Dünyada Bölgede ve Türkiye’de Durum

Dünyada Bölgede ve Türkiye’de Durum

7. Konferansımızın yaptığı tespitler geçerliliğini korumaktadır. ADB emperyalizminin 11 Eylül sonrası uygulamaya soktuğu askeri müdahale ve işgal politikası en son Irak’ta gündeme geldi. Konferansımızda da ABD emperyalizminin bu politikasına dikkat çekmiş ve özellikle Ortadoğu’da emperyalizmin bir askeri müdahalede bulunacağını belirtmiştik. Emperyalizmin (başta ABD olmak üzere) ekonomik olarak bir kriz yaşadığı ve bu krizin aşılmasının ya da kontrol altına alınmasının yollarından birinin de kaçınılmaz olarak kendisini dayatacak savaşlar olduğu Partimizin konferansla bir kez daha belirlediği doğru bir görüştür. Irak’a yapılan müdahale emperyalizmin genel karakterinin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Bu müdahale ne Irak’ın ne de Bush yönetiminin özgünlüğünün ürünüdür. Bu, tamamen emperyalizmin niteliğinin bir sonucudur. Emperyalizme ilişkin yapılan anti-bilimsel değerlendirmeler gerçekler karşısında bir kez daha mahkum olmuştur. Marksizm-Leninizm-Maoizm’in bilimsel olduğu, gerçeklerle uyumlu olduğu, tamamen gerçeklerin tahlili ile oluşmuş olduğu bir kez daha ortaya çıkmış oldu.

Irak’a yönelik emperyalist saldırı ve işgal karşısında partimiz teorik ve politik açıdan doğru yaklaşımlar belirlemiş ve savunmuştur. Saldırının ve işgalin emperyalist niteliği, bu saldırı ve işgalde diğer emperyalist devletlerin tavrının ikiyüzlü ve bu savaş özgülündeki savaş karşıtlıklarının da kendi emperyalist çıkarlarının bir ürünü olduğu; bu savaşın haksız bir savaş olduğu; savaşın nedeninin “terörizm, kimyasal silahlar, BASS rejiminin gericiliği, demokrasi ihracı vs…” olmadığı, aksine Ortadoğu’da ABD emperyalizminin tam kontrolünün gerçekleşmesi ve emperyalist devletler arasında kızışmakta olan çıkar çatışmasında ABD ve İngiltere’nin hegemonya savaşında önde olma politikasının bir ürünü olduğu; bu savaşa karşı dünya halklarının ve özgülümüzde Türkiye halkının karşı olmasının gerekliliği ve bunun yöntemleri vs. konularında esas olarak yanlışımız, hatamız olmamıştır.

Bu savaşa ilişkin politikalarımızın hayata uygulanmasında ve daha ileri seviyede politikaların tespit edilip uygulamaya geçirilmesinde Konferansımızda da belirlediğimiz yetersizliklerimizin etkisi olmuştur. Özellikle örgütsel yetersizliklerimiz ve kolektif çalışma koşullarının yetersizliği, örgütlü yoldaşlarımızın genel olarak tecrübesizliği daha nitelikli müdahalelerin ve bu sürece pratik açıdan da önderlik etmemizin önündeki engeller olmuştur. Bu gerçekliğin gözardı edilmemesi partimizin konferansımızda belirlediği abartılı, gerçeğe aykırı politikaların ve propagandanın doğru olmadığı tespiti ile uyumludur.

Emperyalizmin son yıllarda uyguladığı politikalar kapitalist-emperyalist sistemin çıkmaz bir yolda olduğuna, asla sürekli bir istikrar sağlayamayacağına, ekonomik-politik istikrarsızlığın bundan sonra, bu politikalarla birlikte daha da derinleşeceğine, emperyalistler arasında hemen her düzeyde çıkar çatışmalarının yoğunlaşacağı görülmektedir. Bu koşullar içerisinde, emperyalist devletlerin uzun zamandır görece uyumlu oldukları süreç tersine dönme eğilimindedir. ABD ve İngiltere darlaşan ekonomik süreçte etkin rol oynamanın kaçınılmazlığı ile diğer emperyalist devletlerle aralarındaki görece uyumu bozmaktan çekinmemektedir. BM ve NATO gibi uluslararası kuruluşların bu süreçte yıpranması bu uyumsuzluğun bir sonucudur. ABD ve İngiltere, politikalarında başarısız kaldıkları sürece bu uyumsuzluğun artacağı ve bunun da uluslararası kuruluşlara kaçınılmaz olarak yansıyacağı tespit edilmiştir.

