
Üçüncü Emperyalist Paylaşım Savaşı Tehlikesine Karşı Enternasyonal Proletaryanın Görevleri
Giriş
Krizlerin Temel Nedeni Emperyalist Sistemin Kendisidir
- Emperyalist Paylaşım Savaşı ve Sonuçları
- Emperyalist Paylaşım Savaşının Nedenleri ve Sonuçları
Günümüzün Dünyası ve Emperyalistlerin Hegemonya Kavgası
Emperyalistler Arası Rekabet ve Çelişkiler Esastır ve Kutuplaşmalar Kaçınılmazdır
ABD Emperyalizminin Hakimiyeti Teorileri
Yeniden Paylaşım ve Hegemonya Kavgası
“Eski ve Yaşlı” ABD Emperyalizmi, “Yeni ve Genç” Çin Sosyal Emperyalizmi
a) ABD-Çin “Soğuk Savaşı”
b) Rusya-Ukrayna (NATO) Savaşı
c) Ortadoğu Yeniden Dizayn Ediliyor
Avrupa Birliği Emperyalistlerinin Durumu
Savaş Tehlikesi, İngiltere ve AB Emperyalistlerinin Tavrı
Yeni Bir Emperyalist Paylaşım Savaşı Tehlikesi
Silahlanma Yarışı, Nükleer Silahlar ve “Atom Fetişizmi” Üzerine
Emperyalist Savaş Tehlikesine Karşı Görevlerimiz
***
Giriş
Burjuva tarihçileri savaşların hep bazı “deli” devlet başkanları tarafından çıkardığını yazarlar. Bilimsel gerçekleri çarpıtmada sınır tanımayan bu burjuva tarihçiler daha önceki emperyalist paylaşım savaşlarının nedeni olarak kişileri ya da kişisel olayları göstererek gerçekleri utanmazca alt üst etmede sınır tanımamışlardı.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşının Avusturya veliaht prensinin “öldürülmesi” ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşının yaşanmasını; “Hitler’in çılgınlığıyla” açıklamaya çalışarak tekellerin pazar kavgalarını gizlemede mahir davranmışlardır.
Dünya genelinde paylaşılmış toprakların, pazarların yeniden paylaşılması için başlatılan çatışma ve savaşlar olduğunu gizleme gayretkeşliği içerisinde bir burjuva tarih anlayışı ortaya koyma çabası içerisinde olagelmişlerdir. Halbuki esas mesele emperyalist ülkelerdeki doymak bilmeyen tekellerin daha fazla pazar ele geçirmek için hegemonya mücadelesinden başka bir şey değildir. Burada öne çıkan ekonomidir. Ülke ekonomisini elinde bulunduran burjuvazi daha fazla kâr hırsıyla yeni pazarlara gereksinim duyar. Paylaşılmış pazarların yeniden paylaşılması da zor gücüyle, savaş yoluyla gerçekleşebileceği için burjuvazi; devlet başkanına, parlamenterlere, hükümete baskı yapar, parlamento, devlet başkanları da burjuvazi adına savaş kararları alırlar.
Kapitalist-emperyalist sistemin doğasından kaynağını alan temel yasaları vardır. Bu yasalar savaşları kaçınılmaz kılar. Bunların başında da azami kâr hırsı gelir. İşçilerin haklarından kısarak, “hep daha fazla” diyerek artı değer sömürüsünü artırmaya, sermayesini büyütmeye çalışırlar. Her bir emperyalist güç kendi adına azami kârı hedeflediği için gerek yerel ve bölgesel savaşlar gerekse de emperyalist paylaşım savaşları çıkarırlar.
“En büyük kapitalist devletlerin, dünyanın yeniden paylaşımı uğruna emperyalist mücadelesi, birinci emperyalist dünya savaşına (1914-1918) yol açtı. Bu savaş, dünya kapitalizminin tüm sistemini sarstı ve böylece onun genel bunalım dönemini, başlattı. Savaş, savaşan ülkelerin tüm ulusal ekonomisinin kendi hizmetine zorladı, devlet kapitalizminin demir yumruğunu yarattı, üretken olmayan harcamaları baş döndürücü bir yüksekliğe çıkarttı, muazzam miktarlarda üretim aracına ve canlı işgücünü yok etti, nüfusun geniş tabakalarını perişan etti ve sanayi işçilerinin, köylülerin ve sömürge haklarının sırtına ölçüsüz yükler bindirdi. Açık devrimci kitle eylemlerine ve iç savaşa dönüşen sınıf mücadelesini keskinleştirdi. Emperyalist cephe en zayıf noktasından -çarlık Rusya’sında- yarıldı. 1917 yılındaki Şubat Devrimi feodal mutlakıyeti devirdi: Ekim Devrimi ise burjuvaziyi. Bu muzaffer proleter devrimi, mülküzsüzleştirenleri mülksüzleştirdi. (….)” (Proleter Devrimin Teorisi, Cilt 2. Defter, s. 29-30, İnter)
Dünya, 3. emperyalist paylaşım savaşına doğru hızla sürükleniyor. Emperyalist mali kriz savaş tehlikesinin temelini oluşturuyor. 2008 yılında ABD’de baş gösteren ekonomik kriz bir anda tüm dünyayı sardı ve kriz geçici olarak kontrol edilse de sonraki yıllar krizin derinleşerek arttığı yıllar oldu.
“… Bugünkü dünya krizi, genel karakterine rağmen eşitsiz gelişmekte ve şu ya da bu ülkeyi değişik zamanlarda ve değişik oranlarda sarsmaktadır.” (Stalin. Tarım ve Köylü Sorunu 5. Defter, s. 22, İnter)
Dünyanın en gelişmiş ekonomilerine sahip emperyalist ülkelerde artan ekonomik kriz dünyayı etkisi altına alarak büyümeye devam ediyor. “…. Dünya Bankası (2020) verilerine göre dünyada en büyük ekonomik durgunluk 1929 yılında yaşanmış olsa da Koronavirüs salgını ile çok daha büyük bir durgunluğun 2020 yılı sonrasında yaşanacağı öngörülmektedir.” (Yüksel Çağdaş, “Koronavirüs (Covıd-19) Salgınının Ekonomi ve Kamu Maliyesine Etkilerinin Kümeleme Analizi İle İncelenmesi”, Ekonomi, Politika & Finans Araştırmaları Dergisi, 2020, 5(Özel Sayı): 137-163) Bu, sadece öngörü olarak kalmayarak en büyük ekonomiye sahip emperyalist ülkeleri, kapitalist ve yarı-sömürge ülkeleri de derinden etkilemiştir. ABD, Almanya, İngiltere ve Japonya 2024 yılı itibariyle bu ekonomik krizden en fazla etkilenen ülkeler olmuştur.
Krizlerin Temel Nedeni Emperyalist Sistemin Kendisidir
Kapitalizmin hakim hale gelmesi üretim araçlarının ”özel ellerde” toplanması ile üretim araçlarından yoksun işçi sınıfının iş gücünü satmak zorunda kaldığı yerde başlar. Manifaktür dönemde üretim daha çok kol emeğine dayandığı için kapitalizm gelişemezdi. 18. yüzyılın sonuna doğru İngiltere ve ABD’de makinesel sanayiye geçişle birlikte kapitalizmin gelişiminde büyük bir sıçrama yarattı. Böylece sermaye sınıfı doymak bilmez bir hırsla emek üretkenliğini makine sayesinde misliyle yükseltti: “Sanayi devrimi, kapitalist sanayileşmenin temel taşını koydu. Sanayileşmenin temeli, ağır sanayidir, üretim araçları üretimidir.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı, Cilt 1, s. 135)
Fransa’da sanayi devrimi 1789-1794 burjuva devriminden sonra uzun bir dönemi kapsadı. 19. yüzyılın ortalarında ise hakim hale geldi. 1871 yılında Almanya’nın ulus devlet haline gelmesi ile 19. yüzyılın ortalarında kapitalizm hızla gelişti. ABD’de ise iç savaşın sonunda 19. yüzyılın başlarında hakim hale geldi. Bunu diğer ülkeler izledi.
“Dünyanın kapitalist birlikler arasında iktisaden paylaşılmasının yanı sıra ve bununla bağlantı içinde, dünyanın burjuva ülkeler tarafından teritoryal paylaşımı gerçekleşir ve sömürgeler ve yabancı ülkelerin fethedilmesi için mücadele” iyice kızıştı. (Politik Ekonomi Ders Kitabı, Cilt 1, s. 323)
18. yüzyılda doğal zenginlikleri ve nüfus olarak birçok ülkeden daha fazla insan gücüne sahip Hindistan, İngiltere tarafından sömürgeleştirildi. 19. yüzyılın ortalarında ABD, Meksika topraklarının bir bölümünü zorla aldı. 19 yüzyılın sonlarına doğru dünya haritası yeniden değişti. ABD ve İngiltere’den sonra gelişmiş kapitalist ülkelerden Fransa, dünyanın en büyük sömürgeci ülkesi oldu. Fransa’yı Almanya takip etti. Belçika, Hollanda ‘paylarına düşen toprakları’ almada gecikmediler. 20. yüzyıla girildiğinde dünyanın paylaşılması tamamlanmıştı. Kapitalist ülkelerin sömürge politikası, emperyalizmle birlikte işgal edilmemiş tüm toprakların ”fethedilmesine” yol açtı. Dünyanın paylaşılmasının tamamlanmasıyla artan rekabet ve mücadele dünyanın yeniden paylaşılmasını gündeme getirdi. Paylaşılan dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesi emperyalist savaşların temel nedenini oluşturdu.
Kapitalizm, hakim olduğu yerde durmadı. Artan sermaye ihracı tüm dünyaya yayıldı. Tekelci kapitalizmin en yüksek aşaması olarak emperyalizmin tipik özelliği serbest rekabetin yerini tekellerin egemenliğini alması kapitalizmin son aşamasını temsil etmektedir. “Lenin’in klasik tanımına göre emperyalizmin en önemli ekonomik özellikleri şunlardır: 1) Üretimin ve sermayenin, iktisadi yaşantıda tayin edici rolü oynayan tekelleri yaratacak şekilde yüksek bir gelişme düzeyine ulaşan yoğunlaşması; 2) banka sermayesinin sanayi sermayesiyle kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde mali oligarşinin oluşumu; 3) meta ihracından farklı olarak sermaye ihracı, özel bir önem kazanır; 4) dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birlikleri oluşur, ve 5) yeryüzünün kapitalist büyük güçler arasındaki teritoryal paylaşımı tamamlanmıştır.” (age, s. 311)
Sermaye ihracının artmasıyla büyük tekellerin uluslararası bağlantılarının genişlemesi, sömürge ve yarı-sömürgelerde hakimiyetin artması ile dünya pazarlarının büyük tekeller arasındaki paylaşımın koşulları artmaya başladı. Bu aynı zamanda uluslararası tekelleri de ortaya çıkarttı. 19. yüzyılın sonlarına doğru giderek artan uluslararası tekeller I. Emperyalist Paylaşım Savaşının arifesinde 100’e ulaştı. I. Emperyalist Paylaşım savaşından önce; “petrol pazarı, pratikte Rockefeller’in elinde bulunan Amerikan tröstü Standart Oil ile İngiliz sermayesinin tayin edici etkisinin bulunduğu Royal Deutch Shell konserni arasında paylaşılmıştı. Elektroteknik ürünler pazarı, iki tekelci firma arasında paylaşılmıştı. Alman Allgemenine Elektirizitats-Gesellschaft (AEG) ve Morgan Grubu tarafından denetlenen Amerikan General Electric Co.
Uluslararası tekel antlaşmaları, silah üretimi gibi alanları da kapsamaktaydı. Silahlanma malzemesi üreten en büyük firmalar – İngiltere’de Vickers-Armstrong, Fransa’da Schneider-Cruzot, Almanya’da Krupp, İsveç’te Boforts- uzun zamandan beri birbirine sayısız bağlarla bağlıdır.” (age, s. 323)
Dünyanın emperyalist güçler tarafından paylaşılmasının tamamlanmasından sonra da emperyalist güçler arasındaki pazar kavgası hiçbir zaman bitmedi.
Bu, bize dünyanın ekonomik olarak paylaşılması ve buna bağlı olarak sömürge ve yarı-sömürgelerin elde edilmesinde tekeller arasında kıyasıya bir rekabetinin arttığını gösterir. Kâr uğruna mücadelede emperyalistler yeni pazarlar ele geçirmeye, egemenlik alanlarını genişletmeye, hammadde kaynaklarını elde etme, ulaşım yollarını ele geçirmeye çalışmasıyla birbirleriyle çarpışırlar. Bu çatışmalar ekonomik krizlerin baş göstermesiyle kaçınılmaz olarak savaşlara yol açar.
Kapitalist bunalımlar aşırı üretim bunalımlarıdır. Kapitalist bunalım işçi sınıfı ve halk kitlelerine satın alma sınırı altında fazla meta üreterek krize neden olurlar. Üretilen fazla metalar pazar bulamadığı için depolarda bekletilir. Satılamayan metalara karşılık kapitalistler işçileri işten çıkartarak sokağa atar. Yüzlerce fabrika ve iş yeri kapatılır. Şehirlerde ve kırda küçük üreticiler iflasa sürüklenir. Kapitalistler kredi borçlarını ödeyemedikleri için iflaslarını ilan ederler. Borsa çöker. “Bunalım sırasında metaların aşırı üretimi mutlak değil, tersine görecedir. Bu, toplumun gerçek gereksinimlerine oranla değil de yalnızca ödeme yeteneğine sahip bir talebe oranla bir meta fazlasının bulunduğu anlamına gelir.” (age, s. 294)
Ekonomik kriz kapitalizm öncesi üretim biçimlerinde de vardı. Bu bunalımlar daha çok doğa felaketleri, toplumsal nedenler, kuraklık, su baskınları, salgın hastalıklar toplumu etkileyen olaylar olarak gelişti. Kapitalizmde ise halk kitleleri yoksulluk içinde yaşarken, buna karşın fazla üretilen metaların satılamaması ile ekonomik kriz ortaya çıkar. Kapitalistler en yüksek kârı elde etmek için üretim yaparlar. Tekniğin ve makinelerin kullanılmasıyla aşrı bir meta üretilerek pazara sürülür. Krizin nedeni fazla üretilen bu metaların pazar bulamamasından kaynaklanır.
“Kapitalist yeniden üretimin devrevi karakteri: kapitalist aşırı üretim bunalımları, belirli zaman aralığıyla ve bu da 8 ile 12 yıl arasında yinelenir. Tek tek üretim dallarını etkileyen ilk kısmi aşırı üretim krizleri, daha 18. yüzyıl başlarında İngiltere’de çıktı. Tüm bir ülkenin iktisadını kapsayan ilk sanayi bunalımı, 1825’te İngiltere’de patladı. 1836 bunalımı İngiltere’de başladı ve daha sonra ABD’ye de yayıldı. ABD ve bir dizi Avrupa ülkesini kapsayan 1847/48 bunalımı, ilk dünya bunalımıydı. 1857 bunalımı, Avrupa’nın en önemli ülkelerini ve Amerika’yı etkiledi. Bunu, 1866, 1873, 1882, ve 1890 bunalımları izledi. Bunların en ağırı, tekel öncesi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçişi gösteren 1873 bunalımı oldu. 20. yüzyılda da bunalımlar ortaya çıktı. 1900-1903 (bu bunalım etkisinin herhangi bir diğer ülkeden daha güçlü olduğu Rusya’da başladı), 1907, 1920-21, 1929-1933, 1937/38 ve 1947/49” (age, s. 297)
Lenin’in emperyalizm tahlili kavranmadan ne emperyalizmi anlamak ne de emperyalist savaşları doğru tahlil etmek mümkün değildir. Lenin, emperyalizmi serbest rekabetçi kapitalizmden farklı olarak, sermayenin merkezileşmesi olarak tahlil eder.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı ve Sonuçları
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı nüfus alanlarının ve pazarların yeniden paylaşılması üzerinden emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi sonucu çıktı.
20. yüzyılın başında dünyanın önemli bir bölümü emperyalistler tarafından paylaşılmıştı. İngiltere tüm emperyalist güçlere göre toprak paylaşımında daha öndeydi. Bunu Fransa takip ediyordu. ABD ve Almanya bu paylaşımda geriden geliyorlardı. Almanya bu açığı kapatmak için harekete geçti. “Almanya’nın gözü İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerinin bir bölümünü onların elinden almakta, İngiltere’yi Ortadoğu’dan kovmakta ve onun denizlerdeki egemenliğine bir son vermekteydi; ayrıca, Çarlık Rusya’sının elinden Ukrayna, Polonya ve Baltık bölgelerini almak ve tüm Orta ve Güneydoğu Avrupa’yı kendisine tabi kılmak istiyordu. İngiltere ise, dünya pazarlarındaki Alman rekabetini, ortadan kaldırmak, Ortadoğu’da ve Afrika kıtası üzerinde tam egemenliği eline geçirmek için çaba gösteriyordu.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı, Cilt 1, s. 366)
Savaş ve işgaller emperyalizm öncesinde de vardı. Bu savaşlar köleci ve feodal dönemde büyüyen imparatorlukların başka imparatorluklara saldırıları ve işgalleri şeklinde karakterize olurken, kapitalizmin hakimiyeti ve emperyalizm bir dünya sistemi haline gelmesiyle birlikte savaş tüm dünyayı içine alan bir karakterde patlak verdi. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı patlak verdiğinde kısa sürede bir dünya savaşına dönüştü.
Stalin, kapitalizm genel bunalımı hakkında şunları yazdı: “Bu her şeyden önce, emperyalist savaşın ve sonuçlarının kapitalizmin çürümüşlüğünü güçlendirdiğini sarstığı, bugün bir savaşlar ve devrimler çağında yaşadığımız, kapitalizmin artık dünya iktisadının biricik ve her şeyi kapsayan sistemi olmadığı, kapitalist iktisat sisteminin yanında, büyüyen ve gelişen, kapitalist sisteme karşı duran ve salt varlığı olgusuyla kapitalizmin çürümüşlüğünü gösteren ve onun temellerini sarsan sosyalist sistemin var olduğu anlamına gelir.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı, s. 369-370)
Alman emperyalizmi kitleleri I. Emperyalist Paylaşım Savaşının içine çekmek için “ana vatanın korunup güçlendirilmesi, uygarlığın savunucusu” olduğu iddiasıyla kitleleri aldatıyordu. Gerçekte ise büyük hayali Balkanları ve Avrupa’yı ele geçirmek idi. Dönemin Sosyal Demokrat Partisi ve dönek komünistler, “ana vatan savunması” adı altında kendi burjuvalarının yanında yer alarak savaş bütçesini onayladılar.
Almanya Osmanlı İmparatorluğu’nu yanına alırken, İngiltere ve Fransa da Rus Çarlığını yanı çekerek cepheyi büyütme yoluna gittiler. İngiltere, yakın doğu ve Afrika’ya yerleşmek isterken, Fransa’da 1871’de Almanya’ya kaptırdığı Alsace ve Lorraine’i geri alarak Avrupa’da etkin bir yere gelmek istiyordu.
Savaşın arifesinde saflar netleşmişti. Bir tarafta Almanya, Macaristan-Avusturya’dan oluşan ittifak devletleri ve diğer yandan ise İngiltere, Fransa, Sırbistan, Rusya tarafından oluşturulan itilaf devletleri olarak saflaştılar. 28 Haziran 1914 yılında Avusturya-Macaristan, Sırbistan’a savaş ilan etti. Böylece İngiltere, Fransa ve Almanya arasında başlayan savaş bir dünya savaşına dönüştü.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşının başlamasından kısa bir süre sonra ABD ve Japonya’da savaşa dahil oldular. Savaşın başından itibaren ABD savaştan en kârlı çıkan ülke oldu. Beş yıl süren savaşın sonunda ABD tekelleri savaştan 35 milyar dolar kâr elde ettiler. İngiltere savaşta önemli bir güç kaybetti. Savaştan yenilgiyle çıkan bir diğer emperyalist devlet ise Almanya oldu. I. Emperyalist Paylaşım Savaşında yaklaşık 80 milyon insan savaştan etkilendi. 70 milyon insan savaş cephelerinde tekeller uğruna birbirlerini öldürmek için savaşıyordu. 10 milyon insan bu savaşta hayatını kaybetti, 10 milyon insan da yaralandı, milyonlarca insan ise açlık ve hastalıktan hayatını kaybetti.
Silahlanmanın arttığı bir dönemde II. Enternasyonal üyesi Almanya ve Avusturya Sosyal Demokrat Partileri, “dikkatleri üzerlerine çekmeme” ve partilerinin kapatılmaması adına savaşa karşı açık tutum almaktan çekindiler. Aynı tutum İngiliz İşçi Partisi’ne de yansıdı. Almanya’nın İngiltere’yi tehdit etmesini gerekçe göstererek İngiliz hükümetinin silahlanmasına göz yumdular.
Bir savaş tehlikesine karşın II. Enternasyonal 1907 Stuttgart Kongresi’nde, Rosa Luxemburg ve Lenin’in önerisiyle şu karar benimsenmişti: “Savaş her şeye karşın patlayacaksa, onun çabuk bitmesi için çalışmak ve kitleleri ayaklandırıp kapitalist sınıf egemenliğinin yıkılışını çabuklaştırmak için, savaşın getirdiği ekonomik ve politik bunalımları bütün güçleriyle kullanmak sosyalistlerin görevidir.” II. Enternasyonal’in bu kararına uygun davranılsaydı, savaşın seyri değişebilir, savaş işçi sınıfının ayağa kalkmasıyla önlenebilirdi.
II.Enternasyonal’in 1910 yılındaki Basel Kongresi’nde savaşa ilişkin yapılan tartışmada somut bir karar alınamadı. Nitekim 1914 yılında toplanması planlanan II. Enternasyonal Kongresi toplanmadan savaş patlak verdi. Uluslararası komünist hareket savaşa hazırlıksız yakalanmıştı ve savaşı durdurmada başarılı olmadı. Bu aynı zamanda II. Enternasyonal’in de sonu oldu.
II.Enternasyonal’in ihanetine karşı Avrupa işçi sınıfı, gücü oranında savaş karşı çıktı. Almanya’da 1918 Kasım Devrimi bu karşı çıkışın doğrudan sonucuydu. Keza, Avusturya’da işçiler savaş karşıtı gösteriler yaptı.
II.Enternasyonal’in bu ihanetine karşı tek doğru tutum alan Lenin önderliğindeki RSDİP (Bolşevikler) oldu. RSDİP’i Bulgar Sosyalistleri takip etti. Almanya’da ise Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht savaşa karşı doğru tutum alan komünistler oldu.
Lenin II. Enternasyonal’in ihanetine karşın şunları yazdı: “Oportünistler, bütün ülkelerin sosyalistlerini, her koşul altında şovenizme karşı mücadele etmekle, burjuvazi ve hükümetlerin başlattıkları her savaşı daha güçlü bir iç savaş ve sosyal devrim propagandasıyla yanıtlamakla yükümlendiren Stuttgart, Kopenhag ve Basel kongrelerinin kararlarını çiğnemişlerdir. II. Enternasyonal’in çöküşü, geride bıraktığımız (barışçıl denen) tarihsel koşulların zemin hazırladığı ve son yıllarda Enternasyonal’de fiilen egemenlik sağlayan oportünizmin çöküşüdür. Oportünistler sosyal devrimi terk ederek ve yerine burjuva reformizmini koyarak; belli bir anda iç savaşa dönüşmesi zorunlu hale gelecek olan sınıf mücadelesini terk ederek ve sınıf işbirliğini vaaz ederek; yurtseverlik ve yurt savunması adı altında burjuva şovenizmini vaaz ederek ve daha Komünist Manifesto’da yer alan işçilerin vatanı yoktur ilkesini görmezden gelerek ya da inkar ederek; militarizme karşı mücadelede bütün ülkelerin burjuvazisine karşı bütün ülkelerin proleterlerinin devrimci savaşının zorunluluğunu kabul etmek yerine darkafalı-duygusal bir bakış açısına savrularak; burjuva parlamentarizminden ve burjuva yasallığından yararlanmanın kaçınılmazlığını bir yasallık fetişizmine dönüştürerek ve kriz dönemlerinde illegal örgüt ve ajitasyon biçimlerini yaratma yükümlülüğünü unutulmaya terk ederek, bu çöküşü uzun zamandan beri hazırlamışlardır.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 5, s. 138, İnter)
1.Emperyalist Paylaşım Savaşı ile sınıf mücadelesi bir yol ayrımına girdi. Bir yanda II. Enternasyonal’in ihaneti, diğer yanda ise sınıf mücadelesinin keskinleşmesi. Bu sadece Avrupa’yla sınırlı olmadı. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde de anti-emperyalist mücadeleler daha fazla ivme kazandı.
