ilk 10 ayında 53 bin 840 elektrik ve 123 bin 657 doğalgaz abonesinin, faturalarını ödeyemediği için haklarında yasal işlem başlatıldığı; aynı dönemde 2 milyon 530 bin elektrik faturası, 579 bin 642 doğalgaz faturası ödenmediği için bu abonelere de geçici olarak kesinti uygulandığı ifade edilmiştir.

R.T.Erdoğan, Ukrayna saldırısı öncesinde Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda yaptığı konuşmada “Ülkenin kazancından hep birlikte faydalandığımıza göre, külfeti de beraberce omuzlayacağız” demiştir. (17 Şubat 2022) Bu “külfet”in ne olduğu son açıklanan rapor ve rakamlarla daha iyi anlaşılmaktadır.

Ülkede, doğalgazını ödeyemeyen hane sayısı 3 milyonun; işsiz sayısı ise 10 milyonun üzerine çıkmış durumdadır. Her 5 haneden 4’ü yoksulluk, her 2 haneden 1’i açlık sınırı altında yaşamaktadır. Külfeti çeken emekçi yoksul halk, sefasını yaşayan ise Saray iktidarıdır!

Üstelik bu rakamların son zamlarla birlikte daha da arttığı-artacağı kesindir. Nitekim bu ekonomik çöküş nedeniyle artık işçi ve emekçiler yoksulluk girdabında, borç sarmalı içinde intiharı seçmektedir.  İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 2015-2020 yılları arasında, 10 bin 94’ü erkek, 3 bin 281’i kadın, bin 155’i 18 yaş altı olmak üzere toplam 14 bin 530 kişi intihar etmiştir. (6 Eylül 2021)

 

İşçi Sınıfı ve Grevler: “Halkın Muhalefeti Siyasal Muhalefeti Geçti”

Emek Çalışma Topluluğu’nun yayınladığı rapora göre Ocak-Şubat 2022’de, 108 grev ve en az 17.000 eylemci işçi tespit edilmiştir. İşçilerin yanısıra bu süre içinde 8 Şubat kamu hastaneleri grevine 5 bin, 13 Şubat aile hekimlerinin grevine 1.500 emekçinin katılımını da eklersek 2022 yılının ilk iki ayında greve çıkanlarının sayısı 24 bine yaklaşmaktadır. Yani işçi sınıfı ve emekçiler, dayatılan çalışma ve yaşam koşullarına grevlerle yanıt vermektedir.

Kimi çevrelerce “halkın muhalefetinin siyasal muhalefeti geçtiği” şeklinde yorumlanan bu durum beraberinde, işçi sınıfının sahne almasını da getirdi. İşçi sınıfı, yüksek enflasyon ve fahiş zamlara karşı ücretlerinin artırılması ve sendikal örgütlenme hakkı için eyleme geçti. Faşizm ise bu ayağa kalkışa işten atma ve polis saldırılarıyla yanıt verdi. Genel olarak sendikasız işçilerin kendiliğinden eylemleri ya da sendikalar eliyle yapılan ve bazıları kazanımla sonuçlanan, kimisi ise sonuca vardırılmayan eylemler dikkat çekici olduğu kadar, işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu görmek açısından da öğreticidir.

Yaşanan grevler, pandemiyle birlikte işçi sınıfının değişimine ve çalışma koşullarına dair de belli bir fikir vermektedir. Emek Çalışmaları Topluluğu’nun (EÇT) raporlamasına göre; “26 günde yaşanan 1 yasal, 32 fiilî grev ciddi bir grev dalgası ile karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor. 7 vakayla dikkatimizi en çok kuryelere çekse de 8 vakayla İstanbul’daki çorap işçileri, 5 vakayla Antep’teki tekstil işçileri ve 5 vakayla metal işçileri diğer belirgin öbekler. BBC, Divriği Demir Madenleri, Trendyol, Alpin Çorap, Kıraç Metal gibi örneklerde işçiler net kazanımlar elde ettiler, diğer pek çok vakada patronların kazanım sözü üzerine grevlere son verildi, bir bölümü ise sürüyor ya da sonuçlarına dair net bilgi yok. Grev yapan işçi sayısının tespiti meşakkatli bir konu, ancak muhafazakâr bir tahminle 33 greve 6-7 bin civarı işçinin katılmış olduğunu söyleyebiliriz.” (Alpkan Birelma, 8 Şubat 22) Son olarak 12 Ocak-10 Şubat tarihleri arasında toplam 56 grev gerçekleştirilmiş durumdadır.

Bir örnek olması açısından Antep’te düşük zam ve çalışma koşullarına karşı işçilerin eylemleri yayılması verilebilir. Yaklaşık 240 bin işçinin bulunduğu Antep’te işçiler, 5 ayrı organize sanayi bölgesinde 2 Şubat-11 Şubat arasında 18 grev eylemi gerçekleştirmiştir. 10 eylem işçilerin kazanımı ile sonlanmıştır. (11 Şubat 22)

Yine EÇT’nin raporlamasında “2015’te 151, 2016’da 80, 2017’de 99, 2018’de 122, 2019’da 89 ve 2020’de 93 fiilî grev gerçekleştirilmiştir. Bir başka deyişle, 26 günde 2020 yılında yaşanan tüm fiilî grevlerin üçte biri kadar fiilî grev yapılmış oldu” denilmektedir. (8 Şubat 2022)

Bu işçi direnişlerinde kazanımla sonuçlanan Trendyol işçilerinin direnişi dikkat çekici olduğu kadar, önümüzdeki süreçte işçi sınıfı direniş ve eylemlerine dair fikir vermektedir. Trendyol işçilerinin filli ve meşru direnişi ve bu direnişin geniş bir toplumsal destek bularak kazanımla sonuçlanması, son derece önemlidir ve önümüzdeki süreçte işçi sınıfının direniş pratiğine yönelik son derece zengin derslerle doludur. Unutmamak gerekir ki; Trendyol gibi işletmeler, kapitalizmin neo-liberal politikalar aracılığıyla kapitalist sermayeyi iş kanunlarının işçilere verdiği kimi kısmi haklardan kurtarmak için “kendi işinin patronu ol” sloganı ile taşerondan bile daha aşağı duran bu çalışma biçimini yaygınlaştırmasının ürünüdür. Ve bu sektörde gerçekleştirilen filli ve meşru direniş, kitlesellik ve kararlılık patrona geri adım attırmıştır. Dahası Trendyol işçilerinin direnişi aynı sektördeki başka işçileri de harekete geçirmiş, onlar da direnişe geçmiştir. Bu bize önümüzdeki süreçte, kapitalizmin direniş-grevleri engellemek üzere işçi sınıfına yönelik çalışma-sömürü modellerinde yaptığı dizayna rağmen sınıfın fiili ve meşru direnişinin artacağını göstermektedir.

Trendyol işçilerinin fiili ve meşru direnişi, sendika bürokratlarına bel bağlamayan, kendi haklılığından ve meşruluğundan taviz vermeyerek, sokağı esas alan bir pratiğin kazandırdığına da iyi bir örnek oluşturmuştur.

Yine örneğin kurye işçilerin direnişi, pandemi nedeniyle büyüyen taşıma sektörünün, “esnaf kurye” adıyla işçileri nasıl bir sömürüye maruz bıraktığını; “kendinin patronu olmak” sloganıyla süslenen bu işkolunda kapitalizmin neo-liberal politikalarının nasıl vahşice hayata geçirildiğini de göstermiş oldu.

Diğer bir örnek olarak Migros Depo işçilerinin direnişinin altını çizmek gerekir. Trendyol, Yemek Sepeti vb. örneklerde olduğu gibi ama bu kez fiili olarak da halkın direnen işçilere yönelik desteği açısından önemlidir bu direniş. Direnişe destek vermek için, Migros mağazalarına giren grev destekçileri ajitasyonlarla halkı alışveriş yapmamaya davet etmişler ve bunları sosyal medyada paylaşmışlardır. Videolarda kasalarda ödeme yapan insanların torbalarını bırakıp mağazayı terk ederek destekledikleri de açıkça görülmektedir. Bu fiili destek eylemlerinin bir kısmı başta kadın örgütleri olmak üzere çeşitli kurumların faaliyetçileri tarafından örgütlense de daha sonra halkın örgütsüz kesimleri tarafından da gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Bu nokta, genel anlamda işçi sınıfının direnişinde ve Migros Depo işçilerinin grevinin başarıya ulaşmasında önemlidir.

Toplamda bu eylemlerin deyim yerindeyse bıçak kemiğe dayandığı koşullarda gerçekleştirilmiş olması değerlidir. Eylemlere damgasını vuran genel olarak kendiliğindenciliktir. Kimi eylemlere bazı sendikaların önderlik etmesi işin rengini değiştirmemektedir. Bu eylemler, rüzgarın işçi sınıfından yana esmeye başladığını göstermekle birlikte elbette henüz yetersizdir.

Son bir ayda gerçekleşen işçi direnişleri genel olarak “geleneksel” sendikaların dışında özellikle örgütsüz işçilerin harekete geçmesiyle yaşandı. Küçük küçük ama militan ve yaygın olan bu direnişlerin kimi sektörlerde kazanımla sonuçlanmasıyla önemli bir yerde durmaktadır. Ekonomik krizin etkisiyle önümüzdeki süreçte işçi sınıfının eylemlerinin daha da artacağı öngörülebilir.

Kuşkusuz kimi işçi eylemlerinin kazanımla sonuçlanmış olması önemlidir. Küçük de olsa bir kazanım elde edebilen her işçi direnişi, katılımcılarında olumlu izler bırakmaktadır. İnsanlar eylemden öğrenir, eylem sayesinde dönüşür, bir düzeyde sınıf bilinci kazanır. İşçi sınıfının kitlesel düzeyde bilinçlenmesi için bu eylemlerin önemi ortadadır. Diğer her şey bir yana son sürecin en önemli kazanımı budur.

2022 yılının başlangıcında işçi sınıfının gerçekleştirmiş olduğu eylemler yeni bir fırtınanın habercisidir. İbrahim Kaypakkaya, kendi tarihsel koşulları içerisinde İstanbul’da gerçekleştirilen işçi sınıfı eylemlerini şu ifadelerle değerlendiriyordu -bu değerlendirme bugüne de ışık tutmaktadır-: “İşçi sınıfı mücadelesinin kabaran dalgaları yeni bir fırtınanın habercisidir. İşçi sınıfıyla kaynaşmak, onun öğretmeni olmadan öğrencisi olmak, işçi sınıfının somut taleplerini ve ihtiyaçlarını derinlemesine kavramak, işçi sınıfı içindeki devrimci propagandayı yoğunlaştırmak ve bunu halk savaşı yoluna tabi kılmak, işçi-köylü ittifakı için çalışmak özellikle önem kazanmaktadır.” (İbrahim Kaypakkaya, 2 Mart 1971, Bütün Eserleri, s. 136)

 

Kadınlar, Katledilme ve Derinleşen Sömürü Kıskacında

Ekonomik, politik ve toplumsal olarak bu tabloyu çizerken, diğer yandan bu tabloyu daha ağır bir şekilde yaşayan kesimler de var. Tablonun doludizgin yol verdiği ataerkil sistemin katliam boyutuna varan cinayetleri, boynuna katbekat doladığı sömürü zinciri kıskacındaki kadın ve LGBTİ+’lar ve de gelecek umudunu tükettiği, okuduğu okulların bir karşılığının olmadığı, yurtdışı ve intihar “seçenekleri” arasında gidip gelen halk gençliğidir.

Kadın ve LGBTİ+’lar için çalışma yaşamına katılma zorluğu bu dönemle birlikte daha da büyümüştür. Dünya Bankası verilerine göre Türkiye, 2019 yılında kadınların işgücüne katılımı bakımından 200 ülke içinde en düşük orana sahip 25 ülke içerisindedir. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)’ye göre Türkiye’de kadınların istihdama katılım oranı üye ülkeler içerisinde en sondadır. İzlanda’da yüzde 77, Almanya’da yüzde 73 ve OECD ortalaması da yüzde 59 düzeylerindeyken, Türkiye’de bu oran sadece yüzde 26-29’dur (OECD, 2021).

Öte yandan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’ya göre, kadın-erkek istihdam oranları arasındaki farka bakıldığında, kadınların istihdam oranının erkeklerin yarısından daha az olduğu (yaklaşık yüzde 47) görülmektedir. (World Bank, 2021). Bu oran MENA ülkelerinde yüzde 30 iken, OECD ülkeleri ortalamasında ise yüzde 77’dir. İşgücü piyasasındaki genel görünüme bakıldığında, toplam nüfusun yarısını oluşturan kadınların işgücüne katılım ve istihdam oranının çok düşük düzeylerde kaldığı görülmektedir.

Ekonomik kriz ve pandemi koşullarının gerek kadınların işgücüne katılımı ve gerekse de işyerlerinde yaşadıkları sorunları daha da artırdığı anlaşılmaktadır. COVID-19 salgınının yol açtığı ekonomik zorlukların kadınların işgücü piyasasındaki dezavantajlı konumlarını daha da gerilettiği ortadadır. Yani ekonomik krizin yıkıcı etkisinin kadınlar üzerinde daha fazla etkili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bunun yanı sıra, kadın istihdamı meselesinde dikkat edilmesi gereken yegâne sorun, kadının işgücüne katılımının yetersiz olması değildir. İşgücüne katılan kadınların yoğunlaştığı başlıca iktisadi faaliyet kolları ve çalışma yaşamında yer alma şekilleri de aynı derecede önem arz etmektedir. Zira kadınların işteki durumu ile faaliyette bulundukları alanlar, istihdam edildikleri işlerin kalitesi ve buralardan elde ettikleri kazanç da önemli ipuçları vermektedir.

Kadınlar, Türkiye koşullarında sadece belirli faaliyet kollarında yaygın olarak iş bulmaktadır. Kadınların yüzde 50’sinden fazlası hizmetler sektöründe, yüzde 25’i tarım sektöründe ve yüzde 15’ine yakını da sanayi sektöründe çalışmaktadır. Hizmet sektöründe çalışan kadınların büyük bir bölümü ise eğitim ve insan sağlığı ve sosyal hizmet faaliyetleri ile toptan ve perakende ticaret alanlarında istihdam edilmektedir. Kadınların yüzde 16’lık bir kısmı ise imalat sanayinde istihdam imkânı bulmaktadır.

Kadın istihdamının yüzde 25’inin bulunduğu tarımdaki kadınların yüzde 75’i ise ücretsiz aile işçisi olarak istihdam edilmektedir. Bir diğer ifade ile tarımsal alanda kendine iş olanağı bulan kadınların dörtte üçü ücretsiz aile işçisidir. Bu büyük bir orandır ve bu kadınların emek sarf ettikleri bir faaliyet neticesinde herhangi bir gelir elde edemediklerinin ve hane gelirine bağımlı kaldıklarının bir göstergesidir.

Öte yandan, kayıt dışı istihdam da kadınlar arasında yaygındır. TÜİK’in yayımladığı verilere göre Türkiye’de 2019 yılında tam zamanlı ve yarı zamanlı istihdam edilen 8.9 milyon kadının yaklaşık 3.8 milyonu ve 2020 yılında ise 8.3 milyon kadının yaklaşık 3.1 milyonu kayıt dışı olarak çalışmaktadır. Özellikle bu durum tarım sektöründe çok daha yaygın bir şekilde yaşanmaktadır. Öyle ki, tarımsal faaliyetteki kadınların neredeyse tamamına yakını (yüzde 95’ler düzeyi) kayıt dışıdır. Tarım dışı sektörlerdeki çalışan kadınların ise sadece dörtte birinin kayıt dışı olduğu görülmektedir. (Doç. Dr. Ayşe Aylin Bayar, “İşgücü Piyasasında Kadınların Yeri ve Politika Önerileri”, 17 Kasım 2021 makalesinden yararlanıldı.)

Bu gerçeklik, kadınların ön planda olduğu ya da Farplas direnişinde olduğu gibi doğrudan kadın işçilerin örgütledikleri grevlerin, direnişlerin militanlık seviyesine de yansımaktadır. Kadın işçilerin aile, çocuk, ataerkil normlar vb. zincirleri kırarak katıldıkları bu zorlu süreçlerde, en ön saflarda yer almasının önemi bir kat daha artmaktadır.

Özellikle ataerkil sistemin geleneksel rollerini bireysel ya da toplumsal olarak reddeden kadınlar ve zaten başlı başına bu rollerin dışında olan LGBTİ+’lara yönelik şiddet ve cinayetlerin artışı bu tabloyu tamamlamaktadır.

Nitekim geride bıraktığımız süreçte kadın ve LGBTİ+’lara yönelik katliamların ve nefret söylemlerinin artarak sürdüğüne çokça tanık olduk. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre 2021 yılında 280 kadın katledilmiş, 217 kadın ise şüpheli bir şekilde ölü bulunmuştur. (4 Ocak 2022) 2022 yılının ilk iki ayında ise 98 kadın öldürülmüştür. Faşizmin bir gece kararnamesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi dahi tek başına sistemin kadın ve LGBTİ+’lara yönelik bakışını özetlemektedir.