ABD ve İngiltere saldırı ve işgal politikasını Afganistan ve Irak’tan sonra Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika’nın kimi ülkelerinde de uygulama niyetini açık sinyaller vererek ortaya koymaktadır. Görüşümüzce bu, başta ABD ve İngiltere ekonomisi olmak üzere kapitalist-emperyalist sistemin; emperyalistler arası hegemonya savaşının zorunlu hale gelmiş politikasıdır. ABD ve İngiltere bu yönelimini devam ettirecektir. Ekonomik koşullar bunu gerektirmektedir. Bu emperyalistler arasındaki uzlaşmazlığın gelişme eğiliminin süreceğini göstermektedir.

Ortadoğu halen çatışmaların merkezi konumunda bulunmaktadır. Irak’ta işgal ve direniş sürmektedir. Ve direnişin her geçen gün büyüdüğü ve büyüyeceği açıktır. ABD ve İngiltere’nin Irak’ta kalıcı bir istikrar sağlayamayacağı şimdiden açığa çıkmıştır. Bununla birlikte, Filistin-İsrail çatışması da gerçekliğini korumaktadır. Bu iki olgu da emperyalizmin çözüm gücünün olmadığını; amacı sömürü ve işgal olan politikanın nihayetinde çaresiz kalarak yenileceğini gösteriyor. Son, Filistin-İsrail anlaşması ya da görüşmeleri önceki benzerlerinden farklı bir karakter taşımaktadır. Tek fark Filistin yönetiminin anlaşma isteğinin biraz daha artmış olmasıdır. Filistin direnişinin lideri Arafat’ı görüşmelerin dışına çıkartmayı başaran İsrail ve ABD yönetimi, bugün daha uzlaşmacı bir liderle masaya oturmaktadır. Bu, Filistin yönetimini “barış” görüşmeleri için verdiği ciddi bir taviz olarak görülmelidir. Ancak, bu da emperyalist politikaların sonucu olarak hüsranla karşılaşacaktır. Irak’taki direnişle Filistin direnişi birbirini güçlendiren bir seyir izleyecektir. Filistin’de “barışı” zorunlu gören ABD’nin başarılı olamayacağını Irak’taki direniş göstermektedir. Ortadoğu bugün bu iki ciddi çatışmanın içindedir. Bu durumda, ABD’nin İran’a yönelik saldırı politikasının geçerliliği zayıflamaktadır. Bu, hem ABD’nin iki büyük çatışma ile karşı karşıya bulunması ve hem de İran’ın arkasında ciddi olarak diğer emperyalist güçlerin bulunuyor olmasından kaynaklıdır. Ve İran’ın devlet olarak Irak’tan daha güçlü olduğu, daha bütünlüklü davranacağı da göz önüne alındığında bu ülkeye saldırının kısa ve orta vadede mümkün olmayacağı görülebilir. Buna rağmen gerçekleşecek bir saldırı ABD için büyük bir handikap yaratacaktır. Böyle bir durumda ABD yönetiminin hem kendi ülkesinde, hem de Ortadoğu’da ve genel olarak tüm dünyada köşeye sıkışacağı açıktır.

Emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi emperyalistler arası bir bloklaşma sürecini de beraberinde geliştirmektedir. ABD ve İngiltere ortaklığı, başını Almanya ve Fransa’nın çektiği AB devletleri ve başını Rusya ve Çin’in çektiği Shangay altılısı bu bloklaşmanın bu aşamadaki görüntüleridir. Bu ilişkiler hegemonya savaşını merkeze alan ilişkilerdir. Bunun dışındaki birlikler genelde ekonomik ve bölgesel düzeydedir. ABD ve İngiltere hegemonya savaşında bir adım önde bulunmanın avantajını korumak eğilimindedir. Diğer ortaklıklar ise henüz tamamlanmış ve sürece bir bütün müdahale edecek düzeyde değildir. Bunu, bu birliklerin uluslararası meselelere bütünlüklü yaklaşamamalarında görebiliriz. Buna karşın süreç, bu blokların hızlı bir şekilde daha yoğun uzlaşmazlıklara; zıtlaşmalara ve olası çatışmalara hazırlanmalarını gerektirmektedir. ABD ve İngiltere’nin saldırı ve işgal politikaları bu süreçteki hegemonik üstünlüğü devam ettirme amacını içermekteyken, kaçınılmaz olarak, bu durum diğer emperyalist birlikleri de hızlı davranmaya itmektedir.

Yarı-sömürgelerde emperyalizmin dayattığı sömürü politikaları bağımlı devletlerin hareket sahasını önemli derecede daraltmaktadır. Ekonomi yönetimi özelleştirme ve özerkleştirme adı altında emperyalistlerin tam kontrolüne geçirilmekte, bunun sonucu olarak politik iktidarın gücü daha da zayıflatılmakta ve saldırı-işgal politikalarıyla askeri güçler emperyalistlerin tam maşası haline getirilmektedir. Bunlarla birlikte, yarı bağımlı devletlerin emperyalizmle ilişkisinde henüz nitel bir değişim olmamıştır. 1980’lerden bu yana başta ABD olmak üzere emperyalizmin yarı-sömürgelere uyguladığı/uygulattırdığı “yeniden yapılandırma” politikalarının günümüzde sonuçları ortaya çıkmaktadır. Bunun emperyalizmin kendi içindeki uzlaşmaz karşıtlıkların etkisi sonucunda gelişeceği ve yarı-sömürgelerle emperyalizmin ilişkilerinde önemli değişikliklere neden olabileceği unutulmamalıdır.

Emperyalistler arası çıkar çatışmalarının yoğunlaştığı bu süreçte saldırıların gerçek hedefi dünya halklarıdır. Ekonomik kriz, dünya halklarının daha yoğun sömürü politikaları ile karşılaşmalarına neden olmaktadır. Tüm dünyada ve özellikle de yarı-sömürgelerde uygulanmakta olan politikalar yarı-sömürgelerdeki kaynakları emperyalist  devletlere transferini sağlamaktadır. Bu, yoksul ülkelerin daha da yoksullaşması, kalkınma olanaklarının yok edilmesi, yatırım imkanlarının emperyalist güçlerin eline geçmesi demektir. Bu da dünya halklarının karşı tepkisini arttırmış durumdadır. Dünya halkları ile emperyalizm arasındaki çelişki belirleyiciliğini günümüz koşullarında da sürdürmektedir.

ABD ve İngiltere’nin 11 Eylül sonrası saldırı ve işgal politikalarını daha ileri düzeyde, diğer emperyalist güçlerle karşı karşıya kalma pahasına ve hatta bu güçlere de meydan okuyarak geliştirmesi dünya halklarının emperyalizm karşıtı tavrının gelişmesine neden olmuştur. Öncesinde, ağırlıklı olarak kapitalist-emperyalist sistemin sonuçlarına yönelen protesto hareketleri günümüzde daha güçlü bir şekilde emperyalist politikalara yönelmektedir. Çeşitli eylemlerde emperyalizm vurgusunun artmış olması ve “devrim” sloganlarının atılması bunu göstermektedir. Emperyalizmin “küreselleşme” aldatmacasının halklar üzerindeki etkisi kırılmaya başlamıştır. Kapitalist-emperyalist ülkelerdeki protesto eylemlilikleri, Arjantin, Brezilya, Venezuela, Filipinler, Peru ve bir dizi yarı-sömürge ülkede emperyalist politikalara karşı gelişen halk hareketleri dünya halklarının emperyalizme bir bütün karşı durma yöneliminin somut ifadeleridir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Maoist partilerin emperyalizme ve yerli uşaklarına karşı geliştirmiş oldukları demokratik devrim mücadelesi bu süreçte dünya halkları üzerinde daha etkin bir rol oynayacaktır. Dünya halkları ile emperyalizm arasındaki çelişkinin güçlü bir şekilde devrim lehine gelişmesini ifade eden Maoist hareketler yeni devrim hareketlerinin oluşmasına ve güçlenmesine de katkı sunmaktadır. Brezilya ve Buhutan’daki gelişmeler bu bakımdan oldukça anlamlıdır.

