DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE DURUM!

DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE DURUM!

(…..)

Kapitalist-emperyalist sistemin kaçınılmaz olarak yaşadığı aşırı üretim krizinin yirmi yıldan daha uzun bir süredir yeni özellikler kazanarak derinleştiğine tanık oluyoruz. Kapitalizmin emperyalizm çağında da gelişeceği, hatta daha hızlı gelişeceği, bu gelişimin eşitsiz bir karakterde olacağı, kapitalizmin bu yeni evreyle birlikte politik açıdan tam bir gericilik uygulayacağı yıllar önce Lenin tarafından belirtilmişti. İşte bu hızlı gelişim belki de tahmin edilenden daha da hızlı olarak son çeyrek yüzyıldır önemli boyutlara ulaşmış durumdadır. Ve yine sözü edilen eşitsizlik hiçbir sanal dünyanın üzerini örtemeyeceği kadar derin bir biçimde yaşanmaktadır. Tüm dünya bu hızlı ve eşitsiz gelişimin girdabında dönüp durmaktadır.

Dünya ekonomisinde motor görevi gören ABD ekonomisi on yıldır sürekli bir büyüme sağlayarak emperyalist ekonominin bu hızlı gelişiminde en önemli rolü oynadı. ABD ekonomisi ile ilgili yapılan yorumlar esasen emperyalist ekonomi üzerine yapılan yorumlardır. Buna karşın ABD ekonomisini, üzerinde yükseldiği, beslendiği yarı sömürge ülkelerden soyutlayarak değerlendirmek “küreselleşme” savunucularının tarzı olarak egemenleşmiştir. Yüzeysel, görünürdekini öne çıkartan, özü gizleyen bu değerlendirmeler “küreselleşme” hakkında hep “iyimser” yorumlara neden oldu. ABD ekonomisinin emperyalist karakteri ve bu emperyalist karakterden kaynaklı ayakta kalışı ve gelişme göstermesi yoğun ideolojik saldırılar içinde bulanıklığa gömüldü. ABD ekonomisinin diğer ekonomilerle ilişkilerinin “yardım”, “destek” ilişkileri olarak yansıtılması, esaslı bir manipülasyonla ABD ekonomisinin örnek ekonomi olarak sunulması bulanıklığın yansıttığı görüntülerden başka bir şey değildir. Büyük bir insanlık kitlesi de hayranlıkla bu “gelişen”, “büyüyen” ekonominin cazibesine kapıldı. Yıllar sonra, artık sözün değil gerçeğin egemenleştiği, sisin ve gizemin kaybolduğu zamanlarda büyük insanlık “hayal kırıklığı” yaşamaya başladı. Krizler sıklaştıkça, uygulanan emperyalist ekonominin politikaları daha büyük yoksulluk ve açmazlar yaşattıkça hayaller yıkıldı. Kısa zamanlı bir ekonomik büyüme sonunda kapitalist-emperyalist ekonomide yeni bir çöküşün başlaması, neo-liberal politikaların önceden görülemeyen(!) eksikliklerinin ortaya çıkması, gelişmiş ekonomilerden yarı-sömürgelere akan durgunluk, işsizlik, yoksulluk gibi toplumsal hoşnutsuzluğu derinleştiren sorunların kabarması büyük ve önemli kitle hareketlerine zemin yaratmış haldedir. Bugün emperyalist yönetici kurumlar gelişen “küreselleşme karşıtı” hareketlenmeler ile bir şekilde ilgilenmek zorunda kalıyor. Bu hareketlenmeler nedeniyle toplantılar erken bitirilmekte, ertelenmekte, toplantı yerleri değiştirilmekte, bu hareketlerle ilgili açıklamalar yapılmakta vs…

Kapitalist ekonomi “sonsuzluğunu ilan etmişken” bir anda sonunu engelleme uğraşına hız verdi. Bazen kendini eleştirmekte, bazen “reformlar” yapma çabasına girmekte, bazen azgınca saldırmakta, bazen sinsi bir beklemeye koyulmaktadır. Dünya ekonomisi yeni bir çöküntünün eşiğindedir artık. Bunun engellenmesi ancak, emperyalist devletlerin çıkarlarını ve tabi ki varlık koşullarını önemsemeden işbirliği yapmalarıyla, uzlaşmalarıyla mümkündür. Emperyalistler arası böylesi bir uzlaşma esasta mümkün değildir. Kendi aralarında da esas olan çatışmadır. Ve bu ilişki bugün daha da çatışmalı haldedir. Emperyalist devletlerin birbirlerine hiçbir güvenleri yoktur. Bu güvensizlik ortamının yaratacağı tek şey haksız savaşlardır. Ekonomik durgunluk, azalan kar hadleri, aşırı kapasite sorunu yoğunlaştıkça birbirlerine sırtlarını dayamış görüntüsü veren emperyalist devletlerin nasıl tersine bir ilişki içine girdikleri görülecektir∕görülmektedir.

ABD ekonomisi bir durgunluk içerisindedir. Dünya ekonomisinin yönlendiricisi olduğunu söylediğimiz bir ekonominin durgunluk yaşaması demek, tüm dünyanın kısa bir zamanda bu durgunluğa girmesi demektir. ABD ekonomisinin yaşamakta olduğu durgunlukla birlikte Avrupa ekonomisi de benzer bir sürece hazırlık yapmaya başladı. “Gelişmekte olan ülkeler” olarak değerlendirilen ekonomilerin de bu durgunluk içerisinde yoğun tahribatlar yaşamak zorunda kalacağı açıktır. Özellikle, zaten kriz içerisinde debelenen ülkelerin bu genel durgunluk içerisinde kaoslar yaşayabileceğini öngörmek kahinlik olmayacaktır.

