TKP-ML Komünist Kadınlar Birliği: “Bu düzen değişecek, onu biz değiştireceğiz!”

“Bu düzen değişecek, onu biz değiştireceğiz!”

 

Çeşitli milliyet ve inançlardan Türkiye halkına yönelik giderek tırmanan faşist saldırganlık, 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Cuntası dönemiyle kıyaslanabilecek boyutlardadır. Gözaltı ve tutuklamalar, ajanlaştırma-işbirlikçilik dayatmaları, uzun süreli gözaltılar ve gözaltında işkence vakaları, güvencesiz ve esnek çalışma koşulları, işten atmalar, grev yasaklamaları, hız kesmeyen OHAL ardılı uygulamalar vb. politikalar dikkate alınırsa bu kıyasta bir doğruluk payı da vardır. Bu tablo aynı zamanda Türk hakim sınıflarının yönetememe krizinin derinleştiğini de göstermektedir. Bu durum, –hakim sınıfların kendi arasındaki kriz ve dalaş, bölgesel gelişmeler, Suriye’de durum ve ABD-Rusya arasında bir o yana bir bu yana savrulan AKP gerçekliği, ekonomik kriz vb.– hakim sınıfların “beka sorunu”nu sürecin ana sloganı olarak kullanmalarına neden olmuştur. Bütün bu gelişmeler, Türk hakim sınıflarının ve andaki temsilcileri AKP’nin halka, ilerici, devrimci, demokrat ve yurtsever örgütlenmelere yönelimini doğurmuş, saldırılarda dozajı sürekli artırılan bir ivmeye yol açmıştır.

31 Mart seçimleri öncesi, seçime yükledikleri merkezi misyon gereği saldırılarını tırmandıran ve en ufak muhalefete dahi göz açtırmayan faşist AKP iktidarı, İstanbul seçim sonuçları ve seçimin iptalinin ardından hızlıca yeni bir kaosa sürüklenmiş ve gözler 23 Haziran’a çevrilmiştir.

31 Mart’ın hemen ardından seçim sonuçlarının şekillenmeye başlaması ile birlikte önce “kazandık” açıklaması yapılmış ardından “hiçbir şey olmasa bile kesin bir şeyler oldu” zırvası ve hırsızlık iddiası, sonrasında “hırsızlık hukuki bir ifade değildir, siyasidir” söylemi ortaya atılmış, Yüksek Seçim Kurulu’nun o güne kadarki açıklamalarla çelişkili raporunun devamında Pontus söylemi ile ırkçılık körüklenmiş, her dönem sahaya sürülen kadın, LGBTİ+ ve Kürtlere yönelik saldırgan ve aşağılayıcı tutum ve ifadeler; cinsiyetçi söylemler gündeme gelmiş ve son noktada A. Öcalan’ın seçimleri de konu edinen mektubu kamuoyuna sunulmuştur. Ancak tüm bu argümanlar AKP’nin seçimlerden istediği sonucu alabilmesi için yeterli olmamış, AKP’nin kendi içinde ve AKP-MHP bloğu içinde de kriz ve çatlağın işaretleri hemen seçimlerin ertesinde verilmeye başlanmıştır…

En nihayetinde tüm bu saldırı-engelleme-yok etme vb. odaklı yaklaşımlar, yönetememe krizinin bir sonucudur. Devlet iktidarını elinde bulunduran ve emperyalist kapitalist sistemin 2008’den bu yana devam eden krizini bekası için kullanan AKP-R.T.Erdoğan kliği, iç ve dış tüm politikalarının iflası ile karşı karşıyadır. İçerde en yakıcı sorunların başında ekonomik kriz gelmektedir. Kuşkusuz emperyalizmin yarı-sömürgesi durumundaki TC’nin, emperyalist kapitalist sistemin krizinden etkilenmemesi düşünülemezdir. Emperyalist-kapitalist merkezlerde yaşanan kriz hali, Türkiye gibi ülkelere daha korkunç boyutlarda yansımıştır/yansımaktadır.