İkincisi, Lenin’in “savaşlar devrimlere yol açar” tezi Rusya’da Ekim Sosyalist Devrimi’ni getirdi. Sosyalist Ekim Devrimi emperyalist cepheyi ilk kez zincirin en zayıf halkasını Rusya’da kırdı. Rusya, emperyalizmin en zayıf halkasıydı. Rusya’da Lenin önderliğindeki komünist partisi devrime önderlik etmede tayin edici bir yerde duruyordu. Ekim Devrimi ile proletarya ilk kez iktidarı ele geçirerek, burjuvazi olmadan da kendisini yönetebileceğini gösterdi. Ekim Devrimi sadece Rusya’ya özgü bir devrim olarak kalmadı, dünya çapında bir referans oluşturdu. Ekim Devrimi ile yeni bir çağ, “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” da açılmış oldu. Bu, aynı zamanda dünyanın iki sisteme, emperyalist sitemle sosyalist sisteme bölünmesi anlamına geliyordu.
1.Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası emperyalist sistem ekonomik krizden çıktıktan sonra, 1924 yılı itibariyle görece bir “stabilizasyon” (istikrar) dönemi yaşadı.
Avrupa kıtası başta olmak üzere devrim geçici bir geri çekilme dönemine girdi. Bu kapitalizmin işçi sınıfını ve emekçi kitleleri ve yarı-sömürgeleri artan sömürü üzerinden sağladığı geçici istikrar dönemiydi. Emperyalizmin bu geçici “istikrar”ı kaçınılmaz olarak işçi sınıfı ile kapitalistleri, emperyalizmle sömürge, yarı-sömürge haklar arasındaki çelişkiyi derinleştirdi. Süreç bununla da kalmadı. Emperyalist güçler arasındaki çelişkilerde giderek keskinleşmeye başladı. 1929’da başlayan ekonomik kriz, emperyalist sistemin geçici istikrarına son verdi.
II.Emperyalist Paylaşım Savaşının Nedenleri ve Sonuçları
Dünyayı ciddi anlamda etkileyen 1929 ekonomik krizi 4 yıl sürer. İşsizlikte kitlesel artışlar olur, çok sayıda işçi işini kaybeder. 1929 ekonomik krizi daha tam bitmeden 1937 yılında ikinci bir kriz yaşanır. Bu kriz çok daha yıkıcı yaşanır. Geçmişe oranla kapitalizmin ekonomik krizlerinin sert ve derin yaşanmasının nedenlerinden biri de 1. emperyalist paylaşım savaşının hemen ardından Sovyetler Birliği’nin kapitalist sistemden kopması ve sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketlerinin başlamasıyla kapitalist sömürü pazarının daralmasıdır. Bütün bu gelişmeler kapitalist krizi derinleştiren bir rol oynamıştır.
Ekonomik açıdan böylesine önemli etkenler emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasını kızıştırmış, yeni bir emperyalist paylaşım savaşının (II. Emperyalist Paylaşım Savaşı) koşullarının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
II.Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın önemli nedenlerinden biri de I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Rusya’da Lenin’in önderliğindeki RSDİP’in gerçekleştirdiği Sosyalist Ekim Devrimi ve kurulan Sovyetler Birliği’dir.
Sınıf mücadelesine, sosyalizme düşman tüm iktidarlar faşist Hitler Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırmasını ellerini ovuşturarak izlediler. Ta ki Stalingrad’da Alman faşist ordularının yenilgisine kadar batıda Hitler Almanya’sına karşı ikinci bir cepheyi açmadılar. ABD, İngiltere benzerlerinin beklentisi Hitler’in ordusunun Sovyetleri yenmesi ve sosyalizmden bir an önce kurtulmak istemeleriydi. ABD ve İngiltere Berlin’e doğru hızla ilerleyen Kızıl Ordu’nun kendilerinden önce Berlin’e girmesini engellemek için alelacele Normandiya çıkarmasıyla batıda da cephe açtılar. Ama onlar ulaşamadan Kızıl Ordu 8 Mayıs’ta Berlin’deki parlamentonun çatısına kızıl bayrağı dikmişti.
II.Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda ilk saldırı Pasifik’te Japonya’dan geldi. Çin’in bir bölümü Japonya’nın hakimiyeti altındaydı. Almanya’nın sömürgelerinin de bir bölümünün Japonya hakimiyeti altında olmasına rağmen hızla sanayileşen ve büyüyen Japon ekonomisinin yeni pazarlara ihtiyacı vardı.
Japonya 1931’de Mançurya’yı, 1932’de Kore’yi işgal etti. 1937 yılında da Çin’e saldırdı. Bu saldırılar yeni kurulan Sovyetler Birliğini tehdit ediyordu. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlangıç sesleri Avrupa’ya kadar ulaşıyordu.
Hitler Almanya’sı 1938 yılında Alman ve Avusturya halklarının birleşme arzularını bahane ederek Avusturya’yı işgal etti. 1939 yılının mart ayında da Çekoslovakya’yı işgal etti. Almanya’nın 1 Eylül 1939 yılında Polonya topraklarını işgal etmeye başlamasıyla II. Emperyalist Paylaşım Savaşı başlamış oldu. 3 Eylül’de İngiltere, hemen onun ardından da Fransa, Almanya’ya savaş ilan ettiler. 7 Aralık 1941 yılında da Japonya Pearl Harbour Limanı’nda bulunan ABD donanmasına baskın yaptı, böylece ABD’de de Japonya’ya savaş ilan ederek İngiltere ve Fransa’nın yanında savaşa dahil olmuş oldu.
Almanya’nın Polonya’ya saldırısıyla başlayan savaş esas olarak Sovyetler Birliği’ni hedefliyordu. Almanya öncelikle arka cephesini sağlama almak gayesiyle Hollanda, Belçika ve Fransa’yı işgal etti. İngiltere’yi de hava saldırılarıyla zayıflattı. Avrupa’yı tamamen işgali altına aldıktan sonra tekrar doğuya dönen Hitler’in orduları 1941 yılında Sovyetler Birliği’ne saldırdılar. Hitler’in 3 milyonluk ordusunun kısa zamanda Sovyetler Birliği’ni de işgal etmesi bekleniyordu. Böylece emperyalistler de sosyalizm tehdidinden kurtulacaklardı. Dünya genelinde işçilerin emekçilerin sosyalizm umutları da paramparça olacaktı. Hayal edilen buydu!
Alman orduları 3 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne girdi. Başlarında bulunan General F.Halder ”savaşı 2 hafta içerisinde bitirileceğini” açıklıyordu. Savaşa hızla giren Alman orduları başta üstünlük de sağladılar. Ağustos ayına gelindiğinde Kızıl Ordu 400 bin askerini kaybetmiş, binlerce uçağı Almanlar tarafından imha edilmişti. Buna karşın savaş 2 hafta değil 3 aydır devam ediyordu. Kızıl Ordu, Sovyet halkı Moskova, Stalingrad önlerinde direniyordu. Stalingrad savunması çok ağır koşullarda aylarca devam etti. Alman orduları sadece Stalingrad’da Sovyet ordularıyla savaşmıyordu, işgal ettikleri bölgelerdeki Partizan birlikleri Almanlara ağır darbeler indiriyorlardı.
Almanlar, Stalingrad savunmasını geçemediler. Büyük bir yenilgi alarak 1943 yılının aralık ayında geri çekilmeye başladılar. Kızıl Ordu da Alman askerlerinin peşinden giderken diğer taraftan da kilometrelerce ray döşeyerek cephane, asker, yiyecek taşıyorlardı. İşgalden kurtardıkları her yerde kampları boşaltıyorlar, esirleri serbest bırakıyorlardı. Denilebilir ki Kızıl Ordu Stalingrad’dan Berlin’e uzanan bir sosyalizm köprüsü kurma çabasıyla yürüyordu.
Kızıl Ordu’nun Berlin’e yürüyüşünün korkusuyla ABD, İngiltere ve diğer emperyalistler hemen Almanlara karşı ikinci bir cephe açarak Normandiya çıkarmasıyla savaşa dahil oldular. Korkuları Sovyetler Birliği savaşın galibi olursa tüm dünyada sosyalizmin prestijinin artacağı, sosyalizmin çekim merkezi olacağıydı. Bundan dolayı da Kızıl Ordu’dan önce Berlin’e girmek istiyorlardı.
Sovyetler Birliği’nin Kızıl Ordusu 8 Mayıs’ta Berlin’e girdi ve Alman parlamento binası Reichstag’ın tepesine oraklı çekiçli kızıl bayrağı çekti. Almanlar teslim oldular.
II.Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında İngiltere’nin toplam kaybı 322 bindir. ABD’nin 289 bin. SSCB’nin ise 13 milyon 600 bini asker olmak üzere 21 milyon Sovyet halkı yaşamını yitirmiştir. Stalin yaptığı bir açıklamada savaş sırasında 3 milyon komünist kadronun yaşamını yitirdiğini belirtmiştir.
II.Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Japonya’nın, ABD’nin 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya ve 9 Ağustos’ta da Nagazaki’ye atom bombası atması nedeniyle “korktuğu için teslim olduğu”nu burjuva tarihçileri yazmaktadır. Gerçekler ise başkadır.
Japonya askeri olarak zaten yıpranmıştı. Teslim olmaya hazırlanıyordu. Ancak emperyalistler, sosyalizmin yükselen prestiji nedeniyle hem dünya haklarına mesaj vermek hem de “sosyalizmden üstün” olduklarını göstermek için, dünya tarihinde eşi bulunmayan bir kitlesel katliama başvurdular. Gerekli olmadığı halde atom bombasını kullandılar. Bunun nedeni asıl olarak sosyalizme düşmanlıktı.
Nitekim bu gerçeği Mao Zedung şöyle tanımlamaktadır: “Sovyetler Birliği askerlerini gönderdi. Kızıl ordu, saldırganı süpürüp atmak için Çin halkına yardım etmeye geldi. Çin tarihinde bugüne kadar böyle bir şey görülmemiştir. Bunun etkisi çok büyük olmuştur. ABD ve Çan Kayşek’in propaganda organları, Kızıl ordunun siyasal etkisini iki atom bombasıyla yok edebileceklerini umuyorlardı. Ama Kızıl ordunun siyasi etkisi yok edilemez, bu iş o kadar kolay değildir. Atom bombaları savaşların sonuçlarını belirleyebilir mi. Hayır, belirleyemez. Bu propagandayla Sovyetler Birliği’nin savaşa girişini Japonya’yı teslime zorlamada oynadığı belirleyici rolünün küçümseneceğini umuyorlardı… Sovyetler Birliğinin savaşa girmesi, Japonya’nın teslim olmasında belirleyici olmuştur.” (M.Zedung, SE, c. 2, s. 29)
II.Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda sosyalistler faşizme karşı büyük bir zafer kazanmışlardır. Bu zaferde Stalingrad direnişi dönüm noktası olmuştur. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonunda dünyanın üçte birinde devrimlerini gerçekleştirdiler. Sosyalist sistem, emperyalist-kapitalist sistemi önemli oranda geriletmiş oldu.
Günümüzün Dünyası ve Emperyalistlerin Hegemonya Kavgası
Günümüzde uluslararası alanda sınıf çelişkileri, baskı, saldırı ve yaptırımlar had safhaya tırmanıyor. Sömüren ve sömürülenler ve ezen ve ezilenler arasındaki çelişkiler ciddi derecede keskinleşmiş durumdadır. Sömürü ve baskı mekanizması agresif boyutlara tırmanmıştır. Artık emperyalist ülkelerde ve bağımlı pazarlarda ekonomik, sosyal, siyasal durum girdiği fasit daireden çıkamaz duruma gelmiştir. Bu durumun nedeni uluslararası kapitalizmin toplumsallaşması ve merkezileşmesine karşın üretim ilişkisinin özünü oluşturan kapitalist mülkiyet biçiminin muhafaza edilmesidir.
Bunun sonucu kapitalizmin üretim tarzında oluşan çelişkiler iyice keskinleşti. Bir başka deyişle, uluslararası mali sermayenin aşırı kâr hırsı, pazar rekabeti ve hegemonya kavgası kapitalizmin üretim araçlarını geliştirirken ve emek gücü daha üretken olurken; diğer taraftan sömürüye dayalı üretim ilişkisinin genişlemesi, derinleşmesi ve keskinleşmesi, üretici güçlerin gelişmesi önünde engel teşkil etmektedir. Bu durum uluslararası kapitalizmin üretim tarzındaki çelişkiyi had safhaya tırmandırmıştır. Ve uluslararası emperyalist sistem böylesi bir kısır döngü içine bulunmaktadır.
Bu durum kapitalist üretim biçiminin iç yapısında baş gösteren çelişkidir. Geçmişte çelişkiye ve ürettiği sorunlara nispeten müdahale eden ve kısmi istikrar sağlayan kapitalizm, artık günümüz sarmalında istikrarı sağlayamıyor. Öyle ki, artık aşırı üretim (reel kriz) ve aşırı birikim (mali kriz) kalıcı ve müzmin hal almış durumdadır. Üretilen meta üretildiği oranda tüketilemiyor, bunun sonucu meta sermaye tümden para sermayeye dönüşmüyor ve -bunun sonucu- para sermayeye dönüşmeyen meta sermayedeki artı-değer de tümden realize olmuyor (gerçekleşmiyor).
Daha basit bir anlatımla, üretilen metanın bir kısmı pazarlarda satılıyor, ama bir kısmı satılmıyor elde kalıyor. Satılan metadaki artı-değer gerçekleşiyor paraya dönüşüyor, ama satılmayan metadaki artı değer gerçekleşmiyor, para sermayeye dönüşmüyor. Marks’ın deyimiyle realize olmayan, para sermayeye dönüşmeyene artı-değer satılmayan, tüketilmeyen meta içinde kalıyor. Bu durum da Marks’ın tahliliyle aşırı üretim krizine neden oluyor. Aşırı üretim krizi, beraberinde mali krizi de getiriyor. Çünkü bankalar sanayi burjuvazisine ve ticaret burjuvazisine verdiği krediyi tümden geri alamıyor, artı-değerden kendilerine düşen payı tümden karşılayamıyor. Bunun sonucu bankalarda mali kriz yaşanıyor. İstikrarlı dönemde bankaların verdiği kredi ve faiz oranı kriz döneminde düşüyor. Böylece aşırı üretim krizi, beraberinde mali krizi de getiriyor.
Bu durum günümüzde öyle bir döngüye sürüklendi ki, artık krizin yerini bir türlü istikrarlı bir dönemeç almıyor. Bunun sonucu üretim süreci dışına giderek daha fazla taşan uluslararası finans kapitalizmin sermayesi, üretimdeki vasfını da aynı oranda kaybederek sanal sermayeye dönüşmektedir. Böylece aşırı üretim kriziyle taşan sermaye, hisse senedi, tahvil, bono, fon payları, yatırım ortaklığı gibi payların olduğu menkul kıymetler piyasasına yönelmekte ve bu piyasalarda işlem görmektedir. Sermaye kaydığı bu piyasalarda genişletilmiş üretim süreci dışına kayan sanal sermaye halini almaktadır. Bunun sonucu mali piyasalarda da mali krizler (aşırı birikim) yaşanmıştır.
Kısacası günümüzde aşırı üretim (reel) krizi beraberinde, neden olduğu aşırı birikim (mali) kriziyle uluslararası alanda tüm dünyayı içinden çıkılmaz bir dönem içine sokmuş durumdadır. Hatta çok uluslu şirketlerin, tekellerin ve uluslararası finans kapitalin iyice yoğunlaşan ve merkezileşen sanal sermayesi, giderek fiziksel olmaktan çıkmakta, görülmeyen, ellenmeyen, kripto paralar gibi dijital sermaye türlerine de dönüşmektedir. Daha net bir deyimle kapitalizmin klasik parasının işlerliğinde de değişimler olmaktadır. Emekçilerin ve toplumun tüm kesitlerinin parası dijital alanlara çekilerek uluslararası mali sermayenin inisiyatifine sokulmaktadır. Bunun soncu paranın kullanım şekli tümden onların denetimi altına girmiştir. Öyle ki yakın zamanda, Amerika’da ve bazı Avrupa ülkelerinde Microsoft’un çevrimiçi hizmetlerinde oluşan kesintiler sonucu bankaların -Türkçe karşılığı otomatik vezne makinesi olan- ATM’lerinden (Automatic Teller Machine) dışarıya nakit para verimi durdu. Bunun nedeni arıza olarak gösterildi. Daha sonra sorun giderilse de bu durum paranın tümden onların hükmü altında olduğunu gösterdi.
Uluslararası kapitalizmin içine girdiği bu durum aynı zamanda katkısız sefaletin hızla dünyaya yayılmasının göstergesidir. Kapitalizmin tüm sorunları katmerli boyutlara tırmandıkça, toplumlar korkunç bir döngüye itildi. Kriz, savaş, faşizm döngüsü…
Uluslararası kapitalizmin girdiği çöküntü hiç de umut verici değil. Bedeli hep işçi sınıfı ve emekçi halka çıkarılır. Bunun sonucu geçmişte elde edilen sosyal haklar giderek budanmakta, işsizlik kalıcı hal almakta, yönetilemeyen bu ülkelerde burjuva demokrasisi yerine ırkçılık, faşizm hakim kılınmaya çalışılmakta. Yarı-sömürge ülkelerde sömürü ve baskı daha katmerli boyutlara tırmandı. Bu ülkelerde sefalet had safhaya ulaştı. Kriz sarmalı, enflasyon, işsizlik giderek artarken, halkların gelirleri ve alım güçleri iyice düştü. Halkların sürüklendiği açlık, sefalet, çıkarılan savaşlar ve yerlerinden, yurtlarından menedilmeleri, zoraki göçler üst boyutlara tırmandı. Kısacası halk katmanları üzerindeki baskı mekanizması çığırından iyice çıkmış durumdadır. Halklar eskiye kıyasla daha zorlu bir döneme sokulmuştur.
Bu mevcut durum ayrıca kişilerin ruh haletine de yansıdı. Yaşadıkları maddi ve sosyal koşulların kötüleşmesi yozlaşma ve çürümeyi de körüklemektedir. Nitekim günümüzde toplumsal ilişkilere yansıyan bu durum toplumu korkunç bir kısır döngü içine sürüklemiştir. Bu durum çöken ve temelleri iyice sarsılan mevcut sistemin günümüzdeki toplum kurumlarının, siyasetinin, hakim ideolojisinin, sanatının, kültürünün, yabancılaşmanın, ahlaki değerlerinin girdiği çürüme sürecinin dışavurumunun ta kendisidir. Çürüyen ve çöken sistemin ideolojik olarak insanın kişiliğine yansımasıdır. Ruh halini bozmasıdır. Kısacası bu durum kapitalizmin girdiği çöküş döneminin toplum üzerinde göstergesidir. Kriz sarmalı içine giren, temeli çatırdayan sistemin kitleler nezdinde yarattığı ruh halidir. Bu eğilim daha çok en zayıf kesimler olan işsizleri, küçük burjuvaziyi ve lümpen kesimleri etkilemektedir.
Ama aynı zamanda bu durum sınıf çelişkilerinin, sömürü ve baskıya karşı mücadele zemininin var olduğu ve giderek güçlendiği dönemdir. Özellikle üretim sürecinde yer alan işçi sınıfının, kafa emekçilerin, köylülerin, küçük üreticilerin, emekçi kadınların, kısacası sömürüyü, baskıyı ve zulümleri bizzat yaşayanların ve baskıyı daha fazla hisseden ezilen yığınların tepkilerini dışa vurdukları bir durumdur aynı zamanda. Diyalektiğin zıtların birliği ve mücadelesi yasasının göstergesidir bu. Sömürü, baskı, zulüm varsa tepki, mücadele, başkaldırı da vardır. Sömürü ve baskı mekanizmasının doğrudan hedefi olan yığınların mücadele alanlarına çıkma ruh halinin de olduğu dönemdir.
İçinde bulunduğumuz dönemde sistemin temelleri sarsıntı halindedir. Burjuva diktatörlükleri bunun için açık faşizmde dahil daha katmerli boyutlara tırmandırılmaktadır. Dolayısıyla bu minvalde sınıf mücadelesi daha keskin bir hatta devam edecektir. Sömürü ve baskıya karşı oluşan ezilenlerin ve sömürülenlerin potansiyel gücü, devrim perspektifiyle harekete geçirilen kinetik güç haline getirilmelidir. Kitlelere öncü müfrezenin önderliğinde, devrim perspektifiyle önderlik edilmelidir. Burada önemli olan kitlelerin bu minvalde, bu motivasyona sokulmasıdır. Ezen ve sömürenler ve onların çarkı ancak o zaman alt edilecektir.
Kısacası uluslararası alanda kriz sarmalı, işsizlik ve yoksullaşma döngüsü giderek derinleşmekte, sınıf çelişkileri ve baskı mekanizması artmakta, ırkçılık ve faşizm körüklenmekte, dünya çapında emperyalist sistemin girdiği sürecin külfeti işçi sınıfına ve halklara çıkarılmaktadır.
Emperyalistler Arası Rekabet ve Çelişkiler Esastır! Kutuplaşma Kaçınılmazdır!
Diğer taraftan uluslararası tekellerin ve finans kapitalin pazar kavgası ve dünyaya hükmetmek dalaşı almış başını gidiyor. Dünya çapındaki başlıca çelişmelerden biri olan emperyalistler arası saflaşma ve kutuplaşma giderek derinleşmektedir. Bunun sonucu başını ABD’nin ve İngiltere’nin çektiği eski emperyalistlerin oluşturduğu kamp ile; tarih sahnesine daha sonra çıkan Çin ve Rus emperyalistlerin başını çektiği kamp arasındaki pazarların yeniden paylaşım kavgası giderek kızışmaktadır. Aralarındaki hegemonya kavgasında, -I. ve II. Dünya Savaşı gibi- henüz dünya çapında doğrudan birbirleriyle savaşır duruma gelmeseler de, Ukrayna ve Ortadoğu’da saldırılar ve çatışmalar günümüzde ivme kazanmıştır. Asya-Pasifik karasularında ise ABD önderliğinde Çin kuşatma altına alınmak istenmekte. Çin ise karşıt hamlelerle bu kuşatmaya Rusya ile tavır almaktadır. Tabiri caizse Uzakdoğu’da “soğuk savaş” yaşanmaktadır.
Bu durum ileride olası emperyalistler arası paylaşım savaşının tamtam sesleridir. Ancak bu durum bizzat emperyalistler arası doğrudan savaşın olduğu anlamına da gelmemeli. Belli yerel alanlardaki savaşlar emperyalist devletlerin bizzat içinde yer aldıkları uluslararası savaş değildir. Emperyalist devletler arasında doğrudan savaş henüz söz konusu değildir. Ama, bu olasılık göz ardı edilmemeli. Uluslararası mevcut konjonktürde emperyalistler arası hegemonya ve savaş örgütlenmeleri giderek tırmanmaktadır. Dünya tehdit edilmektedir. Böylesi bir atmosfer oluşmaktadır. Bu durum dikkate alınmalıdır. Yazımızın bundan sonraki bölümünü bu durum oluşturacaktır. Soruna daha ayrıntılı değinilecektir.
Emperyalistler arası ilişkilerde pazar rekabeti ve dünyanın jeopolitik yapısına hükmetme kavgası esastır. Bu durum uluslararası emperyalizmin doğasında vardır. Sömürü, sermaye ihracı, pazarlara rakipsiz sahip olma dürtüsü ve kâr hırsının niteliklerine damgasını vuran devletler, günümüzde mevcut pazarların paylaşım kavgasını daha öne çıkartmıştır. Bu durum emperyalizmin mayasında, doğasında vardır.
Emperyalizmin tarihine bakıldığında aralarındaki hegemonya dalaşı günümüze değin varlığını devam ettirmiştir. Bunun sonucu tarih sahnesinde yer aldıklarından beri birbirleriyle, geri bıraktırılmış ülkeleri kendilerine bağımlı kılma ve politik olarak nüfuzları altına alma mücadelesi verdiler. Pazarların sabit olması aralarında pazar kavgasını öne çıkarmış, esas kılmıştır. Pazarlara rakipsiz sahip olma dürtüsüyle beraber, siyasi ve askeri olarak bağımlı kıldıkları ülkelerin jeopolitik ve jeostratejik konumlarını egemenlikleri altına almak kavgası da verdiler. 20. yüzyıldan günümüze emperyalistlerin tarihi kendi aralarında böylesi bir rekabete, pazar kavgasına ve hegemonya mücadelesine dayalı bir seyir izlemiştir.