Gelişmekte olan kendiliğinden hareketlerin Marksist-Leninist-Maoist bir önderlikle birleştirilmesi görevi Maoist partilerin önündeki en önemli görev olarak durmaktadır. Bunun yaratılabilmesinin koşulu Maoist partilerin ülke devrimlerini geliştirmek ve bununla birlikte kendiliğinden hareketlerin etkisinde olduğu reformist, revizyonist, troçkist ve anarşist akımlara karşı uzlaşmaz mücadele yürütmektir.

Emperyalizmin yarı-sömürgelere uyguladığı/uygulattırdığı politikaların neden olduğu yıkım ve değişim Türkiye’de de önemli noktalara ulaşmış durumdadır. Türkiye’de ekonomi yönetimi siyasal iktidarın etkinlik sahasının dışına çıkartılmak istenmektedir. Bu, emperyalizmin son yıllarda geliştirmek istediği yeni bir doktrin olarak sunulmaktadır. Bu eski doktrin, günümüzde yarı-sömürgelerde emperyalist sömürünün yaygınlaşması ve derinleştirilmesi amacıyla “yeniden yapılandırma” adı altında uygulamaya sokulmuş durumdadır. Bu politikaların sonucu olarak işçi ve emekçi kesimlerin hak alma mücadelesi parçalanmak ve sömürünün en vahşi tarzda gerçekleştirilmesi sağlanmaktadır.

Türkiye’de ekonomi ile ilgili kurumların başına IMF, DB ve ABD ile ilişkili “uzmanlar” yerleştirilmektedir. Ve siyasi iktidarın bu kurumlara talimat vermesi engelleniyor. Sadece görüş alış-verişinde bulunacağı benimsenmiş durumda. IMF ile ilişkilerde de siyasal iktidarın tüm görevleri IMF tarafından saptanmakta ve iktidar bunları uygulamakla görevli hale gelmektedir. TC’nin yaptığı tüm anlaşmalarda da aynı ilişki geçerlidir. Bilinmelidir ki, bu “yeni” hukuk gerçekte bir hukuk değil, egemen olanın tüm ilişkide esas söz sahibi olmasıdır. Efendi uşak ilişkisinde esas ilke budur. Bu esas ilke çerçevesinde emperyalizm politikalarını en rahat bir şekilde nasıl uygulayabilecekse bunu hayata geçirmektedir.

Yarı-bağımlı devletlerde bürokrasinin işlevi arttırılmakta, her şey emperyalizmin çıkarlarına ve istemlerine uygun hale getirilmektedir. Böylece halkın ve kimi egemen sınıf kliklerinin siyasal iktidar üzerindeki etkisi de en aza indirilmek istenmektedir. Bu da yarı-sömürge ülkeler ile emperyalizm arasındaki ilişkinin gerçek karakterinden başka bir şey değildir.

Yeniden Yapılandırma politikalarının kurtarıcı parçası olarak empoze edilen özelleştirme politikası Türkiye’de tüm yeni hükümetlerin ve muhalefetin karşı çıkmayı vatan hainliği ile eş tuttukları bir devlet politikası olarak uygulanmaktadır. Devlete ait tüm kuruluşların elden çıkarılması, verimliliğin arttırılması, istihdam fazlalığının giderilmesi, yeni yatırım olanaklarının ortaya çıkartılması gibi gerekçelerle gerçekleştirilmeye devam etmektedir. Son dönemde bu gerekçelerin doğru olmadığı daha da açığa çıkmıştır. Orman arazilerinin satımı ile gündeme yeniden giren özelleştirmenin gerçek nedeni tüm olanakların ülkedeki ve doğal olarak tüm dünyadaki egemen finans kurumlarına sunulmasıdır. Hükümet bunu borçların ödenmesi zorunluluğu ile açıklamaktadır. Özelleştirmenin halka hiçbir şey sunmaması, halkın hoşnutsuzluğunun artması, devleti yeni bir gerekçenin arkasına sığınmaya itmiş durumdadır. Artık özelleştirme; verimliliğin artması, istihdamın düzenlenmesi, yeni yatırım olanaklarının ortaya çıkarılması için değil, borçların ödenmesi için uygulanan bir politika olarak benimsetilmek istenmektedir. Borçların özelleştirme ile ödenemeyeceği ise gayet nettir. Üstelik Türkiye’de mevcut sistem yıkılmadıkça borçların ödenmesinin de hiçbir anlamı olmayacaktır.

