TKP/ML Kadın Komitesi Açıklaması: “Erdoğan ve AKP, kendi çıkarları için ülkeyi parçalanmaya ve yok oluşa götürüyor! (Ya da kadın-LGBTİ-Kürt-örgüt düşmanı darbeci hizip Partiyi parçalanmaya götürüyor!)”

Erdoğan ve AKP, kendi çıkarları için ülkeyi parçalanmaya ve yok oluşa götürüyor!
(Ya da kadın-LGBTİ-Kürt-örgüt düşmanı darbeci hizip Partiyi parçalanmaya götürüyor!)
Siyaset bilimci Lawrence Britt’in Umberto Eco’yu feyz alarak ve 20. yüzyılın faşist yönetimlerini inceleyerek oluşturduğu “Yeni başlayanlar için 14 derste faşizm” isimli makalesi belki bizler için çok klasik ama diğer yandan çarpıcı başlıklarla doludur. Faşizmi kavramsal ve olgusal olarak elbette MLM bilimine göre değerlendirmeye tabi tutmak, faşizm analizi yapmak değil burada amacımız. Ayrıca baştan not edelim ki, Lenin’in ifadesiyle “Karşılaştırmaların iğrenç olduğu eski bir aksiyomdur. Her karşılaştırmada, karşılaştırılan fikir ve objelerin diğer yanları deneme kabilinden ve şartlı bir şekilde soyutlanarak, bu obje ve fikirlerin bir veya birkaç yanına göre benzerlik çıkarılır.” Bu iki noktadaki itirazları baştan reddederek devam edelim.
İşte Britt’in başlıklarından birkaçı:
1- Güçlü ve sürekli milliyetçilik
3- Düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması.
5- Cinsel ayrımcılığın şahlanışı
12- Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma
13- İnsan kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama
14- Hileli seçimler
AKP’nin, zaten baştan itibaren faşist diktatörlük olarak yukarıdan aşağı inşa edilmiş bir sistemin bugünkü temsilcisi olması tüm maddelerle birebir uyumlu olmasının doğallığını da koşulluyor. Ancak diğer yandan Erdoğan-AKP, özellikle 15 Temmuz sonrası (aslında Fetullah Gülen’le aralarındaki çatışmanın ve özellikle de 17 Aralık’ta Gülen’in bizzat Erdoğan’ın yolsuzluk dosyalarını açığa çıkarmasının ardından) Cemaat’in tüm hamlelerini “darbe çığırtkanlığıyla”, “Allahın lütfu” olarak gayet ustaca kullanmış, bir yandan kendisine dair suçlamaların üzerini kapatırken diğer yandan karşı hamlelerine belli bir kitle üzerinden meşruiyet kazandırmıştır.
Britt’e dönersek…
Milliyetçilik, şovenizm tüm sömürücü iktidarların baş silahlarından biri olagelmiştir. Oysa açıktır ki paranın, sermayenin dini, dili, ırkı vs. yoktur. Ancak kitleleri daha sorunsuzca yönetebilmek açısından en kullanışlı olgulardan biri olarak kendi dışındaki tüm milliyetleri düşmanlaştırarak, kendi milliyetini-ırkını yücelterek yönetilebilir bir halk gerçekliği ortaya çıkarmak bugüne kadar hep işe yaramıştır. Nitekim Erdoğan da bu gerçeklikle hareket etmekte, şovenizmi kışkırtarak başta Kürt ulusu olmak üzere Türk olmayan tüm kesimlere karşı savaşı yükseltmektedir. Bir süre devam eden “çözüm-çatışmasızlık” çeşitli isimlerle adlandırılan süreçte ve özellikle de Gezi İsyanı’nın bir yan ürünü olarak kitlelerde çok alt seviyede de olsa oluşan kimi anti-şoven yaklaşımlar da bu süreçte “terör” kapsamında ortadan kaldırılmakta, ilkel ırkçı-şoven yaklaşımlar geliştirilmektedir.