ABD ekonomisinin durgunluk yaşamasına paralel olarak politik arenada da ABD üstünlüğünün gerilemeye dönük bir eğilim içine girmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Genel olarak bakıldığında da Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da yaşananlar ABD’nin yıllardır egemenleştirdiği retoriğin etkisinin zayıfladığını göstermektedir. “İnsan Hakları”, “demokrasi”, “barış”,” anti-terörizm” gibi emperyalist saldırganlığın gerekçeleri olarak sunulan kavramların gerçekliği bugün geçerli akçe olmaktan uzaklaşmıştır. Bunların gerçekliği açığa çıkmıştır. Gerçekliği kendiliğinden açığa çıkan emperyalist saldırganlığın eskisi gibi destek görmeyeceği açıktır. Emperyalist devletler arasında dün Yeni Dünya Düzeni retoriği hakim söylem iken bugün ABD hegemonyasına karşı bazı emperyalist güçler belli bölgelerde kendi hegemonyalarını kuruyor ve Yeni Dünya Düzeni’nin yenilgisini ilan ediyorlar. Elbette, yerine yine sömürücü bir hegemonya oluşturmak hırsıyla!…

Dünya ekonomisi genel bir kriz yaşarken Çin hızla güçlenmekte, Rusya ile işbirliğini geliştirmekte, Asya’da etkinlik sahasını genişletmekte, ABD’ye açıktan meydan okuyan tavırlar göstermekte…Emperyalist devletler arasında hızla gelişmekte olan çelişkiler “özgürlük”, “bağımsızlık” gibi eğilimlerin artmasına neden olmaktadır. Emperyalizm karşıtı gösterilerin özellikle kapitalist-emperyalist ülkelerde gelişme göstermesi bunu göstermektedir. Emperyalist burjuvazi, yılların deneyimi ve teknolojinin eriştiği seviyenin yarattığı olanaklarla ezilenlerin kısmen desteğini almayı başarmış ya da kendisine karşı gelişme gösterebilecek hareketlerin önünü kesebilmişti. Bugün bu sessizlik ya da “destek” kaybolmaktadır. Ancak, emperyalizmin kaybettiği bu destek, ona karşı sistemli, yetkin bir mücadeleye dönüşmüş değildir. İsrail saldırganlığına ABD’nin verdiği destek, Irak’a karşı ABD’nin zulümkar ambargosu, silahlanma yarışında ABD’nin pervasız duruşu, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların talan politikaları vs. karşısındaki duyarlılık henüz yetkin değildir.

Emperyalist-kapitalist dünya düzeni tarihinin en derin, en kapsamlı bunalımını yaşamaktadır. Bu bunalım tüm dünya ekonomilerini içine almaktadır. Bunalımın kaynağı kapitalist-emperyalist ülkelerdir. Bu ülkelerin krizi yarı-sömürgelere yayılmaktadır. Emperyalist ülkelerle yarı-sömürge ülkelerin ilişkileri mevcut bunalımın dünyanın en ücra köşesine dahi taşınmasına vesile olmaktadır.  Emperyalizm eskisi kadar rahat, “uzlaşmacı” değildir artık. ABD, Rusya ve Çin karşısında gücünü ve etkinliğini korumak için “uzlaşma” içinde olduğu birkaç konuda son dönemde uzlaşmaz tutumlar içine girdi. Dünyadaki kirlenmeye karşı alınması gereken önlemlerde düne kadar “ortaklık” varken bugün ABD açıktan bu ortaklığı bozmaktadır. Füze Kalkanı Projesi uzlaşmazlığın son yıllardaki doruk noktası durumuna geldi. ABD sözde, “terörist” ülkelere karşı korunmanın gereğini öne çıkartıyor. Ancak, gerçek bu değildir. Elbette Irak, K. Kore, İran gibi ülkelerde önemli oranda silahlanma potansiyeli bulunmaktadır. Bunu en iyi bilen de bugün karşı çıkanların da içinde yer aldığı silah satıcısı emperyalist devletlerdir. Ve ABD de elbette karşıtı durumunda bulunan bu ülkelerdeki silahlanma potansiyeline engel olmanın çabasına girecektir. Ancak bu, gerçeğin oldukça basit ve görünen yanıdır. Gerçek olan, ABD’nin ekonomik gerileme içerisinde bulunmasından kaynaklı hegemonik gücünün zayıflaması ve buna önlem alma çabasıdır. Rusya ve Çin ABD’nin gerçek amacını görüp önemli tepkiler geliştirmektedir. Avrupa Birliği üyesi güçlü devletler de benzer tutumlar içine girmekte, fakat yeterince açık ve cesur davranamamaktadırlar. Ancak, bunun zamanla tersine döneceği, en azından açıktan kutuplaşmalar arttıkça bu devletlerin herhangi bir başın arkasında yer alması kaçınılmazdır. Bunun dinamikleri bugünden oluşmaktadır. Bu yeni bir sürecin başlaması demektir.  Bu yeni süreç başlamış durumdadır. Emperyalizm bir arada topyekün bir saldırı gerçekleştirmiş ve yenilgiye uğramıştır. Kazanması mümkün olmayan emperyalizm, içinde bulunduğu bu yenilgili durumda kendi içinde önemli kapışmalar yaşamaktadır veya yaşayacaktır. Emperyalizm, içinde bulunduğu bunalımın bir ürünü olarak kendi içinde parçalanacak ve çatışmalı bir bütünlük oluşturacaktır. Bunun anlamı ezilenlerin daha korkunç acılar yaşaması demektir. Bunun anlamı yoksulluk, aşırı silahlanma, açlık, işsizliktir. Devrim inancının yeniden ve daha güçlü olarak benimseneceği bir dönem içindeyiz.