Bir başka deyişle emperyalizmin doğasında pazar kavgası, kutuplaşma ve savaşın nesnel koşulları geçmişten günümüze hep var olmuştur. Her ne kadar bazı dönemler kendi aralarında “barış”, “uzlaşma”, “tek kutup” yaşanmışsa da bu dönemler daha çok aralarındaki paylaşım savaşları sonrası olmuştur.
Nitekim, I. ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında ve 1989’da Rus Sosyal Emperyalizminin açıktan klasik kapitalizme evrilmesinin ardından, emperyalistler arası geçici olarak “barış” ve “tek kutup” dönemleri yaşandı. Ancak emperyalistler arası uzlaşma ve barış esas değil, talidir, görecelidir. Esas olan pazar ve dünyaya hükmetme kavgasıdır. Nitekim paylaşım savaşları sonrası emperyalist devletler ve tekeller arasındaki çelişkiler giderek öne çıkmış, tekrar emperyalistler arası karşıt bloklar oluşmuştur.
Bilindiği gibi I. ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı Almanya’nın başını çektiği emperyalist ittifak kaybetti. İngiltere, Fransa, Amerika gibi ülkeler, kapitalizmin tarihsel sürecine Almanya’dan önce girdiler. Almanya’da kapitalizm-emperyalizm, İngiltere, Fransa, Amerika gibi ülkelerden daha sonra oluştu. Dolayısıyla bu devletler dünya pazarlarını, sömürge ve yarı-sömürgeleri Almanya’dan önce kendilerine bağımlı kıldılar. Almanya emperyalist düzeye ulaştığında, dünya pazarları diğer emperyalist devletler tarafından paylaşılmıştı. Almanya, paylaşılan pazarlardan pay istedi be bunun sonucu, I. ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşı Almanya tarafından başlatıldı. Alman emperyalizmi iki savaşta da yenilgiye uğradı.
1945 sonrası emperyalistler arasında dünyanın yeniden düzenlenmesinde ABD baş rolü oynadı. Dünyanın yeniden yapılandırılması ABD’nin çıkarları, emelleri ve hükmü altında oldu. Savaşta yenilgiyle uğrayan Almanya, Japonya, İtalya devletlerinin yanı sıra, ABD müttefikleri İngiltere, Fransa emperyalistleri de savaşta epeyi tahribata uğradılar ve hasar gördüler. Yeniden paylaşımda atıl kaldılar. Bu devletlerin zaferi tabiri caizse -ciddi kayıplar veren ancak savaşı kazanlara atfedilen-Pirus zaferiydi. Dolayısıyla savaş sonrası dünya ABD’nin hükmü altında yeniden düzenlendi. Dünya pazarlarının yeniden paylaşımı, siyasi, askeri, jeopolitik durumun yeniden organize edilmesi ABD emperyalizmi tarafından yapıldı. Sovyetler Birliği’nin savaştan yenilgi almadan çıkması, emperyalist sistemi frenleyen bir yerde duruyordu.
Savaştan sonra Sovyetler Birliği bir müddet sosyalist niteliğini korudu. Ancak 1953’te Stalin’in ölümünden sonra 14-26 Şubat 1956’da yapılan 20. Kongre ile Sovyetler Birliği giderek modern revizyonist niteliğe büründü. Ve sosyalizm kisvesiyle sosyal emperyalist yapıya dönüştü. Bu dönem Mao önderliğindeki Çin Komünist Partisi (ÇKP) ile Kruşçev’in başını çektiği SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) arasında ideolojik-politik mücadele yürütüldü. Mücadele giderek saflaşma ve ayrışmaya dönüştü. Modern revizyonizmin kulvarında yer alan Sovyetler Birliği sosyalizmden koptu. Ve “Sosyalizm” “Sovyetler Birliği” kisvesi altında sosyal-emperyalist yapıya dönüştü. Bu devlet devrimin yapıldığı ülkelerin ve eski partilerin önemli bölümünü 17 Ekim Devrimi’ni kılıf olarak kullanarak, gerici emelleri doğrultusunda istismar ederek peşinden sürüklese de Mao yoldaş önderliğinde verilen ideolojik ve politik arenada giderek mahkum oldu ve Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin (BPKD) sonucu oluşan yeni partiler MLM hatta yer aldılar. Nitekim İbrahim Kaypakkaya yoldaş da Türkiye’de komünist hareketi yeniden kurduğunda, “TKP-ML’nin BPKD’nin ürünü olduğunu” beyan etmiştir.
ABD Emperyalizminin Hakimiyeti Teorileri
Diğer taraftan dönemin emperyalistler arası pazar ve hegemonya kavgası farklı bir sürece girdi. ABD öncülüğündeki emperyalist blok ile Rus Sosyal emperyalist blok arasındaki çelişki ve nüfuz kavgası giderek kızıştı. Giderek agresif ve tehditkar bir dönemece girildi. ABD önderliğindeki NATO ile Rus Sosyal Emperyalizmi önderliğindeki Varşova Paktı, dünyayı tehdit eden bir güzergaha doğru sürükledi. Özellikle 1960’tan itibaren ABD ile Rusya’nın başını çektiği devletler arasındaki çelişkiler emperyalistler arasındaki çelişkiler halini aldı. Aralarındaki pazar kavgası ve nüfuz kavgası giderek gelişti ve “soğuk savaş” halini aldı. Bu dönem 1989-1991 tarihine kadar sürdü. Gorbaçov dönemindeki sosyal emperyalizm, ABD karşısında pes etti, pazarlarını kaybetti ve hegemonyasını yitirdi. Böylece ABD emperyalizmi uluslararası alanda üstünlüğünü ilan etti.
Bu durum sonucu emperyalistler arası kutuplaşma yerini bir müddet ABD’nin hükmü altında tek kutuplu döneme bıraktı. ABD, bu dönemde uluslararası alanda ekonomik, politik, sosyal ve askeri alanda kendi lehine oluşan değişimleri, yeni güç dengelerini ve uluslararası üstünlüğünü “yeni dünya düzeni” adıyla ilan etti. Bu dönem neoliberalizm adı altında ekonomik ve siyasi politikayı yürürlüğe koydular. Amaçları dünyaya tek kutup olarak salt kendilerinin hükmetmesi, diğer emperyalistlerin ülke sınırları dışına açılmaması ve kendilerine tabi hareket etmeleriydi. Hedefleri tüm dünyayı kendilerine angaje etmek ve kendi denetimlerinde tutmaktı. Kendilerini dünyaya hükmeden güç olarak görüyorlardı. Ve dünya çapında oluşturacakları üstünlüğü küreselleşme olarak ilan ettiler. Amaçları dünyaya tek kutup olarak kendilerinin hükmetmesi, diğer emperyalistlerin kendi güdümünde yer almasıydı.
ABD ve İngiltere bu ekonomik politikayı yürürlüğe koymak için dünya çapında toplumları manipüle etmek girişiminde de bulundular. Hükmettikleri toplumlara hayali büyük vaatler sunarak onları angaje etmeye çalıştılar. Emperyalist emelleri hayata uygulamak için dünya halklarını yarattıkları kurgularla ve sanal alemlerle kendi etkileri altına almaya çalıştılar. Bunun için finans kapitalizmin kalemşorları, ideologları, tüm propaganda kesimleri ve tüm araçları üzerinden yarattıkları sanal kurguları topluma hakim kılmaya çalıştılar. Hedefleri böylece gerçek dışı algılarla, dezenformasyonlarla, farazilerle uluslararası düzeyde toplumları manipüle etmekti. Bunun için uluslararası kapitalizmin gerçek yüzünü kamufle etmeye çalıştılar. Hatta emperyalizmi her şeyin üstesinden gelen “alternatif” olarak gösterdiler. Bundan maalesef geçmişin bazı “sol” çevreleri de etkilendi. Kısacası tek kutuplu dünya, “neoliberalizm”, “küreselleşme”, “yeni dünya düzen”i yaftası altında girilen yeni dönemeci kamufle eden algılar oluşturuldu.
Örneğin ABD’nin kalemşörlerinden Fukuyama “Tarihin Sonu ve Son İnsan” başlığıyla” neo liberalizm ile uluslararası kapitalizmin sonsuz ve süresiz bir toplum olacağını yazmıştır. Kapitalizm ile tarihin “sona erdiğini” savunmuştur. Kapitalizme sonsuz bir kisve giydirmiştir. Böylece sınıflar arasında ideolojik mücadelenin sona erdiğini savundu. Sisteme tekabül eden sorunların sona erdiğini belirtmiştir. Liberal demokrasi ile toplumun en yüksek yönetim biçimine ulaştığını öne sürmüştür. Küreselleşme etiketi altında merkezi ülkelerin (gelişmiş ülkelerin) daha istikrarlı ve düzenli bir döneme gireceğini; çevre ülkelerin (geri bıraktırılmış ülkelerin) de kendi içinde gelişeceğini ve giderek merkezi ülkelerin seviyesine ulaşacağı fantezisini ileri sürmüştür. Ama ona göre ABD hep önde olacaktır. Burjuvazinin topluma gerçek dışı görüş iletme görevini üstlenen yazarlardan biri olarak sonsuz kapitalizmin savunusunu yapmıştır. Böylesi hayali kurgularla dünyanın sorunlarına karşı tek alternatif devlet olarak ABD’yi göstermiştir. Böylece ABD’ye dünyaya hükmetmeyi içeren “sonsuz” bir rol yüklemiştir.
“Ancak Tarihin Sonu” tezi fazla zaman geçmeden, zaman dilimi içerisinde nesnel gerçeklik tarafından iyice mahkum oldu. Dünyanın mevcut durumu ve gerçeği onun masalını çöplüğe attı. Nitekim o da yanıldığını kabul etmek zorunda kaldı, günah çıkarttı.
ABD’nin dünyaya tek başına hükmetme emellerini savunan kalemşörlerden biri de Samuel Huntington’dur. Harvard Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olan ve ABD Savunma Bakanlığı’na danışmanlık yapan bu yazar da “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” başlıklı kitabıyla; Amerika’nın dünyaya tek başına nasıl hükmedeceğini ele almıştır. 1989-1991 yılında Rus sosyal emperyalizminin dağılması ve gördüğü hasarın akabinde, 1996 yılında yayınlanan kitabında “mücadelenin esas kaynağını ideoloji ve ekonominin oluşturmayacağını, Amerika’nın başını çektiği Hristiyanlığa dayalı batı medeniyeti ile, İslamcılık/Konfüçyüs İttifakına dayalı doğu medeniyeti arasında olacağı” sanal tezini savunur. Ve bunu “medeniyetler arası çatışma” diye lanse eder. Yazarın görüşlerinin ana fikri “Beşeriyet (insanlık) arasında oluşan büyük bölünmelerin temeli dine dayalı kültürel farklılıklardır.” Hristiyan medeniyetini sorunların üstesinden gelecek medeniyet olarak görürken, Müslümanlık medeniyetini sorunların nedeni ve kaynağı olarak gösterir. Ve Hristiyan medeniyetini, sorunları yaratan İslamcı/Konfüçyüs medeniyetin üstesinden gelecek tek güç olduğunu belirtir. Huntington’a göre “medeniyetler arası kurgusal fay hatları geleceğin çatışma alanlarını oluşturacak” ve bu fay hatlarına müdahale edecek tek gücün de ben merkezci hatta koyduğu “ABD’nin başını çektiği Hristiyan Batı Medeniyeti olacaktır.”
Böylece O da Amerikalı, Avrupalı Hristiyan beyaz insan fetişizmini savunur. Bunun ardında beyaz insan ırkçılığı vardır. Batı uygarlığı ardında Hristiyanlık ve beyaz insan ırkçılığı yatmaktadır. Bununla Hristiyan, beyaz insan tipi birleştirilerek, üstün din ve üstün ırka dayalı ari insan tipi yaratılmaktadır. Nitekim ABD’nin yarattığı ve dünyaya yaydıkları İslami dini örgütler üzerinden İslamofobi atmosferi de oluşturulur. Nitekim İslami örgütler piyasaya çıkar ve eylemler, saldırılar yaparlar. Böylece “insanlığın önüne İslamofobi’ye karşı mücadele” rolü yükler. Huntington’a göre de bu mücadele süresiz olacaktır.
Huntington’nun görüşleri Amerika’da temelleri atılan Hristiyanlık Fundamentalizminin (Hristiyan Dinin Savunusu) savunusudur. Böylelikle emperyalistler tarafından ırkçılık dini motiflerle gündeme sürülür, ırkçılık ve emperyalizmin emelleri kamufle edilmek istenir. Amaç bir taraftan dünyaya tek başına hükmetmek; diğer taraftan, içte ezen ve ezilen sınıflar arasındaki mücadeleyi işçi sınıfından ve halklardan gizlemek, din ve ırkçılık doktrinini giderek tırmandırıp faşizmi empoze etmektir. Tüm bunlar günümüze değin uygulanmak istenmiştir. Ama diğer taraftan giderek de bu savunular teşhir olmuş, sorunlar katmerli boyutlara tırmanmıştır. Amerika’da, Avrupa’da, Çin’de, Rusya’da ve yarı-sömürgelerde sınıf çelişkileri ve faşizan baskı mekanizmasıyla beraber, ezen ve ezilenler arasındaki tepki, hoşnutsuzluk, mücadele de ivme kazanmıştır. Günümüzde giderek tırmanmıştır.
Diğer taraftan tek kutuplu dünya ve “ABD İmparatorluğu”nu savunanlardan biri de Zbigniew Brezisinski’dir. “Büyük satranç Tahtası” adlı kitabında o da ABD’ye dünyaya hükmetmek ve tahakküm kurmak rolü yükler. Yazara göre ABD’nin dünya çapında hakimiyet kurmasının ön koşulu başta, Asya ile Avrupa kıtalarının bileşimini oluşturan Avrasya’yı kendi denetimleri, kendi hükümleri altına almakla mümkündür. Avrasya’ya hakim olan güç dünyanın diğer kıtalarına da egemen olacaktır. Yazar bu kıtayı dünyanın en zengin kıtası olarak görür. Dünyadaki hammadde, doğal kaynaklar ve petrol yataklarının yüzde 70’i Avrasya’dadır. Bu durum Avrasya’yı önemli kılan nedenlerden biridir. Bu duruma bağlı bir diğer neden de Amerika dışındaki emperyalist ülkeler Avrasya kıtasında yer almaktadır. Bu nedenle de ABD’nin bu kıtayı ekonomik, askeri ve siyasi olarak kendi hegemonyası altına alması gerekirdi. Böylece Avrasya’da sağlanacak jeopolitik ve jeostratejik üstünlük ancak o zaman mümkün olacaktır. Bunun için de diğer emperyalistlerin ekonomik, siyasi ve askeri olarak ülke sınırları dışına çıkmalarını engellemek, hareket sahalarını daraltmak ve pazarlara açılmalarına mani olmak istediler. Bunun için özellikle Çin ile Rusya’nın önünün kesilmesi gerekirdi. Hızla gelişen Çin’in Rusya ile ilişki kurarak giderek Asya-Pasifik’ten Avrasya’ya ve diğer kıtalara açılması, ABD’nin emellerine engel teşkil ederdi. Brezinski’nin 1993’te ileri sürdüğü bu tezlere göre, bu durumun engellenmesi için ABD’nin Batı-Avrupa devletleriyle ilişkiler kurması ve Doğu-Avrupa’da NATO üsleri kurması gerekirdi. Böylece askeri sahalarını genişletirlerdi. Ve Avrupa Birliği (AB) ülkeleri ile ABD birlikte hareket ederlerdi. Çünkü AB ülkeleri ABD’ye muhtaçtılar.
Brezinski’ye göre bundan dolayı AB ülkeleri ABD önderliğinde oluşacak saflarda yer almalıydı. AB, ABD öncülüğünde doğuya açılabilirdi. ABD’de, Avrupa’da AB ülkelerine tutunarak Kafkasya, Orta-Asya, Asya-Pasifik bölgelerinde hakimiyet sağlayabilirdi. Böylece Çin ve Rusya’nın kendi sınırları dışına açılması engellenebilirdi. Böylece Avrasya, Brezinski’nin “Aktif Jeo-Stratejik Oyuncu” rolü yüklediği Amerika’nın denetimi altında tutulabilirdi. Ayrıca yazara göre bu açılma politikasında Avrupa devletleri ABD’nin doğal müttefikleriydiler. Avrupa Amerikalıların ilk vatanıydı. Günümüz koşullarında da aynı kültürü, aynı uygarlığı, aynı dini, aynı dili, aynı değer yargılarını paylaşıyorlardı. Buradan yola çıkan yazar Amerika’nın Avrasya açılımında Avrupa’nın köprübaşı olduğunu belirtir. Ve Amerika’nın Avrupa üzerinden Avrasya’da hakimiyet sağlayabileceğini savunur.
Amerikan burjuvazisinin belirlediği jeopolitik ve jeostratejik hedefleri Brezinski böyle kaleme almıştı. ABD, egemenliğini “rakipsiz” olarak bu minvalde sürdürebilirdi. Yazara göre büyük satranç tahtasında, şah rolündeki ABD rakiplerini böyle mat edebilir ve hegemonyasını böyle devam ettirebilirdi. Bir başka deyişle, Amerikan emperyalizmi egemenliğinde tek kutuplu dünya böyle devam edebilirdi.
Bu yazarlar dışında daha birçok yazar-çizer takımı, basın-yayın ve tüm propaganda araçları üzerinden, ABD emperyalizminin emelleri aynı minvalde uluslararası topluma lanse edildi. Uluslararası alanda Amerikan fetişizmi yaratılmaya çalışıldı. Belki ilk dönemler böyle bir atmosfer yaratıldı, ama, günümüze doğru saldırılarıyla, tehditleriyle giderek teşhir olan, maskesi, kılıfı düşen ABD’ye karşı, kitleler nezdinde uluslararası alanda atmosfer de oluştu.
Dolayısıyla satranç tahtasında tasarladıkları ilk hamleyi Doğu-Avrupa ve Balkanlarda yapsalar da sonraki hamleyi Avrasya’nın Asya kıtasında yapamadılar. Amerika ve Avrupa emperyalistleri, Doğu-Avrupa ve Balkanların modern-revizyonistleri yerine, gayri meşru oligark burjuvalarını, kurdurdukları devletler üzerinden kendi hükümleri altına aldılar. 1989’dan itibaren oluşan bu devletler, iki binlerde NATO’ya ve Avrupa Birliği’ne katıldılar. Böylece bu ülkeler Amerika ve Avrupa’nın kutbunda yer aldılar.
Daha sonra 11 Eylül 2001 Amerika’daki saldırıların akabinde ABD tarafından “fay hattında” gördükleri Afganistan ve Irak işgalleri yapıldı. ABD, bu işgalleri 11 Eylül saldırılarını bahane ederek gerçekleştirdi. Ayrıca hedefinde henüz kendi saflarında olmayan İran, Suriye, Libya, Kuzey Kore, Orta-Asya devletleri ve başka “fay hatları” devletler de vardı. Çin ve Rusya’yı kuşatma ve yalnız bırakma amaçları vardı. Onların da ekonomik, siyasi, askeri olarak dışa açılmalarına karşıydılar. Kendi içlerinde edilgen konumda kalmalarını istiyorlardı. Tek kutup olarak dünyaya hükmetme emelleri bunu gerektiriyordu. Ancak tasarladıkları ve önlerine koydukları hedefleri yerine getiremediler. Asya ve diğer kıtalarda satranç tahtasında hedefledikleri hamleleri oynayamadılar. 2005 sonrası Çin ve Rusya giderek ikili ilişkilerini geliştirdiler. Giderek birlikte hareket ettiler. Ve bir müddet sonra emperyalist blok oluşturdular.
Kısacası ABD emperyalizminin ütopyası 21. yüzyılın başlarına dek sürdü. Dünya tekrar uluslararası tekelci devletlerin pazar ve nüfuz kavgası ile karşıt kamplar oluşturduğu döneme girdi.
Yeniden Paylaşım ve Hegemonya Kavgası
Yukarıda değinildiği gibi bir müddet ABD’nin tek başına hükmettiği uluslararası tek kutuplu süreç, yerini emperyalistler arası çift kutuplu sürece bıraktı. Bu kutuplaşma kaçınılmazdı. Çünkü dünya pazarlarına sahip olma emelleri ve hegemonya oluşturma kavgası giderek gelişti. Ve günümüzde iyice üst mertebeye tırmandı. Aralarındaki nüfuz dalaşı her alanda iyice kızıştı, agresif hal aldı. Savaş unsuru aralarında giderek daha öne çıktı. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya gibi emperyalizmin tarih sahnesine daha önce çıkan devletler ile Çin ve Rusya gibi emperyalizmin tarih sahnesine daha sonra çıkan devletler arasındaki saflaşma ve hegemonya mücadelesi günümüzde had safhaya tırmandı.
Diğer bir deyişle günümüzdeki emperyalistler arası kutuplaşma eski ile yeni emperyalistler arasında oluştu. Bu devletler arasında pazarlara sahip olma dürtüsüyle, dünya konjonktürüne hakim olma ve dünyaya hükmetme kavgası had safhaya varmış durumdadır. Aralarındaki çelişki iyice gerilmiştir. Öyle ki, bu durum sonucu günümüzde bazı yerlerde savaşlar baş gösterdi ve halkları hedef alan saldırılar yapıldı. Bu durum devam etmektedir. Tüm bunlara bağlı olarak uluslararası alanda savaş tamtamları giderek yükselir hal almıştır. Dünyayı tehdit eden boyutlara varmıştır.
Emperyalistler arası saflaşma ve dalaşın başını günümüzde ABD ve İngiliz devletleri çekmektedir. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya gibi devletlerin geçen yüzyıl oluşturdukları ekonomik, mali, askeri, siyasi vb. uluslararası emperyalist kurumlar, ittifaklar, paktlar günümüzde varlıklarını devam ettiriyor. Ve Çin’e, Rusya’ya karşı da kullanıyorlar. Tarihsel olarak daha eskiye dayanan bu devletler Çin ve Rusya’ya karşı böyle bir üstünlüğe sahipler. Bunun sonucu NATO üzerinden askeri güçlerini, kara, hava ve deniz silahlarını istedikleri yere göndermekte, rakiplerini kuşatma altına almaya çalışmaktadırlar. Ayrıca siyasi ve diplomatik alanlarda da rakipleri üzerinde baskı unsuru oluşturmaktalar.
Nitekim bunun sonucu Ukrayna savaşı başlar başlamaz, ABD ve Avrupalı müttefik devletleri Uluslararası Ceza Mahkemesi üzerinden, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin için Ukraynalı çocukların “hukuksuz sınır dışı edilmeleri” gerekçesiyle tutuklama kararı çıkardı. Rusya’ya karşı 27-30 bin kalemi bulan ekonomik ambargo uygulandı, batılı firmalar Rusya’dan ayrıldı. Hatta batı ülkelerindeki Rusya’nın yatırımlarına, paralarına el konuldu. Rus yazarlarının kitapları, sanat eserleri yasaklandı, Rusya Paris Olimpiyatları’na çağrılmadı. Ya da Çin’in ihracatını zayıflatmak için Amerika ve Avrupa ülkelerinde ek gümrük vergileri konuldu. ABD’de, Çin mallarına yüzde 25’ten, yüzde 100’e yükselen ek gümrük vergileri kararı alındı. Avrupa’da -özellikle elektrikli- Çin mallarına yüzde 35’e varan ek gümrük vergileri ödenmesi kararlaştırıldı. Çin bu vergiler için Dünya Ticaret Örgütü’ne şikayette bulundu. Bu örnekler çoğaltılabilir…
Çin ve Rusya da emperyalist emelleri doğrultusunda bir blok oluştursalar da henüz dünya çapında batılı emperyalistler kadar stratejik düzeyde örgütlü değiller. Uluslararası alanda oluşturdukları askeri ve politik kurumlar henüz rakip emperyalistlerin daha önce oluşturdukları kurumları düzeyinde değil. Ama onlar da uluslararası kurumlar, örgütler, ittifaklar oluşturmaktadırlar. Giderek bu doğrultuda adımlar atmakta ve dünya gündeminde giderek daha çok yer almaktadırlar.
