SİSTEMİN KRİZİ BÜYÜYOR, ÇELİŞKİLER KESKİNLEŞİYOR!
Emperyalist kapitalist sistem kriz içindedir. Bir tıkanma hali yaşamaktadır. Bu nesnel durum bir yandan emperyalist kapitalist devletler arasında çelişkileri keskinleştirip derinleştirirken diğer yandan dünya halklarının sürekli bir devinim halinde olmasına yol açmıştır. Özellikle de 2019’un ikinci yarısında dünyanın dört bir yanında 40’ı aşkın ülkede kitlelerin hareketi bunun somut kanıtıdır.
Emperyalist mali sermayenin 2008’de başlayan ve bir türlü atlatamadığı genel krizinin yanısıra emperyalist kapitalist sistemin siyasi krizi de derinleşmektedir. Bu anlamıyla ekonomik krizin yanına siyasal kriz de eklenmiş durumdadır. Bir avuç tekelci burjuvaziyle işçi sınıfı ve ezilen halklar arasında gelir dağılımı oranları tarihte hiç olmadığı kadar açılmış durumdadır. Bu durum kapitalist toplumsal yapıda yozlaşma ve çürümeyi artırmıştır.
Kriz beraberinde emperyalist kapitalist devletler arasında daha önceden çeşitli alanlarda oluşturulan uluslararası kurumların ya da anlaşmaların yeniden sorgulanır olmasını getirmiştir. Emperyalist kapitalist devletler nezdinde yeni arayışlar, anlaşma ve saflaşmalar gündeme gelmekte ve tartışılmaktadır. Emperyalistler arasındaki çelişkinin keskinleşmesinin şimdilik yeni bir dünya savaşına yol açacağı görünmese de bu olasılık her zaman gündemdedir. Emperyalistler arasındaki çelişki bu süreçte kendini vekalet ya da bölgesel savaşlarda göstermektedir.
Emperyalist kapitalist sistem içinde iki kutbun şekillendiği görülmektedir. Bu kutupların birinde gerileme işaretleri veren ABD emperyalizmi varken, diğerinde ise yükselme ve yayılma işaretleri veren Rusya-Çin emperyalistleri vardır.
Bu gelişmeye paralel olarak başta büyük emperyalist devletler olmak üzere bütün dünyada devletler silahlanma yarışı içine girmiş durumdadır. Yeni ve daha etkili silahlar denenmekte, “savunma” adı altında silah sanayine daha fazla yatırım yapılmaktadır. Silahlanma rekabetine paralel olarak daha önceden yapılan anlaşmalardan bazıları bozulmaktadır. Bu türden gelişmeler emperyalistlerin önümüzdeki döneme dair nasıl bir hazırlık içinde olduklarını da göstermektedir.
Emperyalist kapitalizmin aşırı üretim ve aşırı sömürüsü, dünyanın ekolojik dengesini bozmuş ve geri dönüşümsüz bir iklim krizi yaratmış durumdadır. Aşırı üretim ve sömürünün çevre ve doğaya verilen zarar sonucu ortaya çıkan iklim değişikliği dünyanın çeşitli bölgelerinde binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olan “doğal” felaketler yaşanmasına yol açmaktadır. Dünya Meteoroloji Örgütü, iklim değişikliği nedeniyle meydana gelen “doğal” afetlerin 2018 yılında 62 milyon kişiyi etkilediğini açıklamıştır.
Sistemin ekonomik krizinin doğurduğu yoksullaşma, işsizlik ve geleceksizleşme ve de siyasi krizinin ürünü olarak emperyalist kapitalistlerin doğrudan ya da dolaylı olarak vekalet savaşlarına başvurmaları nedeniyle milyonlarca insan göç yollarına düşmüş ve mülteci haline gelmiş bulunmaktadır. Bu durum beraberinde emperyalist kapitalist ülkeler başta olmak üzere ırkçı faşist hareket ve partilerin güçlenmesi için bir gerekçe olarak kullanılmaktadır.