Erdoğan için düşman/günah keçisi bulmak en basit işlerden biridir. Zira özellikle, Erdoğan’ın bugün söylediğini, üzerinden saatler geçmeden reddedebilen, dün dost olduklarını bugün geçmişin hiçbir açıklamasını yapmadan düşman ilan edebilen vs. pervasızlığı sadece karaktersizliğinden değil, aynı zamanda biat kültürüyle donattığı, hafızasını körelttiği halk kitlelerinin gücünden gelmektedir.
Sömürücü iktidarlar düşmansız yaşayamazlar, çünkü düşman olmazsa kendi yaptıkları/yapmadıkları ortaya çıkacaktır kitleler nezdinde. Bu düşmanların gerçekten düşman olması yani halk düşmanı olması ya da olmaması çok önemli değildir. Örneğin Cemaat elbette halk düşmanı bir örgütlenmedir, suçları kabarıktır ancak elbette Erdoğan’ın derdi bu değildir. Halkın bir parçası ve öncüsü olma iddiasındaki devrimciler de aynı düşman kategorisine yerleştirilerek itibarsızlaştırılarak kitlelerin önüne konulmaktadır. Burada tek dert vardır; suçlarının açığa çıkmaması ve gerekirse ülkeyi yıkıma ve yok oluşa götürmek pahasına tek kişilik iktidarını inşa etmek, sürdürmek.
Kitlelerin en geri yönleriyle uzlaşı içinde ve bu yönleri yaratıcı şekillerde kullanarak iktidarının devamlılığını sağlamak sömürücü iktidarların ortak özelliği ise bu noktada milliyetçilik-şovenizmle birlikte en işlevli-kullanışlı olgulardan biri de kadın ve LGBTİ’ler olmaktadır. Erdoğan da bunu iktidara geldiği günden bu yana en etkili şekillerde kullanıyor. Kimi zaman gündem değiştirmek için, kimi zaman halk kitlelerinin daha doğrusu dayandığı partiarkanın istekleri doğrultusunda, kimi zaman içindeki kadın-LGBTİ düşmanlığını bastıramadığı için başta kendisi olmak üzere tüm şürekası ile birlikte kadın-LGBTİ’lere ve onların mücadelesine karşı saldırılarını hiç yavaşlatmadı. Kadın mücadelesini aşağılayan, küçümseyen, yok sayan, görmezden gelen yaklaşımlarının somut karşılıkları da örneğin son süreçte kadın derneklerinin ve kayyum atanan belediyelerdeki kadın merkezlerinin kapatılması oldu.
Kimi geçiş süreçlerinde ve çok ciddi bedeller pahasına kadınların mücadeleyle elde ettikleri kazanımların, böylesi süreçlerden doğrudan gasp edilmesi çok klasik bir durumdur. Çünkü iktidar da çok iyi bilmektedir ki, çeşitli sus paylarıyla, uzlaşmalarla, al gülüm ver gülüm siyasetiyle birçok alanı etki altına alabilmesi mümkünken, kadınların, cinsiyet bilinçli kadınların mücadelesini bugüne kadar hiçbir zaman mutlak bir şekilde engelleyememiştir. Sınıfsal bilincin kadın cinsiyet bilinciyle buluşmasıyla açığa çıkan güç, kararlılık, uzlaşmazlık iktidarlar için hep tehlikedir ve evcilleştirilmesi mümkün olmadığından ortadan kaldırılması gereken bir “bela”dır. Çünkü kadınlar sokağa çıkarken, evlerini yıkarlar; limanları terk edip açık denizlere atlarken gemileri yakarlar… Yani dönüş yoktur. Dolayısıyla da önce kadınları vurmak faşizmin gelenekselleşmiş hareket tarzıdır.