 

Gençliğin Geleceğini Çalanlar, Umudunu Dahi Yok Etmeye Devam Ediyor

Geride bıraktığımız süreç, halk gençliğinin geleceğinin hakim sınıflar tarafından nasıl çalındığına dair örnekleri de içinde barındırıyor. Bu durum beraberinde halk gençliğinin gelecek kaygısı yaşamasına neden olmakta, büyük bir gençlik kitlesi çareyi yurtdışına çıkmakta bulmaktadır. Araştırmalara göre gençlerin yüzde 76’sı yurtdışında yaşamak istediğini ortaya koyuyor; her iki gençten biri mutlu olmadığını ifade ederken, yüzde 77’si işe alımlarda torpilin yetenekten daha etkili olduğuna inanıyor. (Yeditepe Üniversitesi, MAK Danışmanlık, “Gençlik Araştırması)

Gençlerin neden ülkede yaşamak istemedikleri geride bıraktığımız yıl üniversite öğrencilerinin karşı karşıya kaldığı barınma ve burs sorununa ilişkin R.T.Erdoğan tarafından “Ya elinize dilinize dursun ya” (19 Eylül 21) bedduasında bulunması ve “Son günlerde üniversite öğrencileriyle alakalı çok çirkin bir kampanya sürdürülüyor. Ülkemizde iktidara geldiğimizden bu yana yurt kapasitelerini hiçbir dönemde olmadığı kadar tırmandırdık. Neredeyse 1 milyona yakın yurt kapasitesine sahip olan bir iktidarız. Bunu görmeden hiç ilgisi alakası olmayan kişileri bankların üstüne yatırarak, ‘Yurt yokmuş’ denilerek kampanyalar sürdürüyorlar. Yalan söylüyorsunuz, hayatınız yalan. Bizim yurtlarımız ortada. Kapasitemiz ortada. Bu yurtlarımızda biz 2 veya 3 kişilik odalarda öğrencilerimizi ağırlıyoruz” açıklamasında bulunarak öğrencileri hedef göstermesinden de rahatlıkla anlaşılabilir. (25 Eylül 2021)

Üniversite öğrencilerinin yakıcı biçimde karşı karşıya olduğu barınma ve burs sorunu, bir kez daha devlet örgütlenmesinin, halkın çıkarları için değil bir avuç asalağın çıkarları için kullanıldığını göstermektedir. Doğayı talan eden, yeşil bulduğu her alana dozer sokan, dere yataklarını betonla dolduran, “yol yaptık, konut inşa ettik” diye propaganda yapan iktidar, somut sorunlar karşısında çözüm üretmek yerine yine bildik şekilde hamasete başvurmakta ve üniversite öğrencilerini suçlayarak, haklı ve meşru taleplerini dile getirenleri “terörist”likle suçlamaktadır.

Halk gençliğinin gelecek umudunu yitirmesi genç intiharlarının artışını da gündeme getirmektedir. Ekonomik krizin yükselişiyle beraber geçinemeyenlerin, borç yükü altında ezilenlerin vb. intiharı bir “seçenek” olarak görmesi bir gerçekken, bu “seçeneğin” giderek daha genç kesimler tarafından kullanılması da önemli bir işarettir. Yönetenler, yoğunluklu intihar yaşının 15-24 yaş aralığında olmasını “ergenlik” olarak açıklamaya çalışılsalar da intiharın yoksul genç kesimlerde yoğunlaşması esas etmenin bugüne ve elbette geleceğe dair umudun kalmayışı olduğunu göstermektedir. TÜİK’in, 2017’den bu yana intihar verilerini “ölüm istatistikleri” kapsamında açıklamaya başlamış olması yani verilerin sansürlenmesi intiharlardaki, özellikle de genç intiharlarındaki artışı gizlemeye yetmiyor. Hatta 10 yaşından genç yetişkinlere kadar tüm yaş gruplamalarında intihar, ölüm nedenleri arasında ikinci sırada yer alıyor.

Örgütlü devrimci gençlik hareketinin genç kesimlere ulaşabilmesindeki handikaplar üzerine de düşünmek gerekir. Kadın ve LGBTİ+’ların doğrudan somut gündemleriyle yarattığı hareket gibi bir gençlik hareketi yaratılmadığı durumda devrimin geleceği olan gençlerin giderek yurtdışı-intihar arasında kaybolmaya devam edeceği açıktır. Bu noktada eylem ve etkileri kampüsün dışına çıkan Boğaziçi direnişi ve “cemaat yurdundaki” baskılar nedeniyle intihar eden Enes Kara özgülündeki hareketlilik önemlidir. Mesele gençliğin sokağa sırtını dönmüş olması değil, sokağın halk gençliğini kucaklayıp kavrayacak gündemlerle kullanılmamasıdır.

 

Doğa ve Çevreye Yönelik Rant-Talan Saldırıları Sürüyor

Kapitalist sömürünün, doğaya ve çevreye yönelik yağma ve talanın son hızla sürdürüldüğü bir süreci geride bıraktık. Geçtiğimiz yıl bu sömürünün, yağma ve talanın son örneklerini yaşadık. Türkiye, sel ve orman yangınlarına sahne oldu. Sel ve orman yangınları, yüzlerce insanın hayatını kaybetmesine, binlerce hayvanın ölmesine, milyonlarca bitkinin yanmasına neden oldu.

Batı Karadeniz’de ve özellikle Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde yaşanan sel felaketi, AKP-MHP iktidarının gelinen aşamada Türkiye halkı açısından “bir güvenlik sorunu” haline geldiğinin somut örneğini oluşturdu. Sel felaketi sırasında ve sonrasında yaşananlar, TC’nin içinde bulunduğu durumu göstermesinin yanında, halkın “kaderiyle” baş başa bırakılması ve aradan geçen zamana rağmen halen gerçek kayıpların açıklanmamasına neden oldu. Faşizm, halka karşı tam bir suç makinesi gibi çalışmakta; dahası yandaş medya aracılığıyla manipülasyona başvurmakta, gerçekleri tersyüz etmektedir.

Yaşanan orman yangınları ve sel felaketlerinin nedenini sadece “iklim değişikliği”ne bağlamak yanıltıcıdır. Dahası bu, Bozkurt ilçesinde de görüldüğü üzere gerçek sorumlu ve suçluların üzerini örtmeye yaramaktadır. Elbette son yıllarda giderek artan “doğal afet”lerin nedeni “iklim değişikliği”nden bağımsız değildir. Ancak “iklim değişikliği” bir sonuçtur ve bu sonucu yaratan da emperyalist kapitalist sistemdir.

Aşırı kâr hırsına dayalı kapitalist sistem, dünya çapında bu türden tehlike ve sonuçlara yol açarken, ülkemizde de bu değişikliğin etkisi görülüyor. Ancak bu etkiler, TC’nin halk düşmanı faşist karakteri nedeniyle daha ağır sonuçlara yol açıyor. Örneğin sıcaklarla birlikte orman yangınlarının çıkacağı bilinmesine rağmen devlet, olası orman yangınları için hiçbir hazırlık yapmıyor. “İtibardan tasarruf olmaz” denilerek Saray’a 13 uçak alınırken, orman yangınlarıyla mücadele edecek yangın söndürme uçağı bulunamıyor. Sonradan elde olanların da hangarlarda çürümeye terk edildiği anlaşılıyor.

Faşizm, orman yangınlarını söndürmek bir yana “krizi fırsata çevirerek” bir yandan yanan bölgeleri imara açma diğer yandan ise yangınların sorumlusu olarak Kürt halkını gösterme yoluna gidiyor. Irkçılığı ve şovenizmi körükleyerek iktidarının devamını sağlamayı amaçlıyor. Kendi sorumluluğunu gizlemek için yangınların çıktığı bölgelerdeki yerel sorumluları suçluyor.

Öyle ki, AKP-MHP, orman yangınlarını söndürmedeki başarısızlığını değil bu başarısızlığın tartışılıyor olmasını sorun ediyor.

Faşizmin halk düşmanı bir rejim olduğu ve dezenformasyon kampanyalarına başvurduğu sadece orman yangınlarında açığa çıkmadı. Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde yaşanan ve tam bir katliama dönüşen felakette de ortaya çıktı. Yağma ve talan uğruna nehir yatağına kurulmuş bir ilçeden bahsediyoruz. Merkezi ve yerel yöneticiler, dere-nehir yataklarına imar izni verdikleri müddetçe bu türden katliamların yaşanması doğaldır! Bu nedenle Bozkurt’ta yaşanan bir “doğal afet” değil tam aksine “yağma-talan ve çökme” düzeninin doğal sonucudur. R.T.Erdoğan bu katliam karşısında “Amerikası, Rusyası yangınların altından hala kalkamadılar. Hamdolsun biz 20 günü bulmadan kurtulduk” açıklaması yapabilmektedir.

Greenpeace tarafından yayımlanan bir rapor Türkiye’nin emperyalistler açısından nasıl bir “çöp tenekesi” olduğunu gösterdi. Yayımlanan raporda, İngiltere’deki plastik atıkların yaklaşık yüzde 40’ının Türkiye’ye ihraç edildiği ve yasadışı yollarla toplanıp yakıldığı ifade edildi. Rapora göre 2020 yılında Türkiye’ye ihraç edilen plastik atıkların 210 bin tonu bulduğu belirtilirken, araştırmacılar, atıkların Türkiye’de geri dönüştürülmek yerine, bir kısmının yollara, tarlalara ve su kaynaklarına atıldığını ve buralarda yakıldığını tespit ettiler. (BBC, 17 Mayıs 2022) Yani Türk egemen sınıflarına ve onların siyasi sözcüsü AKP iktidarına ülkeyi kendi atıklarıyla kirletmek yetmemekte, İngiltere’nin çöpünü de ihraç ederek ülkeyi dev bir çöplüğe dönüştürmektedirler.

Öte yandan orman yangınları, sel katliamı ve ülkeyi çöp yığınına çevirme karşısında meselenin sadece AKP ile ilgili olduğu propagandası da yanlıştır. Sorun, sistem sorunudur ve AKP öncesinde ve AKP iktidarı sırasında yaşanmıştır ve sonrasında da yaşanmaya devam edecektir. Sistem değişmediği müddetçe, halk ve tüm canlılar doğal afet adı altında katledilmeye devam edecektir.

 

Önümüzdeki Sürecin Önemli Bir Gündemi: Sığınmacılar!

Son süreçte ön plana çıkan gündemlerden biri de sığınmacılar olmuştur. Türkiye’de kaç sığınmacının var olduğu bilinmemekle birlikte 5 ila 10 milyon arasında rakamlar telaffuz edilmektedir. TC devleti, sığınmacıları “mülteci” statüsünde değerlendirmemektedir. Faşizmin sığınmacılar konusundaki tavrı da ikiyüzlüdür. Suriye iç savaşında cihatçı çeteleri destekleyip, milyonlarca insanın göç etmesine neden olanlar, bir yandan sığınmacıları Avrupa Birliği’ne karşı “pazarlık” unsuru olarak kullanılıp milyarlarca Euro’luk rüşvet almakta, diğer yandan sığınmacıları ucuz iş gücü olarak güvencesiz bir şekilde çalıştırmaktadır.

Bir yandan “onlar misafirimiz” diyerek sığınmacıları sahiplenir görüntüsü verirken öte yandan ucuz iş gücü olarak kullanıldığını da ifade etmektedir. Nitekim AKP’li Özhaseki: “Sığınmacılar bazı şehirlerde sanayiyi ayakta tutuyor. İşçi bulamıyorlar, bu adamlar çalışıyor” açıklamasında bulunmaktadır. (27 Temmuz 2021) Yine İçişleri Bakanı S.Soylu katıldığı bir TV programında Türkiye’de 3 milyon 762 bin Suriyeli sığınmacı olduğunu, 200 bin 950 kişinin TC vatandaşı olduğunu belirterek “Fabrikanda Suriyeliyi çalıştır, sömür, sigortasını yaptırma. Sonra ayak ayak üstüne at, ‘ne olacak bu Suriyelilerin hali’ de. Bir milyon insan gidecek. Kim isyan edecek biliyor musun? O iş sahipleri” açıklamasında bulunmuştur. (5 Mayıs 2022) Yani ülkenin iç işleri bakanı sığınmacıların kaçak ve sigortasız olarak çalıştırıldığını itiraf etmektedir.

Sığınmacılar ucuz iş gücü olarak sömürüye tabi tutulurken diğer yandan ise bir şantaj aracı olarak kullanılmaktadır. Çok değil birkaç yıl önce sığınmacıların Avrupa’ya gönderilmek için kullanıldığı, bizzat devlet örgütlemesiyle otobüslerle sınırlara taşındığı bilinmektedir. Avrupa emperyalistleri, TC devletinin bu şantajını görmüş ve kesenin ağzını açıp Türkiye’yi “sığınmacılar için bir hapishane” olarak kullanmaya başlamıştır.

TC devleti daha kuruluşundan itibaren emperyalizmin yarı sömürgesi olarak hareket etmiştir. Bulunduğu bölgede hem kendi halkına hem de bölge halklarına yönelik emperyalizmin jandarmalığını yapmıştır. Bu görevi karşılığında da emperyalist merkezlerden onay almış, mali ve askeri bağımlılığını sürdürmüştür. Son gelişmeler, bu gerçeği bir kez daha teyit etmiş görünmektedir.

Örneğin AB emperyalizmi temsilcilerinin Nisan 2021’deki Ankara ziyareti, TC’nin bu niteliğini göstermiştir. AB emperyalizmi bir kez daha TC’ye arka çıkmıştır. Times gazetesi, 6 Nisan 2021’de Ankara’da AB liderleri ve R.T.Erdoğan arasındaki görüşmede, AB’nin yeni göç dalgasını önlemek için Türkiye’ye daha fazla para teklif ettiğini yazmıştır. TC, 6 milyar dolar karşılığında sığınmacıları ülkede tutmayı kabul etmiştir. Yani AB emperyalistleri parayı bastırmış ve istediklerini almışlardır. Bu paranın sığınmacılar için harcanmayacağı, yandaşların cebini dolduracağı açıktır. Emperyalistler, para karşılığında TC faşizmini parayla “sınır başçavuşu” olarak konumlandırmış, bunun karşılığında ise faşizme “İstanbul’dan Diyarbakır’a, Metîna’dan Efrîn’e kadar nerede ne yaparsan yap” iznini vermişlerdir.

Emperyalistlerden destek alan faşizm, içeride sığınmacıları konumlandırırken sınır dışında da Rojava ve Irak Kürdistanı’na yönelik işgal ve ilhak saldırılarını sürdürmektedir. TC, bu saldırganlığında öyle pervasız davranmaktadır ki örneğin İçişleri Bakanı S.Soylu, işgal altındaki Efrîn ve Ezaz’ı ziyaret etmekte ve “bundan sonra yaya olarak Irak ve Suriye’ye gideceğiz” açıklamasında bulunabilmektedir.

Son süreçte hakim sınıf partilerinin birbiri ardına başta Suriyeli olmak üzere sığınmacılara yönelik yaptıkları açıklamalar da dikkat çekicidir. Bir kontrgerilla unsuru olduğu tartışmasız olan Ümit Özdağ adlı ırkçı faşistin yapmış olduğu açıklamalar, TC’nin önümüzdeki süreçte sığınmacılar üzerinden provokasyonlar örgütleme potansiyeline işaret etmektedir. Seçim süreci yaklaştıkça her renkten hakim sınıf partisi, sığınmacılar üzerinden “seçim çalışması” yapacaktır. Dahası sığınmacılara yönelik kontrgerilla kaynaklı ırkçı şoven saldırılar, pogromlar düzenlenmesi de ihtimal dahilindedir. TC devletinin tarihi değerlendirildiğinde bu türden saldırıların sıklıkla gerçekleştirildiği bilinmektedir.

Nitekim 11 Ağustos 2021’de Ankara Altındağ’da Suriyeli sığınmacılara yönelik gerçekleştirilen ırkçı faşist saldırı, bu tehlikenin bir örneğini oluşturmuştur. Suriyeli sığınmacılar başta olmak üzere, sığınmacılara yönelik artan faşist ve ırkçı saldırıların sorumlusu sadece iktidar sahipleri değildir. İktidarı ve muhalefetiyle bütün burjuva hakim sınıf partileri saldırılardan sorumludur.

Altındağ’daki ırkçı saldırıdan AKP’nin 10 yıldır kendi çıkarları için kullanageldiği sığınmacı sorununun yarattığı tepkiden kendi çıkarları için faydalanabileceğini düşünen başta CHP olmak üzere bütün düzen içi muhalefet de sorumludur. Yaşanan ırkçı saldırı, bu çevrelerin yükselttiği demagojik söylem ve açıklamalar eşliğinde kontrgerillanın asparagas haberleriyle örgütlenmiştir. Saldırının planlı ve kontrollü bir kontrgerilla eylemi olduğu, kışkırtmalar sonunda göstere göstere yapıldığı ve dahası önümüzdeki süreçte yaşanacakların bir provası olduğu açıktır.

Bu saldırı tıpkı 7 Haziran seçimleri sonrasında HDP’ye karşı başlatılan “çöktürme hareket planı” gibi, 15 Temmuz darbe girişimine karşı yapılan “karşı darbe” gibi yeni süreçte AKP-MHP faşist iktidarının politikası olarak şekillenmektedir. Bu gerçeği bir zamanlar kontrgerilla aparatı olarak hizmet veren Sedat Peker de ifşa ve itiraflarında ifade etmektedir.