Küreselleşme denilen süreçte dünya halkları ne özgürleşmiş, ne aydınlanmış ne de ekonomik refaha kavuşmuştur. Dünya halkları yoksullaşmış, köleleştirilmiş, cahilleştirilmiş, zulme uğramıştır. Tarihin sonunun ilan edildiği “küreselleşme” retoriği çöküş içindedir.  Asya’da ’97 krizinden sonra toparlanma sağlanamadı. Japonya ekonomisi küçülmeye devam ediyor, toparlanma hamleleri başarısızlıkla sonuçlanıyor. En son dolardaki değer kaybının Japon firmalarını daha da zorlayacağını ve bu zorlanmanın ABD ekonomisine de yansıyacağını düşünmek yanlış olmayacaktır.  Dünya ekonomisinin lokomotifi görevini son on yıldır “başarıyla” yerine getiren ABD ekonomisi da artık bu performansını kaybetmektedir ve ekonomi durgunluk yaşamaktadır. ABD doları değer kaybetmektedir. Bilindiği gibi ABD ekonomisinde doların güçlü olması önemli bir unsurdu. Şimdi bu güç kaybedilmektedir. Doların değer kaybetmesi dolarla ölçülen bütün değerlerin geleceğinden endişe duyulmasına da neden olmaktadır. Büyük yatırımcıların endişeleri para politikalarına kaçınılmaz olarak yansıyacaktır. Güney Asya ülkelerinde 1997 yılında yaşanan çöküşün etkileri henüz yok edilememişken yeni bir kriz dalgasının yayıldığı açıklanmaktadır. Japon ekonomisinin toparlanamaması, ABD ekonomisinin resesyon yaşaması, Çin ekonomisinin ise bunların aleyhine gelişme göstermesi ve güçlü olanakları nedeniyle yatırımları çekmesi bu bölgedeki çöküş teorisini güçlendirmektedir. Yarı-sömürgelerin borç ödemede yaşadıkları sıkıntılar da artmaktadır. Korkunç yoksullaşma gerçekliği ile ağır dış borç yükü bu ülkelerde karmaşaya, kaosa neden olurken bu durum emperyalist ekonomileri de etkilemektedir. IMF doğrudan müdahalelerle bu kaosun emperyalist ekonomilere doğrudan olumsuz etki yapmasını engellemeye çalışmaktadır. En son Arjantin ve Türkiye’de yaşananlar bunu göstermektedir. İki ülkenin de dış borçlarını ödemelerini sağlamak yeni dış borç sunuldu ve neredeyse ekonominin tüm yönetimi IMF heyetlerinin ellerine verildi. Emperyalizmin elinde yetişmiş uzmanlar ekonomiden sorumlu bakan haline getirildiler. Dünya ekonomisinin motoru olan ABD ekonomisi bağlaşığı olan devletlere artık eskisi kadar güvenmiyor yani. Bu aynı zamanda ABD ekonomisinin de güven kaybetmesi anlamına gelir. Bunun tersine çevrilmesi ve güvenin yeniden kazanılması mümkün müdür? Evet mümkündür. Ama bir zaman için. Kaçınılmaz bir şekilde aynı durum yine ve daha da derin bir biçimde yaşanacaktır. Bugünkü güven bunalımının ertelenmiş güven bunalımlarının bir toplamı olduğu unutulmamalıdır. Ertelemeler sonsuza kadar sürmez. Artı, bu güven bunalımı, özellikle kapitalist ülkelerde anti-kapitalist hareketlerin yoğunlaştığı döneme rastlamıştır ve bunun da üstüne Çin gibi geleceği “parlak” bir ekonomi gelişmektedir, Rusya ve Çin bir araya gelmekten çekinmeyerek kimi zaman açıktan meyden okumaktadır. Japon ekonomisinin küçülmeye devam etmesi de ABD için bir handikap oluşturmaktadır.

Kısacası dünyanın hegemonik gücü ABD, ekonomik açıdan zayıflamaktadır. Bu da dünya ekonomisini doğrudan etkileyecektir.

“Tek kutuplu dünya” retoriğinin anlamını, etkisini yitirdiği bir dönem yaşamaktayız. ABD hegemonyası zayıfladıkça onun yerine geçmeye heves eden devletlerin etkinliği artmaktadır. Rusya ve Çin şu aşamada ABD’nin yerine geçmeye aday olduklarını ortaya koymaktalar. Bunun için özellikle Kafkasya’da ortak politikalar benimsiyorlar. Kafkasya’nın dünya enerji sektöründeki önemini ve bu sektörün de dünya ekonomisindeki yerini düşündüğümüzde bu ortaklığın anlamı anlaşılacaktır. Enerji sektöründeki gelişmeler halen emperyalizmin geleceğini anlamakta en belirleyici unsurdur. Geleceği anlamak isteyenler için bu sektörü çözümlemek güçlü veriler sunacaktır.