Başta emperyalist kapitalist devletler olmak üzere, hakim sınıflar ekonomik ve siyasi krizin ortaya çıkardığı sonuçları kendi iktidarlarının devamı için kullanma eğilimi içine girmiş; ırkçı, faşist, göçmen, kadın ve LBGTİ+ düşmanı politikalar içine girmelerine yol açmıştır. Dünya çapında “sağ popülist” anlayışın güçlenmesi, seçimlerin kazanılması bununla ilgilidir. Ve esasen tüm bunlar faşizmin ayak sesleridir. En “burjuva demokrasi”ne sahip devlet bile son tahlilde burjuvazinin diktatörlüğüdür.
Emperyalist burjuvazinin bu yönelimi, başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen ulus ve halkların, kadınların, gençlerin kısacası var olan düzene itiraz eden bütün kesimlerin kriminalize edilip “terörist” olarak hedefe konmasını doğurmuş durumdadır.
Bu nesnel durum dünya çapında sınıflar arasında çelişkinin keskinleşmesine, toplumsal kutuplaşmanın giderek derinleşmesine yol açmıştır.
Sistemin ekonomik ve siyasi krizi beraberinde politik olarak da tıkanmasını getirmiştir. Milyonlarca insanın bilincinde artık “böyle yaşanmayacağı”, “gelecekle ilgili umutsuzluk”, “politikacıların hırsız, yalancı ve yağmacı” olduğu algısı yer etmiştir. Bu durum üstü örtük bir biçimde kitlelerin kapitalist sisteme yönelik bir sorgulama içine getirmiş durumdadır. Bu bilinç önemsenmelidir.
Ancak aynı zamanda milyonlarca insanın bilincinde kapitalist emperyalist propaganda etkili olmayı sürdürmektedir.
İŞÇİ SINIFI VE EZİLEN HALKLAR İSYAN EDİYOR, DEVRİMİ MAYALIYOR!
Emperyalist kapitalist sistemin krizi ve uygulamaya koyduğu politikalar beraberinde işçi sınıfının ve ezilen dünya halklarının isyanını da getirmektedir. Özellikle 2019 yılının ikinci yarısında Güney Amerika’dan Ortadoğu’ya, Avrupa’dan Asya’ya onlarca ülkede dünya halklarının yeni bir isyan dalgasına tanık olduk.
Yaşanan bu isyan dalgasının farklılıkları olmakla birlikte ortak noktaları da bulunmaktadır. İsyanların ortak özellikleri arasında kitlelerin aşırı vergilere, yoksulluğa, işsizliğe, yolsuzluğa, hırsızlığa yönelik tepkileri bulunmaktadır. İsyan dalgasının genel eğilimi, kitlelerin kapitalist sistemin kendilerine dayattığı ekonomik ve politik koşullara karşı olmasıdır. Bu son derece önemlidir. Bu anlamıyla isyan dalgası güçlü bir anti-kapitalist, anti-feodal, anti-ataerkil özellikler taşımaktadır.
Birçoğu barışçıl başlayan eylemler süreç içinde devletlerin şiddetle yanıtına şiddetle yanıt vermiş, direnişler geri çekilmek bir yana kayıplar pahasına kitleselleşerek sürmüştür. Yaşanan isyan dalgasının devlet aygıtlarının gerici-faşist saldırılarına karşı sokakları savaş alanlarına çevirme dinamizmine sahip olması önemlidir ve önümüzdeki süreçte yaşanacaklara dair ipuçları barındırmaktadır. Yine isyanların kısa süreli değil, uzun süreli bir direniş içinde olması da son derece önemlidir.
İsyan dalgasının bir başka özelliği ise uluslararası bir karakter taşımasıdır. Herhangi bir ülkede başlayan eylemler diğer ülkeleri de etkilemektedir. Bu olgu dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkan direnişin, ulusallıktan çıkıp kısa sürede enternasyonal bir karaktere bürünebileceğini göstermektedir.
İsyan dalgasının bir diğer ortak özelliği de isyanların içinde ezilenlerin ezileni kadın ve geleceksizle çevrili gençlerin daha bir görünür olması ve de eylemlere yön vermesidir.