Nitekim Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika devletlerinin baş harfleriyle 2009’da BRICS oluşturulmuştur. BRICS ekonomik ağırlıklı bir kuruluş olmakla birlikte siyasi kararlar da almaktadır. Günümüzde üye olan devlet sayısı 10’a çıkmıştır. Ayrıca 13 ülkeye “ortaklık” statüsü verilmiştir. Üye olmak için başvuran başka ülkeler de olduğu için kurum BRICS+PLUS (Artı) adını almıştır. Rusya’nın Kazan kentinde yapılan son BRICS toplantısına 36 ülke katılmıştır. Kısacası bu yapı Çin’in ve Rusya’nın liderliğinde batılı devletlere karşı emperyalist emellerle oluşturulmuştur. Giderek ilişki kurdukları ülke sayısı artmaktadır. BRICS yeni tanımı ile dünya nüfusunun yüzde 45’ini oluşturuyor. Satın alma gücü paritesiyle küresel üretimin yüzde 36’sını gerçekleştiriyor. Buna karşın G-7 ülkeleri yüzde 10 nüfusuyla üretimden yüzde 31 pay alıyorlar. Görüldüğü gibi BRICS-Artı batılı devletler karşısında daha etkin yapı oluşturmak istemekteler.
Ayrıca 2013 yılının Mart ayında, Güney Afrika’nın Durban şehrinde yaptıkları 5. BRICS zirvesinde, Batılı emperyalistlerin IMF ve Dünya Bankası’na rakip olarak, uluslararası bir finans kuruluş kurma kararı aldılar. Bu karar sonucu 2015 yılında Yeni Kalkınma Bankası’nı (New Development Bank-NDB) kurdular. Bankanın merkezi Çin’in Şanghay şehrindedir. Daha sonra NDB ofisleri sırayla Güney Afrika’da, Brezilya’da, Hindistan ve Rusya’da açıldı. Bu banka üzerinden krediler verilmektedir.
Ayrıca Çin ve Rusya önderliğinde Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) oluşturuldu. Bu örgüt önce 1996 yılında Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından Şanghay Beşlisi adıyla kuruldu. 2001 yılında Özbekistan da bu kuruma katıldı. Bu örgütün kurulduğu dönemin gerekçeleri, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu Rusya ve Orta-Asya cumhuriyetlerinde istikrar oluşturmak ve onlarla diyalog geliştirmektir. Ve Rusya ile Orta Asya ülkeleri üzerinden kara, demiryolu oluşturma ve batıya doğru ekonomik açılmanın imkanlarını genişletme hedeflenmiştir. Petrole olan ihtiyacını Rusya ve diğer ülkelerden karşılayan Çin büyüdükçe bu ülkelerle petrol boru hattında yeni projeler oluşturmuştur. 2000 yılında Devlet Konseyi tarafından alınan “Batı Açılım Projesi” ile batıya açılmayı hedefleyen karar alınmıştır. ŞİÖ adını alarak, giderek siyasi kararlar da almıştır. Nitekim 2005 yılında yapılan ŞİÖ toplantısında ABD’nin Orta-Asya’da askeri varlığına son vermesi kararı alınmıştır. Bunun üzerine ABD Özbekistan’daki askeri güçlerini çekmiştir. 2007 ve sonrasında ŞİÖ üyesi ülkeler belli aralıklarla askeri tatbikatlar da yapmıştır. ŞİÖ ekonomi dışında, siyasi ve askeri güvenlik de öngören bir hal almıştır. Daha sonra örgüte üye olarak İran, Hindistan ve Pakistan devletleri katıldı. Ayrıca başvuran ülkeler de oldu. Böylece bu örgütün de üye sayısı, işlevi ve rolü daha genişlemiştir.
ABD ve müttefikleri tarihsel olarak daha eski bir tarihe, deney ve tecrübeye sahip olmalarına ve ekonomik, askeri, politik arenada, İMF, DB, NATO, G7 gibi yapılanmalara sahip olmalarına karşın, Çin ve Rusya’nın kendi sınırlarının dışına çıkmalarını ve daha geniş pazarlara açılmalarını engelleyemediler. Çin ve Rusya, geçmişte ABD’ye ve müttefiklerine bağlı olan birtakım ülkelerle ilişkiler geliştirdiler. Giderek bu ülkeleri pazar olarak kendilerine bağımlı kıldılar. Kendi girdapları altına aldılar.
Dolayısıyla ABD’nin küreselleşme ve tek kutuplu dünya fantezileri artık iflas etmiştir. Avrupa, Asya bileşimini oluşturan Avrasya kütlesi başta olmak üzere, dünyanın tüm pazar alanlarına açılan Çin ve Rusya, onlara karşı rakip bir emperyalist blok olmuştur. 21. yüzyıl başlarından itibaren oluşan emperyalistler arası bu saflaşma ve çelişkiler günümüz minvalinde agresif bir hal almıştır. Kısacası Çin ve Rusya uluslararası alanlara açılmış ve dünya pazarlarına yayılmışlardır. Ve batılı devletler karşısına hasım olarak çıkmışlardır.
“Eski ve Yaşlı” ABD Emperyalizmi, “Yeni ve Genç” Çin Sosyal Emperyalizmi
Bu açılmanın başını Çin çekmektedir. Çin’de Mao’nun ölümünden sonra, Deng Siao Ping liderliğinde yeni Çin burjuvazisi iktidara geldi ve süreç içinde kapitalizmi hakim kıldı. Ve Çin devleti, emperyalist emeller doğrultusunda attığı pratik adımları giderek, 2013 yılının sonlarına doğru yürürlüğe koydukları “Kuşak-Yol (İpek Yolu Projesi) Projesi”yle hızlandırdı. Amaçları bu projeyi pratikte hakim kılmak ve Çin’den Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarına doğru açılmaktır. Ve dünyaya hükmetmektir.
Önceleri “İpek Yolu” ve sonrasında “Kuşak Yolu” adıyla yürürlüğe konan proje gerçekte, Çin tarafından emperyalist emeller içerir. Hedeflenen proje ile, Avrasya ve Afrika’ya dek uzanan kara yolları, demir yolları, deniz yolları, hava yolları ve dijital yolların yapımı amaçlanmaktadır. Daha net bir deyimle, II. Paylaşım Savaşı sonrası ABD’nin yürürlüğe koyduğu Marshall Planı yerine, 21. yüzyıla Çin “Kuşak-Yol Projesi” ile hakim olmak istemektedir. ABD’nin günümüz minvalinde artık eskiyen ve pörsüyen ekonomi-politikalarına karşı Çin kendi ekonomi-politikalarını hakim kılmaya çalışmaktadır. Ve bu doğrultuda adım atmaktadır.
Çin tarafından tasarlanan ve 2013’te başlatılan “Kuşak-Yol” projesi, anlaşma yapılan devletlerin kara ve deniz yolları üzerinden büyük çaplı alt yapı projesi hedeflemektedir. Böylece projenin geçtiği ülkeler üzerinde ekonomik, mali, siyasi, askeri vb. alanlarda egemenlik oluşturulacaktır. Çin tarafından bu proje iki ana bileşenden oluşmaktadır:
A) Ekonomik Kuşağı İpek Yolu: Kara yolları ve demiryolu ağları üzerinden ticaret yollarını hedefler. Bu kuşak 1) Çin-Hindiçini Yarımadası (Myanmar, Laos, Kamboçya, Vietnam, Tayland, yarımada Malezya’sı ve Singapur) Ekonomik Koridoru, 2) Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru, 3) Çin-Orta Asya-Batı Asya Ekonomik Koridoru, 4) Bangladeş-Çin-Hindistan-Myanmar Ekonomik Koridoru, 5) Çin-Moğolistan-Rusya Ekonomik Koridoru, 6) Yeni Avrasya (Asya-Avrupa) Kara Köprüsü Ekonomik Koridoru.
B) 21. Yüzyıl Deniz İpek Yolu: Projenin bu bileşeni deniz yolları üzerinden ticaret ve ulaşımı hedefler. Bu proje iki koridor oluşturmaktadır: Birinci Koridor, Güney Çin Denizi’nden Batı’ya ve Hint Okyanusu’na ulaşan rota ile Çin-Pakistan ve Çin-Bangladeş-Hindistan-Myanmar Ekonomik Koridoru bağlanmaktadır. Böylece Çin-Hint Okyanusu- ve Afrika-Akdeniz’i kapsayan Deniz Ekonomik Koridoru oluşturulmaktadır.
İkinci koridoru Güney Çin Denizinden -güneye doğru- Pasifik okyanusu ve Güney Pasifik Ekonomik Koridoru oluşturmaktadır. Bu rota ile Arap Yarımadası, İran Körfezi ve Kızıldeniz’de Mısır, Somali ve Kenya’ya ve de de Kızıldeniz ve Akdeniz’den Venedik’e ulaşılmaktadır. Çin’in Malakka Boğazı’na alternatif yaratarak arz ve tedarik güvenliğini de arttırması beklenmektedir.
Bu proje sonuçlandığında emperyalistler arası ilişkiler ve dünyaya hükmetme saflaşması, uluslararası konjonktür elbette günümüzden daha farklı boyutlar içerecektir. Çin tarafından tasarlanan ve 2013 yılında başlayan projenin 2049’da bitmesi hedeflenmiştir. Tasarlanan projenin Asya, Afrika ve Avrupa ülkelerinde dünya nüfusunun yarıdan fazlasını oluşturan 64 ülkede yürürlüğe konması ve tamamlanması planlanmıştır. 11 yıldır yürürlükte olan proje ile birçok ülkede kara ve denizden karayolları, demiryolları, limanlar, enerji santralleri, hava alanları yapımına gidilmiştir. Mevcut projeyle daha büyük çaplı alanlara açılmak hedeflenmiştir.
Ancak bu projenin seyri ve ritmi, içinden geçtiğimiz tarihsel sürece göre belirlenecektir. Daha açık bir deyimle Çin-ABD kapışmasının sonucuna bağlıdır desek yanlış olmaz. ABD, “Kuşak Yol Projesi”ne karşıdır. Elinden geldiğince engellemek istemektedir. Dolayısıyla ABD’nin merkezi görevi bu projenin sekteye uğratılmasıdır. Çin’in merkezi görevi ise tasarladığı ve yürürlüğe koyduğu projeyi tamamlamaktır. Temelleri atılan ve belli bir hat izleyen, dünya nüfusunun yüzde 65’inin yaşadığı topraklardan geçmesi planlanan bu projenin, tasarlandığı gibi sonuçlanıp sonuçlanmayacağı ilerde belli olacaktır.
a) ABD-Çin “Soğuk Savaşı”
Ayrıca projeyle beraber Çin dünyanın dört bir tarafına sermaye ihraç etti, meta ihracını artırdı, fabrikalar, işyerleri açtı, yol ve ulaşım yatırımlarına gitti, maden sektöründe yatırımlar yaptı, tarım sektörüne de el attı. İhracat ve ithalatı artırarak ekonomik ve mali ilişkileri daha genişletti. Kısacası pazar alanlarını genişletti. Böylece emperyalist olarak girdiği Asya, Afrika, Latin-Amerika’da birtakım ülkeleri ekonomik ve siyasi olarak bağımlı kıldı ve hükmü altına aldı.
Çin, yakın döneme kadar batılı merkez devletlere bağımlı olan yarı sömürge ülkelere daha düşük faizle kredi vermiştir. Dolayısıyla Çin’den kredi alan devletler giderek artmıştır. Ve Çin’e mali ve ekonomik bakımdan bağımlı hale gelmişlerdir. Ayrıca Çin’in ihraç ettiği metalar Avrupa ve Amerika tekellerinden daha ucuzdu. Dolayısıyla Çin ihracatı dünya çapında hızla arttı. Bunun sonucu birçok Avrupa ve Amerika patentli çok uluslu tekeller Çin’de imalat yapmak zorunda kaldı. Özellikle kendi ülkelerinde üretimi düşen firmalar Çin’e açılmak zorunda kaldılar. Bu firmalar Çin’le ihracat ve ithalatı artırdılar.
Ayrıca son yıllarda Çin’de emperyalist-kapitalizm, gelişen dijital teknolojilerle birleştirilmiş ve dünya pazarlarına daha hızlı girmiş ve daha geniş alanlara açılmıştır. Çin kapitalizminin uluslararası piyasalarda ivme kazanmasında, dijital altyapıyla optimize edilmesinin (oluşturulması) rolü büyük olmuştur. Öyle ki, Amerika ve Avrupa’nın dış pazarlarıyla iç pazarlarına hızla girmiştir. Ama Amerika ve Avrupa devletleri bundan hoşnut olmamıştır. Özellikle günümüz minvalinde iyice rahatsız olmuşlardır. Bunun için Çin’den ithal edilen malların gümrük vergilerini artırmışlardır. Amerika, Avrupa tekellerinin Çin’den çıkması kararı alınmıştır. Ticari ilişkilere sınırlama getirilmiştir.
Bu durum sonucu batılı emperyalist devletlerle, Çin ve Rus emperyalistleri arasındaki çelişkiler açığa çıkmaya başladı. Çünkü Çin hızla uygulamaya koyduğu “Kuşak ve Yol Projesi” ve ekonomi-mali-politikayla dünya çapında eski emperyalistlerin önüne rakip olarak çıktı. Çin’in bu gelişmesi diğer emperyalistleri rahatsız etmeye başladı. Çünkü on yıllardır hakim oldukları pazarlar giderek Çin’in etkisi altına giriyordu. Çin Asya-Pasifik’ten çıkarak dünyanın dört bir tarafına yayılıyordu. Yaptığı sermaye ve meta ihracı ile yarı sömürge ülkeleri kendine bağımlı kılıyordu. Dünya halklarını sömüren ve ezen yapısıyla bu kulvarda daha öne çıkıyordu. Böylece Çin, ABD ve diğer emperyalist devletlerin hasmı olmuştu.
Bu durum sonucu aralarında oluşan çelişki ve kapışma yumağı giderek büyüdü. Çin ile ekonomik ve mali piyasalarda baş edemeyen, onun dünya pazarlarına açılmasına engel olamayan ABD, tek kutuplu dünya hedefini tehdit eden rakibe karşı atağa geçti. Sermaye ihracını engelleyemediği rakibini daha çok askeri alanlarda durdurmaya çalıştı. Dünya çapındaki askeri hegemonyasını kullanarak Çin’i engellemeye çalıştı. Askeri güçlerini seferber ederek önünü kesmek istedi.
Bunun üzerine 44. ABD başkanı Barack Obama döneminde Çin’e karşı agresif tavır alınmaya başlandı. Nitekim Obama’nın ikinci başkanlık yaptığı 2012 tarihinde, ABD stratejik ağırlığını Çin’in yer aldığı Asya-Pasifik’e kaydırma kararı aldı. Savaş gemilerini ve askeri güçlerin ağırlığını oraya gönderdi. Artık ABD’nin jeopolitik ve jeostratejik hedefi Çin’in engellenmesiydi. Bunun için amaç Uzakdoğu’daki müttefikleri ile Pasifik’te ve Kuzey Çin Denizi’nde askeri hatlar oluşturarak, Çin’i kuşatma altına almaktı. Karada ve denizde Çin’in stratejik harekat sahasını daraltmak, abluka altına almak ve izole etmekti.
ABD’nin hedefi Asya-Pasifik’te askeri gücünü daha artırmak ve hegemonyasını daha yükseltmekti. Bunun için de bölgede deniz, kara, hava kuvvetlerini çoğaltmak, ulaşım alanlarını denetim altına almak, stratejik alanları kontrol altında tutmak gerekiyordu. Esas amacı, Çin’in sınırları dışına çıkmasına, uluslararası alanlara açılmasına engel olmaktı. Hedef rakip Çin’in sermaye ihracının, ihracat ve ithalatının, yatırımlarının önünü kesmekti. Dünya çapında ekonomik, mali, siyasi, askeri, kültürel ilişkiler geliştirmesine engel oluşturmaktı. İzole edilmek istenmesinin nedeni buydu. En azından Çin’i kendi denetimleri altında tutmak amaçlanıyordu. Kısacası hedef Çin’i açıldığı pazar alanlarından menetmek, nüfuz etmesini engellemek, ülke sınırları içine hapsetmekti. Bunun için ABD, Pasifik’teki deniz, kara ve hava üslerinin sayısını hayli artırdı. Bölgedeki füzeleri, savaş gemilerini, denizaltıları, savaş uçaklarını, kara silahlarını çoğalttı. Buna paralel asker sayısını da çoğalttı.
Kısacası, emperyalistler arası saflaşmada ABD jeopolitik hedef olarak Çin emperyalizmini görüyor. Manevra alanını Asya-Pasifik’e kaydırmasının nedeni budur. Çin için de ana rakip güç ABD emperyalizmidir. Bu saflaşma giderek daha üst mertebeye tırmanmaktadır. Önceki konjonktürün hakim devleti ile sonraki konjonktürün öne çıkan devleti arasında pazar ve hegemonya kavgası keskin hal aldı. Emperyalistler arası kutuplaşma agresif hatta tırmandı. Bunun sonucu hem ABD hem Çin birbirlerine karşı askeri paktlar, ekonomik, siyasi ittifaklar oluşturmaya gittiler.
Çin’in rakip olarak karşısına çıkması, ABD’nin küreselleşme ve tek kutuplu dünya doktrinine ters düşüyordu. Amerikan finans kapitali eski konjonktürü devam ettirmek istiyordu. Kendi liderliğinde askeri paktlar oluşturmaya ve siyasi örgütlenmelere bunun için gitti. Çin’in Uzakdoğu’dan başka kıtalara açılmasına engel olmak için AUKUS ve QUAD (Dörtlü Güvenlik Diyalogu) ittifakları oluşturdu. Amaç bu ittifaklar üzerinden Çin’i baskılanmaktır.
AUKUS, (Avustralya, Birleşik Krallık ve ABD’nin İngilizce baş harfleriyle gösterilen halidir) stratejik rakip olarak görülen Çin’e karşı, Avustralya, Birleşik Krallık ve ABD tarafından oluşturulan bir askeri işbirliği anlaşmasıdır. AUKUS’un kuruluşu, 15 Eylül 2021’de yayınlanan rapor ile ilan edildi. Yayınlanan raporla AUKUS paktının Çin’in Hint-Pasifik’te yayılmacılığına karşı oluşturulduğu belirtildi. Nitekim bu amaçla oluşturulan askeri ittifak ile Pasifik Okyanusu ve kararları denetim altına alınmak istendi. Çin’in tecrit edilmesi hedeflendi. Kısacası AUKUS üzerinden bölgede Çin’in çevrelenmesi, menedilmesi hedeflenmiştir.
Bu hedefleri için askeri güçlerini ve silahlarını devreye soktular. Savaş gemileriyle, denizaltılarla güçlerini alana yığdılar. Dijital ortamda saldırı ve savunma örgütlenmesine gittiler. AUKUS paktı daha çok deniz altı silahlanmanın örgütlenmesinden oluşur. Bunun için yapay zeka, siber savaş, su altı ve uzun menzilli silahlarla konuşlanmakla beraber, aynı zamanda askeri saldırılarla ve savunmayla ilgili teknik bilgilerin edinmesi ve bu doğrultuda örgütlenmesi de hedeflenmiştir. Bunun için su altına yerleştirilmiş nükleer enerjili denizaltılar ile hava kuvvetlerine bağlı olan, uyarı ve kontrol sistemine ait jetler, füzeler, uçaklar yerleştirilmiştir. Sonuç olarak Çin, ABD öncülüğünde oluşturulan AUKUS Paktı üzerinden Pasifik’te abluka altına alınmak istenmiştir.
Ayrıca Asya-Pasifik’te Çin’e karşı oluşturulan bir başka pakt QUAD (Dörtlü Güvenlik Diyalogu) diyaloğudur. Önce 2007 yılında Japonya tarafından oluşturulan QUAD ittifakında Avustralya, Hindistan, Japonya ve ABD yer almıştır. Avustralya’nın katılımını durdurmasıyla on yıl askıya alınan ittifak, 2017’de Donald Trump döneminde tekrar yürürlüğe konmuştur. Asya-Pasifik’te ABD’nin önderliğinde oluşturulan Dörtlü Güvenlik Diyalogu (QUAD) ile Hint-Pasifik bölgesinde barış ve istikrarın korunması amaç olarak gösterilmiştir. Gerçekte ise hedef yine Çin’in uluslararası alanlara açılmasına engel olmaktır. ABD’nin önderliğinde Avustralya, Japonya, Hindistan devletlerinin içinde yer aldığı QUAD, Trump ve Biden döneminde daha aktif olmuştur. Deniz altında ve karada Çin’e karşı bilgisayarlar, ağlar ve internet üzerinden askeri siber kapasite geliştirilmiştir. Böylece QUAD da ABD-Çin rekabetinde devreye sokulmuş ittifaktır.
Burada dikkat çeken nokta, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve BRICS ittifaklarında Çin ile birlikte yer alan Hindistan’ın aynı zamanda, Çin’e karşı oluşturulan ABD öncülüğündeki QUAD diyalogu içinde de yer almasıdır. Mevcut uluslararası konjonktürde Rusya ile arası iyi olan Hindistan devletinin tarihsel olarak Çin ile sorunları olmuştur. İngiltere’nin işgali altında olduğu 1914 yılında, Hindistan’ın Çin ile olan sınır anlaşmazlıkları günümüze değin devam etmiştir. İngiltere yönetimindeki Hindistan’ın o tarihte Tibet Hükümeti ile çizilen sınır Çin tarafından kabul edilmemiştir. Bu sınır anlaşmazlığı bazen iki ülke arasında sınır çatışmalarına da yol açmıştır. Ve aralarındaki bu sorun günümüze kadar devam etmiştir. İki devlet arasında yaşanan soğuk ilişkiler Hindistan açısından QUAD içinde yer almasının önemli nedenlerinden biridir. ABD bu çelişkiden yararlanmıştır. Ezeli rakibi Çin’e karşı Hindistan-Çin çelişkisini kendi lehine kullanmak istemiştir. Ancak son dönemlerde bir araya da gelen Çin ve Hindistan hükümetleri, 25 Ekim 2024 tarihinde yaptıkları açıklamada, Himalayalar’daki tartışmalı sınırda yaşanan gerginliği sona erdirmek için bir anlaşma uygulamaya koyduklarını duyurmuşlardır. Kısacası, iki devlet sorunlar vardır. Bu sorunların akıbeti ileride netleşecektir.
ABD, daha etkin olmak için Asya-Pasifik’e NATO paktını da taşımak istemektedir. Bunun için 2022 yılında İspanya’da gerçekleştirilen NATO zirvesine davet ettiği Asya-Pasifik müttefikleri Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore devletleri de katıldı. Bu devletler NATO üyesi olmamalarına rağmen ABD tarafından zirveye davet edildiler. Bu devletlerin “Partner Ülkeler” statüsüyle katılımı, gerçekte NATO’nun Asya-Pasifik bölgesindeki stratejik işbirliğini güçlendirmek amacı gütmektedir. Ayrıca bu devletler 17-18 Ekim 2024 tarihlerinde Brüksel’de yapılan NATO Savunma Bakanları Toplantısı’na da davet edildiler. Orada da üye olmadıkları NATO’nun “savunma ve caydırıcılık” konularının ele alındığı toplantıya katıldılar. ABD’nin Asya-Pasifik müttefiklerinin üye olmadıkları askeri paktın toplantılarına katılımı, “Serbest ve Açık Hint-Pasifik” vizyonunu destekleyen ve güçlendiren NATO ilişkilerini derinleştirmeyi hedefliyor. Tahmin edileceği gibi buna ihtiyaç duymalarının esas nedeni Çin’in varlığıdır. Günümüzün jeopolitik konjonktürü NATO’nun sınırlarını Uzakdoğu’ya kadar genişletmeyi gündeme getiriyor. Amaç Çin devletinin önünü kesmek ve kendi hükümlerini devam ettirmek. NATO’yu geniş Pasifik coğrafyasına taşımayı bunun için düşünüyorlar…
Bu gelişmelerin gösterdiği gibi, emperyalistler arası çelişkiler yumağı giderek daha düğümleniyor. Aralarındaki nüfuz kavgası daha had safhaya tırmanıyor. Okyanusun stratejik deniz yollarını denetimleri altına almak için verdikleri mücadele giderek kızışıyor. Öyle ki, ABD, Japonya ve müttefikleri ile rakipleri Çin okyanusun adalarını, yarım adalarını, deniz yollarını kendi denetimleri altına almak için, sert ve agresif kapışma içine girmiş durumdadırlar.