Enerji sektörü önemli bir krizin eşiğine gelmiş durumdadır. Enerji sektöründe yaşanacak derin bir kriz tüm dünya ekonomisine çok büyük etkilerde bulunacaktır. Bu etki, egemen devletlerin ve özellikle de ABD’nin dış politikasında köklü değişimlere neden olur.  Enerji sektörüne yeni yatırımlar, maliyet yüksekliğinden ve verimsizlik endişesi duyulduğu için gerçekleşmemektedir. Mevcut alt yapı ise eskimiş durumda.  Alt yapı yetersizlikleri ve neo-liberal politikalar bu sektörde tıkanmaya yol açmış durumda. Kriz çözücü, her krize deva Serbest Piyasa Ekonomisi şimdiki krizin nedeni olarak görülmektedir. Bu da Yeni Dünya Düzeni retoriğinin sonunu işaret ediyor. Krizin nedenleri arasında en önemli yeri deregülasyon ve serbest piyasa almaktadır. Özel sermayenin eline geçen sektörlerin hepsinde olduğu gibi enerji sektöründe de stok yapmak kar getirici görülmediği ve kar maksimizasyonu sağlamaktan başka bir hedef taşınmadığı için ek stok mümkün olduğunca daraltıldı ve bugün hızla yaklaşan krizin zemini oluştu. Petrol, doğalgaz ve elektrikte kapasite fazlası neredeyse tamamen erimiş durumdadır. Enerji sektöründeki bu daralma ve kar güdüsünün esaslığı hızla sektördeki fiyatların borsada, spekülatif bir tarzda belirlenmesini ve her esintiye duyarlılık kazanmasına neden oldu. Çok ciddi dalgalanmaların yaşandığı fiyat tespitleri dünya ekonomisinde önemli sarsıntılar yaşattı. Varolan altyapı eskimiş olduğu halde, kar riskinden kaynaklı yatırım yapılamamaktadır. Keşfedilen rezervlerin işlenmesi ise yine pahalı yatırımlar gerektirdiği ve kısa zamanda kar getirici olamayacağı için düşünülmek dahi istenmiyor. Bakü-Ceyhan boru hattının döşenmesi için yapılan anlaşmalarda dev tekellerin Türkiye gibi devletlerden yatırım için nasıl zorlamalarda ve hatta dayatmalarda bulunduklarına tanık olduk. Kısa vadeli zararlar devletler tarafından karşılanacak. Buna karşın işletme bu tekellere ait olacak. İşte sistemin işleyiş kuralı budur. ABD’nin ve dolayısıyla dünya ekonomisinin güvenliği bu sektördeki gidişattan kaynaklı olarak tehlikeye girmiş durumdadır. Enerji kapasitesinde yaşanan sıkıntının hızla büyüdüğü bir gerçektir. Neo-liberalizm ise bunu tersine çevirebilecek bir model değildir. Ortadoğu ve Kafkaslar enerji sektörünün en belirleyici bölgeleridir. Bu bölgeler üzerindeki hakimiyet tüm emperyalistler için büyük önemdedir. Rusya ve Çin özellikle Kafkaslar’da yoğunlaşmış durumdadır. Rusya ve Çin etrafında kenetlenen yarı-sömürgeler de artmaktadır. Bu da dünya ekonomisinde daha büyük daralmalara neden olacaktır. ABD ise bir yandan dev tekelleriyle Kafkaslar’da etkinlik kurmaya çalışıyor, diğer yandan da Ortadoğu’da sarsılan otoritesini korumaya çalışıyor. İşinin zorlaştığı açıktır. Kriz sadece enerji sektöründe yaşanmıyor. Aynı zamanda eğitimde, sağlıkta, ulaşımda, konutta vs. yaşanmaktadır. Bu günümüzün önemli dalgalanmalara gebe olduğunu göstermektedir.

Son yıllarda ekonominin muazzam ve sonsuz gelişiminin örneği olarak Yeni Ekonomiden bahsediliyordu. Oysa bir zaman sonra bu muazzam ekonominin de geleceğinden korkulmaya başlandı. İşin özünde yine yatırım sorunu var. Bilişim teknolojisinin hızlı gelişimi ekonomide yeni bir çığır açmıştı. Üretimde hem hız ve hem de istikrar yakalanmıştı. Ama bu hız ve istikrar ilk anlardaki uyumlarını yitirdiler. Hız istikrarın önüne geçti. Şimdi hızlı gelişime uyum sağlamanın bir gereği olan altyapı yatırımları gerçekleştirilememektedir. Çünkü çok büyük bir maliyet gerektiren altyapı ihtiyacını karşılayacak para bulunamamaktadır. Yaratılan canavarın kurbanı olmak tam da budur herhalde…

Mevcut dünya düzeni halkların aleyhine gelişmeye ve genişlemeye devam etmektedir. Bölgesel haksız savaşlarda katledilen, yaşamları alt-üst olan, açlık ve yoksulluk yaşayan bölge halkları olmaktadır. Savaşların en büyük faturası halklara çıkmaktadır. Bu savaşlar emperyalizmin çıkarınadır ve bizzat emperyalistler tarafından teşvik edilmektedir. Balkanlarda bu gerçek çok nettir. Yugoslavya’nın parçalanması tamamen ABD ve Avrupa devletlerinin hedefiydi ve gerçekleştirildi. Miloşeviç gerçekte sadece figürandı. Beslenmiş, güçlendirilmiş, teşvik edilmiş Miloşeviç bir anda tek suçlu olarak uluslar arası mahkemelerde yargılanmaya başlandı. Tüm dünya halkları gerçeği görmektedir. Ortada kocaman bir aldatmaca var. Tüm dünya NATO’nun gerçek kimliğini görmüş durumdadır. Bu bir barış gücü değildir. Bu tamamen mevcut ABD hegemonyasının sürgit olmasını garantileyen bir askeri savaş aygıtıdır. Zaten bu nedenle, Avrupa devletleri yakın zamanda Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’ni oluşturacaklar. NATO bir barış gücü olsaydı Avrupa neden böyle bir kimliğe ihtiyaç duysundu!