İsyan dalgasının bir ortak özelliği de “iklim krizi” olarak tanımlanan emperyalist kapitalist sistemin aşırı sömürü ve kâr hırsının yarattığı ekolojik yıkıma karşı özellikle gençlik kitlelerinin harekete geçmesi oldu. Kitlelerde çevre ve ekoloji konusunda bir duyarlılık gelişti.
İsyanların bir diğer ortak noktası büyük çoğunluğunun kendiliğinden kitle hareketleri olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Bu, hareketin bir zafiyetine işaret etmektedir. Ancak yaşanan isyan dalgasının diğer yandan da kitleleri politize ettiği unutulmamalıdır. Bu olgu, kitlelerin pratik süreç içinde öğrenmeleri ve kendi devrimlerini yapma yolunda önemli bir deneyim biriktirmeleri anlamına gelmektedir.
Dünya çapında yaşanan isyanlar sürecinde ortaya çıkan önemli bir nokta da emperyalist kapitalist sistemi doğrudan hedefleyen bu isyanlara önderlik noktasında devrimci ve komünist hareketlerin yaşadığı tutukluk ve geri duruştur.
Bu objektif gerçeklik isyan dalgasının gerçek hedefe yönelmesindeki en büyük engeldir ve hareketlerin sistem içinde kalması, zamanla sönümlenmesi tehlikesine işaret etmektedir. Bu objektif durum aynı zamanda sübjektif güçlerin, devrimci ve komünist hareketlerin görevine de işaret etmektedir.
İşçi sınıfı ve ezilen halklar kendi pratik deneyimlerinden öğrenmektedirler. Devrimciler ve komünistler ise kitlelerin bu isyanlarından öğrenme ve isyanlara uygun bir konumlanış içinde olma göreviyle karşı karşıyadırlar.
Emperyalist kapitalist sistem önümüzdeki süreçte rahat yüzü görmeyecektir. Bunun en büyük kanıtı son yaşanan isyanlarda da görüldüğü üzere, bütün baskı, ölüm ve tutuklamalara rağmen, bastırılamayan ve gittikçe kitleselleşen ve radikalleşen halk hareketlerinin devrimci dinamizmidir.
Dünya, devrimci bir kriz içindedir. Kapitalist emperyalist sistem ve kapitalist üretim tarzı artık sürece yanıt vermekten uzaktır. Çin devriminin önderi Mao’nun “Gök kubbenin altındaki kaos: Vaziyet harika” sözü bugün dünden daha günceldir.
FAŞİZMİN SALDIRGANLIĞI GÜÇSÜZLÜĞÜNDENDİR!
Emperyalist kapitalizmin ekonomik ve politik krizi, Türkiye gibi ülkeleri doğrudan etkiliyor. Bunun sonuçları hemen hemen her alanda kendini gösteriyor. TC rejimi AKP’li yıllarda tarihinin en büyük dış borcu sarmalında, ekonomik olarak iflas etmiş ve her zamankinden daha fazla olarak uluslararası mali sermayeye bağımlı hale gelmiş bulunuyor. Ortaya çıkan bütçe açığı, yeni zam ve vergilerle giderilmeye çalışılıp halkın daha da yoksullaşmasıyla sonuçlanırken, gelinen aşamada 7 milyona ulaşan genç işsizlik sayısı ve yüzde 60’ı yoksulluk sınırı altında yaşayan nüfus, açlık ve borç batağında artık toplu intiharları seçiyor.
Kısacası tam bir çöküş hali söz konusudur.
Emperyalistler arasında artan çelişkilerin sonucu olarak Türkiye’nin bulunduğu bölgede yaşanan askeri müdahaleler, vekalet savaşları doğrudan doğruya TC rejimini etkiliyor ve rejimin sözcüleri sürekli “beka meselesi”nden bahsediyor. Emperyalistler arası yaşanan dalaşın Suriye iç savaşında daha net olarak görünür olduğu bir gerçektir. TC rejimi başlangıçta ABD emperyalizminin bölgedeki jandarması olarak savaşta rol aldı. Kendi örgütlediği cihatçı çeteleri Suriye rejiminin üstüne saldı. Ne var ki, emperyalistler arası değişen dengeler, Rusya’nın bölgeye müdahalesi, özellikle Kürt halkı başta olmak üzere, bölge halkının Kobane direnişi gibi tarihsel direnişleri hesapları altüst etmiştir.