Nitekim uluslararası mali sermayenin öne çıkan devletleri ABD ve Çin’in bu minvalde yürüttükleri mücadele keskin bir hal almış durumdadır. Güneydoğu Asya’da yer alan ve dünya ticaretinin üçte birinin geçtiği deniz yollarını oluşturan Malakka Boğazı’na ve Güney Çin Denizi’ne hakim olmak için mücadele vermektedirler. Bu boğazı ve deniz yollarını kendi hakimiyetleri altında tutmak istiyorlar. Malakka Boğazı, Güneydoğu Asya’da yer alan Malay yarımadası ile Sumatra adası arasında olan stratejik bir deniz yoludur. Bu boğaz, Hint Okyanusu ile Güney Çin Denizi’ni birbirine bağlayan Asya-Pasifik ticaretinin en önemli geçiş noktalarından birini oluşturur. Bu boğazdan geçen gemiler, dünya deniz ticaretinin önemli bir kısmını taşıdığı için ekonomik ve stratejik olarak büyük bir öneme sahiptir. ABD-Çin arasındaki bu boğazı kendi manyetik alanlarına çekme kavgası bunun için giderek daha kızışıyor.
Uzakdoğu’da hem ticari hem stratejik öneme sahip bir başka alan da Güney Çin Denizidir. Yaklaşık 3,5 milyon kilometre karelik büyük bir alanı içeren Güney Çin Denizi’ni önemli kılan, Uzakdoğu’dan yapılan ticaretin dünyanın diğer kıtalarına açılmasında oynadığı roldür. Ancak bu deniz üzerinde bölgede bulunan ülkeler arasında da ciddi anlaşmazlıklar ve sorunlar vardır. Çin’in dışında Vietnam, Filipinler, Malezya, Brunei, Singapur, Endonezya ve Tayvan gibi ülkeler de deniz üzerinde hak iddia etmektedirler. Bu durum beraberinde deniz sularında devletler arası sorunlara, sınır anlaşmazlıklarına, sınır ihlallerine, hatta bazen silahlı çatışmalara dek varan gerginlikler getirmektedir. Özellikle bu sorunların külfeti son dönemler daha keskin bir hal almıştır. İki binli yıllardan itibaren giderek gelişen sorunlar ve çelişkiler günümüz minvalinde, Güney Çin Denizi’nde daha katmerli ve daha agresif boyutlara tırmanmıştır. Çözülmeyen bu sorunlara karşın, ABD’nin ve oluşturduğu AUKUS ve QUAD’ın devreye girmesi politik atmosferi daha gergin bir dönemece sokmuş durumdadır. Sorun giderek ABD ve Çin arasındaki hegemonya kavgasına dönüşmüştür. Bölgeye hükmetme mücadelesi Uzakdoğu’nun denizini giderek daha kaynayan kazana çevirmiştir.
Amerika ve müttefikleri, Çin devletinin deniz yolları üzerinden dünyaya yayılmasını engellemek için Malakka Boğazı’nı ve Güney Çin Denizi’ni egemenlikleri altına almaya çalışıyorlar. Amaçları Çin’in ticaret gemileriyle Asya, Avrupa, Afrika kıtalarına açılmalarını engellemektir. “Kuşak-Yol Projesi”ni baltalamaktır. Kara ve deniz yolu üzerinden yayılmasına mani olmaktır. Sadece ticari ve ekonomik değil, askeri ve siyasi emellerle yayılmalarına da engel olmaktır. Kısacası her alanda Çin’in önünü kesmektir. Böylece ABD’nin amacı Güney Çin Denizi’ne hakim olmaktır. Asya-Pasifik bölgesini emelleri doğrultusunda dizayn etmek ve pratikte hakimiyet sağlamaktır. Amerika gemilerini ve askeri güçlerini bunun için bölgeye çıkarttı. Çin ile Tayvan arasında sorunları körükleyerek Tayvan Adasını da Çin’e karşı silahlandırdılar ve üs kurdular.
Buna karşın Çin devleti Kuzey Çin Denizi’ne askeri güçlerini seferber etti. Askeri gemileri yerleştirdi. Hatta Çin’in askeri savaş gemi sayısı Amerika’yı geçmiştir. Ayrıca deniz altılarına lazer silahları entegre edilmiş, füze sistemi, yapay zeka, deniz altı araçları ve gemilerle beraber insansız hava araçları Çin tarafından da yerleştirilmiştir. Ve askeri bakımdan stratejik adalara askeri araçlar çıkarılmıştır. Amerika ve Japonya tarafından da adalara askeri güç ve silah yerleştirilmiş, gerilim daha artmıştır. Öyle ki, Çin ve Japonya arasındaki durum birbirlerinin adalarını işgal etme, asker yerleştirme suçlamalarına dek varmıştır. Hatta Çin, Güney Çin Denizi’nde yapay adalar inşa etmiştir. Çin’in yapay ada inşa ettiği yerlerde, daha çok stratejik Spratly Adaları ve Paracel Adaları yer almaktadır. Bu adalarda limanlar ve askeri binalar, uçak pistleri gibi askeri altyapılar inşa edilmiştir.
Giderek gerilen Asya-Pasifik bölgesinde Çin ve Rusya da askeri ilişkilerini geliştirdiler. Askeri güçlerini bölgeye giderek yığdılar. Pasifik Okyanusu’nda birlikte askeri işbirliği yapmaktadırlar. Bu işbirliği ortak askeri tatbikatlar ve stratejik manevralar ile kendisini gösteriyor. Yakın dönemde Rus ve Çin savaş gemileri Kuzeybatı Pasifik’te ortak tatbikatlar yaptı. Bu tatbikatlar uçaksavar ve denizaltı karşıtı savunma kapasitelerini güçlendirmeyi amaçlamıştır. Yeni yapılan füze sistemleri kullanılmıştır. Çin ve Rusya’nın Pasifik Bölgesi’ndeki yaptıkları askeri işbirliği ve tatbikatlar, ABD’ye ve müttefiklerine verilen bir mesajdır. Nitekim Çinli bir yetkili Global Times ile yaptığı röportajda, Rusya ve Çin’in Asya-Pasifik’teki çıkarlarını savunmaya hazır olduklarını belirtmiş ve “Tatbikatlar iki ulusumuz arasındaki stratejik iş birliğinin artan seviyesini gösteriyor” demiştir.
Ayrıca Çin, Rusya, Kuzey Kore stratejik ve askeri işbirliğini günümüzde daha geliştirdiler. Rusya ve Kuzey Kore yakın dönemde kapsamlı stratejik ortaklık anlaşmaları imzaladılar.
Bunun sonucu Kuzey Kore Rusya-Ukrayna savaşına asker ve silah gönderdi. Görüldüğü gibi ABD bölgede emperyalist emeller için nasıl ki stratejik adımlar atıyorsa; rakipleri Çin ve Rusya tarafından da stratejik emelleri doğrultusunda adımlar atılıyor. Daha net bir deyimle emperyalistler arası çelişkinin en fazla derinleştiği ve keskinleştiği bölge Asya-Pasifik bölgesidir. Yukarıda değindiğimiz gibi bu bölgede Çin-ABD çelişkisinin vardığı ve yarattığı gerginlik adeta soğuk savaş atmosferi yaratmış durumdadır. Dünya çapında emperyalist kutupların başını çeken emperyalist güruhlar tüm askeri güçlerini bu bölgeye yığmışlardır. Öyle ki, aralarındaki gerginlik ve saflaşmada askeri unsurlar iyice doruğa çıkmış, dünyayı tehdit eden “soğuk savaşa” dönüşmüştür.
Diğer taraftan başka coğrafyalarda açıktan sıcak bir savaş da vardır. Bu savaş gerici emellerle yapılan savaştır. Rusya ve Ukrayna arasında verilen bu savaşın perde arkasında emperyalist emeller ve çıkarlar vardır. Aşağıda o savaşı ele alacağız.
b) Rusya-Ukrayna (NATO) Savaşı
Emperyalistler arası ekonomik ve politik sürtüşmeler dünyanın bir dizi alanlarında keskin boyutlara tırmanmış durumdadır. İçinde bulunduğumuz dönem giderek çetrefilli hal almakta. Tekeller, finans kapital ve devlet aygıtları çığırından çıkmış dense herhalde abartı olmaz. Nitekim uluslararası bu konjonktürde çıkan Rusya-Ukrayna savaşı günümüzde devam ediyor. 3 yılın eşiğine gelen bu savaş pazarlara sahip olma dürtüsünün ürünüdür. Savaşın taraflarından biri olan Rusya emperyalist bir devlettir. Ukrayna’nın beşte birini işgal etmiştir. Nitekim Rusya’nın girdiği Ukrayna topraklarında epeyi Ukraynalı ölmüş, askeri hedeflerin yanısıra, enerji, ulaşım, altyapı, evler yerle bir olmuş, önemli bir nüfus da ülkesini terk etmiştir.
Diğer taraftan Ukrayna devletinin ardında emperyalist devletler vardır. Rusya’ya karşı piyon olarak öne sürülen Ukrayna devletinin arkasındaki güç ABD ve İngiltere, Almanya, Fransa başta olmak üzere bunların müttefikleri yer almaktadır. Bu devletler, Ukrayna devletine komuta eden NATO paktının öncü kademesinde yer alıyorlar. Generalleri, subayları, NATO askerleri, paralı askerleri ile Ukrayna içinde ve dışında yerlerini almışlardır. Temin edilen silahların, savaş uçaklarının, füzelerin kullanımında, askeri eğitimde, sevk ve idarede, istihbaratta NATO paktı vardır. Kısacası Ukrayna devleti ABD ve NATO tarafından seferber ediliyor. Dolayısıyla bu savaş Rusya’nın doğrudan, ABD’nin ise başını çektiği emperyalist güruhların perde arkasında yer aldığı bir savaştır. Daha net bir deyimle, emperyalistler arası çıkar kavgasının damgasını vurduğu savaştır.
Ama bu Rusya-Ukrayna (NATO) savaşı askeri olarak doğrudan henüz tüm dünyaya yayılmış değildir. Bir coğrafi bölgede olan savaştır. Avrupa’nın doğusunda, Rusya ve Ukrayna topraklarında olan savaştır. Savaş bu iki ülkenin topraklarındadır. Elbette ki, uluslararası alanda emperyalistler arası pazarlara rakipsiz sahip olma hırsı ve o minvalde kutuplaşma vardır. Giderek bu saflaşma ABD önderliğindeki emperyalist güruhla, Çin-Rusya emperyalist güruhu arasında uluslararası “soğuk savaş” hali almıştır. Ancak bu durum, dünya çapında emperyalistler arası doğrudan sıcak savaşın patlak verdiği anlamına gelmez. Daha net bir deyimle “soğuk savaş” doğrudan global (dünya çapında) bir “sıcak savaş” değildir. Ancak Rusya-Ukrayna sınırlarında patlak veren savaş ve Ortadoğu’da emperyalistlerin perde arkasında olduğu saldırılar, işgaller, katliamlar söz konusudur. Giderek bu durum daha kızışmakta, savaş ve saldırı ortamı daha sert boyutlara tırmanmaktadır. Dolayısıyla bu nesnel durumu da görmek gerekir.
Günümüzde uluslararası politik-konjonktür böylesi bir minval içindedir. Özellikle Avrasya’da “soğuk savaş” ile “sıcak savaş” iç içe girmiştir. “Soğuk savaş”, silahlanmanın hızla arttığı, denizde, karada askeri örgütlenmelere gidildiği, tarafların birbirini tehdit ettiği, devletlerin hem siyasi hem askeri hem ekonomik olarak birbirlerine karşı baskı ve kutuplar oluşturduğu, dünya çapında kitleler üzerinde gergin siyasi ortamın yaratıldığı duruma tekabül eder. Ancak mevcut durum savaşın giderek körüklendiği bir süreci de barındırıyor. Emperyalistlerin silahları giderek daha açıktan kullanılıyor. Bu durumu da görmek lazım.
Bilindiği gibi ABD Başkanı Joe Biden görevini Donald Trump’a devretmeden önce, ABD’nin verdiği uzun menzilli füzeler Ukrayna üzerinden Rusya’ya fırlatıldı. Bunun üzerine Rusya’da Ukrayna’ya misilleme olarak ilk kez kıtalararası balistik füze fırlattı. Şimdiye değin en ölümcül saldırılar bu füzelerle yapıldı. Kısacası Trump’ın barıştan bahsettiği bir dönemde savaş daha gergin hal aldı. Elbette ki, bu saldırıların arkasında askeri ve politik hedefler vardır. Bu duruma daha sonra değineceğiz.
Nitekim mevcut koşullarda emperyalistler arası çelişkinin daha geliştiği, gerici emperyalist savaşın körüklendiği ve daha fazla gündeme geldiği bir dönemin içindeyiz. Nitekim Asya-Pasifik’te “soğuk savaş” varken, Doğu Avrupa’da “sıcak savaş” ve Ortadoğu’da emperyalistlerin arkasında olduğu saldırılar vardır.
Aslında “soğuk savaş”, savaşın ön aşamasını oluşturur. Nitekim yukarıda Çin-Amerika arasındaki değerlendirmede bu duruma değinmeye çalıştık. Emperyalistler arası kutuplaşma, pazar alanlarını genişletme, askeri nüfuz oluşturma hedefleri, Rusya-Ukrayna arasındaki gerilimi had safhaya tırmandırdı. Öyle ki, 22 Şubat 1922’de Rusya-Ukrayna savaşı başladı. Günümüzde Rusya-Ukrayna sorununu daha katmerli boyutlara taşıdı. Nitekim bu savaş günümüze değin devam ediyor. Emperyalist emeller uğruna çıkan savaşın bedeli halklara mal ediliyor.
Bu savaşa değinmeden evvel konumuzu oluşturan Rusya’nın 1990’lar sonrası döneme bir göz atacağız.
1991 sonrasında klasik kapitalizme geçen Rusya sarsıntılı bir dönem geçirdi. İlk yıllar eski gücünü ve otoritesini yitirmişti. Bürokrat devlet kapitalizminden günümüz kapitalizmine geçiş hem içte hem dışta sorunlar getirmişti. Başta Balkanlar ve Doğu Avrupa olmak üzere mevcut pazarların çoğunu kaybetmiş, ilişkileri kopmuştu. Rusya’da klasik kapitalizme geçildiği Gorbaçov döneminden sonra devlet başkanı olan Boris Yeltsin döneminde, gidilen özelleştirmeden yararlanarak devlet mülkiyetindeki büyük sanayi, bankalar, sermaye, doğal zenginlikler, kamu arazisi, konutlar vb. gayri meşru yollardan kendi mülkiyetlerine geçiren bürokratlar, mafya şebekeleri “oligark” diye adlandırılan kapitalistler oluştu. Bu “oligarklar”, devletin çıkardığı özelleştirme politikaları ile devlet mülkiyetindeki fabrikaları, şirketleri, doğal kaynakları, zenginlikleri, tüm değerleri kendi özel mülkiyetlerine geçirdiler. Böylece ekonomik ve siyasi gücü elinde bulunduran bir avuç gayrı meşru “oligark” azınlık, Rusya’nın iktidardaki kapitalistlerini-burjuvazisini oluşturdu.
Aynı gelişmeler Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinde de yaşandı. ABD ve Avrupa emperyalistleri, Doğu Avrupa’nın ve Balkanların “oligark” burjuvalarıyla ilişkiler kurdular, kendi saflarına çektiler ve onlar üzerinden yönetimler oluşturdular. Ve kendi hükümleri altına aldılar. 1991-1999 yıllarında Rusya Federasyonu Başkanı Boris Yeltsin ile ABD ve Avrupa devletleri arasında da yakın ilişkiler kuruldu. Sözde sosyalizm gerçekte modern revizyonizmin inşa ettiği bürokratik kapitalizmden sonraki dönemin pazar paylaşım kavgasını kaybeden Rusya, bürokrat devlet kapitalizminden klasik kapitalizme geçtiği ilk dönemler, ABD ve Avrupalı kapitalist devletlerin saflarında yer aldı. Bir başka deyişle, çok kutuplu dünya, Amerika’nın egemenliğinde tek kutuplu dünyaya dönüşmüştü. Bir önceki konjonktürün mağlup devleti Rusya, sonraki jeopolitik konjonktürde bir müddet eski rakibin kutbunda yer aldı.
1997 yılında Boris Yeltsin döneminde Rusya, en gelişmiş ekonomiye sahip ülkelerin G7 toplantısına alındı. Böylece Rusya’nın katılımıyla zirve G8 oldu. Adı giderek yolsuzluk skandallarına karışan Yeltsin 31 Aralık 1999’da istifa etti. 26 Mart 2000 yılında Rusya Devlet Başkanı seçimlerini Vladimir Putin kazandı. Putin 2013 yılına kadar G8 toplantılarına katıldı. Bu süre içinde ABD’nin amacı Rusya’yı kendi manyetik alanında tutmaktı. Kendi safları altında yer almasını sağlamaktı. Hedef eski rakip Rusya’yı, tek kutuplu dünyada müttefik olarak devam ettirmekti.
Bu arada giderek Doğu Avrupa ve Balkan devletlerini NATO üyesi yapmaya başladı. 1999 yılında Yeltsin’in başkan olduğu dönemde ABD tarafından, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya NATO’ya üye yapıldı. Putin döneminde de sırasıyla, 2004’te Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, 2009’da Hırvatistan ve Arnavutluk NATO’ya alındı. Kısacası Doğu Avrupa, Balkan, Baltık ülkeleri NATO’ya alındılar. Böylece NATO paktı bileşimi büyüdü ve askeri sınırları genişletildi. Giderek Rusya sınırlarına doğru yayıldı.
Böylece ABD, Rusya’yı askeri olarak da daha dar bir alana sıkıştırmak, ikmal yollarını kesmek, dış dünyadan izole etmek adımları attı. Ayrıca Afganistan ve Irak işgalleri Rusya’yı ABD ile olan ilişkilerinde yeni bir dönemece doğru itti. ABD’nin hattından hemen çıkamasa da ABD’nin emellerini görüyordu. Bunun sonucu giderek Çin’e yakınlaşma yönelimine de girdi.
Nitekim Rusya giderek kendini toparlamaya ve Çin ile ilişkiler kurmaya başladı. İki ülke arasında bağlar oluşmaya gidildi. 15 Haziran 2001 tarihinde Çin ile beraber ŞİÖ ve 2006 yılında BRİCS ittifakları oluşmuştu. Bu ittifaklar giderek daha öne çıkarıldı. Giderek Çin-Rusya bloku oluşmaya başladı. 2014 yılında Rusya’nın Kırım işgali ve Ukrayna krizi ile G8 ilişkileri donduruldu. Ve Rusya 2014’te G8’den çıkarıldı. Peş peşe olan bu gelişmeler uluslararası minvalde emperyalistler arası oluşan saflaşmanın giderek netleşmesiydi. Böylece ABD liderliğindeki batı ittifakına karşı Çin-Rusya ittifakı oluştu ve giderek daha öne çıktı. Aynı zamanda yukarıda değindiğimiz emperyalistler arası tek kutuplu dünya, yerini, çok kutuplu dünyaya bıraktı.
Henüz Joe Biden öncesi dönemde Rusya ve Çin’in Avrupa devletleri ile ekonomik ve mali ilişkileri vardı. Avrupalı devletler Rusya’daki petrole, gaza bağlıydılar. Ayrıca karşılıklı ticari ilişkileri vardı. Çin ile de ekonomik ve ticari ilişkiler söz konusuydu. Hatta gelişen ve giderek öne çıkan Çin emperyalizmi, diğer emperyalistlerle ekonomik ve mali piyasalarda ciddi ilişkiler içerisindeydi. Lakin diğer taraftan aralarında çelişki, ayrışma, kutuplaşma da vardı. Ve esas unsur da aralarındaki çelişki ve kutuplaşma idi. Giderek bu durum öne çıktı. Sabit pazarların paylaşım kavgası ve siyasi, askeri nüfuz dalaşı her alanda tırmandı.
Daha önceki bölümde Çin ile ABD ilişkilerinde bu duruma ayrıntılı değindik.
Nitekim tarih sahnesine daha önce çıkan emperyalistlerle, daha sonra çıkan emperyalistler arası çelişkiler, ABD başkanı Joe Biden döneminde en uç noktaya vardı. Sorunlar ve çelişkiler hengamesi giderek keskin boyutlara tırmandı. Nitekim bu durum Çin ile ABD arasında soğuk savaş; Rusya ve Ukrayna-NATO arasında sıcak savaş mertebesine dek vardı.
Peki, Rusya-Ukrayna savaşının perde arkasındaki durum ve amaç neydi?
Birincisi; Rusya’nın hedefi giderek uluslararası alanlara, kıtalara daha fazla açılmak, geri kalmış çevre ülkelerle bağ kurmak ve onları kendine bağımlı kılmaktı. Geçmişte daralan pazar alanlarını tekrar genişletmekti. Kaybettiği pazarları tekrar etkisi altına almaktı. Sermayesini Asya, Afrika, Güney Amerika pazarlarına ihraç etmekti. Petrol, doğal gaz, silah ihracatını artırmaktı. Açıldığı ve yerleştiği ülkelere askeri gücünü de taşıyarak hegemonya oluşturmaktı.
İkincisi; ABD’nin jeopolitik hedefi başlıca rakipleri olan Çin ve Rusya’yı bulundukları coğrafi alana hapsetmekti. Başka ülkelere açılmalarına ve ilişkiler geliştirmelerine engel olmaktı. ABD dünyaya tek başına hakim olma ve tek başına hükmetme histerisini terk edemiyordu. Ancak karşısına çıkan Çin ve Rusya Amerika’nın bu ütopyasına engel teşkil ediyordu. 21. yüzyılda bu devletler karşısına çıktıkları ABD, Avrupa, Japonya emperyalistlerin yarı-sömürgelerini giderek kendilerine bağımlı kılıyorlardı. Emperyalistler arası gelişen bu kavga günümüzde giderek keskinleşmektedir.
Üçüncüsü; ABD, Doğu Avrupa ülkelerini içine alarak genişlettiği NATO sınırları ile Rusya’yı abluka altına almak istedi. Daha geniş coğrafyaya açılmasına engel olmak istedi. Böylece Rusya’nın harekat sahasının daraltması hedeflendi. Tüm bu gelişmeler sonucu Rusya ile Ukrayna arasında oluşan sorunlar gergin bir hal aldı. ABD, Ukrayna’nın NATO’ya alınmasını devamlı gündemde getirdi. Böylece agresif hal alan Rusya-Ukrayna sorunları ABD, İngiltere tarafından daha körüklendi. Giderek sınırları dışına açılan Rusya’nın önünün kesilmek istenmesi, giderek kaotik bir durum yarattı. Rusya bu gelişmeler sonucu Ukrayna’ya saldırdı. Ordusunu önce daha çok Rusların yaşadığı Donetsk ve Luhansk bölgelerine soktu. Sonra Ukrayna’nın beşte birini işgal etti.
Dördüncüsü; Rusya-Ukrayna savaşı devam etmektedir. Bu savaş ile birlikte Rusya sınırında olan Finlandiya ve İsveç NATO’ya üye oldu. ABD’nin amacı, Rusya’yı bir taraftan Ukrayna savaşı ile yıpratmak, dar bir alana sıkıştırmak, sınırları dışına çıkmasına mani olmak, Çin ile ilişkilerini zayıflatmaktı. Diğer taraftan NATO üyesi devletlerin sayısını artırmak ve sınırlarını Rusya’nın kapısına dek genişletmekti. Yeni NATO üsleri de bu amaçla açıldı. Hedeflenen Rusya’yı sekteye uğratmak ve bölgeye hakim olmaktı. Bunun için ABD, İngiltere, Fransa gibi NATO paktı içinde olan devletler Ukrayna-Rusya savaşını körüklediler.