Kadınlara karşı bu hareket tarzının bir başka karakteristik özelliği de, Gandi’nin sözleriyle ifade edersek; “Önce seni görmezden gelirler, sonra sana gülerler, sonra seninle savaşırlar ve sonra sen kazanırsın!” Uzun yıllar görmezden gelinerek ilk evreyi çoktan aşmıştık zaten, feminist diye dalga geçmeleri, arkadan gülmeleri, komik olduğunu sandıklarını espri malzemesi yapmaları belki hala devam etmekte ama daha önemlisi bugün üçüncü evredeler, yani bizimle savaşmaktalar. Kadın örgütümüzle ve kadınlarla savaş yürütüyorlar. Son evreyi yakınlaştırmak için ise elimizden geleni yaptığımız ve yapacağımızdan kimsenin kuşkusu olmamalıdır. İlk iki evredeki yöntemleri hala kullanmadıkları söylenemez ama bu önemli değil, savaşıyorlar çünkü görüyorlar, savaşıyorlar çünkü tehlikenin farkındalar, gülemeyecek kadar farkındalar üstelik.
Peki iktidarlar bütün kadınlardan ve bütün kadın örgütlenmelerinden mi korkarlar? Tabii ki hayır. Örneğin AKP’nin en çok çalışan kurumlarının başında kadın kolları gelmektedir. Bu AK kadınlar, iktidarın ve dayandığı patriarkanın hizmetinde olduğu müddetçe gayet kullanışlıdırlar. Yani iktidarlar için “iyi ve kötü kadınlar” vardır, ki bu iyi kadınlar aracılığıyla kadınların enerjisini, aklını, emeğini sömürebilmektedirler. Ayrıca iyi kadınlar üzerinden kötü kadınlara örnek ve tehdit mesajı da iletilmektedir. Kadın mücadelesini kırmanın, engellemenin en iyi yöntemlerinden biridir kadınları karşı karşıya getirmek. Bugün iktidar, kadınları, mücadeleyi zayıflatmak pahasına karşı karşıya getirmekte, ille kadınlar örgütlenecekse benim çizdiğim sınırlar içinde ve bana hizmet eder biçimde örgütlenecektir diyerek pratik adımlar atmaya çalışmaktadır. Neyse ki tarihsel olarak cinsiyet bilinçli kadınlar gücünü ve iradesini, “cadı” diye adlandırılarak yakılan “dize getirilemeyen kadınlardan, bir avuç kadroyla devletin karşısına dikilen hareketin ilk şehidi Meral’den, kadının önderleşmesini gerçekleştiren Sefagüllerden, Nurşenlerden, Ayferlerden vd. almışlardır. Dolayısıyla iktidarların bu kirli oyunları kadınlar nezdinde çok basit kalmaktadır.
Faşizmin özelliklerine devam edersek, suç ve cezalandırma ile doğruyu savunanların mücadelesinin önüne geçmek, dahası onları yok etmek ortak özelliklerden biridir. Kitlelerin geri bilinçlerini kullanarak hapishaneleri basıp tutsakları katlettirmekten, idam çığlıkları attırmaya, herkesi hain ve darbeci ilan etmeye, bu şekilde ilan ettikleri kişileri en ağır cezalarla önlerinde engel olmaktan çıkarmaya vs. bir dizi yöntem iktidar tarafından da kullanılmaktadır. Doğruların özel bir niteliği vardır ki, er ya da geç ortaya çıkmasıdır. Doğruları, gerçekleri toprağa gömerseniz koca bir ağacın tohumu olur, denize atarsanız dalgalar oluşturur, yani ne yaparsanız yapın ortaya çıkar, karşınıza dikilirler. Tarih bunu böyle yazmıştır, Hitler de Mussolini de en etkin propaganda araçlarına rağmen doğruların gün yüzüne çıkmasını engelleyememiştir. Erdoğan da kim!