Başkanlık sistemi ile yönetilen bu bir yılda Türkiye ekonomisine dair veriler incelendiğinde bu gerçek rahatlıkla görülebilir. Oysa henüz o günlerde, AKP İstanbul 6. Olağan İl Kongresi’nde konuşan R.T.Erdoğan “bu yeni sistemde istikrar kalıcı hale gelecek. Hızlı karar, gecikmeyen icraat ve etkili yönetimle ekonomik büyüme ivme kazanacak” diyordu. Tek yetkili olarak kendisinin seçilmesi ve onaylanmasının anlamını “hızlı karar, gecikmeyen icraat” olarak propaganda eden RTE, bunun ekonomide de sıçrama yaratacağı iddiasındaydı. Ancak yaşananlar tam tersi oldu. Başkanlık sisteminin ekonomik karnesi bu alanda RTE/AKP’nin sınıfta kaldığını ve geri dönüşü olmayan bir yolda hızla yol aldığını gösteriyor.

AKP neyi kaybetmek istemedi?

17 yılda alabildiğine pisliğe, batağa ve yolsuzluğa batmış AKP iktidarı, İstanbul üzerinden Ankara da dahil olmak üzere ekonomisi güçlü şehirlerin yerel iktidarını da elinde bulundurduğu için “merkez ve yerelin iktidarlaşması”ndan alabildiğine faydalandı. Bu durum özellikle İstanbul’un yüksek rantını kullanmada büyük bir kolaylık sağladı. Bu açıdan İstanbul’da yerel yönetimin kaybedilmesi, AKP faşizmi açısından büyük bir ranta veda etmek demektir aynı zamanda.

Sayıları binlerle ifade edilen, çalışmadığı halde maaş alan “bankamatik memurların” varlığı, yandaş vakıfların yönetim kurulu üyelerine, kimi milletvekili yakınlarına belediye bünyesinde bulunan çokça aracın tahsis edilmiş olması, kayyum atanan belediyelerde taşınmaz mülklerin ilçe kaymakamlıklarına devredildiği vb. örnekler çoğaltılabilir.

AKP’nin kaybedeceği şey çoktur. Mahrum kalacağı hegemonya, inşaata dayalı birikimdeki tökezleme, bu birikimin parti aygıtına getirdiği katkının (kadro, militan aktarımı, maddi finans vb.) da azalması demektir. İstanbul bizzat AKP için bir tahkimat alanı gibi istihdam edilmektedir. Yaklaşık 80 bin personelin çalıştığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde sadece 20 bin kişinin aktif çalıştığı, sayısı net olmayan binlerce personelin belediyeye uğramadığı, aydan aya bankadan maaşını çektiği, bizzat AKP teşkilâtları, sadece İstanbul’u da değil farklı illeri de buradan nemalanarak örgütledikleri basına yansıyan bilgiler arasında.

Buradan anlaşılan şudur ki; AKP sadece İstanbul’u değil, neredeyse tüm Türkiye’yi İstanbul Büyükşehir Belediyesi üzerinden finanse etmiştir. Zaten ekonomik ve siyasi krizle boğuşan AKP iktidarı açısından tüm bunlar yeri doldurulamaz ve yıkıcı boyutlardadır.

Bunların yanısıra Kürt illerinde seçimin ardından kayyum atanan belediyelerdeki yıkım ve borç da kokuşmuşluğun bir başka göstergesidir. Kayyum Diyarbakır’da 7 milyon 536 bin TL ve sıfır borçla aldığı belediyeyi 3 milyon 586 bin TL; borçsuz Siirt Belediyesi’ni 115 milyon 622 bin TL; Sur Belediyesi’ni 151 milyon 743 bin 819 TL, Mardin Büyükşehir Belediyesi’ni 620 milyon TL, Batman Belediyesi’ni 307 milyon 328 bin 305 TL borçla terk etmiştir.

Devletin kadına karşı gerçek yüzü: İşkence!