İsrail Filistin halkına karşı saldırılarını daha da arttırdı ve bu da dünya genelinde ve özellikle de Arap halklarında İsrail devletine karşı olan tepkiyi yükseltti. İsrail haksız savaşını hiçbir engelleme ile karşılaşmadan en pervasız saldırılarla sürdürmektedir. Filistin halkı aldatmadan, oyalamadan, teslim almaktan ve boyun eğdirmekten başka anlamı olmayan bir “barış süreci”ne sokularak yürüttüğü haklı mücadelede başarısızlığa mahkum edilmek isteniyor. Uzlaşmacı Filistin önderliği de bu mahkumiyeti esasta kabul etmiş durumda. Buna karşın sular durulmuyor. Çünkü arka plana atılmak istenen devrimci halk gerçekliği bu tutumu yadsıyor, kabul etmiyor ve kendi önderliğini zorlayarak İsrail’in dünya gericiliği ile birlikte hedeflediği köleleştirmeye karşı çıkıyor. Filistin halkının direnişi devrimcidir, haklıdır. İsrail gerçekleştirdiği işgalden bu yana dünya gericiliği ile birleşmiş durumdadır. İçinde esasta Türkiye’nin de bulunduğu bu dünya gericiliğine karşı Filistin halkının devrimci direnişi desteklenmelidir. İsrail’de somutlaşan dünya gericiliğine karşı çıkılmalıdır. Türk devletinin bu savaştaki yeri tüm çıplaklığıyla açığa çıkarılmalıdır. Türkiye halkı siyonizme, İsrail faşizmine karşı ezilen Filistin ulusunun yanındadır. Türkiye halkının çıkarı Filistin halkının çıkarı ile birleşmektedir. Türkiye’nin İsrail ile yaptığı tüm anlaşmalar İsrail’in bu haksız savaşına destek içeriğindedir. Çünkü, faşist Türk devletinin yürüttüğü haksız savaş da aynı şekilde İsrail tarafından desteklenmiştir ve desteklenmektedir. Türk devletinin sözde kalan barış çağrıları bu pratiğiyle zıttır. Kendi söylemini inkar eden bu pratiğe karşı çıkılmalıdır. ABD bugün çok daha açık bir şekilde (Clinton döneminde İsrail’in haksız savaşına yine destek vardı ama o dönemki çıkarlar barış politikasını gerektiriyordu) İsrail suikastlerine, saldırılarına destek olmaktadır. İsrail’in teşhir edildiği yerlerde kendisi teşhir ediliyormuş gibi aşırı tepkiler sergilemektedir. Bütün bunlar Ortadoğu’da gelecek zamanın geçmiş zamanki gibi olmayacağını göstermektedir.

…(Türkiye’de Durum)…

Türkiye etrafındaki karmaşaya müdahale edemeyecek kadar kendi içine gömülü vaziyettedir. İsmail Cem aktif bir dış politika izlenimi verse de bugüne kadar esas olan başarısızlıktır. Yunanistan ile ilişkilerin gelişme eğilimi içinde olduğu gözleniyor, ama bunda son dönemde Yunan dış politikasının esnekleşmesinin büyük etkisi vardır. Ki, Yunanistan geleceğe oynamaktadır. Yakın gelecekte, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlar Avrupa Birliği’nin gündemine daha güçlü olarak oturduğunda Yunanistan bu esnek politikasının ürünlerini alacaktır. Türkiye’nin Avrupa Birliği devletleriyle çelişen istekleri, çıkarları da bu koşulda daha etkisiz hale gelecektir. Olumlu görünen bu tek ilişkinin niteliği de budur. Dış politikada Türkiye son yılların en derin açmazlarını yaşamaktadır. Bunun en belirleyici nedeni Türk devletinin dünya ekonomisi ve politikası ile bütünleşme politikasının kendi tarihi ve milli politikalarıyla çatışma halinde olması ve egemenliğinin bu durumda zarar görebilecek olmasıdır. Avrupa Birliği’ne üyelik meselesi Türkiye’nin sıkı sıkıya sarıldığı devlet (hatta tarihi ve milli (!)) politikalarından taviz vermesine bağlı görünmektedir. Ki bu bile yeterli olmayacaktır. Çünkü Avrupa Birliği’nin kendisi de yeterli bir birlik kimliğine henüz sahip değil. Avrupa gerçekliğine daha da aykırı durumda bulunan Türkiye’nin bu birliğe girmesi pek anlamlı ve gerçekçi değildir. Türki cumhuriyetlerde hedeflenenler bir rüya olmaktan öteye gidemedi. Ki bu rüya daha gerçekçiydi.

Türkiye ekonomisi enflasyon ve durgunluğu aynı anda (Stagflasyon) yaşamaktadır. Bu da sürekli bir hiperenflasyon tehlikesinin kapıda olduğunu gösterir. Ekonominin durgunluktan kurtulması için talebe yönelik destekleyici mali politikalar uygulansa hiperenflasyon oluşacaktır. Mevcut ekonomi yönetimi şu anda böylesi bir politikayı benimsemiyor. Muhalefetteki ekonomi profesörü buna önemle dikkat çekti!.. Ancak, öyle görünüyor ki, esas mesele hiperenflasyon korkusu değil. Türkiye ödemek zorunda olduğu dış borç yükünün ağırlığı altında emperyalist politikaların dışında hiçbir adım atamamaktadır. Bu tam bağlanmışlık devlet bünyesinde alışagelmiş uygulamaları dahi engellemektedir. Türkiye ekonomisi borç ödeme mekanizmasına dönüştürülmüş bir ekonomidir. Borç ödeyemez hale gelmesi onun cezalandırılması ve belki de yıkılması için yeterli olacaktır. Bu yüzden kesinlikle IMF politikalarından vazgeçilemiyor. Kamu harcamaları kısılacak, elde edilen tüm kaynak sermayeye transfer edilecek, sendikal hareket yok edilecek ya da devlete bağlanacak, ekonomide kamu denetimi kaldırılacak, sermayenin önünde hiçbir engel bırakılmayacak vs… Ekonomideki depresyonu gidermek için IMF’in sunduğu yol budur. Sermaye desteklenir, verimsiz işletmeler tasfiye edilir, işçiler boğaz tokluğuna çalıştırılır, ekonomide “yaratıcı yıkım” gerçekleştirilir ve arkasından yenilenmiş bir teknolojik temel üzerinden yeniden büyümeye geçilir. Reagan ve Thatcher dünya halklarına böyle bir ekonomi modeli sundular ve bu model yıllardır halkların üzerinde uygulanmaktadır. IMF tüm olumsuzluklarına, halktaki tepkilere rağmen bu politikaları dayatmaya devam ediyor. Bundan vazgeçemiyor. Çünkü emperyalist ekonominin korkunç bir sömürüye denk gelen bu politikalara ihtiyacı var.  Emperyalizm Şili’de Pinochet diktatörlüğü, Türkiye’de 12 Eylül askeri faşist cuntası gibi toplumsal maliyeti yüksek canavarlar yaratmaktan bıkmıyor, çekinmiyor.