Faşizm Altındağ’daki saldırıda, başta Kürt halkı olmak üzere, kendisine karşı muhalefet eden herkesi sindirmek için sığınmacılar gibi “kullanışlı bir aracı” kullanmış ve bunda da başarılı olmuştur. Önümüzdeki süreçte bu türden ırkçı saldırıların artması kuvvetle muhtemeldir. Linç kültürü, ırkçılık ve şovenizm, faşizmi güçlendirecek ve iktidarını sağlamlaştıracaktır. Hedeflenen budur.

Faşizmin bu türden saldırılarına karşı çıkmak, başta sığınmacılar olmak üzere her kesime ve çevreye yönelik ırkçı, şovenist saldırganlığın karşısında olmak devrimci bir görevdir.

Sığınmacılara karşı yaklaşım, devrimci hareket açısından bir turnusol kağıdıdır. Suriyeli sığınmacıların bölgedeki savaştan kaçmasının birinci dereceden sorumlusu TC faşizmidir. Suriye iç savaşına önce desteklediği çetelerle dahil olan, onlara her türlü lojistik desteği sunan ardından da bizzat kendi askeriyle işgal eden TC devletinin bu politikasına karşı çıkmayıp destekleyenler, sessiz kalanlar bugün sığınmacılardan şikayet etmektedirler. Açıktır ki, Suriyelilerin Türkiye’de olmasının nedeni, Türkiye’nin Suriye’de olmasıdır.

Önümüzdeki süreçte başta Suriyeli sığınmacılar olmak üzere, göçmen ve mültecilere yönelik ırkçı ve faşist saldırıların artacağı öngörülmelidir. Sosyal medya araçları kullanılarak sığınmacılara yönelik ırkçı ve ayrımcı paylaşımların sistemli ve planlı bir şekilde yürütülüyor olması, hakim sınıflar eliyle toplumda yaratılan ırkçılık ve şovenizmin ne boyutta olduğuna dair işarettir. Irkçılık ve şovenizmle mücadele etmek, Suriyeli sığınmacılar, diğer mülteci ve göçmenlere karşı ırkçı ve şoven saldırılara karşı durmak, faşizmin üzerinde yükseldiği zeminin ortadan kaldırılmasına hizmet edecektir.

 

Çökme Rejimi!

2021 yılında TC’nin tam bir çökme rejimi olduğunu gösteren birçok örnek yaşanmıştır. Bu örnekler çökme kelimesinin iki anlamıyla yaşandı. Birincisi AKP-MHP faşist iktidarı giderek sıkıştı. Ekonomik kriz, faşist ittifakı çökme aşamasına getirdi. Elbette rejim kendiliğinden çökmeyecektir. Nitekim çökme aşamasına gelmesi muhalif hakim sınıf kliğini de harekete geçirmiş ve yeniden restorasyon için harekete geçmesine neden olmuştur. Faşizmin burjuva muhalefet eliyle “güçlendirilmiş parlamenter sistem” önerisi adı altında restorasyonuna ayrıca değineceğimizi ifade ederek, “çökme” rejimini örneklendirelim;

“Çökme rejimi”nin en iyi görüldüğü pratiklerden biri olarak, faşist iktidarın faiz indirimiyle döviz kurunu yükseltmesi, ardından ise hazine garantisi vermesiyle döviz kurlarını sabitlemesiyle yaşandı. Türk lirasının döviz kuru karşısında değer kaybıyla başlayan gelişmeler, iktidarın döviz hesaplarına hazine garantisi vermesiyle sonuçlandı. Önce hazinenin 128 milyar dolarının iç edilmesi, ardından ise bir gecede büyük bir vurgun yapıldı. Kısacası devlet, kendi vatandaşını dolandırdı. Bunu da açık açık ifade etti.

Örneğin Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati: “15 liradan, 16 liradan, 17 liradan dolar alanlar büyük finansörler değil. Büyük finansörler, bu işin bir şekilde döneceğini bilir. Ama çarpılan kim oldu? Küçük yatırımcılar” demektedir. (24 Aralık 2021)

Halkı soyan ve soyduğuyla kalmayıp, bununla övünen halk düşmanlarıyla karşı karşıyayız. İktidar, ekonomik spekülasyonla alt-orta sınıfların birikimlerine vurgun yaparak onlara yüksek kurdan döviz satmış, yüksek enflasyon ve ağır vergiler altında ezilen halka karşı son bir vurgunla çökme ekonomisini sürdürmüştür.

İkincisi, faşist diktatörlüğün dört ayda bir Merkez Bankası Başkanı değiştirdiği koşullarda, emperyalist mali sermayeye göbekten bağılı ekonomi daha da bağımlılaşmıştır. Bunu rejimin kendi kurumları bile açık açık ifade etmektedir. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 2020 yılı son çeyreğine ilişkin dış borç stoku verileri, borç yükünün ağırlaştığını ortaya koyarken, ekonomideki krizin vahametini de gözler önüne sermektedir. Bakanlığın açıklamasına göre bir önceki dönem 435.1 milyar dolar olan TC’nin brüt dış borç stoku, yüzde 3.5 artışla 450 milyar dolara yükselmiştir. Bu dış borç, milli gelirin de yüzde 62.8’ine denk düşmektedir. Net dış borç stoku ise önceki dönemki 262.2 milyar dolarlık değerine kıyasla yüzde 2.5 artarak yüzde 268.9’a çıkmıştır. Bunun milli gelire oranı ise yüzde 37.5 olmuştur. Bu rakamların anlamı Türkiye halkının sadece bu gününün değil geleceğinin de emperyalistler ve Türk hakim sınıflarınca çalınmış olmasıdır.

Faşizmin başta “beşli çete” olmak üzere en üstten en alta kadar kendi yandaşlarını kayıran politikaları, ihale ve teşvik dağıtımları tam bir yolsuzluk ve hırsızlık ekonomisi yaratmıştır. AKP-MHP temsilcilerinin tıpkı Osmanlı Devleti “arpalık”larında olduğu gibi yüksek maaşlar almalarının sağlayacak banka yönetim ve denetim kurulu üyeliklerinde görev alma uygulaması genişletilerek sürdürülmüştür. R.T.Erdoğan’a koşulsuz biat eden bürokratlar aynı anda üç-beş yerden yüksek maaş almaktadır. Sadece üst düzey bürokratlar değil rejimle şu ya da bu şekilde ilişkilenenlerin lüks hayatları, para balyaları, uyuşturucu bağımlılıkları gündeme gelmektedir. Ekonomik çöküşün yanında tam bir yozlaşma ve çürüme söz konusudur.

AKP-MHP iktidarı, temsilcisi olduğu hakim sınıfların çıkarları için kendi yandaşlarına her türlü imkan ve olanak yaratırken, işçi sınıfına ve halka yönelik faşist saldırganlığı tırmandırmıştır. Kürt hareketine ve onun legal kurumlarına yönelik saldırılar, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldığının ilan edilmesiyle kadın hareketinin kazanımlarına yönelik saldırılar, gençliğin Boğaziçi Direnişi’nde olduğu gibi faşist saldırganlığa maruz bırakılması, LGBTİ+ hareketinin sapkın ilan edilmesi, Alevilere yönelik sistemli baskının sürdürülmesi vb. devam ettirilmiştir.

 

Sınıfsal Bir Tercih Sözkonusudur!

AKP-MHP’nin ve özellikle R.T.Erdoğan’ın izlediği ekonomi politika bilinçli ve sınıfsal bir tercihtir. İktidar izlemiş olduğu politikayla, bir avuç yandaşı zengin ederken geniş kitlelerin yoksullaşmasına, emeğin sefalet ücretine mahkum edilmesine çalışmaktadır. Bir avuç halk düşmanı, zenginlik ve lüks içinde yüzerken, geniş kitleler ağır bir sefalet, yoksulluk koşullarına mahkum edilmektedir.

Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu kriz hali, yapısaldır ve 2017’de başlayan ekonomik krizin devamıdır. Sanıldığının aksine ekonomik krizin nedeni R.T.Erdoğan değildir. Elbette krizin derinleşmesinde, işçi sınıfının ve emekçi halkın yoksullaşmasında, kitlelerin açlık tehlikesiyle yüz yüze kalmasından R.T.Erdoğan-AKP iktidarı sorumludur. Ancak yaşanan ekonomik krizin arkasında Türkiye ekonomisinin yapısal durumu vardır.

Türkiye ekonomisi, emperyalist mali sömürüye bağımlı bir yapıya sahiptir. Bu durum beraberinde ekonominin emperyalist mali sermayeye bağımlılık temelinde dönem dönem krize girmesine neden olmaktadır. Türkiye ekonomisinin emperyalist mali sermaye girişlerine bağımlı olması beraberinde emperyalist mali piyasalarda yaşanan kriz ve gelişmelerden doğrudan etkilenmesine neden olmaktadır. Bu durum, ekonominin yüksek dış borç ve ithalata bağımlılığıyla birleştiğinde, ekonomik sistemin oldukça kırılgan olmasına yol açmakta, emperyalist mali sermayenin sömürü ve rantına açık olmasını doğurmaktadır.

“Türk usulü Başkanlık rejimi” olarak tanımlanan “tek adam” yönetiminde ve faşist diktatörlük koşullarında, “bir şirket gibi yönetilen” Türkiye ekonomisi, emperyalist mali sermayeye bağımlılık temelinde, her türlü hırsızlığın, yağmanın, kayırmacılığın, yolsuzluğun yapıldığı koşullarda iflas etmiş durumdadır.

R.T.Erdoğan’ın temsilcisi olduğu sınıflar lehine ülkeyi bir şirket gibi yönettiği bilinmektedir. R.T.Erdoğan her fırsatta bu gerçeği ifade etmektedir. Örneğin “Balıkesir Ekonomi Ödülleri 2015 Töreni”nde iş insanlarına şöyle sesleniyordu: “Sizler bir iş adamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir.”

Gelinen aşamada ülkenin “anonim şirket gibi” yönetilmesiyle R.T.Erdoğan başta kendi ailesi ve yandaşları olmak üzere temsilcisi olduğu sınıfları zenginleştirmiştir. Örneğin Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu’nun (The International Consortium of Investigative Journalists / ICIJ) Pandora Papers Pandora Belgelerinde Türkiye’den de 220 kişinin adı mevcuttur. Her türlü ihale yolsuzluğu, rüşvet, sömürü ve yağmadan elde ettikleri serveti yurtdışına kaçıran ve bu anlamıyla haksız kazanç elde eden kişiler tanınmış simalardır bunlar. Bu sömürü ve talan çarkının nasıl işlediğine ve elde edilen haksız kazancın boyutuna dair, AKP-MHP’nin “gözde” şirketlerinden Rönesans Holding’in faaliyeti örnek olarak verilebilir.

Sadece kamuya açıklanan ihalelerin detaylarına göre son beş yılda yaklaşık 16 milyar liralık 10 ihale alan Rönesans Holding’in Pandora Papers Belgeleri’ne göre vatandaşların vergileriyle ödenen kamu projelerinden elde ettiği kârın bir kısmını vergiden kaçırmak için Britanya Virjin Adaları’na aktardığı anlaşılmaktadır. Covar Trading Ltd.’nin hesaplarını yöneten İsviçreli Kendris Ltd. firmasının 30 Haziran 2017’de hazırladığı raporda Covar Trading Ltd.’nin hesaplarına 2015’te 105 milyon 524 bin 132 ABD doları girdiği görülmektedir. Ve raporda aynı yıl 105 bin 484 bin 952 doların “bağış” adı altında şirket hesabından çıktığı da görülmektedir. Bu bağışın nereye gittiğinin bilinmediği ifade edilse de, sözkonusu paranın Rönesans Holding tarafından kendilerine “ballı ihale” sağlayanlara aktarıldığı anlaşılmaktadır. Daha açık ifade edersek Rönesans Holding, kendisine verilen kamu ihaleleri karşılığında, AKP-MHP iktidarına ve R.T.Erdoğan’a “bağış” yapmıştır.

İşçi ve emekçilerden doğrudan ve dolaylı olarak toplanan vergilerle Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı inşa eden Rönesans Holding’in toplamda vergi cennetine 210 milyon dolar aktardığı görülmektedir. Holding, kendisine sağlanan bu ayrıcalık karşılığında, ayrıcalığı yapanları da “görmüş” ve onlara “bağış”ta bulunmuştur. Bahsi edilen paranın % 40’lık gelir vergisi ödenmiş olsa, hazinenin kasasına yaklaşık 750 milyon TL gireceği ifade edilmektedir. Çok katmanlı bir vurgun, yağma, rüşvet, yolsuzluk ve haksız kazanç durumu söz konusudur.

Bu zenginliğin karşılığında ise halk daha da fakirleşmiştir. Yani R.T.Erdoğan’ın “anonim şirketi” çökmüştür.

Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumun özellikleri AKP-MHP’nin iktidardan uzaklaştırılmasına rağmen düzen içinde çözülmeyeceğini de göstermektedir. Ekonominin emperyalist mali sermayeye olan bağımlılığı ve emperyalist mali sermayenin sömürüsü sonlandırılmadıkça, ekonomik krizler tekrarlanmaya devam edecek, işçi sınıfının sefalet ücretine mahkum edilmesi, emekçi halkın yoksullukla, işsizlikle, açlıkla terbiye edilme politikası ısrarla sürdürülecektir. Sorun sadece AKP, MHP ya da R.T.Erdoğan değil, rejim sorunudur.

Faşizm, salgının da etkisiyle derin bir ekonomik kriz içinde bulunduğunu göstermesinin yanında her fırsatta faturayı işçi sınıfı ve emekçi halka çıkarmaya çalışmıştır. Hatta bu durum, bizzat sermayenin kendi temsilcileri tarafından dahi ifade edilmektedir. TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski, işsizlik rakamlarında artışın hızla devam ettiği ve geniş tanımlı işsizliğin yüzde 28’e kadar yükseldiği zor bir süreçten geçildiğini belirterek, “İşsizlik ve hayat pahalılığı, sadece bugünümüzü değil, geleceğimizi de tehdit eder durumdadır. Bu alanlarda çok ciddi adımlara ve ilerlemeye ihtiyacımız var” açıklamasını yapmaktadır. (27 Nisan 2021)

Elbette bu açıklamanın anlamı, hakim sınıfların kendi geleceklerini güvence altına alabilmeleri için işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırılarını daha da artırmasıdır. İşsizliğin giderek arttığı, enflasyon rakamlarının resmi kurumlarca bile gizlenemediği, açlık ve yoksulluğun daha da derinleştiği, ekonomik krizin insanları intihara sürüklediği koşullarda hakim sınıfların “kendi geleceklerini güvenceye alabilmesi”nin yolu, kendi sınıf çıkarlarını öncelemekten, bu doğrultuda politikalar belirmekten geçer. İşçiye, kadına, gence, Kürde saldırıdan geçer. Nitekim yapılan tam da budur.

 

Rejim Gerçekliği: Peker’in İtirafları ve Kontrgerilla

Geride bıraktığımız dönem aynı zamanda kontrgerilla unsuru bir çete başının videolar yoluyla çeşitli açıklamalarda-itiraflarda bulunmasıyla da karakterize oldu. Sedat Peker adlı unsurun yayınladığı videolarda üstü kapalı olarak ifşa edilen kimi gelişmeler ve bunlara yönelik yanıtlar, TC’nin niteliği hakkında geniş kamuoyunun bilgilenmesine hizmet etmekle birlikte, devrimci, komünist ve yurtseverler açısından ortaya saçılanların bir sürpriz olmadığını kaydetmek gerekir.

TC devleti ve son olarak AKP tarafından kontrgerilla unsuru olarak kullanıldığı devrimci komünist ve yurtsever hareket tarafından bilinen S.Peker’in rejim içinde güç dengeleri ve saflaşmalara paralel ıskartaya çıkartılması ve “görevi”ni bir başka kontrgerilla aparatı olan Alaadin Çakıcı’ya kaptırması sonucunda “mafya pisliği” ilan edilmesi onun “bir tripot ve kamera” aracılığıyla deyim yerindeyse itirafçılaşmasına neden oldu.

Halk düşmanı bir kontrgerilla piyonunun yapmış olduğu açıklamalar, devrimciler açısından yeni olmasa da ortaya saçılan bilgiler geniş kitleler nezdinde durumun daha bir anlaşılır ve tartışılır olmasına yol açmıştır.

Örneğin S.Peker; Eski İçişleri Bakanı ve kontrgerilla unsuru Mehmet Ağar’ın iş insanı Mübariz Mansimov’u tehdit ederek, Bodrum Yalıkavak Marina’ya “çöktüğü”nü açık açık ifade etti. M.Ağar ise bu ifşaya “Bizi buradan uzaklaştırınca yapılacak olan da belli, buraya mafya çökecek” yanıtını verdi. Benzer biçimde S.Peker, AKP’li bir vekilden gelen istek üzerine 2015 yılında Hürriyet gazetesi binasının basılması ve Aydın Doğan’ın sahibi olduğu medya grubuna Demirören ailesinin çökmesinde rolü olduğunu açıkladı. Bu gibi örnekler, rejimin karakteri, Türk hakim sınıflara arasındaki ilişki ve “çökme”lere dair örnekler olarak ortaya saçıldı.