Bir yanda bunlar yaşanırken diğer yandan ise İstanbul seçimini kazanmak için türlü manevralar devreye sokulmuş, vaatlerde bulunulmuştur. Adeta bir yalan teşkilatı gibi çalışan AKP, dün söylediği ve yaptıklarını unuturcasına özellikle Kürt halkına, kadınlara ve gençlere olumlu bir mesaj vermeye çalışmış, ancak bunda da “Derviş’in fikri neyse zikri de odur” misali kötü bir piyes sergilemekle sınırlı kalmıştır. Krizin faturasını ödememek için işçilerin kıdem tazminatına el konulmasının planlarının yapıldığı, işsizliğin rekor düzeyde arttığı, AKP iktidarı yani 2003-2017 kesitinde esnek ve güvencesiz koşullardan kaynaklı toplam 1 milyon 678 bin 700 kişinin iş “kaza”sı geçirdiği ve 17 bini aşkın işçinin hayatını yitirdiği koşullarda Binali Yıldırım bir yandan kadro isteyen bir taşeron işçiye “Lafı uzatıp zurna yapmayın, söylendi bakacağız. Çalışıyorsunuz iyi kötü, devam edin bakalım” diye çıkışırken bir yandan da vaatleri arasında gençlere iş imkanı söylemine yer verdi.

Yine sadece AKP iktidarı döneminde kadın cinayetlerindeki artış 4 kat iken Yıldırım, yaptığı bir konuşmada “Kadınlar toplumun anası, mayasıdır. Bizi bir arada tutan, bir olmamamızı sağlayan sizlersiniz. Yetiştirdiğiniz bir evladın toplumda temsil edilmesinin arkasında siz varsınız. Sizler olmasaydınız bizler olmazdık. Bu kadar basit” diyebilmiştir. Seçim vaatleri arasında da “ev kadınlarının” aile bütçesine katkısının artırılması ve annelerin sorunlarının çözümü yer almış ve reçete “Örneğin, ev kadınlarımızın evde ürettiği el emeği göz nuru ürünlerini İBB, gerek internet üzerinde gerek fiziki olarak pazarlamasını yapacak. Böylece kadınlarımız ev bütçesine katkı sağlayacak” şeklinde olmuştur.

Kadınlara bakıcılık görevini layık gören Yıldırım (“Bakan olabilirsiniz, Başbakan olabilirsiniz, Cumhurbaşkanı da olabilirsiniz ama size bakan bir bakanın olduğunu unutmayın”) ayrıca şiddet meselesinde de aynı basitlikteki çözüm önerisini “Eskiden bizim zamanımızda evliler arasına girilmezdi. Aileler taraf olduğu zaman evliliğe katkı değil, olumsuz sonuç doğuruyor. Onun için evlileri tek başına bırakacaksın, kendi aralarında meselelerini halledecekler. Öbür türlü duygusal oluyor, ‘benim kızım, benim oğlum’ giriyor. Hepsi bizim kızımız, hepsi bizim oğlumuz. O yüzden karışmamak gerekiyor. Evliliğin sırrı ‘itaat et rahat et’. ‘Peki’ demesini mutlaka başarmamız lazım” sözleriyle sunmuştur.

Sanki kadınların nafaka hakkına göz diken; boşanmayı imkansızlaştırmak için uğraşıp didinen, Öcalan üzerindeki tecritin kaldırılmasını talep eden analara-tutsak yakınlarına hapishane önlerinde şiddet uygulayan, özyönetim direnişleri sırasında Kürt illerini yerle bir eden, Silopi’de Taybet ananın cenazesini 7 gün yerde bırakan, kayyumlarla ilk elden kadın kurumlarına saldıran ve faaliyetlerini durduran, kadın katillerini salıveren, özsavunma hakkını kullanan kadınları müebbet hapis cezaları ile yargılayan ve de cezalandıran kendileri değilmiş gibi kadınlara akıl vermekten geri durmamış, oy istemekten de utanmamışlardır.

Oysa daha geçtiğimiz Haziran ayında Riha’nın (Urfa) Halfeti ilçesinde gözaltına alınan ve işkence edilen 51 kişi içerisindeki biri 18 yaşından küçük bir çocuk olmak üzere kadınlara “Dört çocuğun var, beşincisi benden olsun ister misin” diye sorarak, meme ve cinsel organlarından elektrik vererek cinsel işkence uygulayanlar da aynı devletin, aynı erk hegemonyanın “adamları”ydı, bu devletin “iyi çocukları”ydı.