Tarım alanında uygulanan politikalar, köylünün toprağı üzerindeki haklarından kopartmaktadır. Köylüler hangi ürünleri üreteceklerini bilemez hale getirilmiş durumdadır. Maliyetleri yükseltilen ürünlerin aynı zamanda sınırlandırılması ve emperyalist piyasalarla “rekabet”e sokulması Türkiye tarımı için yıkımdan başka bir şey olmamaktadır. Yoksullaşan ve üretimi kendi geçimini dahi sağlamayan köylülerin örgütlü olmayışı da bu yıkımı arttırmaktadır. Türkiye’de tarımın içine girdiği bu çıkmaz derinleşmeye devam edecektir. Devrimin temel gücü olan köylülerin ise toprak sorunu ve üretim sorunu egemenlerle çelişkilerin artmasına neden olacaktır. Köylülerin örgütsüz oluşu veya olan örgütlülüklerin devletle ve sömürü ağı içindeki tüccarlarla iç içe olması artan çelişkinin güçlü bir şekilde gelişmesi önündeki en büyük engeldir.

Hükümet oluşundan bu yana AKP, düzen karşıtı söylemini adım adım azaltmıştır. Bu, tüm partilerin kaçınılmaz sürecidir. Hükümet olma sürecinde düzen karşıtlığını halkın desteğini almak için kullanan partiler, hükümet olduklarında gerçek rollerini oynarlar. AKP için bu süreç çok daha belirgin yaşanmıştır. Bunun nedeni AKP’nin diğer partilerden bazı farklar taşımasıydı. Bu farklar biliniyor. Ancak bu farkların biçimsel olduğu ve hükümet olunduğunda hükümet misyonunun AKP tarafından da uygulandığı görüldü. AKP’nin ehlileştirilmesi süreci belli sancılara da neden olmuştur. Çünkü sorun, salt AKP yönetimi değil bütün olarak partinin kendisidir. TSK ile ve “laik” kesimlerle yaşanan zıtlaşmalar ve kimi zaman ülke gündemine oturtulan gerginlikler AKP’nin ehlileştirilmesinin hamleleri olmuştur. Baş örtüsü meselesi, protokol krizleri, kadrolaşma tartışmaları tamamen böyle meselelerdir.

AKP hükümetinin Irak’a saldırı öncesinde ABD yönetiminin baskısı ve MGK’nın “öneri”si ile meclis gündemine getirdiği ikinci tezkerenin çıkartılamamasında TSK’nın savaşın sorumluluğunu birincil derecede taşımak istememesi, bu sorumluluğu AKP’ye taşıtmak istemesi önemli bir rol oynamıştır. AKP’nin böyle bir sorumluluk alması devlet içindeki yerinin de belli oranda oturmasını sağlayacaktı. Denilebilir ki ikinci teskerenin çıkmaması, AKP ve TSK arasında yaşanan çatışmanın yol açtığı bir yol kazasıdır.

AKP, seçim öncesi yaptığı propagandalardaki gibi bir parti olmadığını hükümet olmakla birlikte ilkin ABD’ye ziyarete gidip, bu ziyarette ABD yönetimi ile uyumlu bir ilişki içinde olacağına dair güvence vermesi ile ortaya koymaya başlamıştı. AB ile ilişkilerde de ABD’yi öne sürmesi, ABD’nin bu süreçte uç noktada AB’ye baskılar yapmaya kalkışması ilişkinin niteliğini ortaya sermiştir. AKP hem ülkedeki egemen güçlerle ve hem de ABD ile işi baştan sağlam ilişkilere dayandırmak çabasında olmuştur. Ekonomi yönetiminde de aynı çabanın harcandığı bilinmektedir.