Öte yandan vurgulamak gerekir ki; S.Peker bu örnekler dışında başka ifşalarda da bulunmakla birlikte, asıl suçlarına değinmekten özenle kaçınmıştır.

Yaşananlar ve sonuçları özellikle kimi liberal çevreler tarafından rejimin çöküşü olarak propaganda edilse de bu yaklaşım son derece hatalıdır. Yine “mafyanın AKP-MHP iktidarı döneminde iktidar ortağı olduğu” gibi yaklaşımlar faşizmi aklamaya ve niteliğini gizlemeye hizmet etmektedir. Benzer biçimde ortaya saçılanları “derin devletin icraatları” olarak tanımlamak da yanıltıcıdır. Ortaya çıkanlar ve yaşananlar TC’nin faşist karakterine, hakim sınıflar içindeki saflaşma ve dalaşa uygundur ve hiç de şaşırtıcı değildir. Bilinmektedir ki, TC devletinde devamlılık esastır ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan MİT ve kontrgerillaya, Bahaddin Şakirler ve Topal Osman çetesinden S.Peker’e uzanan tarihsel bir süreklilik söz konusudur.

 

Devlette Devamlılık Esastır: “Çökme” Sürüyor!

Öncelikle belirtmek gerekir ki; TC, bir “çökme rejimi”dir. Ve “çökmek” yeni değildir. Son süreçte yaşananlardan hareketle, “çökme rejimi”nin 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası ve sonrasında sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı ortaya çıktığı ve geliştirildiği tezi son derece hatalıdır. Özellikle ’90’lı yıllarla birlikte Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’ne karşı “gayri-nizami harp” tekniklerinin kullanılarak bir “çökme rejimi” örgütlendiği yaklaşımı, TC’yi ve onun üzerinde yükseldiği temelleri doğru tahlil edememekle ilgilidir.

TC daha kurulurken “çökme” üzerine kurulmuştur. Başta Ermeni, Rum ve Süryani mal ve servetleri olmak üzere bütün zenginliğin üzerine “çökülmüş”tür. Türk hakim sınıflarının zenginliğinin kaynağı bu “çökme”den gelmektedir. Örneğin Sabancı ve Koç’ların servetinin kaynağı incelendiğinde ucu Ermeni, Rum ve Süryanilere kadar uzanır. Türk burjuvazisi ve toprak ağaları ilk birikimlerini Ermeni, Rum ve Süryani toprakları, mal ve servetleri üzerinden yapmıştır. Bizzat TC faşizminin kendisi, soykırımla birlikte “çökme” üzerinden şekillenmiştir.

Bu anlamda rejimin kuruluşundan günümüze bir süreklilik söz konusudur. 1990’lı yıllarda Susurluk ve şimdi de S.Peker aracılığıyla gündeme taşınan devlet-mafya ilişkileri, gerçekte faşizmin halka karşı yürüttüğü savaşta kullandığı kontrgerilla örgütlenmesinin bir aparatından başka bir şey değildir. TC’nin son olarak S.Peker şahsında somutlanan mafya-çete unsurlarını kullanması ya da diğer bir ifadeyle bu tür kişilikleri halka karşı “operasyon aracı” olarak ele alması bilinmektedir. S.Peker bu anlamda görevinin farkındadır. Nitekim kendini, “ömrü devletin içinde geçmiş, istihbaratta geçmiş, poliste geçmiş, askeriyede geçmiş, sokakta geçmiş, siyasette geçmiş…” olarak tanımlamaktadır.

Gayri-nizami harp kavramının TC’nin NATO üyeliğiyle birlikte formüle edildiği, TC’nin kuruluşundan itibaren pratikleştirdiği Teşkilat-ı Mahsusa geleneğinin, emperyalist stratejilerle harmanlanıp yeniden üretildiği, “komünizmle mücadele” adı altında ilerici, devrimci, komünist ve yurtsever harekete, halka karşı savaşta, katliamlar gerçekleştirildiği unutulmamalıdır. Rejim halka karşı yürüttüğü bu savaşı, başta uyuşturucu ticareti olmak üzere her türden gayri meşru ticari faaliyetle finanse etmiş, “vatan- millet-bayrak” sloganıyla meşrulaştırmış, her türden “çökme” eylemini “beka sorunu” olarak gerekçelendirmiştir.

Bu anlamıyla hayatı boyunca bilinen tek bir resmi görevi olmayan S.Peker’in ömrünün devletin içinde, istihbaratta, poliste, askeriyede geçtiğini ifade etmesi anlaşılırdır. TC, bu tür kişilikleri devrimcilere, Kürt hareketine, halka karşı savaşta gayri-nizami harp unsuru olarak kullanmakta ve zamanı geldiğinde bir kenara atmaktadır. Gelinen aşamada S.Peker, AKP tarafından rejim içindeki klik dalaşında, “çökme” işlerinde ve halka karşı kullanıldıktan sonra kenara konulmasına itiraz etmektedir.

S.Peker’in aleni olarak itirafçı olmasının ABD ve AB emperyalizminin yeni yönelimi doğrultusunda TC faşizmini yeniden şekillendirmesinde bir rolü olup olmadığını bilmiyoruz. Yaşananlar daha çok 2015 darbe girişimi sonrası faşizm içindeki güç dengelerinin değişmesine bağlı olarak gelişmiş görünmektedir. AKP iktidarının Fethullah Gülen Cemaati’ni tasfiye etmesinden sonra MHP ve Vatan Partisi’yle koalisyonunun ürünü olarak kontrgerilla klikleri arasındaki dalaşın ürünü olarak S.Peker’in itirafçılaşması gündeme gelmiştir. Bodrum Yalıkavak Marina’da verilen fotoğraf karesi bu açıdan bir gerçeği yansıtmaktadır.

 

Muhaliflere ve Halka Karşı “Gayri Nizami Harp”

S.Peker’in itirafları, kontrgerilla örgütlenmesinin halka karşı yürütülen savaşta nasıl kullanıldığına dair ipuçları içeriyor. Bu durumu iyi bilen S.Soylu’nun katıldığı bir TV programında “Türkiye’deki asimetrik ve simetrik bütün saldırılara karşı asimetrik ve simetrik yanıt verildi. (…) Asimetrik hamleleri biz yaptık. Başkanlık sistemini biz getirdik” ifadelerini kullanması boşuna değildir. (17 Mayıs 2021)

Hatırlanırsa, rejimin başkanlık rejimine dönüşmesi hamleleri, 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından başlamış ve 1 Kasım 2015 seçimlerine kadar ilericilere, devrimcilere, Kürt hareketine, halka karşı savaşta kontrgerilla yöntemleri kullanılmıştır. Faşizmin 7 Haziran seçimleri sonrasında özellikle HDP’nin başarısı karşısında paniğe kapıldığı ve “çözüm süreci”ni bitirerek, halka karşı yoğun bir faşist saldırganlık içine girdiği bilinmektedir. “Başkanlık Rejimi” hamleleri için IŞİD’in gerçekleştirdiği iddia edilen ancak kontra gerilla eylemleri olma ihtimali güçlü olan 5 Haziran Amed HDP mitingine bombalı saldırı, 20 Temmuz 2015 Suruç ve 10 Ekim 2015 Ankara Katliamları ve yine kontrgerilla örgütlenmesi olduğu çok açık olan 7-9 Eylül arasında ülke genelindeki HDP binalarına yönelik faşist saldırılar ve 12 Ağustos 2015 sonrasında Kürdistan’da 4 il ve 15 ilçede öz yönetim direnişlerine yönelik kapsamlı bir faşist saldırganlık gerçekleştirildiği bilinmektedir.

Kısaca bu süre içinde devrimci, komünist ve yurtsever harekete, halka “asimetrik ve simetrik yanıt” verilmiştir. Faşizm, iktidarını korumak için halka yönelik kontrgerilla yöntemlerini de kullanılarak savaş yürütmüştür. Bu gerçeği en iyi bilenlerden biri olarak dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun sonradan “Terörle mücadele konusunda defterler açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz. Bizi bugün eleştirenler, insan yüzüne çıkamaz” ifadelerini kullanması boşuna değildir. (24 Ağustos 2019)

TC kuruluşundan itibaren, işçi sınıfına, köylülere, kadınlara, LGBTİ+’lara, başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen milliyet ve inançlara yönelik bir “terör” rejimidir. Bu rejim, iktidarını sürdürmek için her türlü yöntemi kullanmıştır. Bu yöntemlerden biri de gayri-nizami harp teknikleri ve kontrgerilla yöntemleridir. S.Peker gibi kişiler, sistemin kendi içindeki dalaşta ve halka karşı saldırılarında rol oynamıştır. Bu kişiler, “temiz” burjuvazinin “pis işleri”ni yapan ve zamanı geldiğinde bir kenara konulan adli kişiliklerdir.

 

Emperyalist Çıkarlarda Rol Çalma ve Faşizmin Restorasyonu

ABD emperyalizminin J.Biden’le birlikte politika değişikliği beraberinde Türk hakim sınıflarının her iki kliğinin dalaşında da etkili olmaktadır. Kendilerini CHP-İYİ Parti’de temsil eden Türk hakim sınıf kliği, bu durumu görmüş ve buna uygun bir politika izlemektedir. Erken seçim çağrılarından, özellikle CHP heyetlerinin Türkiye ve Irak Kürdistanı temaslarının ardından Kemal Kılıçdaroğlu’nun 2020 Kasım’ında yapılan bir belgesel çalışmasında (Bay Kemal ve İttifakları), Kürt meselesiyle ilgili kullanılan “Siyaset kurumunun 35-40 yıldır çözemediği bir Kürt sorunu var. Erdoğan, devleti İmralı’daki meşru olmayan bir aktörle muhatap etti. Meşru organ olarak HDP kabul edilebilir” ifadeleri bilinçli olarak yeniden gündemleştirildi.

Bu tartışmanın yarattığı etkinin boyutu bize rejimin CHP-İYİ Parti eliyle restorasyona hazırlandığını gösteriyor. Faşizm, AKP-MHP iktidarı sonrasına hazırlanıyor. AKP-MHP’nin tabanındaki çözülme, son aylarda birbiri ardına açıklanan anket sonuçlarıyla propaganda edilirken, bürokrasi içinde de yeni gelişmeler yaşanıyor.

CHP liderinin Kürt sorunu bağlamlı açıklamasının gündemleştirilmesi ve yaygın olarak tartışılması bu bağlamda değerlendirilmelidir. Kürt sorunu ülkemizde başlıca çelişkileri yatay ve dikey kesen yönüyle önemli bir yerde durmaktadır. AKP-MHP iktidar ortaklarının, “Kürt sorunu yoktur” açıklamasına karşı CHP liderinin geçmiş bir açıklamasını gündemleştirmek ve tartıştırmak, ABD emperyalizminin bölgeye yönelik politikalarıyla uyumludur. Yeni bir “çözüm süreci”nin olup olmayacağını zaman gösterecektir. Ancak unutmamak gerekir ki; ülkemizde Kürt sorunu olarak tanımlanan ezen ulusla ezilen ulus arasındaki başlıca çelişkinin gerçek anlamda çözüm yolu demokratik devrimden geçmektedir. Bunun dışındaki her yol ve yöntem, soruna “geçici” çözüm aramaktan, pansuman tedbirler almaktan başka bir anlama gelmez.

Diğer yandan başta AKP-MHP kanadı olmak üzere tüm burjuva partileri, 2023 cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerine hazırlanıyorlar. Seçim (bir erken seçim olmadığı durumda) 2023 Haziran’ında yapılacak olmasına rağmen ülke bir seçim atmosferine sokulmuş bulunuyor. AKP-MHP, seçimi kazanmak için devletin tüm olanaklarını kullanarak, yeni yasalar çıkartmaktan geri durmuyor. ”Cumhur İttifakı” olarak seçimlere hazırlanan AKP-MHP faşist blokuna karşı, 6 partinin biraraya gelerek oluşturdukları “Millet İttifakı” da diğer bir cepheyi oluşturuyor.

Buna karşın HDP de “3. Yol” çıkışıyla bir kısım devrimci ve ilerici parti ve grupla oluşturduğu “Demokrasi Platformu” çalışmalarını sürdürmektedir.

HDP’yi dışında tuttuğumuzda tüm burjuva partileri arasında sadece nicel farklılıkların olduğu bir gerçektir. “Cumhur İttifakı”nın varmak istediği hedef daha da otoriterleşerek, seçimi kazanma durumunda 2023’te sömürü ve baskı sistemini bir kat daha artırmaktır. Buna karşı Kemalizm’i yeniden canlandırarak, bir kurtuluş olarak gösterip, seçimi kazanmaları durumunda “demokrasi ve insan hakları”nda “köklü bir ilerleme” vaadiyle “parlamenter sistem”e geçeceklerini dile getiren “Millet İttifakı”nın ülkeyi demokratikleştirme gibi bir hedefinin olmadığı, biraraya gelen 6 partinin niteliği ile ortadadır. Örneğin çok büyük bir şovla seçim programını açıklayan “Millet İttifakı”nın sunduğu belgede Kürt halkına, Alevilere ilişkin tek bir cümlenin geçmemiş olması bir tesadüf değildir.

Anayasanın ilk 4 maddesinin “kırmızı çizgileri” olduğunu, bundan “taviz” vermeyeceklerini hiç gizlemeden dile getiren bu 6 parti, Kürtlere, Alevilere, ilerici verilenle yetinilmesini öğütlemektedir. AKP-MHP faşist blokundan korkan, HDP’yle görüşme yapmayan, HDP binalarına yapılan saldırı ve katletmelere karşı “kerhen” karşı çıkan 6’lı ittifakın, Kürtleri bir oy deposu olarak görmesi deşifre olmuştur ve Kürtlerin bu oyuna gelmeyecekleri geride kalan tecrübelerle sabittir.

 

İşçi Sınıfına ve Halka Saldırılar Artacaktır

AKP-MHP faşist iktidarının yaşadığı sıkışmışlık hali, ekonomik krizin pandemi süreciyle birlikte daha da derinleşmesi yönetememe krizini doğurmuş durumdadır. Bu krizle birlikte faşizm en iyi bildiği şeyi yapmakta, bir yandan temelsiz ve uç propagandalarla örneğin uzaya gitmekte, diğer yandan ise yaşanan orman yangınlarına bile müdahale edememektedir. Bu durum daha çok teşhir olmasına neden olurken, iktidar bu gerçeği savuşturabilmek için en iyi bildiği şeyi yapmakta, halka karşı saldırısını artırmanın yanında, hemen her fırsatı ırkçılığı, şovenizmi kışkırtmaktadır.

Ekonomik kriz derinleştikçe, işçi sınıfı ve halkta iktidara karşı öfke ve tepki biriktikçe, faşizmin halka yönelik saldırılarında artış gözlemlenmektedir. HDP ve BDP’ye yönelik saldırı ve tutuklamalar sürdürülmektedir. Sırada HDP’nin kapatılması hamlesi vardır.

Son olarak açıklanan “Gezi Davası” kararı, faşizmin sadece devrimci, komünistlere ve Kürt halkına değil, en liberalinden demokratlara ve kendine Kemalist diyen “solcu”lara kadar herkese düşman hukuku uyguladığını göstermektedir. Gezi kararı sadece geçmişe yönelik değil, geleceğe yönelik, olası yeni Gezilere karşı alınmış bir faşist saldırı kararı olarak tanımlanmalıdır. Mahkemenin kendi hukuklarına bile uydurulamayan bu kararı, tarihe bir not olarak düşülmüş durumdadır.

İktidarıyla muhalefetiyle hakim sınıf partilerinin hepsinin halk düşmanı yüzünün en iyi açığa çıktığı konulardan birisi Kürt meselesidir. Ana muhalefetin iktidardan bir farkı olmadığının en iyi göstergesi Kürtlere yönelik saldırganlıkta açığa çıkmaktadır. Tezkere oylamasına hayır dediği için “barış” temsilcisi seçilen K.Kılıçdaroğlu, Irak Kürdistanı’na yönelik işgal saldırısına açıktan destek vermektedir. TC’nin bekası söz konusu olduğunda her renkten burjuva muhalefet, iktidarın arkasına dizilmektedir.

Ne var ki, faşizm için Irak Kürdistanı’ndaki işgal saldırısının istediği gibi gitmediğine dair işaretler çoğalmaktadır. Gerilla karşısında ağır darbe alan TC unsurları, KDP’yi devreye sokmakta, kimyasal silah kullanmaktadır. TC’nin ağır bir darbe aldığı açıklanan ölü sayılarından bile anlaşılabilir. Kamuoyuna yönelik gizlenen asker kayıpları ya da trafik kazaları ve hastalıktan kaynaklı öldükleri iddia edilenler de dikkate alındığında tam bir hezimet yaşadığı görülmektedir. Bu durum TC faşizmini içerde daha da saldırganlaştıracaktır.