Tüm bu süslü ve aynı zamanda kendi içerisinde kadını itaate zorlayan eril cümleleri sarf edenler aynı zamanda DHKP-C üyesi olduğu gerekçesi ile Lübnan’da kaçırılıp yakınlarına haber bile verilmeyen Ayten Öztürk’e 6 ay boyunca işkence edenlerdi… Çünkü Ayten Öztürk, devrimci bir kadındı ve Ankara’nın ortasında bir kamu kuruluşunun bodrumunda kendisi gibi kaçırılan ve süngerli işkence odalarına hapsedilenlerle birlikte altı ay boyunca işkencenin her çeşidi ile “itaat ettirilmeye” çalışılmıştı.

Tüm bu örnekler, devletin kadına karşı gerçek yüzüdür kuşkusuz!

Devlet kadın katillerini koruyor, kolluyor!

Diğer yandan devlet, bu acımasız yüzünü sadece devrimci, yurtsever ve ilerici kadınlara sergilemiyor. “İtaat etmesi”ni istediği bir bütün kadın cinsidir ve bu “itaatsizlik” nerede gelişirse gelişsin, devlet bütün kurumları ile “itaatsizlik” eden kadının karşısında konumlanmaktadır. Bunun çarpıcı örneklerinden biri de artık katliama dönüşen kadın cinayetleri oranıdır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre 2019’un Ocak ayında 43, Şubat’ta 31, Mart’ta 27, Nisan’da 36, Mayıs’ta 37, Haziran’da 40 kadın olmak üzere sadece 2019’un ilk 6 ayında en az 214 kadın katledildi. Ve bu cinayetlerin faillerinin ezici bir çoğunluğunu, kadınların kendilerine “itaat etmediğini” söyleyen, en yakınlarındaki erkekler oluşturdu. Yine bu erkeklerin çoğu ya serbest bırakıldı ya da ceza indirimleri ile ödüllendirildi.

Kadına şiddetin ne kadar yaygınlaştığını devlet kaynaklı raporlardan, açıklanan verilerden de görebiliyoruz. Ancak istatistiklere gerek olmadan, her gün izlediğimiz televizyonlardan, okuduğumuz gazetelerden de çok net görülebilen bir gerçek var karşımızda. Kadına yönelik şiddet elbette ki AKP iktidarından önce de vardı ama AKP’nin sırtını sıvazladığı, perçinlediği, tetiklediği gözü dönmüş erkek egemenliği neticesinde şiddet adeta bir sağanağa dönüşmüş durumda kadınlar açısından. Bu dönemde kadın cinayetlerinin yanında çocuk istismarının, cinsel tacizlerin, LGBTİ+lara dönük suç ve ayrımcılığın ve kadına yönelik şiddetin artması AKP’nin izlediği politikalardan kuşkusuz bağımsız değildir.

Eski eşleri ya da boşanmak üzere oldukları kadınları, sevgililerini türlü yöntemlerle katledip “sevgi” ya da “kıskançlık” süsü verenleri, “erkeklik gururumla oynadı” gerekçesini kravat yerine boynuna takan erkekleri “iyi hal indirimi” ile onure edenlerin, konu kadınların yaşam hakkı olduğunda verdikleri refleks ise tam tersi davranış kodlarını içeriyor. Tecavüzcüsünü öldüren Nevin’e ağırlaştırılmış müebbet verilirken, yemek yapmadığı için eşini öldüren erkeğe ise iyi hal indirimi uygulanabiliyor. Nevin Yıldırım davası bu konudaki en çarpıcı örnektir. Nevin, 29 Ağustos 2012 tarihinde kendisine sürekli tecavüz eden ve tehdit eden erkeği öldürmüş, ardından da köy meydanında “Alın işte, namusuma uzananın kellesi!” sözlerini sarfetmişti. Boyalı basında neredeyse adı dahi kullanılmayan “boğaz kesen bir kadın” olarak haberleştirilen Nevin, Mayıs ayındaki duruşmada müebbet hapis cezası aldı. Bu ceza ile devlet aslında tüm kadınlara mesaj vermek istemektedir. Devlet kadınlara “şiddet görseniz de, hatta öldürülseniz de sesinizi çıkarmayın” diyor. “Eğer öz savunma yaparsan erk-ek adaletimiz hayatta kaldığın için hak ettiğin şekilde seni cezalandırır”; ayrıca “cezalarınızda indirim de yapmayız” diyor. “Öz savunma yapmazsanız ve yaşam hakkınız elinizden alınırsa da katillerinizi ‘tahrik’ ettiğiniz gerekçesiyle, ‘erkeklik onurlarına’ dokunduğunuz gerekçesiyle, duruşmalarda takım elbise giydiği, hapishanede uyumlu bir tutuklu olduğu gerekçesiyle indirimle serbest bırakırız” da diyor. Yani kadınlar kendi hayatını savunmasın/savunamasın, kendi hayatları üzerinde söz hakkı olmasın istiyor.