Beşincisi; ABD’nin planı bu savaş ile Çin-Rusya ilişkisini deforme etmek, birbirleriyle olan bağlarını koparmak, ilişkilerini sekteye uğratmaktı. Rus ve Çin devletlerini açıldıkları uluslararası alanlardan geri çekmekti. Buna karşın Çin ve Rusya da açıldıkları ülkelerde ve kıtalarda varlıklarını devam ettirmek ve daha geniş coğrafyalara açılmak hedefini önlerine koymuşlardı. Her ne kadar bu savaş ile ABD ve Avrupa devletlerinin yaptırımları, ambargoları Rusya’yı kısmen yıprattı, Avrupa tekelleri Rusya’dan ayrıldı, gelirleri azaldı ama Çin-Rusya ilişkileri koparılamadı. Çin-Rus ilişkilerini sürdürmeyi en önemli hedef olarak önlerine koydular. Böylece ekonomik, siyasi, askeri ilişkilerini devam ettirdiler. Güney Çin Denizi’nde askeri tatbikatlar yaptılar. Çin ve Rusya sınırları dışındaki ülkelerle ekonomik, siyasi, askeri bağlarını sürdürdüler. BRICS Zirvesi bu yılın Ekim ayının 22-24 tarihlerinde yapıldı. Çeşitli kıtalardan devletlerin en fazla katıldığı BRICS toplantısı bu yıl oldu. Kısacası Çin ve Rusya izole edilemedi. Sınırları dışında ekonomik, siyasi ve askeri bağlarını devam ettirdiler. ABD, tek kutup hedefini gerçekleştiremedi.
Altıncısı; ABD (ve NATO) açısından Ukrayna-Rusya savaşının bir diğer nedeni de Rusya’yı yıpratmak, Ortadoğu’dan askeri gücünü çekmek ve politik nüfuzunu zayıflatmaktı. Çünkü Ortadoğu’da yapılan saldırıda Rusya’nın boşluğu önemli rol oynamıştır. Bu duruma daha sonra ayrıntılı şekilde değineceğiz.
Günümüzde Rusya-Ukrayna Savaşı tüm şiddetiyle devam ediyor. Rusya, Kuzey Kore ilişkilerini daha geliştirdi. Kuzey Kore Rusya’ya asker ve silah gönderdi. Bizzat savaş içinde Rusya’dan yana yer aldı. Ayrıca Rusya ve Vietnam görüşmesi sonrası çeşitli alanlarda işbirliği ve stratejik ortaklığın derinleştirilmesi anlaşması imzalandı. Bunun ardından Ukrayna’dan, Rusya’ya ABD’nin izniyle uzun menzilli ATACMS füzeleri fırlatıldı. Hemen ardından Rusya’da, Ukrayna’ya ilk keza “Oreshnik” adlı orta menzilli ve Astrakhan bölgesinden uzun menzilli kıtalararası balistik füze gönderdi. Bu füzeler Ukrayna’nın kritik altyapısını ve sanayi tesislerini vurdu. Böylece Ukrayna’daki savaş uzun menzilli füzelerin gönderildiği savaş halini aldı. Gönderilen bu füzeler ile emperyalistler savaşın ritmini uzun menzilli füzelerin kullanıldığı aşamaya yükselttiler. Diğer taraftan hem birbirlerini yokladılar hem de dünya halklarını tehdit ettiler. Ayrıca ABD ve Rusya dışındaki İngiltere, Fransa, Almanya gibi emperyalist devletler de savaş çığırtkanlığı yapmaktalar. Amaçları -Rusya’ya karşı tavırlarını devam ettirmekle beraber- savaş fobisiyle kitleler üzerinde faşist kararlar ve uygulamaları daha artırmaktır. Kısacası günümüz böylesi bir uluslararası jeopolitik döneme evrilmektedir.
Diğer taraftan ABD’nin yeni başkanı Donald Trump göreve başladığında Rusya-Ukrayna savaşına son vereceğini, Rusya ile masaya oturup anlaşacaklarını belirtmiştir. Böyle bir anlaşma ihtimali göreve başladığında belli olacaktır. Eğer Trump’ın böyle bir niyeti varsa, bu amacın ardında yatan Rusya’yı Çin’den koparmak, yalnız bırakmak ve Çin’e daha elverişli koşullarda yüklenmek yatmaktadır. Ancak bu durum ileride netleşecektir. Böyle bir anlaşma birbirlerinden daha fazla taviz koparmayı ve daha çok kendi minvallerinde hareket etmeyi içerecektir. Ancak birbirleriyle savaşan iki emperyalistin böyle bir anlaşmaya gitme olasılığı gündeme gelse de 1991 ile 2000 başlarına kadar bir arada olan ABD ve Rusya’nın giderek birbirlerinden koptuğu ve günümüzde agresif hasım olduğu unutulmamalı. Her şeye karşın ABD-Rusya ilişkilerinin seyri yakın bir dönemde netleşecektir.
c) Ortadoğu Yeniden Dizayn Ediliyor
Uluslararası alanda devletler arası sorunların giderek daha derinleştiği ve daha agresif hal aldığı bölgelerden biri de Ortadoğu’dur. Bu bölge Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesiştiği noktada yer alır. Geçmişten günümüze tarihsel olarak önem arz etmiş bir coğrafya olan Ortadoğu, jeopolitik, ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan öne çıkan vasıflarını günümüzde de barındırıyor. Nitekim günümüzün hakim ekonomik yapısına gerek duyulan hammadde ve doğal kaynakların önemli bölümü bu bölgededir. Ayrıca bu coğrafya uluslararası alanda önemli stratejik ve politik vasıflara sahiptir.
Nitekim günümüzde Avrasya coğrafyasında sıcak ve soğuk savaşın giderek kızışması Ortadoğu’yu da etkilemiştir. Avrupa’da, Asya-Pasifik’te, Ukrayna-Rusya Savaşı’nda, Afrika’da, Latin-Amerika’da giderek kızışan durum, Ortadoğu’da had safhaya tırmanmış durumdadır. Nitekim 7 Ekim 2023’te Hamas’ın saldırısı sonrası, İsrail devletinin Filistinlilere karşı yaptığı baskı soykırıma dönüşmüş ve İran, Yemen, Lübnan, Suriye’ye yönelik saldırılarla Ortadoğu gergin bir döneme girmiştir. 27 Kasım 2024 tarihinde Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) tarafından başlatılan saldırılar 7 Aralık’ta Şam’da Beşar Esad yönetimi devrilmiştir. Böylece Ortadoğu yeni bir dizayn sürecine sokulmuştur.
Bu konuyu daha sonra ele alacağız. Bu duruma değinmeden evvel kısaca öncesi duruma ve gelişmelere göz atacağız.
Rusya’nın ve Çin’in yakın döneme kadar açıldıkları Ortadoğu’da çeşitli ülkelerle kurdukları ekonomik, sosyal ve askeri ilişkiler giderek dikkat çekiyordu. Rusya ilişki kurduğu ülkeler üzerinden enerji kaynaklarına erişme, Ortadoğu üzerinden kara ve deniz alanlarına açılma, askeri üsler kurma gibi hedefler üstlenmiştir. Nitekim Rusya, yakın zamana kadar Beşar Esad’ın başkan olduğu Suriye ve İran ile stratejik ilişkiler içerisindeydi. Diğer Arap devletleri ile de bağlar kurmuştu. Çin de geliştirdiği ekonomik, ticari ve siyasi ilişkiler ile Ortadoğu’da giderek etkin olmaya başlamıştı. Nitekim “Kuşak ve Yol Projesi”ni Ortadoğu’da da uygulamaya koymuştur. Öyle ki yapılan son BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), “Kuşak ve Yol Projesi” toplantılarına Ortadoğu’dan katılan ülkelerin sayısı giderek artmıştır.
Ayrıca Çin tarafından, Çin-Arap Devletleri İşbirliği Forumu düzenlenmiş ve bu forumda oluşturulan platform ekonomik işbirliği, enerji güvenliği ve bölgesel kalkınma üzerine kararlar alınmıştır. İsrail-Hamas sorunu ile ilgili geniş katılımlı konferans düzenlemiş, Arap devletleri ile bağlar kurmuştur. Ayrıca Suriye ve İran ile araları gergin olan Arap devletleri arasında diplomatik ilişkiler kurmuş, yapılan görüşmeler ile resmi temaslar sağlanmıştır. Ve bu ülkeler 2023’te açtıkları büyükelçilik ve konsolosluklar ile ilişkilerini geliştirmek kararı almışlardır.
Tüm bu gelişmeler ABD, İngiltere ve İsrail devletini rahatsız etmiştir. Çin ve Rusya’nın giderek batılı emperyalistlerin etkin olduğu bölgelere açılmalarına tahammül edemediler. Bunun sonucu yeni kararlar aldılar. ABD, Çin’in “Kuşak ve Yol Projesi”ne karşılık Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) projesini başlatma kararı aldı. Bu IMEC projesi, Hindistan’dan başlayan, Ortadoğu üzerinden Avrupa’ya bağlanan bir ticaret koridoru oluşturmayı içermektedir. Buna bağlı olarak askeri ve siyasi olarak da bölgeye müdahale etme ve kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etme ihtiyacı duydu. Öyle ki, ABD’ye en sadık devlet İsrail, Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesinde jandarma rolü üstlenmiştir.
Ve bu doğrultuda İsrail, ABD’nin ve İngiltere’nin desteği ile Ortadoğu’da bir takım ülkelere saldırıya geçti. Saldırıya uğrayan ülkeler, bölgeler ve yönetimler rakip emperyalistlerin etkinliği altındaydılar. Amaç onların etkisini yok etmek ve onları bölgeden bertaraf etmekti. Rakip devletlerin harekat sahasını kapatmaktı. Ortadoğu’ya kendi emelleri doğrultusunda müdahale etmek, kendi hükümleri altında vasat yönetimler oluşturmaktı. Böylece emperyalistler arası dünyanın diğer kıtalarındaki yeniden dizayn kavgası, Ortadoğu’da da giderek daha şiddetli hal aldı. Ve bu saldırılar ile bir dönemler askıya alınan ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) yeniden hızlandırıldı.
İsrail devleti saldırılarını gasp ettiği Filistin topraklarına yaparak başlattı. 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın yaptığı saldırıya karşılık olarak, İsrail tarafından “Demir Kılıçlar Operasyonu” adı altında başlattığı katliam günümüzde devam etmektedir. Gazze Şeridi’ne karadan ve havadan yapılan saldırılarla on binlerce Filistinli katledildi. Yüz binlerce Filistinli sakat bırakıldı. Evleri, okulları, hastaneleri, iş yerleri, camileri, yolları kısacası kaldıkları yerlerin çoğu bombalandı ve yerle bir edildi. Daha net bir deyimle geçen yüz yıldan beri bu saldırılara ve katliamlara maruz kalan Filistinlilere yönelik bu saldırı furyası, bir yıldan beri tekrar şiddetlendirilmiştir. 1950 yıllarında Filistinliler çoğunluğu oluşturduğu topraklarda bu saldırılar sonucu azınlığa düşmüşlerdir. İsrail devletinin bu saldırıları bir soykırımdır. Öyle ki, Filistinlilerin izleri mümkün mertebe silinmek istendi. Saldırılar Filistinlilerin yaşadığı Batı Şeria’ya da yapılmıştır. Bir dönemler Filistinliler çoğunlukta oldukları her bölgede katmerli katliamlara maruz kaldılar.
İsrail devletinin resmi doktrini, siyonizmdir ve siyonizmin temel hedefi “vaad edilmiş topraklarda bir Yahudi devleti kurmak”tır. Bu amaç doğrultusunda başta Filistin ulusu olmak üzere bölgede diğer ulusların yok edilmesine dayanmaktadır. Devletin pratiğine kumanda eden bu doktrindir. Kısacası, Filistin üzerindeki baskı ve saldırı furyasının devamlı gündemde olması bunun sonucudur. Amaç Filistinlilerin yok edilmesidir. Dolayısıyla Filistin ulusunun direniş ve mücadelesi haklı ve meşrudur.
Ancak bu saldırı ve katliamlar salt Filistin ile sınırlı kalmamıştır. Nitekim yakın dönemlerde İsrail, Ortadoğu’da bazı ülkelere karşı saldırıya geçti. 2023’teki Hamas saldırılarının akabinde İsrail’in yanı başında bulunan Yemen ile karşılıklı çatışmalar oldu. Yemen’deki Husiler ile İsrail arasında bu çatışmalar bölgedeki gerilimi giderek artırdı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu bu çatışmalardan sorumlu olarak devamlı İran’ı gösterdi. Yapacağı saldırıların gerekçesi olarak İran’ı ve birlikte hareket ettikleri Suriye’yi, Lübnan’daki Hizbullah’ı, Yemen’deki Husileri itham etti ve onları hedef olarak gösterdi. Bu devlet ve örgütlerin İran’ın stratejisi çerçevesinde örgütlenen “Direniş Ekseni”ni hedefleyerek bölgenin diğer ülkelerine de gözdağı verildi. Bölge ülkelerinin böylece aralarındaki sorunları devamlı gündeme getirerek yapacağı saldırılar için gerekçe oluşturmak istendi. İsrail’in saldırılarının arkasında 2004 yılında planlanan Ortadoğu’nun ve Kuzey Afrika’nın yeniden düzenlenmesini içeren BOP’ni tekrar canlandırmak yatıyor. ABD’ye göre mevcut durum buna elverişli hal almış durumda.
Çünkü Rusya, Ukrayna savaşı nedeniyle askeri güçlerinin önemli bölümünü Suriye’den çekmiştir. Dolayısıyla Suriye’de Esad yönetimi aleyhine boşluk oluşmuştur. Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya’nın İran ile de ilişkileri zayıflamıştır. Tüm bu gelişmeler Rusya-İran-Suriye ilişkilerini zayıflatmıştır. Ayrıca Lübnan’a yapılan saldırılar sonucu Hizbullah Suriye’den ayrılmıştır. Önleri daha açılmıştır. Dolayısıyla ABD ve İsrail açısından, Ortadoğu’nun kendi lehlerine yeniden dizayn edilmesi için elverişli koşullar oluşmuştur. Bunun sonucu Anglo-Sakson emelleriyle birlikte hareket eden ABD ve İngiltere emperyalistlerin savaş gemileri ve NATO üslerinin bölgede yer alması, İsrail’in yanında olması, İsrail’in saldırılarının koşullarını daha elverişli kılmıştır. Bunun sonucu ABD, İngiltere, Fransa, İsrail devletleri tarafından, Ortadoğu’ya kendi lehlerine yeniden çeki düzen vermenin planları yapılmış ve bu emellerle harekete geçilmiştir.
Bunun sonucu İsrail, Lübnan’a yaptığı hava saldırıları ile Hizbullah’ın merkezi olan Dahiye bölgesi ve Sur kenti başta olmak üzere birçok yeri vurdu. Örgüte bağlı binaları yerle bir etti. Daha çok güney ve doğuda Müslümanların yaşadıkları yerler hedef alındı. Yapılan saldırılarda çoğunluğu sivillerin oluşturduğu 4047 kişi öldürüldü. 17 bine yakın insan yaralandı. Ve bu saldırılar sonucu 150 bin kişi yerinden oldu, yüz binlerce kişi göç etti. Daha sonra Lübnan başkenti Beyrut ve diğer şehirler de bombalandı. Bu saldırılar sonucu Hizbullah önderliği büyük bir darbe aldı. Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah 30 Eylül’de öldürüldü. 8 Ekim 1923’ten beri Lübnan’a saldıran İsrail uçakları Hizbullah’ın birçok kadrosunu ve savaşçısını da vurdu. Böylece örgütün önderliği ciddi darbe aldı.
Ayrıca 17 ve 18 Eylül 2024 tarihlerinde Lübnan’da Hizbullah tarafından kullanılan telsizler, telefonlar ve çağrı cihazları İsrail tarafından patlatıldı. Toplam 42 kişi öldü, 3500 kişinin yaralanmasına neden oldu. Bu patlama ile Hizbullah’ın güvenlik kademesine darbe vuruldu. Bunun üzerine bütün iletişim cihazları imha edildi. Ve bu patlama Lübnan’da kaosa neden oldu.
Daha sonra kısmen toparlanan Hizbullah güçleri karadan Lübnan’a girmek isteyen İsrail güçlerine karşı savaştılar. Onlara füze ve silahlarla yanıt verdiler. İsrail askerleri karadan birkaç kilometre girse de esas darbeyi hava saldırılarıyla vurdu. 8 Ekim 2023’te başlayan saldırı 27 Kasım 2024’te yapılan anlaşmayla durduruldu. Ancak bu anlaşma zaman zaman ihlal edilmektedir. İsrail de belli kayıplar verse de bunlar açıklanmadı.
Ayrıca bu dönemler İsrail ile İran arasında karşılıklı saldırılar da oldu. İsrail, İran’ın askeri üslerine ve füze üretim tesislerine hava saldırıları yaptı. Bu saldırılarda İsrail tarafından İran’a insansız hava jetleri gönderildi. Ayrıca 1 Nisan 2024’te Şam’da İran Konsolosluğu’nu hava saldırısıyla vurdu. Bu saldırıda, İran Devrim Muhafızları’nın komutanı ve üst düzeydeki İran görevlisi öldü. 27 Eylül 2024’te Beyrut’taki İran Büyükelçiliğine yapılan saldırıda resmi yetkililer öldürüldü. 31 Temmuz 2024’te Hamas’ın siyasi büro başkanı İsmail Haniye, 31 Temmuz 2024’te İran’ın başkenti Tahran’da İsrail tarafından suikast sonucu öldürüldü. İran’da İsrail’e gönderdiği füzelerle yanıt verdi. En son 1 Ekim 2024 tarihinde İsrail’e 200 füze fırlattı. Ancak İran saldırıları daha çok savunma ve yapılan saldırılara cevap verme gerekçesiyle yapılmıştır. İsrail’in saldırıları saldırgan, provakatif, hasmını yıpratma ve diğer yerlerle ilişkilerini zayıflatma amacı gütmüştür.
Nitekim bu durum etkisini süreç içinde göstermiştir. Bunun sonucu Suriye saldırılarında İran edilgen kalmıştır. Tüm bu saldırılar sonucu İran’a bağlı İran Devrim Muhafızları Suriye’den çekildi. Bir dönemler Suriye’de etkin olan İran’a bağlı güçlerin aldığı darbe sonucu oluşan boşluk doldurulamadı.
Hizbullah da İsrail’in Lübnan’a yaptığı saldırılar üzerine Suriye’den çekildi. Bu durum sonucu Suriye’de güçler dengesi ABD, İngiltere ve İsrail lehine değişti. Tüm bu gelişmeler sonucu 13 yıl saldırı altında olan Suriye devleti askeri olarak zayıflamış, tahrip olmuş, ekonomik ve siyasi olarak altüst olmuş, moral motivasyon yok olmuştu.
Böylece Suriye en zayıf anında emperyalistlerin komutasındaki saldırılara maruz kaldı. İdlib ve çevresindeki El Kaide ve IŞİD artığı selefi cihatçı HTŞ örgütü önce Haleb’e saldırdı ve ardından da Şam’a yöneldi. Bu süreçte TC devletinin doğrudan komutasındaki Suriye Milli Ordusu (SMO) çetesi Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin (KDSÖY) denetimindeki bölgelere saldırdı. 27 Kasım’da saldırıya geçen HTŞ ve SMO çeteleri Suriye devletinden karşılık görmeden ülkeyi işgal ettiler. Önce Halep, Hama kentlerine giren HTŞ 8 Aralık’ta Şam’a girdi. Böylece resmi Suriye yönetimi yıkıldı.
HTŞ’nin İdlip’te önünü TC açtıysa da, esas direktif ABD ve İsrail’den geldi. Türkiye devletiyle HTŞ’nin elbetteki ilişkisi söz konusudur. Ancak HTŞ esas olarak ABD ve İsrail’in komutasında hareket eden bir çetedir. Çağdışı ve selefi cihatçı hedefleriyle emperyalistlerin güdümünde ve çıkarları doğrultusunda hareket eden bir güruhtur. Nitekim 1979-1989 yıllarında Afganistan ile Rus Sosyal Emperyalizmi arasındaki savaşta ABD tarafından oluşturulan El Kaide, Suriye’de El Nusra Cephesi adıyla yer almıştır. Kendisini kamufle etmek için son dönemler Suriye’de adını HTŞ olarak değiştirmiştir.
HTŞ, ABD’nin, İngiltere’nin, İsrail’in sevk ve idaresinde hareket etti ve onların komutasında Şam’a girdi. TC devleti de bu çeteye desteğini esirgemedi. Ve akabinde arkasındaki güçlerin öne sürdükleri geçici hükümet oluşturuldu. Güneyde İsrail’de zaten on yıllardır işgal altında tuttuğu Golan Tepeleri’nin diğer bölümlerini de ele geçirerek başkent Şam yakınlarına kadar ilerledi. Nitekim Şam’a 25 kilometre yaklaşmış durumdadır. Ayrıca İsrail savaş uçaklarıyla Suriye devletinin askeri alanlarını, uçaklarını, helikopterlerini, hava savunma sistemlerini, füze rampalarını, radarlarını, cephaneliklerini, araçlarını vb. bombaladı. Suriye ordusundan sağlam hiçbir şey bırakmadı. Suriye’deki ağır stratejik silahları yok etti. Böylece Suriye’nin geçmişten kalma askeri vasıflarını etkisiz kıldı.
Tüm bu gelişmelere rağmen HTŞ bırakalım İsrail’e karşı direnmeyi, bir cümleyle bile İsrail’e tepki göstermedi. Bütün bunlarla beraber emperyalistler ve uşakları tarafından HTŞ öne çıkarılmış durumdadır. Nitekim geçmiş yönetimin askeri ve sivil kurumları HTŞ’ye devredildi. El Kaide, El Nusra, Ahrari Şam, IŞİD vb. selefi cihatçı çetelerinden oluşan HTŞ lideri olan Colani (Ahmet El Şara) için yakın zamana kadar “terörden en çok arananlar” listesindeki 10 milyon dolar ödülü kaldırılmıştır. Ayrıca ona resmi statü verilmiştir. Burjuvazi günümüzde saldırgan ve ilhakçı karakteriyle beraber, gösterdiği iki yüzlülüğü, sahtekarlığı ile bu denli alçalmıştır.
TC devleti SMO üzerinden ve onlarla birlikte KDSÖY’in denetimindeki bölgelere saldırdı. Suriye Demokratik Güçleri (SGD) SMO saldırılarına karşı savaştı. Onların saldırılarına boyun eğmediler. Kürtlerin özgürlüğünü ve kendi kimliğiyle var olmasını bir türlü sindiremeyen TC devleti, Kürdistan’ın Rojava topraklarına direk kendileri de saldırdılar. Ancak TC’nin paramiliter örgütü SMO’nun saldırılarına karşı, SDG saflarında yer alan Kürtler, Araplar, Süryaniler, Ermeniler savaştılar. SDG, ABD’nin devreye girmesiyle Suriye’nin kuzeyindeki Tel Rıfat ve Menbiç şehirlerinden yönetimin sivillere devredilmesi şartıyla geri çekildiler. Ancak şehirlerin idaresinde sivil yönetimler yerine doğrudan SMO yer almıştır. Anlaşmaya uymayan SMO açıktan sivil insanlara, evlerine karşı saldırıya geçmiştir. Yaptığı saldırılarda ve operasyonlarda insanlar öldürülmüş, yaralanmış, evleri, mallar gasp edilmiştir.
İşgal edilen Suriye şehirlerinde Aleviler, Süryaniler, Ermeniler üzerinde de baskı ve saldırılar yapılmaktadır. HTŞ ve SMO tarafından etnik ve dini baskılar, saldırılar giderek tırmandırılıyor. İslam dininden olmayan insanlara giyim kuşamları ve yaşam tarzları üzerinde yaptırımlara gidilmektedir. Ki henüz bu baskı ve saldırılar daha Suriye işgalinin ilk günlerine tekabül ediyor. Önümüzdeki süreçte, geçmişteki pratiklerini göz önünde bulundurarak neler yapacaklarını tahmin edebilirsiniz.
Ayrıca Suriye’nin bölünme olasılığı gündemden düşmüyor. Çünkü HTŞ ortaçağın bağnaz ve agresif dini inancını öne çıkarıyor. İşgal ettiği Suriye topraklarındaki halka kendi ideolojik ve dini kurallarını dayatıyor. Şeriatı uygulayacağı ve herkesin buna uyması tehdidini yapıyor. HTŞ ve bu tehditler Suriye halkına ters düşmektedir. Ayrıca Alevi ve Hristiyan halk da HTŞ güdümünde yaşamaya karşıdır. Bu durum Suriye’nin güneyinde yer alan Dürziler için de geçerlidir. Kısacası ortaçağın zihniyeti ve ülkenin işgali Suriye’de çatışma ve bölünme ihtimalini gündeme getiriyor.