Dikkat edilirse değerlendirmemizde ayrı bir başlık adı altında Kürt ulusal sorununa dair bir değerlendirmede bulunulmamıştır. Bunun nedeni Kürt ulusal sorunun gelinen aşamada yatay ve dikey olarak bütün çelişki ve çatışmalarda etkili olmasıdır. Dolayısıyla toplam değerlendirmenin tamamında değinilen gündem maddelerinin bir yanında mutlaka Kürt ulusal sorunu vardır. Bu özellik önümüzdeki süreçte de ülkemizin ve devrimin gündeminde etkili olmaya devam edecektir. Tam da bu nedenle HBDH ve KBDH önemini korumaya devam etmektedir.

 

Dünyada Durum: Kapitalizm İnsanlığı ve Gezegeni Yıkıma götürüyor

Dünya genelinde yaşanan ekonomik kriz, emperyalistler arası çelişkilerin derinleşmesini ve beraberinde pazarların yeniden paylaşımını gündeme getirmektedir. Bu da emperyalist savaşların nedenidir. Emperyalist-kapitalist sistem, ekonomik ve siyasi alanda bir türlü istikrarı sağlayamıyor. Mevcut sistem kapitalizmin tahribatına ve oluşan sorunlar yumağına kökten müdahale edemiyor. Diğer yandan işgal savaşları krizin çözümü olarak sürdürülse de, her işgal savaşı beraberinde yeni sorunlar ortaya çıkarıyor, var olanları da derinleştiriyor.

Emperyalist devletlerin ve tekellerin kendi aralarındaki uluslararası pazar rekabeti, hegemonya ve jeopolitik mücadele had safhaya tırmanırken, pazarların yeniden paylaşımı süreci emperyalistler arasındaki kutuplaşmaları daha netleştiriyor. Ve tüm bunlar, aynı zamanda dünya halkları için tehdit ve saldırı unsuru oluşturuyor. Onlar hedef alınıyor, fatura onlara mal ediliyor. Emperyalistlerin dalaş kavgasının faturası halklara çıkarılıyor…

Günümüz konjonktürü, ABD ve Avrupa emperyalistleriyle, kendilerinden sonra tarih sahnesine çıkan Çin ve Rusya emperyalistlerini hasım güçler olarak karşı karşıya getirmiş durumdadır. Öyle ki, bu güçler arasındaki çıkar ve nüfuz kavgası üst boyutlara tırmandı. Bunun sonucu, birbirlerine karşı askeri unsurların daha öne çıkarıldığı bir dönemece girdiler. ABD, ne zaman ki Ukrayna’yı da –siyasi, ekonomik bağımlılıkla beraber- askeri olarak kendi komutasına alacağı ve NATO sınırlarını Rusya’nın burnunun dibine kadar yayacağı tehdidi yaptı; Rusya Ukrayna’ya yönelik işgal saldırısına girişti. Yani Rusya, başka pazarlara açılmasını istemeyen ve dar bir alanda kalmasını isteyen ABD’nin bu girişimine, emperyalist bir işgalle karşılık verdi.

Böylece bir kez daha uluslararası pazar ve hegemonya kavgasının bedeli halklara çıkarıldı. Nitekim bu saldırı sonucu, on binlerce Ukraynalı ve Rus öldürüldü, yaralandı, evleri barkları yakıldı, milyonlarca Ukraynalı göçe zorlandı.

Tüm bunlar uluslararası tekellerin, bankaların ve devletlerin, kendi aralarında giderek kızışan dalaş, talan, yağma ve jeo-politik üstünlük oluşturma kavgasının sonucudur. Dolayısıyla bu işgal ve saldırı, uluslararası alanda pazarların yeniden paylaşımının giderek üst safhaya tırmanmasından kopuk ele alınamaz. Aksi durumda emperyalistlerin ideologlarınca gerçekleri gizlenmesine hizmet edilir. Dünyayı bu hale getiren uluslararası mevcut sistem kamufle edilir.

Oysa diyalektik materyalist bakış açısı, çıplak gerçeği net bir şekilde gösteriyor. Başını ABD’nin çektiği batılı emperyalistlerin “küreselleşme”, “neo-liberalizm”, “tek kutuplu dünya”, “yeni dünya düzeni” vb. yaftalarla piyasaya sürdüğü sanal alem iflas etmiştir. Uluslararası kapitalizmin çelişkileri, sorunları, tahribatları iyice agresif hal almış durumdadır. Oluşan sorunlar yumağı büyümüş, sınıf çelişkileri ile siyasi baskı ve yaptırımlar üst aşamaya çıkmıştır.

Bu konuya başlamadan evvel emperyalist mihraklar açısından jeo-stratejik ve jeo-politik olarak öne çıkan Ukrayna’nın yakın geçmişine değinmekte yarar var. Bir dönemler proletarya önderliğinde gerçekleştirilen Ekim Devrimi ile kurulan Sovyetler Birliği içinde yer alan iki ülkenin kapitalizmin hegemonyasına girdiklerinde nasıl karşıt kutuplar içinde yer aldıklarını göreceğiz.

Bilindiği gibi diğer Sovyet cumhuriyetleri gibi, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti de 1921 yılında Sovyetler Birliği’nde yer aldı. Sosyalist Sovyetler Birliği içinde sosyalist cumhuriyet olarak 1956’ya kadar varlığını devam ettirdi. O tarihten sonra Sovyetler Birliği’nin evrildiği modern revizyonizmin, damgasını vurduğu bürokrat devlet kapitalizmi, Ukrayna’da da hakim hale geldi. Ve 1989-91 sonrası, bir önceki düzenin zenginliği, imkanları, olanaklarını mafyavari yollardan ele geçiren bir avuç oligark burjuvazinin kapitalizmine yerini bıraktı. Ve bugünlere gelindi…

 

Rus Emperyalizminin Kendini Yeniden Örgütlemesi

Yukarıda belirttiğimiz gibi bürokrat devlet kapitalizmi çöktükten sonra yerini özel mülkiyetin damgasını vurduğu kapitalizm aldı. Tarihsel evrimin ve mevcut koşulların zorlaması ve dayatması, bir önceki bürokrat kapitalizmi kendi iç yapısında böylesi bir değişikliğe itti. Diğer klasik kapitalistler karşısında özel mülkiyetin açıktan olmaması, özel mülkiyet ile devlet mülkiyeti arasındaki çelişkilerin ayyuka çıkması, bürokrat devlet mülkiyeti ile artı-değer sömürüsünün kendi içinde yarattığı çelişkinin derinleşmesi, devlet kapitalizminin özel sektöre dayalı klasik kapitalizm önünde oluşturduğu çelişkinin sistemi daha da tahrip etmesi, rüşvet, yolsuzluk, bürokratik ilişkilerin giderek artması ve bunların sonucu resmi bürokrat yeni burjuvazi ile işçi sınıfı arasında oluşan çelişki ve sorunlar, devlet kapitalizminin kendi iç yapısında işlerliğin tıkanıklığını ve çöküşünü beraberinde getirdi.

Nitekim Sovyetler Birliği, Çin, Doğu Avrupa, Balkanlar’da devlet kapitalizmine tekabül eden devletler, 1989-91 dönemindeki çöküşle özel mülkiyetin damgasını vurduğu batılı ülkelere yerlerini bıraktılar. Bunun sonucu ayrı devletler kuruldu. NATO’ya karşı kurulan Varşova Paktı da 1 Temmuz 1991’de dağıtıldı. Ukrayna’nın da yer aldığı askeri paktın dağılması ile ekonomik, siyasi ve askeri alandaki boşluğa ABD tarafından kendi lehine müdahale edildi. Böylece Balkanlar ve Doğu Avrupa ülkeleri hemen Avrupa emperyalistleri ve ABD’nin hükmü altına girdiler. İçten yıkıma uğrayan Rusya, bu ülkelerin oligark burjuvazisinin batılı emperyalistlere bağımlı kılınmasını engelleyemedi. Daha açık bir deyimle ABD ve Avrupa, pazar kavgasında rakip sosyal-emperyalizmin yitirdiği pazarları ekonomik ve siyasi alanda kendi hegemonyalarına aldılar. Gerçi Rusya Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki devletlerin NATO’ya alınmamasını şart koşmuştu ancak ABD ve Batı Avrupa devletleri bunu “kabul” etseler de, ilerleyen tarihlerde buna uymadılar. Askeri sınırlarını da Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerini NATO üyesi yaparak Rusya’nın burnunun dibine kadar genişlettiler.

Ama Doğu Avrupa ve Balkan devletlerine karşın, eski Sovyet toplumlarının önemli bölümü geçmişten kalma bağlar nedeniyle hemen batılı devletlerin manyetik alanına girmediler. Önce Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) içinde yer aldılar. BDT, 8 Aralık 1991 tarihinde ilk önce Rusya, Ukrayna, Belarus arasında imzalanan anlaşma sonucu oluşmuş topluluktur. BDT’nin oluşması ile Sovyetler Birliği “resmi olarak” da yıkıldı. Daha sonra Estonya, Letonya, Litvanya, Gürcistan dışındaki eski Sovyet ülkeleri de 21 Aralık 1991 tarihinde bu anlaşmayı imzaladılar. Gürcistan ise 1993 yılında bu anlaşmayı imzaladı. Böylece 1993’te eski Sovyetler Birliği’nin 15 cumhuriyetinden 12’si BDT içinde yer almış oldu. Ancak 2005 yılında Türkmenistan, 2009 yılında Gürcistan, 2014 yılında Ukrayna tam üyelikten çıktı. Gürcistan’da 2003 yılının Kasım ayında “Gül Devrimi” adıyla yapılan darbe sonucu, ABD yanlısı Mikail Saakaşvilli yönetimi ele aldı. Ve ABD’nin ısrarı ile NATO’ya girmek istedi. Bu durumu kabullenmeyen Rusya, Gürcistan’ın 1994 yılında imzalanan ateşkes anlaşmasını bozarak 8 Ağustos 2008’de bağımsızlık ilan eden Güney Osetya’ya asker çıkartmasını kabul etmedi. Gürcistan askerlerine karşılık Rus askerleri de bu bölgeye girdi. Sekiz gün süren savaş sonucu ateşkes anlaşması imzalandı. Rusya, 26 Ağustos 2008’de Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke oldu. Hatta buralarda askeri üsler kurdu. Ve Gürcistan’ın NATO ve AB üyeliğini de reddetti. Bunun üzerine 17 Ağustos 2009’da Gürcistan meclisi aldığı karar ile BDT’dan ayrıldı.

BDT içinde yer almayan Estonya, Letonya, Litvanya 5-6 Mart 1992 tarihinde kurulan Baltık Denizi Devletleri Konseyi (BDDK) içinde yer aldılar. BDDK, onlar dışında İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Almanya, Polonya ve Rusya’nın da içinde yer aldığı konseydir. Görüldüğü gibi Sovyetler Birliği’nin hukuken dağılışının ardından Rusya’ya karşı ilk ve en açık tavrı BDDK üyesi Baltık devletleri almışlardır. Rusya, bu Konsey içinde yer alsa da esas olarak BDT’nin bel kemiğini oluşturuyor.

“Soğuk Savaş” sonrası dönemde bu konseyi oluşturan amaç, savaş sonrasında oluşan jeo-politik gelişmelere cevap vermek ve devletler arası ilişkiler kurmaktı.

Görüldüğü gibi mevcut dönemin girdiği son jeo-politik konum ve uluslararası konjonktür değişikliği, devletler arası ekonomik, siyasi, askeri ilişkileri ve oluşturdukları bağları değişikliğe itmiştir. Bunun sonucu ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi devletlerin ilişkileri nasıl ki uluslararası yeni konuma göre şekilleniyorsa; Çin, Rusya gibi devletler de yeni süreçte kendi çıkarları doğrultusunda yeni ilişkiler ağı geliştiriyorlar. Nitekim emperyalistler arası ilişkilerin yeniden dizayn edildiği döneme girilmiş, karşıt kutuplar, yeni ittifaklar, yeni bağların adımları atılmıştır.

 

Emperyalistler Arası Çelişkinin Son Sahnesi: Ukrayna

Rusya ile ilişkileri 2014 yılına kadar iyi olan Ukrayna’da ani ve hızlı gelişmeler yaşanmıştır. 18 Şubat-23 Şubat 2014 arası bir darbe ile Rusya yanlısı devlet başkanı Viktor Yanukoviç devrildi. Bir hafta süren çatışmalarda yüzün üzerinde insan yaşamını yitirdi.

Bu çatışmaların zeminini yukarıda değindiğimiz gibi batılı emperyalistler ile Rusya ve Çin ittifakının hegemonya mücadelesi oluşturdu. Giderek keskinleşen bu mücadele, Ukrayna üzerinde üst boyutlara tırmandı. Ve bunun sonucu Rusya’ya yakın Ukrayna Devlet Başkanı Yanukoviç ile ABD’nin ve Avrupa’nın desteklediği kesimi iyice karşı karşıya getirdi. Ukrayna hükümetinin, batı yanlılarının dayattığı IMF politikalarını ve Ukrayna-Avrupa Birliği Ortaklık Anlaşması’nı imzalamayı reddetmesi, onun yerine Rusya ve Avrasya Ekonomik Birliği ile yakınlaşmayı tercih etmesi bunun sonucudur. Nitekim bu durum sorunu iyice tetiklemiştir. Bunun üzerine Kasım 2013’te Batılı devletlerin desteğinde başlayan Yevromeydan (Bağımsızlık Meydanı) protestoları ülkeye yayıldı.

Bu hareketlerde oluşan neo-Nazi grupları iyice öne çıktı. Kiev’de Lenin heykelini devirdiler. “Ukrayna Avrupa’dır” sloganları atıldı. Attıkları sloganlarla, taşıdıkları pankartlarla, giyim kuşamlarıyla, yaktıkları ateşlerle, saldırılarıyla, tehditleriyle, ırkçı tavırlarıyla neo-Nazi grupları başı çektiler. Bağnaz ve ırkçı siyasetçiler, gazeteciler, televizyon görevlileri, ünlü kişiler de ülkeye yayılan bu hareket içinde yer aldılar. Televizyonlar, basın kurumları ve tüm medya unsurları harekete geçirildi ve kitlesel mitingler, yürüyüşler, gösteriler yapıldı. Avrupa devletleri ve ABD bayraklarının sallandırıldığı yürüyüşlerde batı hayranlığı içeren konuşmalar yapıldı. Kısacası tüm popülist figürler körüklendi.

Yanukoviç, Harkov’a giderken konvoya ateş açıldı. Saldırıyla devrilmek istendi. Bunun üzerine Yanukoviç Kırım’a ve akabinde Rus resmi güçlerin desteğinde Rusya’ya kaçtı. Onunla beraber diğer resmi görevliler tasfiye edildiler. Onun yerini geçici olarak Oleksandr Turçinov aldı. 25 Mayıs 2014 tek taraflı seçimleri oligark olarak bilinen Petro Poroşenko kazandı ve 7 Haziran 2014’te göreve başladı.

Tüm bu gelişmeler, ABD ve dış örgütü CIA ile İngiltere, Fransa, Almanya tarafından organize edilmiştir. Böylece Rusya güdümündeki Ukrayna batılı devletler tarafından kendi saflarına çekilmiştir.

Bunun üzerine Rusya’nın karşı hamlesiyle Ukrayna’ya bağlı Kırım Yarımadası yapılan referandum sonrası, 18 Mart 2014 tarihinde Ukrayna’dan ayrıldı ve Rusya’ya bağlanması kararı alındı.

Bu gelişmelerle birlikte Ukrayna’nın doğu illerinde Rus etnik kökenli Ukrayna vatandaşları üzerinde baskı ve ayrıcalıklar uygulamaya konmak istendi. Rusça yasaklandı. Rus milliyetine karşı ırkçılık körüklendi. Bölgesel Diller Yasası yürürlükten kaldırıldı. Özellikle çoğunluğun Rus kökenli olduğu Donbas ve Lugansk bölgesinde yaşayan halk, bu yasanın kaldırılması için ve ırkçılığa karşı tavır aldı. CIA destekli yönetim üzerinden ırkçılığın körüklenmesine karşı bu bölge illerinde ayaklanmalar başgösterdi. Donetsk ve Luhansk başta olmak üzere Harkov, Herson, Nikolayev, Odessa gibi iller de gösteri ve ayaklanmalara sahne oldu. Bunun sonucu özellikle Donetsk ve Lugansk’da hükümet binaları ele geçirilip Ukrayna bayrakları yerine Rus bayrakları dikilmiştir.

Tüm bu çatışmalar ve gelişmelere bağlı olarak 2014 yılında 7 Nisan günü Donetsk Halk Cumhuriyeti, 27 Nisan günü Lugansk Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Ve aldıkları kararlar sonucu, Donetsk’ten 21, Lugansk’tan 28 olmak üzere toplam 49 temsilci, yaptıkları toplantı ile milletvekili olarak kabul edildi. Donetsk ve Lugansk cumhuriyetleri 26 Haziran 2014’te birleşerek “Halk Birliği Cumhuriyeti” oluşturdu. Parlamento Başkanlığına da Oleg Tsarev getirildi. Rusya bu cumhuriyetleri koruması altına aldı ama bağımsızlık taleplerini Ukrayna Savaşı başladıktan hemen sonra 21 Şubat 2022’de kabul etti. Ukrayna ile Donetsk ve Lugansk arasındaki savaş da günümüze değin devam etti.

