DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM!

DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM

İçinden geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinde emperyalistler ve işbirlikçileri saldırganlıklarını ve iç çelişkilerini gizlemek için yazılı ve görsel medyaları vasıtasıyla ilerici güçleri, dünya halklarını tam bir ideolojik bombardımana tuttular. Bu ideolojik bombardımanın argümanları ya da değişmeyen sözcükleri “tek kutuplu dünya”, “yeni dünya düzeni”, “ideolojiler öldü”, “barış”, “küreselleşme” vb. gerçeği çarpıtan, gizleyen yalanlardı.

Oysa sınıf savaşımı hükmünü sürdürüyordu. Yani ezen ezilen çelişmesi, toplumsal değişimin motoru olan sınıf savaşımı gerçeği, emperyalizmin doğasında var olan saldırganlık, haksız savaş kışkırtıcılığı tüm bu demagojik söylem arasında varlığını devam ettiriyordu. Şöyle bir hafızamızı yoklarsak emperyalistlerin “yeni dünya düzeni” masalını gündemleştirdikleri 1990 başlarından bu yana başını ABD emperyalizminin çektiği bir kısım emperyalist haydudun Irak halkına, Yugoslavya halkına yönelik gerçekleştirdikleri katliamı görüyoruz. Yani tarih, Orta-doğu ve Balkanlarda haksız savaşlara tanıklık etmeye devam etti. Emperyalistlerin kendi çıkarları için uyguladıkları “böl-parçala-yönet” politikası Balkanlarda, Ortadoğu ve Kafkaslarda sürdürülen bölgesel savaşlar “küreselleşme aşaması” ile değiştiği iddia edilen emperyalizm değişmediğini gösterdi. “Küreselleşme” emperyalizmin doğasında vardır. Lenin bu gerçeği şu saptamasıyla ifade ediyordu: “Dünyayı aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birlikler oluşmuştur. Kapitalist büyük güçler tarafından teritoryal paylaşımı tamamlanmıştır.” Sermayenin küresel bir boyut kazanması yeni değil eski bir olgudur. Son süreçte yaşananlar, emperyalistlerin talan ve sömürü politikasının yeni gelişmelere ve koşullara uygun olarak yapılandırılmasıdır.

İki şey önemlidir: Birincisi hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. Her şeyi bütünüyle eski kalıplar içine hapsederek ele alamayız. İkincisi; emperyalizmin niteliğinde, özü ve başlıca eğilimlerinde temel bir değişiklik yoktur.

İkinci ile başlarsak; bugün kapitalizmin temel özellikleri ve onu tekelci aşamaya ulaştıran unsurlar, olgular ve daha da önemlisi bugün giderek öne çıkan eğilimleri Marksizm’in kurucuları Marks, Engels tarafından sonraki gelişimi de Marksizm’in sürdürücüleri tarafından ve özellikle de Lenin tarafından ortaya konmuştur. Mars’ın, kapitalizmin doğası, onun üretim ilişkilerinin ilk aşamasındaki serpilişinden çöküşüne dek olan süreç hakkında kapitalde ortaya koyduğu temel çizgiler ve sunduğu bilimsel analiz, günümüzde de, bütün kapitalizm sürecinin en parlak betimlenmesidir.

Üretim araçlarının merkezileşeceği ve emeğin toplumsallaşacağı, sermayenin yoğunlaşmasıyla dev tekellerin doğacağı Marksistlerce çok önceden görülmüştü. Bugün, şunu söylemek kesinlikle abartı değildir: Lenin yoldaşın emperyalizmi tanımlarken ortaya koyduğu temel özellikler sosyal pratikte daha da yerli yerine oturmuştur.

Bugün üretimden kopan yani spekülatif bir karakter kazanan uluslararası sermayenin, çürümüş ve asalak bir tablosunu Lenin yoldaş çok önceden ana hatlarıyla çizmişti. Dün söylenenleri kısaca özetlersek: “…. Emperyalizmin baştan gelen ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakasının üretimden kopuşunu daha da arttırır ve deniz aşırı bazı ülkelerin ve sömürgelerin emeğinin sömürüsü ile yaşayan ülkenin topuna asalaklık damgasını vurur. …. Rantiyelerin elde ettiği gelir, dış ticaret gelirlerinden hem de dünyanın en büyük ticaret ülkesinin dış ticaret gelirlinden beş kat daha fazladır. Emperyalizmin ve emperyalist asalaklığın esası budur işte!…”

Tam da bu ifadeler gösteriyor ki, yukarda ifade ettiğimiz gibi, bugün yeni olan, Lenin tarafından ortaya konan gerçeğin yerli yerine oturmasıdır. Bu gerçeği göremeyenler, temel özelliklerin derinleşmesi anlamında yaşanan değişimden hareketle emperyalizmin niteliğinin değiştiğini iddia edenler emperyalistlerin kiralık kalemşörleridir ve bu kalemşörlerin ortaya saçtığı zehirden etkilenen oportünist ve revizyonistlerdir.