Süreç içinde TC rejimi ABD ile Rusya arasında yaşanan çelişkilerden yararlanma siyaseti içine girmiş, çeşitli pazarlıklarla hem ABD hem de Rus emperyalistlerinden kendi çıkarına tavizler koparmaya çalışmıştır. Bunda belli oranda başarılı olduğu da söylenebilir. Ancak tekrar etmek gerekir ki; bu gibi başarılar emperyalistlere daha fazla bağımlılığın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.
TC rejimi başlangıçta hedefe koyduğu Esad rejiminin yıkılamayacağını görünce, bu kez daha yakın ve acil tehlike olarak Suriye Kürtleri başta olmak üzere Kuzey ve Doğu Suriye’de Rojava Devrimi’ni gerçekleştirerek kendi öz yönetimlerini oluşturan çeşitli ulus, milliyet ve inançlardan halkın kazanımlarına yönelmiştir.
Faşist Türk devleti, bölgede istikrarsızlığın temel kaynaklarının başında gelmektedir. Genel politikası Kürt halkına ve Türkiye işçi sınıfına dönük topyekün savaş siyasetidir. Bulunduğu bütün alanlarda bu politika paralelinde Kürt halkının kazanımlarını yok etme siyaseti izlemektedir. Ülke içerisinde ve Irak Kürdistanı’nda gerillaya karşı kapsamlı askeri operasyonlar yürütülmektedir.
Bu operasyonların amacı gerillayı tasfiye etmek, tasfiye edemediği noktada zayıflatmaktır.
Aynı zamanda Türkiye demokratik kamuoyu da faşizmin gözaltı ve tutuklama terörüyle hedef alınmaktadır. Faşizmin savaş politikalarına itiraz eden herkes, terörist ilan edilmektedir. Ülke içinde tam bir faşist abluka yaşanmaktadır. Kimi yorumcular yaşanan faşist abluka ve saldırıları 12 Eylül Askeri Faşist Cunta döneminden daha yoğun olarak değerlendirmektedir. Rejim sıkıştıkça hemen hemen her alanda kendi tarihsel rekorunu da kırmaktadır.
Faşist rejimin gücü asla hafife alınmamalıdır. Özellikle de binlerce yıllık bir sınıflı toplum ve “devlet geleneği” üzerinden yükseldiği hesap edilmelidir. Bu gelenek sayesindedir ki, faşizm kendisi için tehdit olarak gördüğü her gelişmeye sadece askeri olarak değil, bütün alanlarda saldırmakta ve politik olarak yön vermeye çalışmaktadır.
Rejimin tarihsel olarak biriktirdiği ve başarılı olduğu alanların başında, kendisine karşı savaşan, mücadele eden güçlere karşı, karşı-devrimci güçler örgütleyebilmesi gelmektedir. Sadece kendi askeri, polisi değil sivil unsurlardan oluşan ve genellikle adli suçlulardan oluşan çete örgütlenmeleri bunlar arasındadır. İttihatçılardan Kemalistlere ve son olarak İslamcı faşist R.T.Erdoğan rejimine kadar TC, bu güçleri başarıyla örgütlemiş ve sahaya sürmüştür.
Suriye rejimine yönelik ABD emperyalizmiyle ortak kotarılan ve “eğit-donat” programıyla sahaya sürülen selefi çete grupları ardından DAİŞ olarak başta Suriye Kürtleri olmak üzere Kuzey ve Doğu Suriye halkına yöneltilmiştir. Ne var ki direniş DAİŞ’i yenilgiye uğratmıştır. Ardından TC tarafından çeteler ve “terörizm” bahane edilerek ve elbette emperyalistler arasındaki çelişki ve pazarlıklardan da yararlanarak Efrin, Bab-Cerablus hattı işgal edilmiştir.