AKP’nin AB ile ilişkisi de görünürde güçlü hükümet imajı vermekten öteye gidememiştir. Hem Kıbrıs sorununda ve hem de AB üyeliği sorununda ipleri ellerinde tutanların istemleri gerçekleşmiştir. AB’ye üyelik sürecinin “gerektirdiği” tüm politikalar AKP tarafından, Türkiye’deki egemen güçlerinin benimseyebileceği çerçevede savunulmuştur. Genelkurmayın kimi serzenişleri ise görüntü olmaktan ibarettir.

AB politikası Türkiye’de demokratikleşmenin ve ekonomik sorunların çözümü olarak sunulmaktadır. Bu savunu içinde kimi uyum paketleri çıkarılmıştır ve bunun devam edeceği de biliniyor. AKP bu uyum paketlerini, AB üyeliği için değil Türkiye için çıkardığını açıklayarak aldatmacayı ileri bir seviyeye çıkarma çabasındadır. Oysa ne bu uyum paketlerinin ne de AB’nin kendisinin demokratikleşme ile ilgisi vardır. AB’ye üyelik Türk egemen sınıflarının ve ABD’nin çıkarları ile ilgilidir. Türkiye işçi ve emekçi kesimleri için esasta hiçbir kazanım sağlamayacaktır. Bu gerçeği AB ülkelerinde uygulanmakta olan işçi ve emekçi haklarının gaspından ve sosyal devlet olgusunun ortadan kaldırmaya dönük yasal düzenlemelerden görebiliriz.

AB üyeliğinin odağında Türk egemen sınıflarının Avrupa’nın hakim olduğu pazarlardan pay alma isteği ile bu üyeliğin şartlarının Avrupa’daki politik gücün Türkiye politikasındaki etkinliğinin artması olgusu bulunmaktadır. AB üyeliği konusunda Türkiye’de zaman zaman ortaya çıkan tereddütler ve tartışmalar bu iki olgunun karşı karşıya gelmesinden kaynaklanmaktadır. ABD’nin de bu tartışmalara aynı merkezden Türkiye lehine katıldığını biliyoruz. Özellikle Türk ordusunun misyonu konusunda bu tartışma kimi zaman keskinleşmektedir.

Tüm dünyada, özellikle de ABD emperyalizminin saldırı ve işgal politikalarına karşı geniş işçi, emekçi ve devrimci-demokrat kesimlerin devrimci mücadelesi Türkiye’de de gelişmektedir. Irak’a saldırı ve işgal Türkiye halkında anti-emperyalist mücadelenin etkinlik kazanmasında etkili olmuştur. ABD yönetiminin Türkiye’den beklentilerinin niteliği ve Türk devletinin bu beklentilere yanıt olma çabası, ABD askerlerinin Türkiye’de bulunması emperyalist politikaların daha açık görülmesini sağladı ve halkın çeşitli kesimlerinin protestolarına neden oldu. Hükümette AKP’nin bulunması, devletin ABD politikalarını sözde benimsememesi ve halkın tepkilerini alt düzeyde tutma çabası bu protestoların ilk dönemlerde zayıf kalmasına neden olsa da zamanla, devletin ikiyüzlü politikasının açığa çıkması protestoların artarak yükselmesine yol açtı. Bu protestolar ABD’nin Ortadoğu’da uygulayacağı politikalara karşı Türkiye halkının hiçbir zaman evet demeyeceğini gösterir. İşçi sınıfı da özellikle ekonomik saldırı politikaları nezdinde emperyalizme karşı protesto eylemlilikleri geliştirmektir. IMF politikalarının işçi sınıfının yaşamına direkt müdahaleleri içermesi, işsizliğin ve düşük ücretin sürekli gelişmesi, özelleştirmelerin tüm karşı çıkışlara rağmen devlet politikası olarak uygulanmaya devam etmesi işçi sınıfının devrimci hareketini geliştirmeye devam edecektir. İşçi sınıfının devrimci hareketi önündeki en büyük engel sarı sendikalar ve işçi örgütlülüğüne karşı girişilen saldırıların bu örgütleri daraltmasıdır. İşçi sınıfının diğer halk kesimleri ile ilişkisi henüz zayıftır; İşçi sınıfı hareketi esas olarak ekonomist bir temeldedir. İşçi sınıfı hareketi emperyalist politikalara karşı bir gelişim göstermekle birlikte yetersiz ve geri bir düzeydedir. Gençlik bu hareketlilik içinde aktif ve daha devrimci bir çizgi izlemiştir. Gençliğin anti-emperyalist yönü daha da gelişmiştir.