“Her yürüyüşümüz, onur yürüyüşü”

AKP iktidarının sinir uçlarından biri olan LGBTİ+ hareketine dönük saldırılar da bu dönemin öne çıkan başlıklarından biri oldu. Geçen yılki OHAL koşullarının ardından LGBTİ+ hareketi için aslında pek bir şey değişmedi. Ankara’da etkinlik yasağı devam ediyor, ODTÜ’deki Onur Yürüyüşü’ne polis saldırdı; Antalya’da Onur Haftası etkinlikleri yasaklanırken Mersin ve İzmir’de polis saldırısı ve gözaltılar yaşandı. İstanbul’da etkinlik programı açıklandı ancak Valiliğin Taksim İstiklal Caddesi’ne izin vermemesi bir yana Bakırköy için yapılan başvuru da LGBTİ+’ları “toplumsal tereddütlü grup” olarak niteleyerek reddedildi. Ve bu yürüyüş de polis saldırısı ile karşılandı.

Soylu’nun ikide bir LGBTİ+ vurgusu yapmasıyla klasik Kürt ve kadın düşmanlığının yanına LGBTİ+ düşmanlığı da eklendi. Soysuz bakan ilk olarak yaptığı bir konuşmada “Beylikdüzü Belediye Başkanlığına geldiğinde ilk yaptığı işlerden birisi ne biliyor musunuz? Belediyenin logosunu, LGBT’nin logosuna döndürmek. Kimlerle karşı karşıya olduğumuzu, memleketimizi nereye götürmek istediklerini, nasıl bir sürece doğru yöneltmek istediklerini anlatmak için bunları ifade ediyorum” derken ardından her fırsatta LGBTİ+ düşmanlığı üzerinden düşmanlaştırma girişimlerini sürdürdü.

“Bir şey söyleyeyim. O zaman kendi kendimize şu soruyu sorarız; Doğu ve Güneydoğu’da bu mücadeleyi niye yaptık? Sonra HDP gelecek bir payını alacak, LGBT’si de gelecek bir tarafında olacaklar, onlar gelecek bir tarafında olacaklar, ötekiler gelecek başka bir tarafında olacaklar” sözlerinin ardından ise “Şimdi Kandil, İstanbul seçimleri için ‘AKP-MHP faşizmine karşı İmamoğlu’nu destekleyeceğiz’ diyor. Ondan önce de Sezai Temelli, ‘Herhalde bu bizim seçimimizdir, biz de alacaklarımızı alacağız.’ diyor. Etrafta da hep şu konuşuluyor, İSPARK ve benzeri bilimum yerler HDP ile anlaşıldı. Bütün bunlar LGBT, terör örgütleri, kusura bakmayın Can Dündar’ın Gezi olaylarındaki tweetini hepimiz hatırlıyoruzdur, başka yerlerden copy-paste yaptıklarını, savaş manzaralarını Taksim Meydanı manzaralı olarak yansıttılar. Şimdi bu ekip LGBT dahil olmak üzere İstanbul yönetimine hazırlanıyor. Ben bunu Türkiye için de İstanbul için de bir tehdit olarak görüyorum” dedi.

Bu açıklamaların ardından da yapılmak istenen Onur Haftası yürüyüşlerinin bazıları yasaklanmış bazıları ise polisin saldırısı ile karşı karşıya kalmıştır. Yasaklanma nedeni kimi zaman Ramazan ayına denk gelme, kimi zaman oluşabilecek muhtemel olumsuzluklar, kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlike, genel sağlığın ve ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması, OHAL vb. olmaktadır.