“Emperyalizm varoldukça emperyalist savaşlar kaçınılmazdır” Marksist-Leninist-Maoist tezi, dün olduğu gibi bugün de gerçekliğini koruyor. Keza emperyalistler arası Pazar dalaşı, silahlanma savaşı ve kutuplaşma tüm hızıyla devam ediyor. Ve bugün çelişkilerin ve çatışmaların en yoğun olduğu bölgeler enerji kaynaklarının  en yoğun olduğu bölgelerdir: Ortadoğu ve Kafkaslar.

RSE’nin çöküşü ile birlikte ABD öncülüğünde “tek kutuplu dünya”dan söz edenler, emperyalistler arasındaki pazar rekabetini inkar edip demokrasi nutukları atanlar bilimsel sosyalizmin çözümleyici yasaları karşısında yine mahkum oldular. Çünkü ‘emperyalizm’ demek rekabet ve siyasal hakimiyet demektir. Çünkü ‘emperyalizm’ demek haksız savaş kışkırtıcılığı ve demokrasi düşmanlığıdır. Lenin yoldaş, Kautsky ile yürüttüğü polemiklerde bu gerçeği şöyle dile getiriyordu: “Ortaçağa kıyasla muazzam bir tarihsel ilerleme anlamına gelen burjuva demokrasisi; her zaman dar, sınırlı, sahte, ikiyüzlü, zenginler için bir cennet, sömürülenler, yoksullar için bir tuzak, bir aldatmacadır.”

“Küresel demokrasi”, “insan hakları” ve zenginlikten söz  eden emperyalistler, içinden geçtiğimiz yy.ın son çeyreğinde Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarda yaratılan tüm haksız savaşların mimarı, “insan hakları” ihlallerinin baş aktörleridir. Sömürge, yarı-sömürge ülkelerdeki faşist diktatörlüklerin akıl hocaları ve baş destekçileri yine bu emperyalist haydutlardır.

Yine, emperyalist tekeller arasındaki rekabet kutuplaşmayı kaçınılmaz kılıyor. Bir yanda ABD’nin başını çektiği ve İngiliz emperyalizminin içinde yer aldığı kutup, diğer yanda Alman ve Fransız emperyalizminin yön verdiği Avrupa Birliği cephesi. Ve diğer bir cephe ise; Çin-Rus ittifakı (bu ittifakın kendine has özellikleri vardır).

Bugün dünyada artan ekonomik ve siyasi kriz, yalnız emperyalist tekeller arası rekabeti kızıştırmıyor, aynı zamanda krizin yol açtığı yoksulluk, işsizlik, sosyal hakların budanması emperyalist merkezlerde toplumsal huzursuzluğa da yol açıyor. Son yıllarda artan küreselleşme karşıtı kitlesel hareketler bunun en somut örneğidir.

Tüm bu gelişmeler aynı zamanda emperyalist krizin giderek daha da derinleşmesine yol açıyor. Ve emperyalistlerin bugüne kadar krizi çözmek için yaptığı tüm hamleler esasta başarısız kaldı.

Ne özelleştirme, ne sınırsız serbest piyasa, ne gümrük duvarlarının kaldırılması ve ne de sıcak paranın hisse senedi, borsa, repo, hazine bonosu, devlet tahvili vb. ile para sermayenin dünya üzerinde dolu dizgin at oynatması kapitalizmin krizini çözüyor! Çözemiyor, çözemez de… Ne tekelci sermayeye sağlanan onca olanak, ne giderek çöküşe giden borsa, ne serseri mayın gibi dolaşan sıcak para ve ne de Daimler/Chraisler örneğindeki gibi şirket evlilikleri kapitalizmi krizden çıkaramıyor. Tüm bu arayışların mantığı krizi sürdürülebilir çizgide tutup, kontrollü yönetmektir. Bu yönetmede aslolan da sermayenin emeğe, mazluma, güçsüze saldırısıdır.

Hiç şüphesiz bu saldırılar daha da çok yönlü ve kapsamlıdır. Özellikle ABD’de yaşanan “11 Eylül saldırıları”yla birlikte terörizm demagojisi ile ezilen halklar cephesinde anti-emperyalist, özelde ABD karşıtı tepkiye karşı emperyalistlerin ve suç ortaklarının terörü arttı/artıyor. Yani karşı-devrimci güçler “11 Eylül saldırıları”nı uyguladıkları ve uygulayacakları terörün maskesine dönüştürdüler. Ki bu saldırıların ABD’nin direk veya dolaylı planı olması çok yüksek bir ihtimaldir.