20 Mayıs 2019’da resmen Ukrayna Cumhurbaşkanı olan Zelenski ABD ve Avrupa devletleriyle olan ilişkileri sürdürmüş, onlara bağlı olarak hareket etmiştir. ABD’nin kışkırtması ve Rusya’nın işgali ile başlayan savaşta ABD ve Avrupa devletleri saflarında yer almıştır. Ancak Donets ve Lugansk iç savaşı, bugün uluslararası boyut kazanan batılı emperyalistlerin hükmü altındaki Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşa dönüşmüştür.

 

Donetsk ve Lugansk’ın Durumu ve Ayrılma Hakkı

Ukrayna’yla Donetsk ve Lugansk arasındaki savaşa değindik. Buna değinirken tarihsel geçmişleri ve aralarındaki ilişkiler ve günümüzde oluşan sorunların kökenini de vurguladık.

Buna bağlı olarak bir diğer nokta 2016 darbesiyle iktidarı ele geçiren Ukrayna burjuvazisinin, Donetsk ve Lugansk’ın dillerini yasaklaması, okul ve eğitimlerini engellemesi, ulusal varlıklarını reddetmesi ve asimilasyon ve baskıya tabi tutmalarıdır.

MLM bakış açısı, ABD emperyalizmine bağımlı Ukrayna burjuvazisinin ve devletinin Donetsk ve Luganska’a yaptığı saldırılara, gerçekleştirdiği katliamlara, baskı ve yasaklara karşı çıkar, tavır alır. Çünkü bu baskı ve saldırılar, ulusun Özgürce Ayrılma Hakkı’nı kendi kaderini tayin etme hakkını reddetmekte, asimilasyona tabi kılmakta ve faşist tahakküm altına almaktadır. Karşı çıkılan ve alınan tavır, bu saldırı ve baskılardır.

Ukrayna’nın faşist iktidarına karşı savaşan ve kendi özerk bölgelerini ilan eden Donets Halk Cumhuriyeti ve Luhansk Halk Cumhuriyeti’nin Özgürce Ayrılma Hakkı’na saygı duyulmalıdır. Bu özerk cumhuriyetlerin Rusya yanlısı olmalarıyla, Rusya emperyalizmine katılmak istemeleriyle, özgürce ayrılma hakkı ilkesinin savunulması başka şeylerdir. Bu cumhuriyetlerin, Rusya emperyalizminin çıkarları doğrultusunda “kullanılması” ile Özgürce Ayrı Hakkı ilkesinin tavizsiz savunulması birbirine karıştırılmamalıdır. Bu bağlamda Rusya emperyalizminin işgalci politikalarına yedeklenilmemelidir. Bu özerk cumhuriyetlerin Özgürce Ayrılma Hakkı savunulmalı, Rusya’nın emperyalist işgal ve ilhak saldırısı açıktan mahkum edilmelidir.

Lenin böylesi bir durumda halkın, ya bu gerici rejim altında, burjuva hükümetinin yönetimi altında yaşamaya razı olacağını ya da başkaldırarak, isyan ederek yeni bir devrim başlatacağını vurgulamıştır.

Lakin bu durum, ABD ve Avrupa devletlerinin de Zelenski Hükümeti’ni, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiklerini görmezden gelineceği anlamına da gelmemelidir. Zaten Ukrayna işgali ve verilen savaş bir iç sorun değil, uluslararası emperyalistler arası paylaşım ve hegemonya savaşıdır. Bu savaşın muhtevası görülmeden objektif tavır alınamaz. Ancak her ulusal sorunda olduğu gibi Donetsk ve Lugansk’ın özgürce ayrılma hakkı söz konusudur ve bu hak, kayıtsız şartsız savunulur. Aksi takdirde ezen ulusun milliyetçiliği çizgisinde hareket edilmiş olunur. Özgürce ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkını reddetmek sosyal-şovenizme düşmek demektir. Yapılan ulusal saldırı ve işgal girişimlerini görmezden gelmek demektir. Kısacası her ulusun olduğu gibi Ukrayna içinde bulunan Rusların da “özgürce ayrılma hakkı” vardır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi Donetsk ve Lugansk bölgeleri ayrılma haklarını kullanmış ve ayrı devlet kurma kararı almışlardır. Ancak bu karar, emperyalistler arası çıkar çatışmasının damgasını vurduğu koşullarda alınmıştır. Dolayısıyla Donetsk ve Lugansk bu koşullarda bağımsız hareket edememiş ve işgalci Rusya’nın güdümünde hareket etmiştir. Dolayısıyla aldıkları “bağımsızlık” kararları gerçekte Rusya emperyalizmine bağımlılık içeren bir “bağımsızlık”tır. Zaten öznel şartlardan yoksun –ya da önderliğin zayıf olduğu- ulusal sorun bağımsız bir minvalde çözüme ulaşmaz. Böylesi bir konjonktür bu sorunları emperyalist devletlerin girdabına sokar. Nitekim Ukrayna ve Donetsk ve Lugansk’ta durum budur.

Ama sonuç olarak, ulusal konumu tanınmayan, inkâr edilen, saldırıya uğrayan Donetsk ve Lugansk’ın özgürce ayrılma hakkı kayıtsız şartsız savunulmalıdır. Özgürce Ayrılma Hakkı tanınmadan, milliyetlerin birliği zoraki bir birlik olur.

 

NATO’nun Genişlemesi Emperyalistler Arası Pazar ve Hegemonya Dalaşı

Burjuva ideologlar tarafından “Soğuk Savaş” olarak tabir edilen bir önceki uluslararası jeo-politik konum, ABD’nin Rus Sosyal Emperyalizmi’ne karşı sağladığı üstünlükle sonuçlandı. Kamuoyuna “tek kutuplu dünya”, “küreselleşme”, “yeni dünya düzeni” gibi formülasyonlarla lanse edilen ABD’nin üstünlüğü bir müddet devam etti. ABD bu hamle ile 1990’lardan 2005’lere kadar uluslararası politikalarda tek başına adım atan “süper güç” konumunda hareket etti. Ancak bu dönemin sonuna dek devam etmesi mümkün değildi. Uluslararası pazarlar sabitti ve sermaye ihracı sabit pazarların yeniden paylaşımını zorunlu kılıyordu. Bu pazar kavgası kaçınılmazdı. Dolayısıyla emperyalist devletlerin devamlı uzlaşma safhasında ve “tek kutuplu” konjonktürde yer alması mümkün değildi. Çünkü emperyalist sistemin pazar ve hegemonya dalaşı kendini eninde sonunda dayatacaktı.

Gerçi Rus Sosyal Emperyalizmi’nin pazar kavgasında yenik çıkması, Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki pazarları Avrupa ve ABD’ye bağladı. Ayrıca Rusya önderliğinde oluşan askeri Varşova Paktı da feshedildi. Bunun sonucu bu boşluktan yararlanan ABD, bu ülkelerde NATO üsleri kurarak doğuya ve Rusya’ya doğru NATO sınırlarını genişletti ve günümüzde Ukrayna’ya kadar gitti. ABD böylece NATO üzerinden Rusya’yı sıkıştırmayı ve geniş alanlara açılmasını engellemeyi tasarlıyordu. Bunun sonucu geçmişte Rus Sosyal Emperyalizmi’nin Varşova Paktı’nda yer alan devletler, günümüzde ABD’nin önderliğindeki NATO karargahlarında yer aldılar. ABD tarafından oluşturulan NATO’ya karşı kurulan Varşova Paktı’nın Doğu Avrupa devletleri günümüzde saflarını değiştirdiler.

Obama ve Trump döneminde Rusya’nın giderek öne çıkma girişimini engelleyemeyen ABD, günümüzde Biden döneminde, Ukrayna-Rusya savaşıyla bir kez daha bu girişimde bulunmuş durumdadır…

ABD’nin tüm bu girişimlerine karşın emperyalistler arası çelişkiler ve saflaşmalar engellenememiştir. Öyle ki, çelişkiler giderek gelişmiş ve günümüzde had safhaya tırmanmıştır. Bu rekabet içinde Çin ve Rusya giderek öne çıktılar. ABD ve İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya gibi emperyalist devletlerin pazar alanlarına yönelerek dünyayı pazarların, yeniden paylaşım kavgasının ivme kazandığı bir sürece soktular. Öyle ki Çin’in hazırladığı Bir Kuşak, Bir Yol Projesi ile Asya, Afrika, Avrupa kıtalarına açılmaya başladı. Ayrıca Latin-Amerika kıtasına da açılan Çin özellikle ABD emperyalizmini rahatsız etti. Bu rahatsızlık ABD ve Çin’in arasını giderek açmıştır ve günümüzde bu pazar kavgası geliştikçe, ABD’nin başını çektiği emperyalist kamp ile Çin ve Rusya’nın oluşturduğu diğer emperyalist kamp arasındaki çelişki keskin boyutlara tırmanmıştır.

Bunun sonucu ABD emperyalizmi 2016’da yaptığı darbeyle kendine bağımlı kıldığı Ukrayna’yı da NATO içine almakla Rusya’yı tehdit etmiştir. Özellikle son Başkan Joe Biden Rusya’nın yanı başındaki Ukrayna’nın NATO üyeliğini iyice öne çıkarttı ve Ukrayna’yı uluslararası gündemin merkezine oturttu. Böylece Ukrayna’nın durumu stratejik bir hal aldı. Ve nihayetinde, Rusya Ukrayna’ya yönelik işgal savaşını başlatarak sıcak savaş içine girmiştir. Bunun sonucu bu politik atmosferde Avrupalı kapitalist-emperyalist devletler de ABD önderliğindeki NATO’ya tekrar “Soğuk Savaş” döneminin ruh haletiyle sarılmışlardır.

ABD’nin diğer planı, savaş içine giren Rusya’nın yıpranması ve Çin ile ilişkilerinin zayıflatılmasıdır. Amaçları pazar alanlarına açılmasını engelleyemedikleri Çin ve Rusya’nın bu hamlesini sekteye uğratmaktır. Bunun için Ukrayna işgalinin uzun sürmesini istiyorlar. Bu saldırının arka planında Ukrayna savaşını Rusya üzerinde baskı unsuru olarak kullanmak, etkisini zayıflatmak ve Çin ile bağlarını koparmak yatıyor. Bu şekilde Çin’in yalnız bırakılmasını, en azından ilişkilerini zayıflatmayı planlıyorlar.

Sonrasında Büyük Çin Denizi’nde (Pasifik Okyanusu), adalarda, boğazlarda, karalarda Tayvan sorunu, Hong Kong vb. yerleri gündeme getirmek, yeni sorunlar yaratmak ve Çin’i yıpratarak dünya çapında oluşturduğu hegemonyadan menetmek… Rakiplerini dar bir alana hapsetmek… Böylece girilen konjonktürle Çin’in Bir Yol, Bir Kuşak Projesi’ni engellemek, baltalamak ve pazar kavgasında saf dışı bırakmak… Yerine kendi projelerini hakim kılmak…

ABD’nin emperyalist amaçları bunlardır. Bundan dolayı 16 Eylül 2021’de Asya-Pasifik’te Avustralya, Birleşik Krallık ve ABD tarafından Çin’e karşı askeri pakt oluşturulmuştur. Üç ülkenin isimlerinin kısaltılması ile AUKUS adını alan bu askeri pakta bir nevi NATO işleviyle ihtiyaç duyulmuştur. Bu paktın amacı Asya-Pasifik’te Çin’i frenlemek ve hegemonya mücadelesinde etkisiz kılmaktır. Bunun için de ABD’nin rakipleri olan Çin ve Rusya ittifakını zayıflatmak, birbirleriyle ilişkilerini zayıflatmak, etkisiz kılmak, manevra alanlarını daraltmak, geniş pazar alanlarına ve jeo-politik alanlara açılmasına engel teşkil etmektir. Rusya-Ukrayna savaşının arka planında bu hedef vardır. Rusya’yı savaş içinde tutarak yıpratmak ve Çin irtibatını zayıflatmak… Ve sonrasında Asya-Pasifik’te Çin’i savaş içine sokmak ve yarattığı sorunlar üzerinden yıpratmak… Nitekim Tayvan, Hong Kong sorunlarını giderek gündeme getirme girişimi bu tasarıların sonucudur!..

Dolayısıyla NATO üyesi devletlerin sayısı önce 16 iken bu sayı Varşova Paktı dağıldıktan sonra 30’a çıkmıştır. Kendi askeri bileşimini genişletmesi bunun sonucudur.

 

ABD ve İngiltere, İşgal Öncesi “Dünya Barışı”nı Bozan Kışkırtıcı Rol Oynadılar

Emperyalistler arası çelişkiler günümüzde her alanda giderek derinleşiyor. Özellikle Ortadoğu’da, Hint-Pasifik Okyanusu’nda ABD ve AB emperyalistleri Çin ve Rusya’ya karşı siyasi ve askeri operasyonlar planlamaya ve bu planlarını yaşama geçirmeye çalışıyorlar. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile Suriye’yi işgal ettikten sonra İran’ın doğalgaz ve petrolünü, ardından da Kazak, Türkmen, Azeri petrol ve doğalgazını ABD emperyalistlerinin ele geçirme planları Rusya’nın Suriye devletinin yanında ABD ve TC cihatçılarının karşısında savaşa katılmasıyla suya düştü, yarıda kaldı.

Üstelik ABD emperyalistlerinin Arap İslam Birliği ülkeleri üzerindeki etkisini de Rusya’ya kaptırmasıyla Ortadoğu’da Arap İslam Birliği ülkelerindeki pazarlarında Rusya şirketlerinin pazara daha fazla hakim olmalarının yolunu açtı. Ve AB ülkelerinin henüz kendi askeri güçlerini (Avrupa ordusunu) oluşturmamış olmalarından dolayı NATO’yu Doğu Avrupa’da Rusya’ya karşı konumlandırma çabalarına karşı dönemin ABD başkanı D.Trump’ın “NATO’nun gereksizliği” açıklamaları yapmasından dolayı bu planlarını gerçekleştirme olanağına sahip olamamışlardı.

2021 yılının Ocak ayında göreve başlayan ABD’nin yeni başkanı J.Biden daha önce -Trump döneminde- yapılanların aksine Çin ve Rusya’ya karşı ekonomik ve askeri olarak başlatılacak olan saldırılar öncesi NATO’yu daha doğrusu NATO’ya üye ülkeleri -özellikle de İngiltere’yle birlikte- yanına almanın gerekliliğinden hareketle Haziran ayında Brüksel’de NATO üye ülkeleri toplantısına büyük önem vererek, hazırlık yaparak katıldı. Ve bu toplantıdan “NATO 2030; Yeni Bir Çağ İçin Birliktelik” yönlü bir raporun çıkmasını sağladı. Bu toplantıda J.Biden başkanlığındaki ABD emperyalistlerinin önderliğinde Çin’e karşı bir ekonomik savaş ve Rusya’ya karşı da ekonomik savaşın yanında askeri saldırıların da yapılabileceği bir savaş başlatılma kararı alındı. Çin ve Rusya, hedef ülkeler olarak belirlenmiş oldu.

Brüksel’de gerçekleşen NATO zirvesinin sonunda açıklanan “Başlıca endişelerimiz Rusya, Çin ve Terörizm…” diye devam eden NATO bildirisinde ABD emperyalizminin “Rusya’yı NATO üyesi ülkelerle kuşatma” stratejisi NATO askeri yapılanmasının Doğu Avrupa’da güçlendirilmesi üzerinden NATO stratejisi haline getirildi.

Ardından yapılan G7, NATO ve AB toplantı sonuç bildirilerinde Çin ve Rusya’nın düşman ilan edilmesi, Rusya’nın doğudan NATO üyesi ülkelerle çevrilmesi/kuşatılması kararları aynı zamanda NATO’nun strateji belgesidir.

ABD ve NATO, uzun yıllardır Rusya sınırlarına füze konuşlandırıyor. Bu bölgelerde büyük çaplı manevralar düzenliyorlar. Nükleer silahlar taşıyan bombardıman uçaklarını Rusya sınırlarında uçuruyorlar.

En önemlisi de 2014 yılında ABD ve NATO ortaklaşa Ukrayna’da gerçekleştirilen bir darbeyle -Meydan Darbesi- Rusya yanlısı başkanı ve hükümeti alaşağı edip kendi yanlıları bir hükümeti iş başına getirdiler. Ve bu tarihten sonra da Ukrayna’daki güçlerin Rusya ile olası bir savaş için modern silahlarla donatılıp eğitilmeleri, bununla da yetinmeyerek Avrupa ve Amerika’dan Nazi yanlısı güçlerin Ukrayna’da eğitilerek buradaki Nazilerin oluşturdukları Azok Taburları’na dahil edilmeleri sağlandı. Tüm bu hazırlık Ukrayna savaşını hazırlayan sürecin parçasıdır.