Çok açıktır ki, bu gerekçeleri savunanlar aynı zamanda kadınları ve LGBTİ+’ları katleden erkekleri kravat taktıkları ya da “erkeklik gururumla oynadı” dediği için iyi hal uygulayarak salıverenlerdir. Bu gerekçeleri savunanlar yakılarak katledilen Hande Kader cinayetini yıllardır sürüncemede bıraktıkları gibi trans cinayetleri karşısında suskunları oynayanlar, İzmir’de trans kadın Hande Şeker’i katleden ve cansız bedenine cinsel saldırıda bulunanlar, Didem Akay’ı intihara sürükleyenlerdir. Bu gerekçeleri savunanlar kadın katillerini denetimli serbestlik ile salıverenler ve yeni katliamlara davetiye çıkaranlar, ahlak bekçisi kesilmelerine rağmen göçmen kadınları bedenlerini satmaya zorlayanlardır. Bu gerekçeleri savunanlar AKP-MHP blok oylarıyla Rabia Naz’ın katliamının üzerini örtmeye çalışanlar ve Şule Çet davasında katilleri aklamaya çalışanlardır!

Ancak Onur Haftası süreci boyunca etkinlikleri ve yürüyüşleri çeşitli şekillerde hayata geçiren ve polis saldırısına karşın yapmaktan vazgeçmeyen LGBTİ+’lar tüm baskı ve yasaklara karşın direnmeye devam ediyorlar. 2014 Haziran’ında en az 50 bin kişi ile İstanbul-Taksim’de Gezi İsyanı kitlesini buluşturan LGBTİ+ hareketi, OHAL ile birlikte ilk elden LGBTİ+’lerin görünmez kılınmaya, her türlü etkinliğin ve görünür hale gelme çabasının yasaklanma çabalarına karşın “kolay lokma” olmadıklarını 2015’ten bu yana alanlarda olmayı sürdüren en dinamik kesimlerden biri olarak ilan etmiş durumdadır. Geçtiğimiz yıllarda polis saldırılarında “dağılın” anonslarına “tamam dağılıyoruz” diyerek tüm meydanlara, sokaklara dağılan ve direnişe burada devam eden LGBTİ+’lar, bu yıl da “Her yürüyüşümüz aslında bir onur yürüyüşü” diyerek varoluş mücadelesini politik bir hattan yürütmeyi ve bu sene de direnişi yaygınlaştırmayı sürdürdü.

Asla umutsuzluğa kapılmak yok!

TC devletinin son azgın saldırısı da 20 Temmuz’da gençlik örgütlerinin Suruç Katliamı’nda yaşamını yitirenleri anma amacıyla başta İstanbul-Kadıköy olmak üzere bir dizi ilde örgütlediği eylemlere yönelik oldu. Gençliğe yönelik ODTÜ öğrencilerinin “Kavaklık Direnişi” ile başlayan saldırı furyası, Kadıköy’le devam etti. Ancak 20 Temmuz anmasından akılda kalan görüntü, faşist kolluk güçlerinin azgın saldırısından ziyade, saldırılara karşı gösterilen ortak devrimci direniş oldu. Kolluk güçlerinin tüm ara sokakları abluka altına alması ve yürütmeme hatta toplanmaya dahi engel olma kararlılığı, gençlik örgütlerinin geri adım atmayan tutumu ve hesap sorma bilinci ile karşılandı.

TC devleti bir yandan içerde her türlü muhalefeti saldırı ile ezmeye çalışırken bir yandan da “dış politika”da yeni hamlelerle Irak Kürdistanı’nda kalıcılaşmanın ve Rojava Devrimi’ne yönelmenin hesaplarını yapıyor. Bir yandan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle işbirliği halinde Irak Kürdistanı’nda işgal harekatı devam ederken, diğer yandan Rojava sınırına yoğun bir askeri yığınak sevkedilmektedir.