Son zamanlarda dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Keynesyen politikaların uygulanması gerektiğine dair açıklamalar, belirlemeler yapılmaktadır. Reel ekonomiye yatırım yapmanın gerekliliği tartışılmaya ve hatta önemli bir kesim tarafından savunulmaya başlandı. Zaten ekonomi yönetimi de iktidara geldiği andan beri buna değinip gelecek zamana erteliyordu. (Serbest Piyasa Ekonomisi artık eskisi gibi alternatifsiz görülmüyor demek ki!..)  Tüketimin ve üretimin artmasını sağlayacak bir düzenlemeden, seçici bir vergilendirmeden, kaynak transferinin denetime alınmasından ve bunun üretime dönük yapılmasından, zenginden fakire bir aktarımdan vs. bahsedilmektedir. Bu mümkün müdür? Kısa süreli evet, bu kısa süreden sonra yeni bir felaket kaçınılmazdır. Çünkü, ekonominin dayandığı güçler gerçeği buna izin vermez veya veremez. Bu ekonominin sisteme bağlanış tarzının belli kuralları vardır, Çarkları yalnızca iç karla veya birikimle dönmüyor. Sürekli dış kaynak gereksinimi nedeniyle dışarıya değer transferi yapmak üzere şekillenmiş bir ekonominin bunu uygulaması mümkün değildir. IMF özgülünde uluslar arası sermaye ile çatışma ortamına girebilecek bir ekonomi yönetimi yok ise yeni bir durum da yok demektir. Çatışma ortamına girildiği anda da uluslar arası sermayenin taktiği biliniyor, ülke parasına spekülatif saldırılarla merkez bankasının rezervlerini boşaltmak, sermaye kaçışını teşvik etmek, daralmayı hızlandırarak siyasal baskıyı arttırmak ve sonuçta diz çöktürmek…. Hızla daha derin bunalımlara doğru yol alıyoruz. Dünya üzerindeki kutuplaşma her alanda derinleşmektedir. Emperyalistlerin kendi aralarında kutuplaşmaları, emperyalistlerle ezilen uluslar ve ezilen halklar arasındaki uzlaşmazlık gelişmektedir. Kapitalist-emperyalist ülkelerde de iç huzursuzluk artmaktadır. Bütün dünya bir resesyon ile karşı karşıyadır. Dünyada işsizlik her geçen gün artmaktadır. Gelişen durgunlukla birlikte bu sosyal belanın emperyalist tekellerin başını ağrıtacağı bugünden görülmektedir. Hatta mevcut anti-kapitalist hareketin bir parçasını ve hatta önemli bir parçasını işsizler oluşturmaktadır. Kapitalist ülkelerde görülen derin hoşnutsuzluk yarı-sömürge ülkelere de yansımaktadır.

Türkiye kendi içine gömülü durumdadır. Bunun nedeni son dönem içine girdiği ekonomik ve politik krizdir. İplerin tamamen IMF’in eline verildiği bu kriz döneminin Türkiye halkına çok derin bir yoksulluk getirdiği çıplak bir şeklide ortadadır. Yoksulluk derinleşmektedir. İşsizlik artmaktadır. Üretim hızla gerilemektedir. Mevcut piyasa yatırımcılara kesinlikle güven vermemektedir. Spekülatif sermayenin talanına açık hale gelmiş para politikası hiçbir denetimi kabul etmemektedir. Türkiye’deki kriz dünya ekonomisindeki resesyonla eş zamanlı gelişme gösterdi. Bu eş zamanlılık krizi daha da ağırlaştıran bir etki yaratmaktadır. Egemenlerin tam bir belirsizlik yaşamalarının bu durumla ilgisi vardır. Bu belirsizlik ortamında hiç eksilmeyen bir güvensizlik yaşanıyor. “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” denilen yeni ama bildik bir program uygulanıyor şimdi. Uygulandığı süre boyunca kayda değer hiçbir olumlu veri sunmayan bu programla ödenmesinde zorluklar yaşanan borçlar ödenebilir hale getirilmek isteniyor. Mevcut kriz ortamının değişimini hedefleyecek hiçbir politika uygulanamazken borç ödemeleri için her türlü çaba harcanmaktadır. “Reel ekonomiye kaynak aktarımı olamaz, çünkü ödenmesi gereken bir borç var”, “Halkın yoksullaşmasına katlanmak zorundayız, çünkü kurtuluş ilk önce finans sermayenin hakkıdır, onlar kurtulmadan kimse kurtulamaz”. “Dış borçlarımız olmasa çok kolay güçlenebilir, gelişebiliriz. Ama borcumuz var”… İşte mevcut ekonomi yönetimi böyle düşünüyor ve düşündüğünü “derviş” dürüstlüğüyle  açıklıyor!… Bu dürüstlük abideleri -özellikle de ekonomi yönetimi- oldukça ağır bir maliyetin altına girildiği halde halkı geleceğe dair aldatmaktan da geri durmuyorlar. Kriz ile birlikte devletin tarım politikasının IMF tarafından nasıl belirlendiği açıkça ortaya çıktığı halde tarımda atılım yapılacağı söyleniyor. Türkiye’de tarım her geçen gün daha fazla dışa bağımlı hale getirildi, tarıma destek politikaları adım adım kaldırıldı ve bugün tarımda ve hayvancılıkta önemli bir çöküş yaşanmaktadır. İhracatı yapılan bir çok tarımsal ürün artık ithal ediliyor veya edilecek. Mercimek, pirinç ve nohut ithal edildi. Şeker, tütün ithal edilecek, hayvansal ürünler için kapı kapı dolaşılacak. Tarımda üretimin durması için her türlü yasal düzenleme yapılıyor. Ziraat Bankası ticari kredi faiz oranıyla kredi vereceğini açıkladı. Bu politikalar üreticinin kendini yeniden üretme olanağının ortadan kaldırılması, üretim yapamaz hale getirilmesi demektir. Tarımda bu politikalarla atılım yapılamaz, tasfiye yapılır. Bu tasfiye sonucunda Türkiye’de dışa bağımlılık en uç boyutlara ulaşmış olacaktır.  Bütün bunlar yarı-sömürgelerden emperyalist ülkelere kaynak transferi içindir.