 

ABD, Gerileyen Durumunu Yeniden Tesis Etmek İstiyor

Çin’in ekonomik olarak gelişmesi, Afrika pazarlarının büyük bölümünü ele geçirmesi, “Bir Yol” projesiyle Asya’dan Avrupa ve Ortadoğu pazarlarına yönelmesi ABD emperyalistlerini çok rahatsız etmiş durumda. Aynı zamanda Rusya’nın da ekonomik ve askeri bir güç olarak pazar paylaşımında öne çıkması, Suriye’de ABD emperyalistlerinin planlarını alt üst etmesinden dolayı ABD emperyalistleri bu durumu tersine çevirmek ve geçmişteki gibi askeri ve ekonomik gücünü harekete geçirerek dünya pazarlarında hakimiyetini sağlamak için öncelikle İngiltere ve ardından da NATO’yu yanına alarak Çin ve Rusya’yı sıkıştırmak için harekete geçti.

ABD emperyalistleri; G7, NATO ve AB toplantılarıyla, özellikle de NATO ile AB ülkelerini yanına alarak Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kışkırtıp savaşa sokarak Rusya’yı askeri ve ekonomik olarak geriletmek istiyorlar. Bu nedenle Ukrayna’ya her türlü ağır silah ve malzeme ve ciddi ekonomik destek sağlıyorlar. ABD’den yapılan açıklamalara göre sadece silahlanma için 800 milyon dolar karşılıksız yardım yapılmış. NATO ve ABD’nin askeri uzmanları, istihbaratçıları Ukrayna’nın askeri güçlerine sahada her yönlü desteği sağlıyorlar. ABD emperyalistleri Ukrayna vasıtasıyla bir vekalet savaşı yürütüyor diyebiliriz.

 

Ukrayna Savaşı, ABD-AB ile Rusya Arasında Emperyalist Paylaşım Savaşıdır

Tarihten başlayarak günümüzü anlamak daha kolay olacaktır.

İki dev kapitalist grubun –müttefikleriyle birlikte birbirileriyle rekabet halinde olan İngiltere ile Almanya’nın- savaştan önce yıllarda izledikleri gerçek politikanın mutlaka incelenmesi ve bütünüyle kavranılması gerekir” diyor Lenin.

Bu politika bize bir tek şeyi, dünyanın en büyük iki devi, iki kapitalist ekonomi arasındaki sürekli kapitalist rekabeti gösterir. Bir yanda yer yuvarlağının büyük bir bölümünün sahibi olan ve zenginlikte başta gelen, ve bu serveti kendi işçilerinin emeği ile değil de sayısız sömürgelerini sömürerek elde eden ve diğer bütün bankaların başına geçen üç-beş İngiliz bankasıyla milyarlarca rubleyi denetimi altına alan, bu denetimi yaparken de, bize hiç abartmadan; yeryüzünde bir tek ülke yoktur ki bu sermaye yumruğunu üzerinde bulundurmasın ve yeryüzünde bir karış toprak yoktur ki İngiliz sermayesinin ağına düşmemiş olsun dedirten İngiltere var.’’…

“1871’de yeni bir soyguncu, yeni bir ekonomik güç ortaya çıktı. Bu güç İngiltere’den çok daha büyük bir hızla gelişmişti. Almanya’da kapitalizmin bu hızla gelişmesi, genç ve kuvvetli bir soyguncunun Avrupa Devletleri Birliğine gelerek şunları söylemesine benziyordu: Hollanda’yı mahvettiniz, Fransa’yı yendiniz, dünyanın yarısını mideye indirdiniz; şimdi lütfedin biz de payımıza düşeni alalım.’” (V.İ.Lenin, Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 276, Yöntem Yayınları)

“Alman emperyalistleri İngiliz emperyalistlerine dünyayı sömürdüğünüz yeter! Buradan biz de pay almak istiyoruz diyerek sömürgelerin yeniden paylaşılması için savaşı başlattılar.” (I. Emperyalist Paylaşım Savaşının Çıkışı)

Bugün de ABD ve AB emperyalistlerinin karşısına dikilen Çin ve Rusya yıllar önce İngiltere’nin karşısına dikilen genç, kuvvetli soygunculardır. Dünya pazarlarından biz de payımızı almalıyız diye dayatıyorlar ABD ve AB’ye.

Savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir. Ezen ile ezilen sınıflar arasında mücadeleler keskinleştiğinde sınıflar, siyasetlerini silahlarla yürütmek durumunda kalırlar. Her savaş sınıfsal bir muhtevaya sahiptir. O halde yeryüzünde ezen ve sömüren sınıflarla ezilen ve sömürülen sınıflar var oldukça savaşlar da var olacaktır.

Ancak biz, tek bir ülkede değil, bütün dünyadaki burjuvaziyi devirir, yener ve ellerinden mallarını alırsak savaşlar imkansız hale gelir.” (Sosyalizm ve Savaş, Lenin)

Bütün tarihte gördüğümüz ve göreceğimiz savaşlar sınıfların savaşlarıdır. Ya ezen sınıflar kendi aralarında, sömürüden alacakları pay yüzünden ya da ezilen sınıf ile ezen sınıf arasında, bir taraftan ezen sınıfın sömürü ve baskı siyasetinin devamı, diğer taraftan ezilen sınıfların mevcut sömürü ve baskı rejiminin yok edilmesi siyasetinin devamı olarak savaş yapılmaktadır.

Savaşlar salt istekle “Kahrolsun savaş” vb. kuru sloganlarla engellenemez. Savaşlara yol açan somut nedenler vardır. Bu nedenler ortadan kalkmadıkça savaşlar da ortadan kalkmaz. Savaşların ortadan kalkması konusunda Lenin şöyle diyor; “Gerekli olan şey savaşı önlemek değil savaşın yarattığı krizden burjuvazinin devrilmesini hızlandırmak yolunda faydalanmaktır.” (Emperyalist Savaş Üzerine, s. 9)

Savaşa karşı takınılacak tutum üzerine sosyalistlerin girişecekleri tartışmalarda asıl sorun şudur; Niçin savaşılıyor? Savaşı tezgahlayanlar, yönetenler hangi sınıflardır? Yani sosyalistler, yığınlara kurtulmaları için tek çıkar yolun “kendi” hükümetlerini devirmek olduğunu ve bu amaçla hükümetlerinin bu savaşta içine düştükleri güçlüklerden yararlanmaları gerektiğini anlatmalıdırlar. (age)

Gerici bir savaşta, devrimci bir sınıf, hükümetinin yenilmesini istemekten başka bir şey yapamayacağı gibi, hükümetin askeri başarısızlıklarıyla onu devirme olanaklarının arttığını görmezlikten de gelemez.

ABD, İngiltere ve AB emperyalistleri ve Rusya emperyalistleri arasında Ukrayna üzerinden yaşanan bu savaşın amacının, bölge hakimiyetini ve pazarları kontrol etmek olduğu açıktır. Dolayısıyla ABD, İngiltere ve AB emperyalistlerine ve diğer yandan Rusya emperyalistlerinin işgalci ve ilhakçı girişim ve saldırılarına karşı çıkılmalıdır.

Yaşanan, gerici ve haksız bir savaştır. Her iki emperyalist kamp arasında yaşanan bu çatışmalardan en çok etkilenecek olan Ukrayna halkı ve halklarıdır.

Emperyalistler arasındaki bu türden savaşlara karşı doğru çözüm enternasyonal proletaryanın ve ezilen dünya halklarının örgütlenmesi, emperyalizme ve kendi ülkelerinin egemenlerine karşı mücadele etmesidir.

Komünistler, haksız savaşı, işgal ve ilhakı ezilen mazlum halka dayatanlara karşı haklı savaşları dayatmak göreviyle karşı karşıyadırlar. Haksız savaşlara karşı haklı savaşların bayrağını yükseltmek komünistlerin görevidir.

 

Tartışmalar ve Rusya’ya Bağlanan Umutlar

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla başlayan tartışmalar dikkat çekicidir. ABD karşıtlığında ifadesini bulan birçok parti, grup ve çevre Rusya’nın yanında saf tutarak Putin’in Ukrayna’ya saldırmasını meşru görmektedir. ABD’nin savaş kışkırtıcılığı, yayılmacı politikasını ancak “Rusya’nın durdurabileceğini”, Ukrayna işgalinin ABD ve Avrupalı emperyalistlere verilmiş bir cevap olduğunu ileri sürerek Rusya’nın yanında saf tutmuşlardır. Bu çevrelerin bir diğer gerekçesi ise Ukrayna’nın NATO’ya alınarak Rusya’nın çevrelendiği ve buna karşı Rusya’nın bir “beka sorunu” olduğu, kendi geleceğini tehlikeye sokmamak için Ukrayna’ya savaş açmasının meşru olduğu tezine dayandırılmaktadır.

Buna karşın doğru tavır Rusya’nın işgalci bir güç olduğu ve Ukrayna’ya saldırmasının savunulacak bir tarafı olmadığıdır. ABD, İngiltere ve Avrupalı emperyalistlerin NATO ve G7 zirvelerinde Rusya’yı düşman görerek, etkisiz hale getirmesi için planlar yaptıkları doğrudur. Buna Çin’i de eklemek gerekir. ABD, İngiltere ve Avrupalı emperyalistler için iki büyük düşman olarak Rusya ve Çin, pazarların yeniden paylaşımı önünde en büyük engel olarak görülmektedirler.

Emperyalist sistemin kendi içindeki çelişkileri giderek şiddetleniyor. Bugün ifadesini Ukrayna’da bulması, dünyanın diğer coğrafyalarında her şeyin sütliman olduğu anlamına gelmiyor. Dünyanın tüm coğrafyalarında emperyalistler arasındaki çelişkiler yer yer çatışmalar, yer yer işgal ve darbelerle pazar dalaşı devam ediyor. Ukrayna bu süreçte en zayıf halka olarak gündeme geldi. ABD’nin savaş kışkırtıcılığı ile birleşen süreç Rusya’nın Ukrayna’yı işgal saldırısına girişmesiyle sonuçlandı.

Emperyalist sistem var olduğu müddetçe, emperyalistler arasındaki çelişkiler de varlığını sürdürecektir. Bunu ekonomik ve politik nedenlerini Stalin, savaş tehlikesine dikkat çektiği makalesinde dile getirerek şöyle demektedir: “Dünya kapitalizminin üretiminin ve ticaretinin bu büyümesinde en karakteristik olan şey, gelişmenin dengesiz gerçekleşmesidir. Gelişme, kapitalist ülkelerin birbirini rahatsız etmeksizin ve ezmeksizin sessiz ve dengeli bir şekilde birbirinin peşi sıra ilerlemesi şeklinde değil, tam tersine –birtakım ülkelerin püskürtülmesi ve çöküşü yoluyla, diğerlerinin bunların yerini alması ve yükselmesi yoluyla, kıtalar ve ülkeler arasında pazar egemenliği için sürdürülen bir ölüm kalım savaşı olarak gerçekleşmektedir. Bu modern kapitalizmin artan uzlaşmaz çelişmelerinin temelidir. Üretim olanaklarının büyümesiyle pazarların görece sabitliği arasındaki bu çelişki, pazarlar sorununun şimdi kapitalizmin ana sorunu olmasının nedenidir. Genel olarak sürüm pazarları sorununun keskinleşmesi ve özel olarak da dış pazarlar sorununun keskinleşmesi, tek tek olarak da sermaye ihracı için pazarlar sorununun keskinleşmesi – kapitalizmin şimdiki durumu budur.” (Stalin, c. 10, s. 234-35)

Stalin’in II. Emperyalist Savaşı’nın ön yıllarında dile getirdiği bu tespit, bugün de geçerliliğini korumaktadır. Ukrayna savaşıyla birlikte emperyalistler arası çelişkiler artmıştır ve karşılıklı restleşmelerle süreç devam etmektedir.

Komünistlerin bu savaş karşısındaki tutumu açıktır. Rusya işgalci bir güç olarak Ukrayna’dan derhal çekilmelidir. Bu savaşın ne Ukrayna halkına ne de Rus halkına bir faydası vardır. Ukrayna halkının Rusya işgaline karşı mücadelesi meşrudur. Burada problem bu savaşa önderlik eden Ukrayna hakim sınıflarının ABD ve AB emperyalizminin maşası olmasıdır. Bu objektif durum, Ukrayna halkının anavatan savunmasının en stratejik, en zayıf noktasını oluşturmaktadır.

 

Faşist Parti ve Grupların Ukrayna’da Savaşa Sürülmesi

Faşist grup, parti ve çevreler her zaman emperyalistlerin ve uşaklar iktidarların yedek bir gücü olmuştur. Afganistan’da Rusya’ya karşı Taliban’ın kullanılması, Suriye’de IŞİD’in Esad’da karşı kullanılması hala akılda duran örneklerdir. İç savaş ve ayaklanmalarda da değişmeyen bir durum olarak faşist partiler her zaman yedek bir güç olarak kullanılmışlardır. Faşist partilerin yasal olması, parlamentoda yer almaları, yer altında faaliyet yürütmeleri arasında sadece nicel farklıklar vardır. Yeri geldiğinde görevleri değişmeyen bu güruhları, burjuvazi her zaman yedek bir güç olarak cepheye sürmüş ya da iç savaşlarda paramiliter bir güç olarak kullanmıştır. Tunus ve ardından Arap Baharı olarak bilinen ayaklanmalarda gerici ve faşist grupların, ABD tarafından nasıl kullanıldığı bir sır değildir.

Ukrayna savaşında Rus emperyalist gücüne karşı kullanılan bir diğer güç de faşist gruplar ve partiler oldu. Kendilerine Neo-Nazi diyen bu çevreler Rusya’ya karşı aktif olarak savaştırılmaktalar. NATO, doğrudan ve alenen asker gönderemediği Ukrayna’ya Neo-Nazi çetelerini göndererek, kısmi de olsa asker açığını bu faşist çeteler vasıtasıyla kapatmaya çalışıyor. Almanya, İngiltere, Fransa, Macaristan, Polonya’dan Ukrayna’ya giden bu faşist gruplar, sayısız katliam yapmıştır.

AB ülkelerinde Neo-Nazi hareket, bilinenin de ötesinde bir güce sahip. Bu grupların uluslararası alanda kendi aralarında bir işbirliği ve dayanışma içinde oldukları da biliniyor. Bu faşist gruplar, dönem dönem bir araya gelerek toplantılar yaparak, yürüyüşler düzenleyerek topluma gözdağı da vermekteler.

AB ülkelerinde ciddi bir faşist güç bulunmaktadır. Başta Almanya olmak üzere, tüm diğer ülkelerde giderek güçlenen bu faşist hareketin arkasında hükümetlerin olduğu bilinmektedir. Almanya’da defalarca kapatılması istenen NPD’nin (Nasyonal Demokrat Parti) kapatılmamasının arkasındaki güç bizzat Alman devletidir. Yüzlerce eylem yaparak, onlarca göçmeni katleden bu faşist partinin kapatılmamasının arkasında yatan esas sorun Alman devletinin yeri ve zamanı geldiğinde bu faşist grupları kullanmasıdır.

AB ülkelerinde yasal birçok faşist parti bugün hükümettedir. Bu faşist partilerin tamamı, artan göçmen akınına karşı da kullanılmaktadır. Göçmenlere karşı bu partilerin eylemler yapması, göçmenleri katletmelerinin arkasında istihbarat örgütleri bulunmaktadır. Almanya’da NSU’un (Nasyonal Sosyalist Yeraltı) 10 göçmeni katletmelerinden yıllar sonra bir kısım üyelerinin yakalanması sonrasında yapılan yargılamada dosyaya gizlilik kararı verilmesinin asıl nedeni, Alman devletinin rolünün ortaya çıkacağı korkusudur. Almanya, Ukrayna savaşında binlerce Neo-Nazi’yi Ukrayna’ya göndererek bu faşist grupları savaş cephesine sürmüştür. Aynı durum diğer AB ülkeleri için de geçerlidir. İngiltere, Fransa, Polonya, Yunanistan, Macaristan, vb. ülkeler için de durum aynıdır. Tüm bu ülkeler, kapılarını Neo-Nazi gruplarına açarak, rahatça ve hiçbir hukuki bağlayıcılığı olmayacak şekilde Ukrayna’da savaşa sürdüler.

Bugün Ukrayna’da ABD ve Ab emperyalistlerinin çıkarları için savaşan Ukrayna hakim sınıflarının sözcüsü Zelenskiy, 2019 yılından bu yana Ukrayna’daki faşist çetelerle yakından ilgilendi. Faşist harekete büyük olanaklar sağladı. Örgütlenmeleri önündeki tüm yasal engelleri kaldırdı.

Bu faşist hareketlerden en büyüğü Azov/Azak’tır. Askeri kanadı da bulunan bu faşist hareketin Ukrayna ordusu içinde de etkili olduğu bilinmektedir. Azak Taburu olarak da bilinen bu faşist grup, açıktan Hitler’i savunmakta, üniforma ve bayraklarında Nazi sembolleri kullanmaktalar. Bu faşist bu gruba Fransa, Belarus, Kanada, Slovenya, İtalya ve İsveç’ten gruplar katılarak destek verdiler. 20 bin üyesi olan bu grup, Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı aktif olarak kullanıldı.