İnsan kayırmak, kişilerin geri yönlerini kullanarak onları biat ettirip tetikçi haline getirmek, iktidardan çok iktidarcı kılmak faşizm açısından çok sıradan bir durumdur. Kayırdığı kişilerin nereden gelip nereye gittikleri, nasıl bir kişilik sahibi oldukları, ideolojik-politik duruşları vs. v.s. önemsizdir. Ki zaten kişi ne kadar bozuk olursa o kadar kullanışlıdır ve tetikçilik rolüne o kadar uygundur. Tek kural vardır; iktidarın işine yaramak-yaramamak! Hele ki yozlaşmanın sınırlarının zaten olmadığını herkes bilir. İlkesizliğin, hukuksuzluğun azı çoğu yoktur, bir kez ilkeleri ayaklar altına aldığınızda bir daha oradan çıkartmak için ayağınızı kesmekten başka çare kalmaz. Yozlaşmanın dibi olmayan bir bataklık olmasının bir nedeni de binlerce görünümünün olmasıdır. Yalan söylemekten dedikoduculuğu, iftiracılıktan itibarsızlaştırmaya, düşmanını alt etmek için her yöntemi mübah görmeye kadar yozlaşmanın tüm biçimleri iç içe geçer ve sizi bataklığın dibine sürükler. Mesele faşizm olduğu için Montaigne’nin “Kişi yeterince iyi bir hafızası olduğuna inanıncaya kadar asla yalan söylemeye kalkışmamalı” uyarısının da bir anlamı olmamaktadır. Zira bir yalanın diğeriyle çelişmesi, yalanları ortaya serecek belgelerin olması vs. faşizmin ilgilenmediği konulardır. O bir kez yalanı söyler ve devamıyla ilgilenmez.
Ve evet hileli seçimler! Seçim sisteminin varlığı-yokluğu, niteliği çok önemli değildir faşizm için. Zira o istediği zaman, istediği noktada yalana-dolana başvurarak seçim sonuçlarıyla oynayabilir, süreci ve sonuçları manipüle edebilir, istemediği sonuç çıkınca istediği oluncaya kadar seçimleri yineleyebilir vs. vs. Tüm bunları yapar ve sonunda hileli de olsa istediği sonuca ulaştığını düşündüğünde “bakın ne kadar da demokratım ve size seçme hakkını kullandırdım. Siz de o zaman bu sonuca razı gelin, sorun çıkartmayın, yoksa sizi vatandaşlıktan men ederim” deyiverir. Yalanlarının ortaya çıkması, hilenin gözler önüne serilmesi, kanıtlanması vs. vs. yine umurunda değildir. Zira seçimler gerçekleştirilmiş, yani demokrasinin gereği yerine getirilmiş, artık sıra uygulamaya gelmiştir. Bu noktada küfürler, tetikçiler, kullanışlı kimi bozuk unsurlar eşliğinde hileli seçim sonuçlarının uygulanması için artık gönül rızasıyla devlet terörü devreye girebilir. Kılıç elde hileyi-yalanı teşhir edenlere, hileli-yalanlı sonuçları uygulamayanlara, hukukun ayaklar altına alınmasına ses çıkaranlara girişilir. Söylemlerin demokratik olması kimseyi kandıramaz çünkü pratik ortadadır ve faşizmin kokusu bastırılamamaktadır.
Uzatmayalım yoldaşlar! Geri yönlerini kullanarak, rüşvet-ödül-ceza yöntemiyle arkasına aldığı kitlesiyle birlikte Erdoğan ve AKP’sinin icraatlarını anlatmakla bitmez. Bu icraatları özetleyen yazımızın başında iki başlık kullandık. Okuyanların dilediğini tercih etmesini istedik çünkü. Seçtiğiniz başlığa göre alttaki görüşleri yorumlamayı da siz yoldaşlara bıraktık. Zira madem ki devrim denilen bir yolda bir araya gelmişiz, birbirimizin iradesine saygılı olmak durumundayız diye düşünmekteyiz. Yani ya bataklığı tercih edecek, orada çırpınıp duracağız (ki bu çırpınış sonsuza dek sürmeyecektir, bataklık er ya da geç sizi dibe çekecektir) ya da bataklığa arkamızı dönerek devrim yürüyüşümüze devam edeceğiz! Lenin’e serbest bir atıfla söylersek bataklığa gitmekte herkes özgürdür ancak partimizi ve ona gönül verenleri o bataklığa sürükleyemeyeceksiniz, buna en başta biz kadınlar izin vermeyeceğiz!
TKP/ML Kadın Komitesi
Kasım 2016