TC rejiminin çeteleri örgütlenmesi ve sahaya sürmesinin emperyalistlerle yürüttüğü pazarlıklardan bağımsız olmadığı ve atılan adımların buna uygun olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Son olarak İdlip’de cihatçı çetelere kalkan olma bu anlamıyla ABD emperyalizmiyle ortak iş tutma pratiği, beraberinde Suriye rejimi ve Rusya’nın bölgeye yönelik saldırılarıyla birlikte başka bir sürece evrilmektedir. Bu İslamcı çetelerin TC rejiminin kontrolü altında Ruslarla işbirliği içinde Libya ve Kuzey ve Doğu Suriye’de işgal edilen alanlara yerleştirilmesi gündemdedir. Bunun karşılığında TC’nin Rojava’da işgal ettiği alanlarda kalması ve ilhak etmesi söz konusu olabilir. Bu olasılık küçümsenmemelidir. Antakya’nın ilhakı, Kıbrıs’ın işgali yakın tarihli örneklerdir.
Yaşanan gelişmeler TC rejiminin içte yaşadığı kriz halini sınır dışında saldırgan ve provokatif bir siyaset izleyerek ötelemeye çalıştığını göstermektedir. Yayılma ve işgal siyaseti, belli bir konseptin ürünüdür. Ermenistan’a askeri müdahale planlarının basına sızdırılması, Doğu Akdeniz’de yaşanan gerginlik, Libya’da yaşananlar bunun son örneğini oluşturmaktadır. Önümüzdeki süreçte TC rejimi bütün imkan ve olanaklarını kullanarak, emperyalistler arasındaki çelişki ve rekabetten sonuna kadar yararlanma ve mülteciler gibi kimi sorunları şantaj aracı olarak kullanarak, işgal ettiği bölgelerde kalmaya çalışacağını ve giderek bu bölgeleri tartışmalı olarak ilhak etmeye yöneleceğini göstermektedir.
KRİZİ İŞGAL SALDIRIYLA AŞMA KONSEPTİNE KARŞI DEVRİMCİ DİRENİŞ
TC rejiminin bu konsepte uygun olarak Rojava’ya yönelmiştir. Faşist rejim içerde yaşadığı krizi ve tıkanma halini bölgesel olarak aşma arayışları içindedir. Bu yönüyle emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden yararlanan bir siyasi iktidar vardır. Son olarak gerçekleşen Serekaniye ve Gre Spi işgali böylesi bir politikanın sonucudur. Faşizm, ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin onayı ve desteğiyle bu işgali gerçekleştirmiştir.
9 Ekim’de TC devletinin elindeki hava ve teknik üstünlüğünü kullanarak, önde çeteleri arkasında kendi askeri gücünü konuşlandırarak, saflar arasında son derece eşitsiz askeri kapasiteye yaslanarak işgale başvurmasının tarihsel güncel nedenleri vardır. Bölgede emperyalist kapitalist sisteme boyun eğmeyen, ona tabi olmayan Rojava’daki devrimci irade ve yönetimin varlığına ve yaşamasına müsaade edilmemiştir. Emperyalist kapitalist sistemle Rojava’da ortaya çıkan “toplum modeli” bir kan uyuşmazlığı yaşamıştır. Emperyalistler ve bölge gericileri Ortadoğu gibi bir coğrafya da açığa çıkan bu devrimci gelişmeyi kendileri için bir tehdit olarak görmüşlerdir.
İkinci temel neden ise bölgede özgür bir Kürt yapılanmasına göz yummak istenmemesidir. Bu durum özellikle bölge devletleri açısından kendi ulusal sorunları bağlamında sorun teşkil edecektir.
Faşizmin emperyalistlerle iş birliği içinde Rojava’yı işgali beraberinde başka gelişmeleri de gündeme getirdi. Serekaniye direnişiyle birlikte halkların ve devrimci ve demokrat güçlerin Rojava Devrimi’ne, bölgede ve dünyada hiç olmadığı kadar büyük destek ve dayanışması sağlandı. Dört parçada Kürt halkında birlik fikri ve ihtiyacı hiç olmadığı kadar oluştu.
Serekaniye Onur Direnişi birçok başlık altında toplanacak ders ve deneyimler ortaya çıkardı. Aynı zamanda devrim ve direnişler tarihinin ortaya çıkardığı önemli ders ve tecrübelerin bir kez daha doğrulandığı ve sınandığı bir süreç yaşandı.