Bir diğer girişim de Rojava Kürtleri ile Güney Kürdistan Kürtlerinin görüştürülmesi üzerinedir. ABD ve Fransa’nın böyle bir girişim içinde olduğu iddiaları söz konusudur. Kürtler arasındaki çelişkilerin ve ayrışımların giderilmesi amaçlandığı belirtilmektedir. Elbette ki aynı ulusal kimliğe mensup Kürtlerin aralarındaki sorunlarını gidermesi ve bir araya gelmesi, birlikte hareket etmesi olumlu olacaktır. Kürtler kendi inisiyatifleriyle doğru ve kendi lehlerinde karar alabilirler. Kendi iradeleriyle bağımsızlığa tekabül eden tarihsel adım atabilirler. Ancak bu görüşme girişimleri emperyalistlerin inisiyatifinde olursa, onların sevk ve idaresinde yapılırsa, güdülen ve hedeflenen amaçlar -Kürtlerin çıkarlarından ziyade- emperyalistlerin mevcut konjonktürel çıkarları olacaktır. Kürdistan’ı geçmişte dört parçaya bölen emperyalistlerin, günümüzde Kürt sorununu yine emperyalist emellerle gündeme getirecekleri aşikardır. Bu gelişmeler ileride daha açığa çıkacaktır. Durum daha netleşecektir.
Ortadoğu’daki bu gelişmeler, emperyalistler arası yeniden dizayn mücadelesidir. Yapılan saldırılar, işgaller, katliamlar, baskı ve zulümler, darbeler emperyalist haydutların çıkar çatışmalarının sonuçlarıdır. Bu durumun külfeti, bedeli bölge halklarına çıkartılmaktadır. ABD, İngiliz emperyalistlerin güdümünde İsrail, TC devleti gibi müttefiklerin yaptıkları saldırıların, katliamların hedefi Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesidir. ABD emperyalizmi ve İsrail jandarmasının çıkarları doğrultusunda bölgenin yeniden dizayn edilmesi hedeflenmiştir. Tüm dünya çapında olduğu gibi, Ortadoğu’da da pazarların yeniden paylaşımı ve hegemonya kavgası bu denli çetrefilli bir dönemece girmiş durumdadır. Rus emperyalizminin önemli bir pazarı olan Suriye’yi ABD ve müttefikleri ele geçirmiş durumdadırlar. Suriye, ABD açısından ekonomik yanıyla beraber, stratejik, askeri ve politik bakımdan da önemlidir. Çünkü Suriye’nin ABD, İngiliz ve İsrail’in planıyla, TC rolüyle HTŞ tarafından işgali, bir yandan İsrail’i rahatlatmıştır, diğer yanıyla İran’ın ve Rusya’nın Ortadoğu sahasını daraltmıştır. Yapılan saldırılar ile Rusya ve İran’ın bölgeye yayılmasına set çekilmektedir. Akdeniz’e, Kızıldeniz’e açılan deniz sahalarını da daraltmaktadır. Ayrıca Suriye dışında Lübnan, Yemen gibi ülkeler de ABD ve İngiltere ile İsrail jandarmasının denetimi altına alınmış durumdadır. Bu saldırılar ve hamleler diğer bölge devletleri üzerinde yaptırım ve baskı unsuru olarak da kullanılacaktır.
Bir başka deyişle Anglosakson emperyalistler ve İsrail müttefiki bölgeye kendi lehlerinde çeki düzen vereceklerdir. Amaçları Rusya’nın ve İran’ın Ortadoğu’daki petrol yollarını kesmek, Azerbaycan’dan, Irak’tan ve Arap ülkelerinden çıkan petrolleri Amerika ve İngiliz tekelleri tarafından İsrail denetimindeki limanlar üzerinden dünya pazarlarına aktarmaktır. Diğer ham madde ve enerji kaynaklarını rakiplerinden arındırarak tümden kendi kontrollerine almaktır. ABD açısından en büyük hedef Çin’in “Kuşak ve Yol Projesi”ne engellemek, kendilerinin tasarladığı IMEC (Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomi Koridoru) projesini hakim kılmaktır. Bu projenin altyapını hazırlamak, pratiğe uyarlamak ve Çin ile Rusya’nın etkinliğini kırarak, katettikleri mesafeden arındırmaktır.
Elbette ki bu emperyalist emellerin politik ve askeri müdahaleleri de vardır. Yapılan işgaller, darbeler, katliamlar ve halklar üzerindeki diktatörlükleri bu emellerin, bu hedeflerin sonucudur. Nitekim ABD’nin başını çektiği emperyalist haydutlar ve İsrail Avrasya’nın önemli sacayaklarından biri olan Ortadoğu’yu askeri, siyasi, işgal ve darbelerle kendi denetimlerine almış durumdadırlar. Bu gelişmelerle Ortadoğu’nun jeopolitik yapısı böylesi bir hal almıştır. Ama emperyalistler arası pazar, sömürü ve hegemonya kavgası devam etmektedir. Ve daha zorlu dönemlere girilecektir.
Avrupa Birliği Emperyalistlerinin Durumu
Avrupa Birliği (AB) 450 milyonluk bir nüfus ile dünyanın önemli coğrafyalarından biridir. Sahip olduğu ekonomik kapasite ve pazar birliği önemli bir yerde duruyor. Ancak 27 üyeli AB içinde yer alan tüm üye ülkelerin aynı düzeyde bir gelişmişlik kapasitesine sahip olmadıkları da ayrı bir gerçektir. AB’nin motor gücü başta Almanya olmak üzere, Fransa, Hollanda ve İtalya sayılabilir. Diğer geri kalan üye ülkeler AB’ye bağımlı, yarı-sömürge ülke konumundadırlar. Ya da ekonomileri yeterli düzeyde gelişmemiştir.
Dünyadaki ekonomik kriz AB’yi de içine çekmiş bulunuyor. 2008’de ABD’de patlak veren emlak krizi dalga dalga tüm dünyayı etkilemiş, AB’de bundan azade olamamıştı. Pandemi ile birlikte artan ekonomik kriz atlatılamadı. 2022 ile birlikte ekonomik kriz hızlı bir yol alamaya devam ediyor. Avrupa Merkez Bankası (ECB) yayınladığı ekonomik raporunda “yıl sonuna kadar Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) büyüme oranı % 0.8 gibi oldukça düşük bir seviyede” kalacağı açıklandı. Bu veriler AB’nin ekonomik büyüme trendinin giderek düştüğünü ve bununda diğer emperyalist güçlerle rekabet gücünü zayıflattığını göstermektedir.
AB emperyalistleri bir yandan dünyada artan ekonomik krizinin kıtaya yansımasını en az seviyeye çekmeye çalışırken, diğer yandan rakipleriyle bir mücadele içinde, iç ekonomik sorunlarını aşamaya çalışıyor.
AB’nin en büyük yapısal sorunlarından biri yatırımların giderek düşmesidir. Bu düşüşün yıl sonuna doğru dahada artacağı öngörülmektedir. Büyüme oranın giderek düşmesinin nedenleri arasında iç pazardaki durgunluk, yüksek enflasyon ve alım gücündeki düşüş krizi daha da derinleştirmektedir. AB’nin motor gücü Almanya, Fransa gibi ülkelerde ekonomik durumun kötüleşmesi doğallığında diğer AB ülkelerini de olumsuz olarak etkilemekte, bu da krizi daha da büyütmektedir.
AB ekonomisi dünyadaki diğer büyük ekonomiler karşısında yeniden toparlanmaya çalışıyor. Çin, ABD ve yükselen diğer ekonomilerin teknoloji de yaptığı yenilikler, yapay zekanın kullanılması AB’nin rekabet gücünü aşağıya çeken nedenler olarak görülmektedir. Almanya hükümetinin teknolojik atılım ve daha az bürokrasi tanımı bununla doğudan ilintilidir.
Eski AB Merkez Bankası Başkanı Mario Fraghi’nin hazırladığı rapor AB’nin yapısal dönüşümünün kaçınılmazlığına dikkat çekmektedir. AB’nin küresel rekabet gücünü artırmak için yapısal reformlara ihtiyaç duyduğu belirtilen raporda, dijital ekonomi, yeşil enerji dönüşümü ve endüstriyel “inovasyon” (yenilikçi bir düşünce veya çözüm) gibi alanlarda atılacak adımların hızlandırılması gerektiğini vurgulayan Mario Fraghi; “AB’nin mevcut yapısal sorunları, ekonomik dinamizmini engellemekte ve büyüme potansiyelini sınırlamaktadır. Bu durum, AB’nin gelecekte ekonomik stratejilerinde daha proaktif (inisiyatif kullanma bn.) ve uzun vadeli çözümler araması gerektiğini” ortaya koyarak, birliğin yeni reformları acil olarak hayata geçirmesini belirtmektedir.
Bu reformların bazıları hayata geçirildi. Birlik içinde karar alma süreçlerini hızlandıran bazı değişikliklere gidildi. Bu adımın en önemli başlığı Avrupa Komisyonu’nun yapısında yapılan değişikliktir. Önceki uygulamada Avrupa Komisyonu’nun görev süresi Avrupa parlamentosunun süreleriyle örtüşmezken, son yıllarda yapılan bazı reformlarla iki kurumun çalışma süreleri uyumlu hale getirildi. Yeni değişiklikle birlikte komisyonun yapısı Avrupa Parlamentosu’nun taleplerine doğrudan yanıt vermekte ve çalışmalarına daha fazla katkı sunmaktadır.
Avrupa Komisyonu’nun yapısında en dikkat çeken yeniliklerden biri de “Savunma ve Uzay Komiserliği’nin” kurulmasıdır. Bu komiserlik, AB’nin güvenlik politikalarını belirmesinin yanında savunma “sanayi”sinin geliştirilmesine yönelik yeni stratejileri kapsamaktadır. Bu komiserliğin kurulmasında Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinden sonraya denk gelmesi, Rusya ve AB arasındaki çelişkinin doğrudan sonucu olarak AB’nin güvenlik politikalarını daha da öne çıkardı. Bu jeopolitik hamle Rusya’ya karşı oluşturulan blokun daha güçlendirmesine yönelik atılmış bir adımdır. Özellikle Baltık ve Doğu Avrupa ülkelerinden gelen temsilcilerin yeni stratejik komiserliklerin kilit noktalarına atanması dikkat çekicidir. Örneğin “Litvanya’dan bir temsilcinin Savunma Komiseri olarak atanması ve Finlandiya’dan bir yetkilinin Egemenlik, Güvenlik ve demokrasi portföyünden sorumlu başkan yardımcısı olarak görevlendirilmesi” bunun açık göstergesidir.
Bu aynı zamanda AB’nin savunma alanında daha fazla bir kapasiteye sahip olmasının doğrudan ihtiyacı olarak görülmektedir. Böylece AB’nin savunma alanında daha bağımsız hareket etme ve kendi askeri kapasitesini artırmayı hedeflemektedir. AB’nin yeni komiserliği, NATO içinde kendi lehlerine bir denge oluşturma ve ABD’ye bağımlılığı aşağıya çekmeyi de hedeflemektedir.
AB, yeni dönemde kendilerince büyük bir sorun olarak gördükleri göç sorununa da değişiklikler yapmış bulunuyor. Buna göre göçü daha fazla kontrol etmek için kurulan İçişleri ve Göç Komiserliği, AB’nin göç politikasını yönetmek ve göçle ‘başa’ çıkmak için üye ülkelere sorumluluklar yüklemektedir. Sınırların daha fazla kontrolü ve göçmenleri ilk geldikleri ülkelerde tutmayı hedeflemektedir.
AB’nin yeni dönem yapılanması içinde kurulan Tarım Komiserliği ile AB’nin tarım politikası doğrudan kurulan komiserlik üzerinden yürütülecektir. Tarımda rekabetin artırılması ve tarımın dahada modernize edilmesi hedeflenmektedir.
AB’nin yeni dönem değişikliği içinde kurulan Akdeniz Ülkeleri Komiserliği, AB’nin dış politikasındaki yeni stratejiyi yansıtmaktadır. Bununla AB’nin güney komşularıyla olan ilişkileri geliştirme ve bölgelerde güvenlik ve ekonomik iş birliğinin daha da geliştirilmesi hedeflenmektedir.
AB’nin yeni değişiklikleri AB emperyalistlerinin karşılaştığı yapısal sorunları çözme ve Birliğin küresel rolünü daha görünür hale getirmek için atılmış adımlar olarak görülmektedir.
AB’nin genel durumunun özeti böyleyken, AB’nin motor gücünü temsil eden Almanya, Fransa, Hollanda ve İtalya’da ekonomik kriz büyümeye devam ediyor.
AB üyesi olmasa da Avrupa kıtasında yer alan İngiltere’de ayrı bir değerlendirme konusudur.
Alman ekonomisinde de küçülme devam ediyor. Almanya Ekonomi Bakanı Robert Habeck, 2024 yıl sonu itibariyle Almanya ekonomisinin 0,2 küçüleceğini açıkladı. Avrupa Ekonomik Araştırmalar Merkezi (ZEW) Eylül 2024 verilerini açıkladığı raporunda “Almanya’da Mevcut Durum Endeksi ise eylülde önceki aya göre 7,2 puan düşerek eksi, 84,5 oldu. Endeksin eylülde Mayıs 2020’den beri en düşük seviyesine gerilediğini” açıkladı. Almanya da giderek düşen yatırımlar, artan faiz oranları ekonomik krizin bir resesyona dönüşme tehlikesini artırdığına dikkat çeken ekonomistler, bunun Avro Bölgesine yansımasının kaçınılmaz olduğunu vurgulamaktadırlar. Yapılan araştırmalarda Eylül 2024 itibariyle Avro Bölgesinde ekonomik gelişme 8,6 daha da azaldığını göstermektedir. Kasım 2022’de % 8.7’ye çıkan enflasyon, sonrasında belli oranda aşağıya çekildiyse de, 2024 yılının ilk aylarında % 2.5 olarak kaldı. İşsizlik de yükseliş 2024 yılı itibariyle % 5-6 bandında seyretmektedir.
Fransa, beklenen ekonomik büyüme ancak % 0.3 artış gösterdi. Fransa devletinin her yıl bütçe aşığı giderek daha da artmaktadır. 2023 yılında bütçe açığının % 5.5 olduğu vurgulanırken, bu açığın 2024 daha artacağı öngörülmektedir. E.Macron, bütçe açığının kapatılması için hükümetin tasarruf tedbirlerinin artırılması ve “kemer sıkma” politikaların devam edeceğini sık sık açıklamaya devam ediyor. Kitleler buna karşı büyük bir öfke duyarak sokağa çıktılar.
İngiltere ekonomisi de son 14 yılın en kötü dönemini yaşıyor. OECD’nin İngiltere ekonomisine ilişkin yayımladığı raporda, ülke ekonomisinin 2023 yılında ancak % 1.1 oranında büyüdüğünü, 2024’de bunun değişmeyeceğini yine % 1.1 oranında bir büyümenin beklendiği vurgulanan raporda, 2025 de ise ancak % 1.2 oranında bir büyümenin beklendiği vurgulanmaktadır. Ülkede enflasyonun % 3.7 bulması ile faizlerinde buna göre artacağı vurgulanmaktadır.
İngiltere’nin bu zayıf büyümesine karşı kapsamlı reformların yapılması gerektiği, ülke nüfusunun giderek yaşlandığı ve bununda ek maliyetler getirdiği, hükümetin “ekonomimizin temellerini düzeltmek için uzun vadeli kararlar almak zorundayız” açıklamasına karşın, İngiliz Ulusal İstatistik Ofisi’nin yaptığı açıklamada ise, ülke ekonomisinin bir büyüme göstermediği vurgulanmaktadır.
Savaş Tehlikesi, İngiltere ve AB Emperyalistlerinin Tavrı
Üçüncü bir emperyalist paylaşım savaşının baş kışkırtıcılarından biri de İngiltere’dir. İngiliz tekelci burjuvazisi ABD ile birlikte hareket ederek savaşın baş kışkırtıcıları arasında yer almaktadır. Bölgesel savaşların çıkartılmasında, Rusya’ya karşı oluşturulan anti-Rusya blokunun içinde en aktif rol oynayan güçlerden biri de İngiltere’dir.
AB içinde Alman emperyalizmi kendisini şimdilik savaşa hazır görmüyor. Silah ve ordusu savaşa hazır olmayan Almanya, ancak beş yıl içinde savaşa hazır olacağını kendi Genel Kurmay Başkanı üzerinden açıkladı. Bu, Alman emperyalizmin barışçıl bir ülke olduğu anlamına gelmiyor. Almanya I. ve II. Emperyalist Savaşı doğrudan çıkartan bir ülke olarak, yeni bir savaşta yer alma, dünyanın yeniden paylaşımında kendisine düşen payı almaktan geri kalmayacaktır.
Avrupa ülkeleri silahlanmaya dev bütçeler ayırıyor. Almanya resmi olarak bütçenin % 2’si zaten ayrılıyordu. Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra Almanya resmi olarak tek bir hamlede 100 milyar Euro daha silahlanmaya ayırdı. Kamuoyunda belli tepkiler oluştu. Kitlelerin tepkisini çekmemek için gerçek rakamı tam vermedikleri tahmin edilmektedir. Silahlanmaya ayrılan bütçe artışını diğer ülkeler izledi. Eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauili Ninistö, Avrupa’nın askeri hazırlığına ilişkin sunduğu raporda; dünyanın “giderek karmaşıklaşan krizlere” karşı daha “proaktif” (mevcut koşulların sonucunu değiştirmek için inisiyatif) alması gerektiğini AB emperyalistlerine rapor sunduğu basına yansımış durumdadır.
Sauili Ninistö, ABD’de seçim yapılmadan önce “AB’nin üzerine düşeni yapmaya hazır olduğunu” ABD’ye bir mesaj olarak göndermesi gerektiğini raporuna eklemeyi ihmal etmedi. Sauili, “bloğun şu anda yedi yıl içinde yaklaşık 7 trilyon eoru değerinde olan bütçesinin yaklaşık yüzde 20’sini güvenlik ve krizlere hazırlık için harcaması gerektiği”ni yazdı. Sauili Ninistö, “Şu anda AB bütçesinden savunma harcamaları için sağlanan fon, stratejik bağlam, ışığında ihtiyaç duyulanın altındadır” diyerek silahlanmaya daha fazla bütçe ayrılmasını rapor ederek, saldırıya uğrama durumunda Avrupa Birliği’nin net bir plana sahip olmadığına dikkat çekmektedir.
Bunu tamamlayan bir açıklamada Ocak 2024 tarihinde Alman Savunma Bakanı Boris Pistorius’un Der Tasesspiegel gazetesine verdiği bir demeçte dile getirdikleri olmuştu. Alman Savunma Bakanı Boris Pistorius, “Putin’in bir gün bir NATO ülkesine saldırabileceğini hesaba katmak zorundayız” açıklaması ile yaklaşan savaşta kendi rollerini ortaya koymaktadır.
Avrupa Birliği ülkelerinde iç faşistleşmedeki hızlı yükseliş, emperyalistlerin bir savaş durumunda kendi arka bahçelerini hangi güçlerle sağlama alacaklarını göstermektedir. İtalya, Hollanda Macaristan, İspanya, doğrudan faşist partiler iktidara getirildi. Avusturya da hükümeti kurma görevi faşist partiye verildi. Hükümete gelmeseler de Almanya, İsveç, Fransa ve Danimarka ve Polonya’da ise ırkçı faşist partiler her seçimde oylarını yükseltmektedirler.
Avrupa’da kazanılmış demokratik haklar her fırsatta tırpanlanmaktadır. Polis yasaları genişletilmekte, yürüyüş ve gösterilere kısıtlamalar getirirken, devrimci ve ilericiler üzerindeki baskılar giderek genişlemektedir.
Göçmen politikası tersine bükülerek, göçmenleri geri yollama, başvuruları kabul edilmeyenlerin hemen sınır dışı edilmesi işlemlerinin hızlandırılması için yeni yasalar çıkartılmaktadır. Barınma yerlerinde kalan göçmenlere verilen yardımlar kesilmekte ve sınır kontrolleri daha da artırılmaktadır. Tüm partiler her seçim döneminde göçmeleri hedef göstererek seçim konusu yapmaktan geri kalmıyorlar.
Avrupa’da gelişen kriz, kitlelerin yoksullaşması, artan baskılar, yasaklar ve iç faşistleşmenin artmasına karşı sınıfsal mücadele geri bir konumdadır. Avrupa genelinde işçi sınıfının öncüsü partilerin olmaması, var olanların etki alanlarının çok sınırlı olması, toplumsal mücadelenin geri olmasının nedeni olarak görülmelidir.
Avrupa’da işçi sınıfı, sınıf ve örgütlenme bilincinden ciddi derecede yoksundur. Sınıf bilinci ve örgütlenmenin hak, özgürlükler ve siyasal iktidar mücadelesindeki önemini bilince çıkarmış değildir. Bu bilinci onlara taşıyacak olan gerçek işçi sınıfının partileridir ve bu iddiada olan devrimci hareketlerdir. Proleter devrimci hareketlerin bu görevini layıkıyla yerine getirememeleri, sınıf ve emekçiler içindeki etkilerinin zayıflığını beraber getirmektedir.
Sonuçta işçi sınıfı üretimdeki yerini grev ve direniş silahını gereğince kullanamamaktadır. Mevcut sendikalar çok uzun yıllardır sarı sendikalaşmışlardır. Bürokratlaşmış, yozlaşmış ve tekelleşmişlerdir. Bütün bunlara rağmen son dönemlerde işçi ve emekçilerin hayat pahalılığı karşısında yaşam koşullarının gerilemesi, sendikaların toplu sözleşmeleri sıfır zamlarla imzalaması ve birçok fabrikalarda işten çıkarılmalara karşı işçi sınıfının grev silahını kullanmaları önemli bir adımdır. Almanya’da, İngiltere’de, İtalya’da, Hollanda’da, Yunanistan’da, İspanya başta olmak üzere; metal işçileri, sağlık, ulaşım, eğitim emekçilerinin ve tarım alanındaki grevler gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. İtalya ve Fransa’da bazı grevler yasaklanırken, Fransa’da sarı yelekliler olarak bilinen grevciler yasakları delerek Avrupa’da direnişin sembolleri oldular.
Yeni Bir Emperyalist Paylaşım Savaşı Tehlikesi
Tüm bu veriler “…dünya kapitalizminin ağır bunalımının ve artan istikrarsızlığın bütün işaretleri…”ni göstermektedir. (Stalin, Seçme Eseler, cilt 10, s. 243, İnter)
“Ve nihayetinde ‘Sürüm pazarları uğruna sermaye ihracı için pazarlar uğruna, bu pazarlara giden deniz – ve karayolları uğruna’, dünyanın bir kez daha yeniden paylaşılması amacıyla azgın bir mücadele sürüyor.” (age, s. 254)
Emperyalist kapitalizmin içinde bulunduğu bu durumu değerlendiren 2. Kongremiz şu yaklaşımı ortaya koymuş durumdadır.
“1) Dünya ekonomik krizi dalgası giderek genişlemektedir. Devrevi kriz 2008 yılında başladı. Kriz kısa süreliğine yönetilmeye çalışılsa da emperyalist sistem krizi bir bütün olarak atlatabilmiş değildir. Paylaşılmış pazarların yeniden paylaşılması, enerji, hammadde kaynakları ve taşıma yollarının ele geçirilmesi ve güven altına alınması, pazarlara ulaşım yollarının denetlenmesi kısaca pazarların yeniden paylaşılması mücadelesi derinleşmektedir. Kapitalist/emperyalist ülkeler arasındaki rekabet, hakimiyet ve üstünlük mücadelesi hızından bir şey kaybetmeden devam etmektedir.
2) Gelinen aşamada emperyalistler arası bloklaşma ve saflaşma daha da belirgin hale gelmiştir. İngiltere, ABD ve Avrupa Birliği bir blok, Çin sosyal emperyalizmi, Rus emperyalizmi bir diğer bloku oluşturmaktadır.” (2. Kongre Kararları, Komünist 79)
Kapitalizmin/emperyalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi onun temel bir yasasıdır. Emperyalist dünyadaki bu dengesiz ve sıçramalı gelişme, yeni güç “dengeleri” ortaya çıkarır. Sonradan yeniden toparlananlar ve hızla gelişenler öncekilerin ve en büyüklerinin dünya pazarlarına egemenliğini zorlar ve onların pazarlarına girmek, yeni pazarlar ele geçirmek ister. Önceki egemenler pazarlarını kaptırmamaya, dahası yenilerini engellemeye çalışır, sonradan hızla gelişenler de kendilerinden öncekilerin elinde bulundurduğu pazarlara girmeyi ve ele geçirmeye çalışır. Hammadeler, enerji ve taşıma yollarını ele geçirme veya söz sahibi olmaya, gümrük duvarlarını aşmaya, nüfus alanları üzerine hakimiyet sağlamaya çalışır. Emperyalistlerin oluşturdukları kurumlarda (BM, BMGK, G-7, G-20 vb) siyasal olarak çözemeyince aralarında güce göre dünyayı askeri olarak yeniden paylaşım savaşı kaçınılmaz olur. Ve Lenin yoldaşın belirttiği gibi ‘emperyalizm var olduğu müddetçe emperyalist savaşlar kaçınılmazdır.’