Açıktır ki TC devletinin Irak Kürdistanı’nda bazı stratejik noktaları işgal etmesi ya da daha önceden işgal ettiği ve yerleştiği bölgeleri genişletmeye çalışması sadece işgalci varlığını güçlendirmeyi amaçlamamakta aynı zamanda da Rojava Devrimini etkisizleştirmek, yalnızlaştırmak, sıkıştırmak ve boğmak amacını taşımaktadır. Faşist AKP iktidarı, MGK’nın gerçekleştirdiği son toplantıda Rojava’ya dönük işgal planına “Barış Koridoru” adı vererek gerçek planlarını ifşa etmiş oldu. Faşist TC devleti nasıl ki, “Zeytin Dalı” adıyla yürüttüğü işgal saldırılarında Afrin halkına zulmettiyse, şimdi de “Barış Koridoru” adı altında ezilen halklara savaş açmak istiyor. Kürt halkının ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’nin tüm kazanımlarını yok etmek istiyor. Bu kazanımların kadınların kazanımları olduğu açıktır.

Afrin işgalinde yaşananlar da ilk elden kadınların, kadın kurumlarının ve kazanımlarının hedef alındığını göstermektir. Faşist TC ve çetelerinin işgalinin ardından Rojava Devrimi’yle birlikte kadın kurumlaşmasının hızla sağlandığı Afrin, özellikle kadın ve çocuklar için adeta bir mezarlık haline gelmiştir. Kadınlar açısından hayat tamamen değişmiştir, yanlarında bir erkek olmadan sokağa çıkamamakta ve örtünmeye zorlanmaktadırlar. Bunun yanısıra kaçırılan kadınların sayısı ise tam olarak bilinmemektedir. TC ve çetelerinin kentin merkezine girdiği 18 Mart 2018 tarihinden bu yana kadın ve çocuklara karşı işlenen suçlar arasında yoğunlukla kaçırma ve evlilik adı altında küçük yaştaki kız çocuklarının sürekli tecavüze maruz kalması bulunmaktadır.

TC devleti şimdi de 35 km’lik “güvenli bölge” planıyla her türden çeteci grupları bölgeye yerleştirerek, Rojava Devrimi’ni boğmaya ve en nihayetinde bitirmeye çalışmaktadır.

2008 krizinin ardından isyanlar silsilesinin bizim kıyılarımızdaki tsunamisi olan Gezi İsyanı ve Rojava Devrimi, 21. yüzyılın bizler açısından iki büyük deneyimi oldu. Ve bu deneyimlerden de iki önemli sonuç açığa çıktı. İlki, hala tarihi ezilen kitlelerin yazdığı ve büyük toplumsal dönüşümlere, devrimlere ancak ezilenlerin önderlik edebileceği… İkincisi ise bunu tüm ezilen kesimlerle birlikte ve silahlı mücadele ile gerçekleştirebileceği…

Her türden gerici ideoloji ve bu ideolojinin taşıyıcılığını üstlenen egemenlerin, biz kadınlar ve LGBTİ+’ler başta olmak üzere tüm ezilen kesimleri yok etme saldırısına karşın devrimimizi, mücadele deneyimlerimizi ve erkek egemenliğinin saldırılarına karşı kendimizi savunmamız ancak birleşik örgütlü mücadelenin güçlendirilmesi ile mümkündür. Birleşik kadın mücadelesinin eşitlik ve varoluş mücadelesini silahların hesap soruculuğunu kuşanması ile mümkündür.

Asla umutsuzluğa kapılmak yok!

Ölümsüzleşen kadın yoldaşlarımızın bize emaneti, Flormar’da yüzlerce gün kadınlara güç veren, intihara sürüklenen trans kadın Didem’e zorla kaybettirmek istedikleri, kendini savunan Nevin üzerinden cezalandırmak istedikleri o umut biziz! “Önce kadınları vurun” zihniyetinin taşıyıcısı TC’nin Başur Kürdistanı’nda ve Rojava’daki işgal planlarına saldırılarına karşı bu coğrafyadaki kızkardeşlerimizle dayanışmanın, bunun da ötesine geçerek birlikte mücadele etmenin tam zamanıdır.

Bugün ya da yarın… Bu erkek egemen düzen değişecek, onu biz değiştireceğiz!

TKP-ML Komünist Kadınlar Birliği

 KBDH Konsey üyesi Çiğdem Vartinik