Dünyanın ve bölgenin bütün haydutları el birliği ve iş birliğiyle her türlü hava, teknik, lojistik üstünlüğüne karşı ortaya konan direnişin tarihe not düşülecek önem ve değerde olduğunu belirtmek gerekir. Mazlum emekçi halklar ve onların onurlu evlatları, NATO’nun 2. büyük askeri gücüne karşı direndi. Uçak saldırıları altında her türlü tank, obüs, roket saldırılarına karşı özgürlük ve ideallere bağlı kalarak örgütlü bir şekilde direnilebileceğini gösterdiler.
Elbette direniş ve teslimiyet arasındaki bir durumda fedai ruhla sonuna kadar direniş esas alınmalıdır/alınmıştır. İşgal saldırısının şiddeti bizlere büyük bedeller ve şehitler vermeyi getirecektir/getirmiştir. Ortaya çıkan ders ve deneyimlerin Serekaniye’de pratiğe geçirilememesi eksiklikler yaşandı. Beklenilen ve öngörülen düşman saldırısına karşı hazırlığın yetersiz ve zayıf kaldığı noktalar oldu. Halkın örgütlenmesi, askeri güçlerin kapsamlı bir saldırıya göre ciddi bir şekilde eğitilip hazırlanmaması; düşman saldırısına karşı yaratıcı taktik zenginliğin uygulanamaması, komuta kademesinde koordine yetersizliği, Bakur ve Türkiyeli ilerici ve devrimci güçlerin harekete geçirilememesi gibi eksiklikler söz konusuydu. Ancak bu saldırılarda alınan kayıplarda yılgınlık ve karamsarlık yaratılmasına müsaade edilmemeli, savunma psikolojisinden saldırı psikolojisine geçerek karşılık verilmelidir.
Süreç içerisinde kendi öz gücüne dayanan bir anlayışla meseleye bakmanın daha doğru olduğu ispatlanmıştır. ABD ve Koalisyon Güçlerinin, hava sahasını TC ordusunun uçuşuna kapatmasını, müdahale etmesini vb. beklemenin yanlış olduğu bir kez daha yaşam tarafından doğrulanmıştır. Teknik olanakların bu denli yoğunluğuna rağmen diplomasiden ve “dış güçler”den bu derece beklenti içine girmek sahada savaşan güçleri zayıflatmıştır.
Rojava Devrimi, emperyalist güçler ve bölgesel güç odakları tarafından kuşatılmış durumdadır. Bu yönüyle Rojava Devrim güçleri zaman zaman bu güçlerden bazılarıyla taktiksel anlamda “yan yana” düşse de aralarında stratejik bir ittifak olamaz. Rojava Devrimi’nin kalıcı tek dayanağı, kendi öz gücü ve onunla dayanışma içerisinde olan dünya halkları ve devrimci güçlerdir.
Faşist rejimin işgal saldırıları karşısında uluslararası alanda ciddi bir duyarlılık oluşmuştur. 2 Kasım Dünya Rojava Günü’nde dünyanın çeşitli coğrafyalarında yaklaşık 4 milyon insan sokağa çıkmıştır. Bu yönüyle Efrin’in işgali sürecinde yaşanan dayanışmayı kat kat aşan bir dayanışma yaşanmıştır.
Resmi kanallar üzerinden bir iki ülke dışında açıktan Türkiye devletinin işgalini onaylayan ülke bulunmamaktadır. Tam tersine dünyanın birçok ülkesi Türk devletinin işgal saldırılarını kınamıştır. Bu durum Rojava Devrimi’nin meşruluğu açısından önemli bir gelişmedir.
HBDH’IN TARİHSEL ROLÜ
Türkiye devrimci hareketi açısından HBDH bileşenlerinin Rojava’daki direnişte yer alması ve devrimi işgal saldırılarına karşı savunması son derece önemlidir. Bu Türkiye’de Türk ve Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan halkımız arasında propaganda edilen savaş kışkırtıcılığına ve şovenizme güçlü, devrimci bir yanıt olmuştur. Halklar, uluslar ve inançlar arasında ekilmeye çalışılan düşmanlık tohumlarına anlamlı bir yanıt olmuştur.