Egemenler, mevcut düzende egemen olmak, yönetmek isteyenler bu yeni dönemin oyuncuları olmak için can atıyorlar. Bu dönemin ruhunu incelediğimizde ve kavradığımızda bu yeni partilerin potansiyelini, gücünü ve geleceğini de öngörebiliriz. Dönemi belirleyen özellikler nelerdir: Dünya çapında bir resesyon yaşanmakta. Ve bu resesyon hızla yarı-sömürgelere yayılmaktadır. 1980’lerde benimsenen ve kriz kontrol modeli olarak, dünya ekonomisine uyum amacıyla uygulanan neo-liberal politikalar işlevlerini yitirmiş durumda. Bu politikalarla krizler daha da derinleşmektedir. Dünya çapında güçlü bir anti-kapitalist muhalefet gelişmektedir. IMF ezilenlerin en belirgin hedefi haline gelmiş durumda, dev şirketlerin egemenliğine büyük bir öfke var. Ekonomik küreselleşmenin sonuçlarına karşı çıkanların sayısı ve temsil ettikleri sosyal taban genişlemektedir. Tüm bu gelişmeleri egemenler de takip ediyor. Son dönemde sivil toplum örgütleriyle görüşmeler yapılıyor. İşbirliği geliştirilmek isteniyor. Tüm bunlar sürecin esas öğelerini ve gelişim dinamiklerini oluşturuyor.

Türkiye’de ekonomik istikrarsızlığın arttığı, yoksulluğun daha da yoğunlaştığı bu dönemde yeni parti çalışmaları da artmaktadır. Yeni dönemler yeni partilere ihtiyaç duyarlar. Yeni parti çalışmalarının artması veya yeni partilerin kurulması mevcut partilerle bu sürecin ilerlemediğinin itirafı olarak kabul edilmelidir. Türkiye’de yeni bir dönem oluşmaya başladı. Mevcut partilerin ve yeni kurulanların hiçbiri neo-liberal politikalara karşı çıkmıyor, hiçbiri tüm dünyada gelişmekte olan devrimci dalgaya değer vermiyor, hiçbiri IMF’in varlığına gerçek bir tepki duymuyor ve yine hiçbiri yaşanmakta olan krizin sebebi olarak kapitalist-emperyalist dünya sistemini görmüyor. Demek ki, hiçbiri bu dönemin partisi olmaya aday değil. Kitleler karşısında esasta bir fark taşımayacaklar. Yapılmakta olanı yapmaya devam edecek hepsi. Bu da politik alandaki mevcut krizin süreklilik halinin devamı demektir. Bugün üçlü olan koalisyonun yarın dörtlü, beşli olması ihtimali kuvvetlenmektedir. Elbette devlet, bu kadar parçalı bir hükümetin oluşmasına engel olacak yasal düzenlemeleri yapacaktır. Ancak, bilinmeli ki, mevcut güvensizlik ortamında, tek partinin çok erken yıprandığı ve saf dışı kalabileceği bir durumda koalisyon hükümetleri daha uygundur. Böylece krizlerden, emperyalizme uyum politikalarından, yolsuzluklardan, ekonomik durgunluktan, politik açmazlardan tek parti sorumlu olmaz ve bir bütün sorumluluk da kimseye yük olmaz!… İşte son koalisyonun bu meseledeki konumu tam da bu durumu ortaya koyuyor. Mevcut gelişmelerden kimse sorumluluk duymadığı gibi, her biri bütün olarak yani hükümet olarak sorumluluğu omuzlamaktan (!) çekinmiyor. Avantajları ile dezavantajlarını alıp değerlendirdiğimizde bu dönem için koalisyon hükümetlerinin daha uygun olduğu gözleniyor. Uyum yakalamak, uzlaşmak, hoşgörülü olmak gibi erdemler de taşınmış oluyor!…

Kriz tüm sektörlerde iflaslara, üretim kapasitelerinde gerilemelere neden oldu. İflaslar ve üretim kapasitelerindeki gerilemeler yoğun işsizliğe neden olmaktadır. Kriz ile işsizlik arasında doğrudan bir ilişki var. Krize yönelik çözümleri işsizlik meselesindeki gelişmelere bakarak değerlendirebiliriz. Mevcut gelişmelere bakıldığında iflaslar ve üretim kapasitelerinde gerilemeler devam etmektedir. Hemen her sektörde yoğun işçi çıkarmalar yaşındı. Bu işsizlik furyasının gelişme gösteren emperyalizm ve kapitalizm karşıtı hareketlere yönelmesi çok muhtemeldir. Özellikle kapitalist-emperyalist ülkelerde her seferinde büyüyen anti-kapitalist hareketin bünyesini bu kitle büyütmektedir. Yarı-sömürgelere yayılan krizin daha büyük kitle hareketlerine yol açacağını yine bu yoğunlaşan yoksulluk ve işsizliğe bakınca öngörebiliriz. İşsizlik dalgası üretim kapasitelerindeki gerilemelerin sonucudur. Yoksa, işçiye gereksinim azaldığı için değil. Bu son krizin yarattığı işsizlik bunu çok net gösterdi.