ABD’nin Irak’a saldırı ve işgal politikası Türkiye’de farklı sınıfsal duruşların da belirginleşmesine olanak sağlamıştır. Milliyetçi bir temelde bu politikalara karşı çıkanlar ve reformist bir yaklaşımla anti-emperyalist tavırlar içine girenler bu süreçte etkin bir rol oynadılar. Küçük burjuva ve ulusal burjuva karakterdeki bu akımların önümüzdeki süreçte gelişmeleri mümkündür.

Milliyetçi yaklaşımlar içerisinde, bağımsızlık ve anti-emperyalist bir çizgide bulunanlar olduğu gibi, bunun aksine milli duyguları kullanarak kitleleri maniple eden akımlar da vardır. Bu akımları küçük burjuva ve ulusal burjuva çizgiden ayırmak gerekir. MHP, CHP ve İP bu akım içinde yer almaktadır. Bu partilerin “milliyetçi”liği şovenist ve faşist devlet savunuculuğunda somutlaşmaktadır. Milli duyguların istismarı bu partilerin politikalarının temel dayanaklarında birisi durumundadır.

Reformist hareketin Türkiye halkının bilincini bulandırdığı, emperyalizme karşı zayıflattığı, AB özgülünde, demokratikleşme ve insan hakları gibi burjuva yaklaşımlarla halkın devrimci mücadelesine zarar verdiği apaçık bir gerçektir. Gerçek yaşamda yerle bir olan bu yaklaşımların Türkiye’de etkili olma olasılığı dün olduğu gibi bugün de vardır. Bu akımların dünya çapında da önemli akımlar olduğunun bilincinde olarak, Komünist hareketin bu akımlara karşı ideolojik mücadele yürütmesi zorunludur.

PKK/KADEK’in, silahlı mücadeleye son vermesinden bu yana, Türk devletinden ve emperyalistlerden beklentileri devam etmektedir. ABD’nin Irak politikası, T.C.’nin AB’ye üyelik süreci KADEK tarafından TC.’nin Kürt Ulusal Sorununa bir çözüm getirmek zorunda kalacağına yorumlandı. KADEK bu yaklaşımı ile anti-emperyalist politikadan da mümkün olduğunca kaçınmıştır. Oysa gerçekler böyle değildir; KADEK’in beklentileri hiçbir şekilde karşılanma sürecine girmiş değildir. Aksine, KADEK koşulsuz teslimiyete çekilmek istenmektedir. Uyum paketlerinin niteliği ve son pişmanlık yasası bu gerçekliği göstermektedir. KADEK ile Türk devleti arasında uzlaşmaz çelişki devam etmekle birlikte, bu çelişkinin devrimci bir tarzda çözümü konusunda KADEK liderliğinin içine girdiği çözümsüzlük de devam etmektedir.Son süreçte Irak’ta ve devamında İran’da KADEK gerillalarının sıkıştırılması ve bu ülkelerin dışına sürüklenmesi, gerillaların Türkiye’ye yönelmesine neden olduğu gözlemlenmektedir. Bunun da silahlı çatışmalara yol açtığı görülmektedir. KADEK liderliğinin “barış süreci”ni devam ettirme niyeti ile gerçekler daha fazla karşı karşıya gelmektedir.

Komünist, Sayı: 46, Temmuz  2003