Askeri açıdan HBDH bileşeni örgütler Enternasyonalist Özgürlük Taburu aracılığıyla silahlı direnişe dahil olmuşlardır. İşgalcilere ve çetelere karşı kararlı bir mücadele verilmiş, bu yönüyle Kürdistanlı ve Türkiyeli devrimciler önemli bir sınav vermiştir. Kuzey Doğu Suriye halklarından onlarca şehit verilmiştir. Bu savaşta Aynur, İmran, Ceren ve Demhat yoldaşlar şehit düşmüş, bunun dışında yaralanan yoldaşlar olmuştur.
Faşist rejimin uygulamaya koyduğu saldırganlık konseptine yönelik HBDH’ın Türkiye topraklarında ortaya koyduğu pratik, günümüz koşulları içerisinde, son derece anlamlı ve devrimci bir yerde durmaktadır. Faşist rejimin ülke içinde en ufak demokratik bir muhalefete dahi tahammül edemediği, faşist ablukanın ve saldırganın dizginsizce sürdürüldüğü koşullarda, HBDH’nin gerçekleştirdiği eylemler önemlidir.
Eylemlerin küçüklüğü büyüklüğü bir yana içinden geçtiğimiz süreçte faşizme karşı yanıt olunması anlamında önümüzdeki süreç açısından tarihsel bir değer taşımaktadır. “İntikam Birimleri”nin eylemleri bu anlamıyla devrimci direnişin sürdüğü, bütün faşist abluka ve saldırganlığa karşı devrimcilerin hesap sormaya devam ettiğini göstermektedir.
HBDH güçleri olarak süreçten gereken dersleri çıkartıp önümüzdeki savaş yılını bu temelde en güçlü şekilde örgütlemek temel görevimiz olmalıdır. Özellikle Rojava’daki işgale karşı aktif saldırı politikası izlemek ve işgali kanıksatmamak için güçlü politik kampanyalar yürütmek diplomatik çalışmalara hız vermek gerekir. Rojava’daki işgal saldırısına vurulacak her darbe Türkiye devrimine katkı sunma anlamına gelmektedir.
2019 yılında çok değerli isimleri şehit verdik. Adil Yıldırım (Taylan Kutlar), Özkan Aslan (Hıdır Çallı), Ozan Sökmen, Fırat Şeran, Alper Koçer Çakas (Fırat Çaplık), Çayan Kızılbaş (Umut Özsepet), Tamer Kasabalı (Fırat Yıldırım), Mahir Ernesto (Muhammed Tiril), Ceren Güneş (Özge Aydın), Aynur Ada (Göze Altınöz), İmran Fırtına (Yasin Aydın) ve Demhat Günebakan (Kerem Pehlivan) arkadaşlar şehit olmuşlardır. Bu arkadaşlar dışında HPG savaşçılarından Çiçek Botan, Demhat Faraşin, Cemil Amed, Diyar Xerib (Helmet Ark) başta olmak üzere birçok değerli komutan ve savaşçı arkadaşımız şehit olmuştur.
Devletin ve egemen ataerki zihniyetin saldırılarına karşı son bir yıllık süreç içinde kadın özgürlük mücadelesinde önemli ve etkili eylemlikler örgütlendi. Kadın özgürlük mücadelesinin sesi ve öfkesi daha etkili ve görünür oldu. Gözle görülür bir şekilde Kadın duyarlılığı ve bilinci oluştu. Keza Leyla Güven şahsında sayın A. Öcalan üzerinde ki tecrit ve izolasyona karşı zindanlarda başlatılan ve kısa sürede yaygınlaşarak ülke çapında süren açlık grevleri eylemlikleri kadın devrimci iradenin sarsılmaz ve yenilmez olduğunu gösterdi.
2020 yılında yürüteceğimiz mücadelede yoldaşlarımızın anıları bizlere rehber olacaktır. Onlara sözümüz 2020 yılında TC faşizmine karşı devrim mücadelesini yükseltmek ve sokak ve meydanları mücadele alanlarına çevirmektir.
HBDH YÜRÜTME KOMİTESİ
ARALIK 2019