Yoksulluğun arttığı, üretimin azaldığı bu süreçten öfke, kaos, tepki çıkar ve çıkmaktadır. Bireysel tepkiler bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de artmaktadır. İntihar vakıalarında artışlar var.  Finans piyasasında yaşanan kriz zamanla reel piyasaya yansımaktadır. Henüz bu yansımalar doruk noktaya varmış değil. Mevcut ekonomi politikalar ve mekanizmalar finans sermayenin çıkarlarını korumaya ve güçlendirmeye dönüktür. Bu yaklaşım reel ekonominin gerçek sorunlarını ve durumunu gizlemektedir. O nedenle ilk başlarda açık olarak görülmeyen üretim sektörlerinin problemleri önümüzdeki süreçte daha da yoğun olarak büyüyecektir. Devletin bu problemleri çözmek gibi bir amaç koymadığı, buna gücü yetmeyeceği açıkça yetkililer tarafından belirtilmektedir. Bu yönde atılacak adımların Şubat krizinde görüldüğü gibi etkili bir spekülatif saldırı ile karşılanacağı, bunun da mevcut krizi derinleştireceği açıktır.

Küreselleşme karşıtı hareketin gelişimi karşısında emperyalist devletlerin, kurumların sivil toplum örgütleriyle işbirliğine ağırlık vermeye başladıklarını belirtmiştik. Türkiye’de de devlet, özellikle sendikalarla işbirliği yapmak için önemli faaliyetler geliştirdi. ……Bu çalışmaların ürünü olan ESK’nın devletçi, işbirlikçi bir yapı olduğunu belirtmiştik. Süreç ESK ve benzeri kurumlarının yoğunlaşan yeni sömürü çarkının işlemesinde önemli roller aldıklarını göstermektedir. Bu nitelikteki kurumların önümüzdeki süreçte de rollerini oynamaya devam edecekleri açıktır. TÜRK-İŞ veya DİSK veya benzerleri günümüzde yoksullaşan, işsiz kalan işçi sınıfını düzene yedeklemenin, bağımlı kalmanın politikalarını uygulamaktalar. Bu da komünist ve devrimcilerin sendikal mücadeledeki konumlarının geriliğini ve bu geriliğin işbirlikçi sarı sendikacılığın önünü açtığını girmeliyiz. Devlet tam anlamıyla, bu işbirliğini devrimci-demokrat sendikal çizgiye karşı gerçekleştirmektedir. Bunun için her türlü yöntemi ve aracı kullanmaktadır. Bu gerçeklik karşısında devrimci-demokrat sendikal cepheye önem vermek ve bu cepheye güç vermek önem kazanmaktadır. ESK karşıtı bir hareketliliğin oluşturulması ve işçi sınıfının kendi inisiyatifini açığa çıkartacak bir yönelimin geliştirilmesi gerekmektedir.

Dünya ekonomisinin içinde bulunduğu bu kriz durumunun ve özellikle de son süreçte yoğunlaşan resesyonun tüm dünya halklarını yoksulluğa, açlığa iteceği açıktır. Yoksulluk ve açlık dünyadaki eşitsizliğin ve karmaşanın artması demektir. 1990’lı yıllardan itibaren bu eşitsizliğin ve karmaşanın hızla yükseldiği bilinmektedir. Bu yeni bir sürecin açılmış olması demektir. Sınıf mücadelesinin sonlandığını, tarihin özellikle bu anlamda son bulduğunu, geçerli tek ekonomik sistemin kapitalizm olduğunu iddia eden burjuva ideologlar bu yeni süreçte tam bir açmaz içine girmiş durumdalar. Bundan sonra da yeni teorilerin(!) geliştirileceğini, ancak gerçeklerin her seferinde bu teorileri yerle bir edeceği bilinmelidir. Emperyalizm güçlü saldırılar gerçekleştirebilir ancak hiçbir zaman kesin zafere ulaşamaz ve yenilir. İşte bu yeni süreç yenilgi sürecidir.

Komünist Partisi bu sürecin özgünlükleri üzerinde durmak zorundadır. Emperyalizmin tüm dünyaya yeni bir çehre kazandıracağı, hatta kazandırmış olduğu açıktır. Partimiz hem dünyanın belirttiğimiz özelliklerini ve hem de bunun Türkiye’deki yansımalarını devrim anlayışımız temelinde kavramaya yönelmelidir. Dünyada ve Türkiye’de devrim koşulları gelişmiştir. Yoksulluk derinleşmiştir. Egemenlerin gerçeklikleri, kim için yönettikleri en pervasız gelişmelerle ortaya çıkmaktadır. Bu koşullar içinde Partimizin, ideolojik-politik niteliğini güçlendirmesi gerektiği açıktır. Aynı zamanda ideolojik-politik seviyenin yükseltilmesine paralel örgütsel inşasını geliştirmek zorundadır.

Komünist, Sayı: 37, 2001