Bir diğeri de Swobıda hareketi’dir. Kendilerine “Özgürlük Harekâtı” adı veren Swobida Hareketi 1991’den bu yana aktif konumda. 2014 yılına kadar parlamentoda 37 milletvekiliyle temsil edilen bu faşist hareket, Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı paramiliter bir güç olarak Zelenskiy’nin emrinde çalıştı. Prawyj Sektör isimli faşist örgüt de esas olarak “Maidan Protestoları” döneminde aktif görev aldı. Rusya’ya karşı en aktif savaşan gruplardan biri.

Savaş başladığından bu yana Avrupa’daki bütün Ukrayna büyükelçileri birer asker alım merkezlerine dönüştürüldü. Birçok Avrupalı Neo-Nazi grubu, savaşmak için gönüllü olarak Ukrayna Büyükelçiliklerine başvurdu. Onay verilenler, AB’nin denetiminde Ukrayna’ya ulaştırıldı. Tüm Avrupa ülkelerinden yaklaşık 20 bin Neo-Nazi’nin Ukrayna’ya ulaştığı, bunlardan 10 bininin Alman Nazileri olduğu tahmin edilmektedir. Alman Nazi grupları içinde en aktif olanı ise NPD’dir.

Ukraynalı Neo-Naziler, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan bu yana hep aktif oldular. Öyle ki, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde Hitler’in yanında saf tutan bu faşist gruplar, Ukrayna’da yüz binlerce Yahudi’nin katledilmesinden de sorumludurlar.

Ukrayna’daki faşist gruplar, 2014 yılında Donetsk ve Luganks’ın bağımsızlıklarını ilan etmelerinden sonra, bu bölgede binlerce Rus’u katlettiler. Donbas bölgesinin Ukrayna’dan bağımsızlığını ilan etmesinden sonra, Ukrayna, Minsk Anlaşmasıyla bu bölgenin statüsünün görüşüleceğine dair bir anlaşmaya imza atmasına rağmen, Ukrayna bu anlaşmaya uymayarak, Neo-Nazi gruplarını Donbas’a saldırtarak katliam yaptırdı. Bu katliamlarda toplam 14 bin kişi katledildi.

ABD ve Batılı emperyalist güçler, savaş öncesi de bu faşist hareketleri sürekli desteklediler. 2014 yılında Maidan olayları patlak verdiğinde ABD, yine bu faşist hareketleri destekledi. Birçok faşist grubun lideri ABD’de ağırlandı. Bu gruplar 2014 yılındaki ayaklanmada ABD desteğiyle Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’i devirerek, yerine Oleksander Turçenov’u iş başına getirdiler.

Dünyanın her yerinde burjuvazi faşist hareketleri her zaman için yedek bir güç olarak tutmuşlardır. Burjuvazi gelişen toplumsal hareketleri bastıramadığı yerde faşist hareketi devreye sokmuştur. Bu çeteler vasıtasıyla katliamlar yaparak, halkı sindirmeye çalışarak, yargısız infazlar yaparak toplumsal hareketleri bastırmaya çalışmıştır. İtalya’da Mussolini’nin Kara Gömlekliler’i binlerce direnişçiyi katlederek Mussolini’yi iktidara taşıdırlar.

Türkiye’de de MHP her zaman devletin yedek militarist gücü olmuştur. 1980 öncesi gelişen devrimci hareketin bastırılması, yok edilmesi için MHP kullanıldı. Maraş, Çorum, Sivas katliamları MHP eliyle yapılmıştır. MHP, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin bastırılmasında da kullanıldı. Özel harekatçıların tamamı MHP’lilerden oluşturulmuştur. Bu paramiliter güç, binlerce Kürdün katledilmesinden, işkence yapılmasından sorumludur. MHP’li sivil faşistler Ermenistan-Azerbaycan savaşında Ermenilere karşı savaşmaları için savaş cephesine gönderildiler ve yüzlerce Ermeni’yi katlettiler. Keza, TC devletinin sınır ötesi operasyonlarında ve Suriye’de de MHP’liler Kürtlere karşı savaşa sürüldüler. Bugün de MHP, farklı bir misyonla devleti AKP ile birlikte yönetiyor.

 

Üçüncü Paylaşım Savaşı Ne Kadar Yakın?

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle başlayan bir diğer tartışma da III. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın giderek somut bir olgu haline geldiğidir. Bazı çevrelerin “zaten bir üçüncü dünya savaşı devam ediyor” tezlerine karşı, savaşın giderek esas akım haline geldiğini savunanların önemli bir yekun tuttuğu da bir diğer gerçek. Buna karşı devrim esas akım olmakla birlikte, savaş tehlikesinin giderek arttığı tezini savunanlar da var.

Emperyalizm var olduğu sürece savaşların kaçınılmaz olduğu tezi geçerliliğini hala korumaktadır. II. Paylaşım Savaşı sonunda artık emperyalist savaşların imkansız hale geldiğini iddia edenlere karşı Stalin, Lenin’in bu sözüne atıfta bulunarak böyle bir düşüncenin anti-Leninist olduğunu söylüyordu. Gerçekten de emperyalist savaşlar tekelci kapitalizmin bir eseridir. Tekeller arası rekabetten doğar ve tekellerin iradelerinden bağımsız bir olgudur. Emperyalizmi yok etmeden genel olarak emperyalist savaşların yok olacağını savunmak, Lenin’in bu konudaki temel tezini revize etmektir. “Ve bu bilanço gösteriyor ki, üretim araçlarında özel mülkiyet varolduğu sürece, bu iktisadi temel üzerinde, emperyalist savaşlar mutlak surette kaçınılmaz olacaktır.”

İki büyük paylaşım savaşı buna yeterli bir kanıttır. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası dünyada değişen durum emperyalist savaşları ötelemede önemli bir rol oynadı. Sovyetler Birliği’nin Hitler faşizmini tarihin çöplüğüne gömmesi, Doğu Avrupa ülkelerinde bir dizi halk cumhuriyetlerinin kurulması, Çin Devrimi’nin zaferle sonuçlanması, 1968 gençlik hareketi, sosyal kurtuluş hareketleri, Vietnam’ın ABD’yi yenilgiye uğratması ve dünya çapındaki halk hareketleri, emperyalizmi gerileten gelişmeler olmuştur. Stalin, “Emperyalist savaşlara karşı kararlı bir mücadele veren komünist partiler olmasaydı, emperyalistler şimdiye kadar çoktan birbirlerinin boğazına sarılmışlardı, uyguladığı barışçıl politikasıyla yeni bir savaşın kışkırtıcılığına büyük engel olan SSCB olmasaydı, emperyalistler birbirlerini güçten düşürerek emperyalist cephenin yeniden yarılmasını kolaylaştırmaktan korkmazlardı” (Stalin, c. 9, s. 255) derken bir gerçeğin altını da kalın çizgilerle çizmiş oluyordu. Tüm bunlara nükleer silahların artması ve bunun da savaşı ötelemede kısmi bir etki yaptığını söyleyebiliriz.

Dünya, bugün II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası yıllarla bir ve aynı değildir. Sosyalist bir devletin ve sosyalist bir blokun olmaması, emperyalistlerin at oynatması için onlara büyük imkanlar sağlıyor. Sovyetler Birliği döneminde “barış” politikası ve “silahsızlanma” çağrıları emperyalistleri köşeye sıkıştırmak için stratejik bir önemdeydi. Bugün ne sosyalist bir dünya ne de tek tek de olsa savunacağımız sosyalist ülkeler mevcuttur. Bu, “barış içinde yaşayacağımız bir dünyanın” da olmadığını göstermektedir. Bugün stratejik görev, emperyalizme karşı topyekun bir mücadele vermektir.

Emperyalizm var olduğu müddetçe emperyalist bir dünya savaşı imkansız değildir. Pazar uğruna savaşım emperyalistlerin asla vazgeçemeyeceği stratejik bir meseledir. Üretimin sürekli artması, üretilen mallar için pazar bulunamaması, emperyalistler arası savaşların da nedenidir.

Son yirmi yılda dünya çapında baş gösteren ekonomik kriz hala tam olarak atlatılabilmiş değildir. Bu, emperyalist sistemin en büyük açmazıdır. 2008 yılında ABD’de başgösteren konut krizi çok kısa bir sürede tüm dünyayı etkisi altına alarak küresel bir ekonomik krize dönüştü. Bunu 2009 ve sonrasındaki krizler izledi. Pandemiyle birlikte, baş gösteren kriz, dünya çapında bir dizi krizi birlikte getirdi. Artan işsizlik, gıda krizi, sağlık krizi birbirini tetikler şekilde hala devam etmektedir. Pandemiyle birlikte, emperyalist tekellerin batmaması için emperyalist ülkeler merkezi bütçelerinden milyar dolarlar ayırarak, iflasın önüne geçmeye çalışsalar da, kriz bir bütün olarak atlatılmış değildir.

Bir bütün olarak emperyalist sistem ve bu sistemin tek tek parçaları olarak emperyalist ülkeler krizi atlatmak üzere mevcut pazarların yeniden paylaşımı mücadelesi kızışarak devam etmektedir. Emperyalistler arasındaki çatışmalar günümüzde esas olarak bölgesel savaşlarla devam etmektedir. Yakın tarih olarak Irak işgali, Suriye iç savaşı, Libya’nın işgali ve bugün Ukrayna savaşıyla devam eden süreç böyle okunmalıdır.

Ukrayna savaşını diğer bölgesel savaşlardan ayıran en temel özelliği Avrupa topraklarında sürüyor olmasıdır. Diğer bölgesel savaşların Avrupa dışında gelişmesi, süreci bu kadar tartışmalı kılmamıştı. Kendinden uzakta bir savaşa bu kadar ilgili olmayanların, işgal edilen ülkelerde yapılan katliamlara, yağma ve katliamlara gözlerini kapatanların, bugün Ukrayna’ya bu kadar ilgi göstermelerinin nedeni savaşın “kendi kapılarının” önünde yaşanıyor olmasıdır. ABD’nin Irak, Suriye ve Libya’daki işgal ve katliamları, yakın tarihte, Almanya, Fransa, İngiltere’nin Afganistan’da yaptığı katliamlar, Libya’ya hep birlikte üşüşmeleri, bu ülkeleri kendi aralarında paylaşarak birbirlerine dokunmadan uzlaşmalarına karşın, Ukrayna savaşı ABD ve Batılı emperyalist güçlerin, kendi pazarına Rusya’nın göz dikmesi olarak okunmaktadır.

Bir savaş tehlikesinin giderek artmasındaki diğer olgu da değişen dünya dengeleridir. Yükselen Çin emperyalizmi karşısında panikleyen ABD, İngiltere ve Avrupa emperyalistleri, Çin’i frenlemek için sürekli strateji geliştiriyorlar. Bunda tam olarak başarılı oldukları söylenemez. Çin ve Rusya’nın işbirliği ile dengelerin değiştiği bir dünya gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Ukrayna savaşıyla birlikte, emperyalistler arası saflaşmalar daha da netleşmiş bulunuyor. ABD, J.Biden’la birlikte, dünya ölçeğinde gerileyen “liderli”ğini, yeniden tesis etmek için harekete geçti. Merkezine Çin ve Rusya’yı koyan ABD, Ukrayna savaşı öncesi NATO ve G7 toplantılarında 2030 olarak kabul edilen yeni stratejik hedeflerindeki Rusya ve Çin’in çevrelenerek etkisiz hale getirilmesi amacı kamuoyunda açıklandı.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali öncesinde oynadığı kışkırtıcı rol oynayan ve arkasına NATO’yu da alan ABD, Avrupalı emperyalistleri de yanına çekerek, giderek yıpranan ve eksilen “dünya liderliği”ni tekrar sağlamlaştırmak için önemli bir adım atmış oldu. Rusya’ya karşı tutum alan tüm emperyalist güçlerin bir blok olarak hareket etmelerine karşın, Çin ve Rusya bir diğer emperyalist blok olarak karşı karşıya gelmiş bulunuyorlar.

Savaş tehlikesinin artmasındaki temel bir diğer olgu da savaş bütçelerinin artmasıdır. Tüm ülkelerin Ukrayna savaşının hemen sonrasında, silahlanmaya milyar dolar ayırmaları küçümsenmemelidir. Savaşı başlatmak için sadece silahlanma yetmemektedir. Avrupa’da iç faşistleşme, faşist partilerin hükümet olmaları ve bunun giderek artması, yeni polis yasalarının çıkartılması, cephe gerilerini sağlama almaya yönelik stratejiler geliştirmeleri ve buna bağlı olarak yarı-sömürgelerin yeniden dizayn edilmesi, darbelerle hükümetlerin değişimi savaş hazırlıkları olarak okunabilir. Savaş, an itibariyle esas akım olmamakla birlikte, bir üçüncü paylaşım savaşı tehlikesinin de her zamankinden daha yakın olduğu bir gerçektir.

 

“Ya Devrimler Savaşı Önler ya da Savaşlar Devrimlere Yol Açar!”

O halde, savaşları önleyebilecek yegane güç devrimdir. Nispi barışın korunması için uygulanacak barış taktikleri şu ya da bu savaşı erteleyebilir, hatta engelleyebilir ama savaşın kaynağını, emperyalizm yok edemediği için emperyalist savaşı bir bütün olarak yok edemez.

“Dünya Barış Cephesi” politikası sloganı komünistler açısından nettir. Savaşın esas akım haline geldiğini tespit ettiğimizde proletaryanın görev ve taktiklerinde önemli değişikler meydan gelir. Savaşın patlak vermeden önce tüm ülkelerde komünist partilerin stratejik görevi emperyalist savaşa karşı savaşmaktır. Bu noktada komünist partilerin ikili görevi ortaya çıkar; emperyalist ülkelerde savaşı iç savaşa dönüştürmek ve devrimi savunmak; yarı-sömürgelerde ise ülke burjuvazisi savaşa dahil olmuşsa, savaşı iç savaşa dönüştürerek devrimi hedeflemek.

Bugün “dünya barışının savunulması” sloganı yanlış değildir ancak bu sadece taktik bir politikadır. Stratejik hedefimiz olan emperyalizmin yok edilmesinin tali duruma düştüğü olarak okunmamalıdır. Proletaryanın savaşa karşı hazırlıklı olması, örgütlenmesi, dünya çapında anti-emperyalist birliklerin/cephelerin kurulması için güç toplamaya ihtiyaç duyduğu şartlarda dünya barışı savunulmalıdır. ‘‘Lenin’in inşamız için birçok şeyin kapitalist dünya ile kaçınılmaz olan, ama ya proleter devrimin Avrupa’da olgunlaştığı ana, ya da sömürge devrimlerinin tümüyle olgunlaştığı, ana ya da nihayet kapitalistlerin sömürgelerin dağılımı yüzünden birbirleriyle kapıştığı ana kadar geciktirilebilecek savaşı geciktirmeyi başarıp başaramayacağımıza bağlı olduğu şeklindeki sözlerini unutmamalıyız. Bundan ötürü, kapitalist ülkelerle barışçıl ilişkilerin korunması, bizim için vazgeçilmez bir görevdir.’’ (Stalin, c. 10, s. 247) bu tespit bugün için de geçerlidir.

Tüm bu gelişmeler karşısında komünist hareketin parçalı duruşu ise devam ediyor. Savaş tehlikesine karşı dünya çapında nasıl bir strateji ve taktik izleneceğine ilişkin ortak bir birliktelik geliştirilmiş değildir. Tek tek komünist partilerin açıklamaları önemli bir yerde durmakla birlikte, tüm bu doğru tutumların ortak paydada birleştirilerek dünya ezilen halklarına bir perspektif olarak sunulması göreviyle karşı karşıyayız.

Bu görevle birlikte her coğrafyada emperyalizme ve savaş tehlikesine karşı anti-emperyalist cephelerin kurulması şartları çok daha güçlü bir zeminde durmaktadır. Avrupa’nın kapısına dayanan savaş, kitleleri şimdilik Rusya’ya karşı bir tavır almayla sınırlandırsa da, tehlike geliştikçe bunun tersine dönmesi de o oranda artacaktır. Bunun sadece kendiliğinden olması beklemez. Savaşın getirdiği yıkım, yoksulluk, açlık ve katliamların kitlelere anlatılması devrimci, ilerici örgüt ve partilerin görevleri arasındadır.

Sonuç olarak önemli bir ayrıntıya değinerek değerlendirmemizi bitirelim. Rusya emperyalizminin Ukrayna’yı işgali beraberinde anti-Sovyetik ve anti-komünist propagandaları attırdı. Gelinen aşamada Rusya’nın Sovyetler Birliği ile hiçbir benzerliğinin bulunmaması bir yana bizzat Putin’in Lenin şahsında Bolşeviklere ağır hakaretler ettiği bilinmektedir. Putin Sovyetler’i değil, “Çarlığı” temsil etmektedir!

Buna rağmen ABD ve AB emperyalistleri neden anti-Sovyetik ve anti-komünist propagandaya başvurmaktadır? Bunun nedeni, ABD ve AB emperyalistlerinin sınıf çıkarlarıdır. Her ne kadar ABD-AB emperyalistleri ve Rusya-Çin emperyalistleri arasındaki çelişki sertleşmişse ve Ukrayna’da sıcak bir savaşa dönüşmüşse de emperyalist-kapitalistler asıl tehlikenin komünizm olduğunun bilincedir. Bu karşı devrimci propagandanın nedeni budur.