II. Emperyalist Paylaşım Savaşında, sadece paylaşım savaşını çıkaran emperyalistlerin değil, yanı sıra başta ABD, İngiltere, Fransa olmak üzere bütün emperyalistlerin esas emeli sosyalizmin ana yurdu olan SSCB’ni ortadan kaldırmak, bütün ülkelerde komünist hareketi ezmek, yok etmek ve en azından ağır yenilgiye uğratmaktı. Başta SSCB olmak üzere 3. Enternasyonal bunu gördü. Tıpkı 1. Paylaşım savaşı öncesi 2. Enternasyonal’in Stuttgart Kongre kararları ve 1912 Basel Kongre Manifestosu’nda savaşa karşı aldıkları tavrın gereğini yapmaya çalıştıkları gibi.
Sonradan savaş başlama arifesinde bazı partiler dönekleşse de 1. Paylaşım Savaşının bitiminden on sene geçmeden Stalin’in Komünist Enternasyonal’in 6. Kongresi’nde, emperyalist ekonomilerin içine girdiği krizi tahlil etmesi ve dönemin emperyalistlerinin II. Emperyalist Savaşına doğru gittiklerini görerek; emperyalist bir savaşı önlemek için komünistlerin hem bulunduğu ülkelerde, hem uluslararası alanda emperyalist savaş ve faşizme karşı işçi sınıfı ve en geniş kitlelere bilinç götürme hem de emperyalist savaş ve faşizme geçişleri önlemek için ve onlara karşı en geniş ittifaklar kurma görevleri koydukları ve bu yönlü yoğun faaliyet yürüttükleri sürece benzer bir durum söz konusudur.
Bugün yine emperyalist paylaşım savaşına doğru gidiliyor ama komünist ve devrimci hareket geçmişin öngörü, uyanıklık ve devrimci misyonunun gereklerinin yerine getirmenin çok gerisinde olduğunu ifade etmek gerekir.
Kısacası mevcut durumda, süreğen krizini çözemeyen emperyalist ülkeler süreçlerini savaşla çözme yönünde attıkları adım hızlanmıştır. Dünya emperyalist paylaşım savaş tehlikesi giderek artmaktadır. Emperyalist güçler askeri olarak her geçen yıl silahlanmaya ve savaşa daha fazla ağırlık vererek hazırlanmaktadırlar. Faşist partilerin iş başına gelmesi, ırkçılığın giderek tırmanması, yabancı ve göçmen düşmanlığının artması, demokratik ve sosyal haklarda gidilen sınırlandırma, anti-demokratik yasaların peşi sıra çıkartılması savaşa hazırlık olarak okunmalıdır. Bazı Batı Avrupa ülke yöneticileri ve genel kurmaylarının savaşa hazır olma söylemleri boşuna olmadığını görmek gerekir.
Parti 2. Kongremiz ayrıca emperyalist paylaşım savaşının baş kışkırtıcılarının ABD ve İngiliz emperyalistleri olduğunu tespit etmiştir. 2. Kongre kararlarında; “Dünyadaki ve Ortadoğu’daki gelişmeler açık olarak göstermiştir ki savaşın baş kışkırtıcısı ABD ve İngiliz emperyalizmdir” denilmektedir. (age) İsrail siyonist devleti harekete geçirenler de bu emperyalist güçlerdir.
Parti 2. Kongremiz bu nesnel durum karşısında; “emperyalist savaşa karşı dünya çapında ve kıtalarda anti-emperyalist cephelerin kurulması komünistlere, devrimci ve tüm savaş karşıtı güçlerin önemli gündemlerinden biri haline gelmiştir” tespitini yapmaktadır.
Bütün gelişmeler şunu göstermektedir ki, ABD ve İngiliz emperyalizmi dünyanın en saldırgan güçlerindendir. Bu iki güç yeni bir emperyalist paylaşım savaşının baş kışkırtıcılarıdır.
Bu iki emperyalist güç başta olmak üzere emperyalistler yeni bir paylaşım savaşına hazırlandıklarının işaretlerini vermektedir. Bu işaretlerden birisi de emperyalistlerin silahlanma yarışıdır. Emperyalistlerin “silahlanma harcamaları”na baktığımızda emperyalist tekellerin rekabetinin sadece ekonomik alamda değil askeri alanda da sürdüğü görülmektedir. Ortaya çıkan tablo emperyalist tekellerin rekabetine paralel olarak askeri alanda da giderek artan bir rekabetin varlığıdır. Dünya çapında nükleer savaş başlıklarındaki artış nedeniyle dünyadaki yaşamın “en tehlikeli dönem”lerden biri içinde olduğu bizzat burjuvazinin kendi kurumları tarafından bile ifade edilmektedir. (SIPRI: Nükleer Savaş Başlığı Sayısı Artıyor, En Tehlikeli Dönemlerden Birine Sürükleniyoruz: BBC Türkçe)
Silahlanma Yarışı, Nükleer Silahlar ve “Atom Fetişizmi” Üzerine:
Çeşitli emperyalist ülkelerin sahip olduğu nükleer silahlanma ve atom bombasının bir paylaşım savaşını önlemede frenleyici bir oynadığı tezi hala güçlüdür. Aslında bu tez yenide değildir. 1956 yılında Sovyetlerde Birliği’nde iktidarı ele geçiren Kruşçev revizyonistlerinin ünlü tezleri arasında yer almaktadır.
Uzunca bir alıntı pahasına da olsa nükleer silahlanma ve nükleer silahların savaşı önleyebileceği tezi üzerinde duralım. Dönemin modern revizyonistleriyle komünistler arasında yaşanan “Polemik”te bu teze dair şu ifadeler kullanılmaktadır: “Savaş ve barış konusunda SBKB yöneticilerinin ortaya koyduğu teorinin özünü, nükleer silahların ortaya çıkmasının, her şeyin, bu arada sınıf mücadelesinin yasalarını da değiştirdiği tezi oluşturmaktadır. SBKB Merkez Komitesi şöyle diyor: ‘Bu yüzyılın ortalarında yaratılan nükleer silahlar ve roket silahları, daha önceki savaş anlayışlarını tamamıyla değiştirmiştir.’ Bu silahlar, bu anlayışları nasıl değiştirdiler? SBKB yöneticilerinin görüşüne göre, nükleer silahların ortaya çıkışı ile, haklı ve haksız savaşlar arasında artık fark yoktur. Onlar şöyle diyor: ‘Atom bombası… sınıf farkı tanımaz’., ‘Atom bombası … emekçilerle emperyalistler arasında ayrım yapmaz, her tarafı mahveder ve bu şekilde de yıkılan her tekelciye karşılık milyarlarca işçinin ölümüne neden olur.’ SBKB yöneticilerinin görüşüne göre, nükleer silahların ortaya çıkışı ile, boyunduruk altındaki kitleler ve ezilen halklar devrimden vazgeçmek, haklı devrimci halk savaşlarından ve ulusal kurtuluş savaşlarından kaçınmak zorundadırlar, yoksa bu savaşlar insanlığı yok edecektir. Onlar şöyle diyorlar: ‘herhangi bir küçük ‘yerel savaş’, dünya savaşını alevlendiren bir kıvılcım olabilir’ ve ‘Bugün herhangi, bir savaş, başlangıçta sıradan, nükleer olmayan bir savaş olarak çıkmış olsa bile, yıkıcı bir roket ve atom savaşına dönüşebilir’ Bu ise, ‘kendi Nuh gemimizi, yeryüzümüzü yok etmek’ demektir.’
SBKB yöneticilerinin görüşlerine göre, sosyalist devletler emperyalist nükleer şantaj ve savaş tehditleri karşısında direnmemeli diz çökmelidirler. Kruşçev şöyle diyor: ‘Hiç kuşkusuz, savaşlara kaynaklık eden kapitalist sistem, eğer termo-nükleer bir dünya savaşı emperyalist manyaklar tarafından başlatılırsa, bu sistemin kaçınılmaz olarak yok olmasına yol açacaktır. Ama, termo-nükleer bir dünya felaketi, sosyalist ülkelere, tüm dünyada sosyalizm mücadelesine bir yarar getirecek midir? Ancak, olgulara bilinçli olarak gözlerini kapayanlar böyle düşünebilirler. Marksist-Leninistler ise, komünist uygarlığın, dünya kültür merkezlerinin yıkıntıları üzerinde, çöle dönmüş ve nükleer serpinti ile zehirlenmiş topraklar üzerinde inşa edileceğini öneremezler. (…)
Kısacası SBKB yöneticilerinin görüşüne göre, atom silahlarının ortaya çıkması ile, sosyalist kamp ile emperyalist kamp arasındaki çelişki, kapitalist ülkelerde proletarya arasındaki çelişki ve ezilen uluslar ile emperyalizm arasındaki çelişkilerin tümü ortadan kalmıştır. Bugün artık sınıf dünyada sınıf çelişkileri yoktur.” (Polemik, s. 314)
Nükleer silahlanma yarışının ve dahası nükleer başlıklı bombaların günümüzde yeni bir paylaşım savaşını engelleyeceği yaklaşımı günümüzde de vardır. Aksine emperyalistler nükleer silahlanmayı yeni bir paylaşım savaşı için gerçekleştirmektedirler. Rakip emperyalist güçleri alt etmenin bir aracı olarak kullanmaktadırlar. Dolayısıyla nükleer silahlanma ve atom bombası enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarını korkutmamalıdır. Aksine emperyalist sistemin insanlık ve dünya üzerindeki bütün canlılar için bir tehdit unsuru ve dolayısıyla mücadele edilerek yıkılması gereken bir sistem olduğunun gerekçesi yapılmalıdır.
Atom silahları insanlık için büyük bir tehlikedir. Bir dünya savaşında emperyalist güçler birbirlerine üstün gelmek için atom silahları kullanmaları durumunda dünyanın yok edilesi ya da önemli bir bölümünün yok edilmesi tehlikesi fazlasıyla vardır. Atom silahlarının kullanılması canlı varlıkların tümden ya da büyük bir bölümünün yok edilmesi demektir. Atom silahlarının kullanıldığı yerlerde; hayvan ve bitki türleri yok olacağından, bunların bir kısmı ya bir daha varlık göstermeyecek ya da yeniden canlanmaları çok uzun sürecektir. İnsan varlığı açısından da aynı tehlike fazlasıyla vardı. Atom tehlikesi ve onun yaratıcısı emperyalizm dünya üzerinde yok edilmedikçe bu tehlike devam edecektir. Atom silahlarının varlığı büyük bir tehlikedir diye, emperyalizme karşı mücadele etmemek bir teslimiyettir. Atom silahı insanlık için büyük bir tehlike olması, insanlığı tümden korkutmamalıdır. Kitlerin gücü atom silahlarını da yenmeye yeterlidir. İşçi sınıfı ve ezilen halklar örgütlenir, önce kendi ülkelerindeki burjuvaziyi, sonra da tüm dünyada emperyalistler yener, sınıfsız ve sınırsız bir dünya yaratırlarsa, dünyamız tüm tehlikelerden azade edilmiş olacaktır.
Emperyalist Savaş Tehlikesine Karşı Görevlerimiz
Bugün açısından dünya barışını koruma diye bir politikamız olamaz. Dünya üzerinde sosyalist bir kamp söz konusu değildir. Koruyacağımız sosyalist bir devlet ve kamp olmadığına göre dünya barışını korumak kapitalist emperyalist sistemle barış içinde onlara dokunmadan yaşamak anlamına gelir. Tersine emperyalizmi ve onların uşaklarını yok etmek için dünyanın tüm coğrafyalarında mücadeleyi yükseltmemiz gerekmektedir.
Bugünün dünyasında ne sosyalist bir kamp ne de sosyalist bir devlet yoktur. Bu durumda dünya işçi sınıfının ve ezilen halkların kapitalist ve emperyalist sistemle ‘barış içinde bir arada yaşama’ sorunu diye bir sorunu da yoktur.
Ekim Devrimi sonrası ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası sosyalist kampın olduğu süreçlerde ‘barış içinde bir arada yaşama’ politikaları vardı. Bu, emperyalizmi yok edene kadar zorunlu bir duraktı: “Lenin’in ortaya koyduğu barış içinde bir arada yaşama politikası, iktidara gelmiş olan proletaryanın onunla çeşitli toplumsal düzenlere sahip devletler arasındaki, ilişkileri düzenlendiği bir politikadır. Lenin, hiçbir zaman barış içinde bir arada yaşama politikasını, bir sosyalist devletin dış politikasının tüm içeriği yapmamıştır. Açık bir biçimde, tekrar, tekrar, bir sosyalist devletin en temel politika ilkesinin proleter enternasyonalizmi olduğunu belirtmiştir.” (Polemik, s. 336)
Stalin de Lenin’in “barış içinde bir arada yaşama” politikasına sıkı sıkıya bağlı kaldı. Stalin: “Kapitalist ülkelerle olan ilişkilerimizin temeli, birbirine taban tabana zıt iki sistemin yan yana var olmasını mümkün görmemizdir.” Devamla “… kapitalist ülkelerle barışçıl ilişkileri ayakta tutmak, biçim için vazgeçilmez bir görevdir.” Stalin bundan başka şunları da söylüyordu: “Kapitalist ve sosyalist sistem arasında barış içinde bir arada yaşama, her iki tarafa işbirliği arzusu var olduğu, üstlenilen yükümlülükler kararlılıkla yerine getirildiği, diğer devletlerin eşitlik ve içişlerine karışmama ilkelerine saygı gösterildiği zaman, tümüyle olanaklıdır” diyordu. (Polemik, s. 338)
Mao Zedung ise bu konuda; “1949 Eylül’ünde Çin Halkının Politik Danışma Konferansı tarafından kabul edilen Ortak Program’da, gerekse daha sonra 1954 eylülünde Ulusal Halk kongresi tarafından kabul edilen Çin Halk Cumhuriyeti Anayasa’sında açık bir biçimde barışçı bir politikayı belirledik. Çin Hükümeti 1954 yılında barış içinde bir arada yaşamanın bilenen Beş İlke’sine önayak oldu. Bunlar şöyleydi: Toprak bütünlüğüne ve egemenliğine karşılıklı saygı, karşılıklı saldırmazlık, içişlerine karşılıklı karışmama, eşitlik ve karşılıklı çıkar, barış içinde bir arada yaşama, Çin, 1955 yılında Bandung Konferansında Asya ve Afrika ülkeleriyle birlikte, Beş İlke temelinde On İlke tespit etti” demektedir. (Polemik, s. 350)
“Barış içinde bir arada yaşamak” politikası sosyalist bir blokun olduğu bir dönemde geçerli olabilir. Ezilen ve köleleştirilen işçi sınıfı ve ezilen uluslar için “barış içinde bir arada yaşama” politikası bugün için söz konusu olamaz. Günümüz açısından işçi sınıfı ve ezilen halkların temel görevi emperyalizmi ve uşaklarını yıkarak kendi egemenliklerini kurma göreviyle karşı karşıyalar. İşçi sınıfı ve ezilen uluslar hiç de emperyalizmle “barış içinde yaşama” politikası izlemezler, bunu zaten yapmazlar da.
Dolayısıyla günümüz açısından komünistlerin temel görevi emperyalist bir savaşı önlemek için çalışmak, emperyalist bir paylaşım savaşı önlenemediği koşullarda “kendi burjuvalarına” karşı savaşı büyütmektir.
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı öngünlerinde Stalin yoldaşın şu ifadeleri komünistler açısından somut bir perspektif sunmaktadır: “Görev, Avrupa’nın bütün ülkelerinde yeni bir savaş tehlikesi alarmı vermek, kapitalist ülkelerde işçi ve askerlerin uyanıklığını artırmak ve kitleleri burjuva hükümetlerin yeni bir savaş örgütlemek için giriştikleri bütün ve her türlü girişimi tam donanmış olarak, devrimci savaşla karşılamaya hazırlamaktır, hiç durmaksızın hazırlamaktır.
Görev, yeni bir savaş tehlikesinin ‘bir kuruntu olduğunu’ söyleyen işçileri pasifist yalanlarla uyutan, burjuvazinin yeni bir savaşa hazırladığını görmezlikten gelen işçi sınıfı hareketinin bütün liderlerini teşhir etmektir, çünkü bu kişiler, savaşın işçileri hazırlıksız yakalamasını istemektedirler.” (Stalin, cilt 9, s. 258, İnter)
Üçüncü emperyalist paylaşım savaşının tehlikesi giderek artmaktadır. Savaşı engelleyebilecek, savaşın çıkmasını imkansız kılacak mücadele güçleri hızla örgütlenirse savaşı önlemek mümkündür. Mao Zedung, 13 Haziran 1950’de kitlelerin siyasi bilinci yükseltilir ve “eğer bütün Komünist Partileri, birliğin mümkün olduğu bütün barış ve demokrasi güçleri ile birleşirlerse ve daima bu güçleri daha da genişletmeyi göz önünde bulundururlarsa, yeni bir dünya savaşı önlenebilir” diyordu. (Polemik, s. 307)
Yine Komünist Enternasyonal’in 6. Kongresi’nde: “Avrupa ülkelerindeki komünistler, işçilerin en acil talepleri için günlük mücadeleyi; iktidar için, burjuvazinin devrilmesi için -ve ancak en önemli ülkelerde burjuvazinin devrilmesi yoluyladır ki emperyalist savaşlar önlenebilinir.- Açık bir mücadele noktasına dek keskinleştirmeyi başaramasalar bile yine de bu mücadelenin emperyalizme karşı verilen kavga ile birleştirilmesi, işçilerin faaliyetini hatırı sayılır ölçüde kuvvetlendirecek ve burjuvazinin savaşa hazırlanmasını da, girişmesini de hatırı sayılır ölçüde zorlaştıracaktır” denilmektedir. (Savaşa Karşı Mücadele ve Görevlerimiz, K. Enternasyonal 6. Dünya Kongresi, s. 11, Cihan Yayınları)
Komünistler savaşın tüm yükünün işçilerin ve emekçilerin sırtına yüklendiğini bilirler. Bu bilinçle hareket eden komünistler, emperyalist savaşlara karşı kararlı bir mücadele yürüterek, emperyalist savaşı bir devrimle önlemeye çalışırlar.
Komünistlerin görevlerinden biri de burjuvazinin savaş hazırlıklarını deşifre ederek, bunu kitlelere göstermesidir. Komünistler burjuvazinin savaşın haklı ve kaçınılmaz olduğu söylemlerini teşhir etmekle görevlidirler.
Komünistler, I. ve II. emperyalist savaşın yarattığı yıkımı kitlelere aktarma ve kavratma göreviyle karşı karşıyadırlar.
Emperyalist bir savaşı önlemde komünistlerin fabrika çalışmalarında öncelikle metal sanayi, kimya sanayi, silah sanayi ve ulaştırma gibi burjuvazinin bel kemiğini oluşturan yerlere yoğunlaşmalıdırlar.
Komünistler, savaşın genel bir grevle önlenemeyeceğini bilirler, ancak, genel grevin savaş karşı güçlü bir taktik olduğunu da kabul ederler. Diğer kitle eylemlerinin yanı sıra, kitle hareketlerinin en üst biçimi olarak genel grevin son derece önemli olduğunu da kabul ederler.
Paylaşım savaşında orduların gıda ihtiyaçlarını tedarik eden tarım işçileri ve köylülük içinde çalışarak, anti-savaş çalışmalarına ağırlık verilmelidir.
Komünistlerin bir diğer görevi de gençlik içinde çalışma olmalıdır. Özellikle sanayi gençliği içinde çalışmayı esas almak, ancak bununla yetinmemek; burjuvazinin gençliği eğittiği askeri okullarda da çalışmalıdır.
Komünistler, kadınların savaşta önemli bir güç olduğu bilinciyle hareket etmelidir. Savaş sırasında kadınların savaş sanayinde çalıştırılmasına karşı, komünistler kadın örgütleri vasıtasıyla kadınlar arasında çalışmalar yürütmelidirler. Bu çalışma savaş tehlikesinin baş gösterdiği günümüzde, daha da önem kazanmış durumdadır.
Komünist Enternasyonal emperyalist savaşa karşı komünist partilerin politikasını şu şekilde özetlemektedir: “Komünist Partileri bütün çalışmalarını, emperyalist savaşa karşı mücadele için kitleleri hazırlama, kazanma ve örgütleme merkezi görevine tabi kılmalıdırlar. Proletaryanın ve emekçilerin genel olarak sömürünün ve baskının yoğunlaşmasına karşı mücadelesi-ücretler, çalışma saatleri, vergiler, kiralar, sosyal hizmet, siyasi hakları, iş kazaları ve faşist tehdidin yoğunlaşması, konularında- bu mücadeleler de ortaya çıkan taleplerle sınırlandırılmamalı, emperyalist savaş politikalarına karşı kararlı bir mücadele ile birleştirmelidir.” (Savaşa Karşı Mücadele ve Görevlerimiz, K. Enternasyonal 6. Dünya Kongresi, s. 25, Cihan Yayınları)
Komünist partilerinin bir diğer görevi de partiyi savaş koşullarına göre örgütlemeleridir. İllegaliteye geçme, tüm çalışma alanlarında hücreler kurma, haberleşme ve basın çalışmasını buna göre örgütlemeyi sağlamları gerekmektedir.
Üçüncü emperyalist paylaşım savaşının kuvveden fiile çıkması durumunda nereye evrileceği sorusu komünistler açısından önemlidir ve yanıtlanması gerekir. Bu konuda Lenin yoldaşın şu ifadeleri yararlı olabilir: “Savaş her ne denli hiç kuşkusuz, yalnızca onların (emperyalistlerin bn.) yararına da olsa ve onlardan başka kimseyi zenginleştirmese de, kapitalist aç gözlerin kötü niyetinden doğmamıştır. O, dünya kapitalizminin bir yarım yüzyılı tarafından, bağ ve ilişkilerin sonsuz çokluğu tarafından yaratılmıştır. Sermaye iktidarı devrilmedikçe, iktidar bir başka sınıfa, proletaryaya geçmedikçe, kendini emperyalist savaştan çekip çıkartmak olanaksızdır, zorla dayatılmamış demokratik bir barış elde etmek olanaksızdır.
Şubat -Mart 1917 Rus devrimi, emperyalist savaşın iç savaş durumuna dönüşmesinin başlangıcını gösterdi. Bu devrim, savaşın durdurulmasına doğru ilk adımı attı. Savaşın durdurulmasını, yalnız ikinci adım -iktidarın proletaryaya geçişi- sağlayabilir. Bu bütün dünyada ‘cephenin yarılması’nın –sermayenin çıkarları cephesinin yarılmasının– başlangıcı olacaktır ve proletarya, ancak bu cepheyi yararak insanlığı savaşın korkunçluğundan kurtarabilir, ona sürekli bir barışın iyiliklerini sağlayabilir.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yayınları, s. 50)
Savaşın önlenemediği koşullarda, başlayan bir savaşın iç savaşa dönüştürülmesi ya da savaşın en kısa zamanda bitirilmesi için çalışmak temel politika olmalıdır. Komünistlerin emperyalist savaşa karşı yürüttüğü mücadele, pasifist ve hümanist çevrelerin “savaşa karşı mücadele”sinden farklıdır. Komünistler ise savaşa karşı mücadeleyi sınıf mücadelesinden ayrı ele almazlar. Komünistler burjuva iktidarların iş başında olduğu sürece emperyalist savaşların kaçınılmaz olduğu bilinciyle hareket ederler.
Tarih bize emperyalizm var olduğu müddetçe savaşların kaçınılmaz olduğunu gösterdi. İki dünya savaşını çıkartan emperyalistler, üçüncü bir emperyalist savaşa hazırlanıyorlar. Buna hazırlanalım!
****
Makaleyi PDF Dosyası Olarak İndirmek ve Okumak İçin Tıklayınız