Şu açık ki, emperyalistleri ve işbirlikçilerini bu karşı-devrime sürükleyen gerçek olgu, içinde bulundukları ekonomik-siyasi krizdir. Bu krizin ciddi bir toplumsal huzursuzluğa yol açacağını öngören emperyalistler “anti-terör yasaları” ile militarizme kilitlenmekteler. Son süreçte Avrupa merkezli küreselleşme karşıtı hareketlere karşı uygulanan şiddet, uygulanan militarist politikanın daha da güçleneceğinin habercisidir. Elbette ki, çıplak zor olayın bir boyutudur. Avrupa ve ABD merkezli olarak giderek artan ırkçılık, şovenizm, yine işçi sınıfının ağır bedellerle kazandığı sosyal hakların birer birer budanması, var olan hak ve özgürlüklerin sınırlarının giderek daha da daraltılması, bize, yaşanan krizin çapını ve emperyalistlerin bu krizi hangi yöntemle “çözmeye” çalışacaklarının işaretini de vermektedir.

Hiç kuşkusuz her şey karşıtıyla vardır. Emperyalizm merkezli küresel sömürü, küresel karşı-devrimci terör halkların küresel tepkisine ve öfkesine yol açıyor. Avrupa merkezli küreselleşme karşıtı gösteriler, farklı uluslardan kitlelerin, anti-kapitalist ya da kapitalist sistemin yarattığı sonuçlara tepki duyan kitlelerin buluştuğu merkezler haline geldi.

Bu protesto gösterilerine katılan protestocuların hepsi kapitalizme karşı değil, önemli bir kesimi kapitalizmin bazı sonuçlarına karşıdırlar. Yani ideolojik şekillenişleriyle/duruşlarıyla sistem dışı değil sistem içi hareketlere dahidirler. Gerçek olan budur. Diğer bir gerçek ise; bu objektif tablo devrimci ve komünist hareketler için ortaya iyi olanaklar sunmaktadır. Enternasyonalist proletaryanın ve emekçilerin devrimci mayalanmasının olanakları doğmakta ve güçlü bir anti-emperyalist mücadele mayalanmaktadır. Devrimci ve komünist güçler birleşik bir anti-emperyalist mücadele perspektifi ile var olan bu tabloyu devrim lehine çevirme görevi ile yüz yüzedir.

Emperyalizm ve Krize Dair

Emperyalist kapitalist sistemin bugünkü bunalımının başlangıcı 1960’li yılların sonudur. 1970’li yıllarda kapitalist sistem yeni  bir aşırı üretim krizine girmiş ve bu kriz öncekilerden farklı olarak uzun yıllar devam etmiştir. Son yirmi yıl içerisindeki tüm politikalar bu krizin etkilerini zayıflatmaya, krizin neden olacağı yıkıma engel olmaya ve bununla birlikte toparlanmaya yöneliktir. Sonradan küreselleşme olarak adlandırılacak finans sermayenin dünyanın her noktasına anında ulaşabilme yeteneği kazanması, tekellerin dünyanın en ücra bölgelerine dahi ürün pazarlaması, tüketimin teşvikini amaçlayan araçların hızlı gelişimi vb. sürecinin oluşumu da bu krizle ilgilidir; yarı-sömürgelerde uygulanan politikalar da yine bu aşırı üretim krizinin etkilerini kırmaya, krizin bu ülkelere ihracına ve bu sayede krizi toparlanma, ayağa kalkma sürecine dönüştürmeye yöneliktir. Bugün yaşananları kapitalist ekonominin bu aşırı üretim krizi ile açıklamamak, çözümü, kesinlikle kapitalizm ile sınırlamak ve devrimci olma özelliğini de kazanamamak/yitirmektir.

Başkan Mao emperyalizmin hareket yasasını ‘saldırı-yenilgi-toparlanma-saldırı ve yine yenilgi, yok olana dek’ olarak açıkladığında tam da bugün yaşananları açıklıyordu. Bu, emperyalizmin asalak, çürümüş  karakterinin de net bir açıklamasıdır. 1990’lı yılara gelindiğinde “toplumun bir bütün olarak, kapitalizmin sürekli gelişimiyle ileriye gittiği”ni açıklayanlar aynı zamanda asalak ve çürümüş kapitalizm olan emperyalizmi de göklere çıkarıyorlardı. Belki de bu yüzden burjuva ideologlar çoğu kez küreselleşme’yi ya da Globalizm’i emperyalizmin yerine kullanarak nefret duyulan devletleri ilerici, geliştirici göstermeye aşırı önem verdiler… Oysa, sömürü ve talan üzerine kurulu bu ekonomik sistem, ilerici hiçbir özelliği kalmadığı gibi her türlü ilerici hamlenin de açık ve sınır tanımaz düşmanıydı. 1900’lerin başlarından beri ve son yirmi yıllık süreç de bu gerçeği hiçbir yanılgıya yer vermeyecek kadar açık göstermiştir. “Gelişme”, “ilerleme”, “tarihin sonu”, “sınıf savaşının sonu”, “bilgi çağı” vb. olarak takdim edilen tüm gelişmeler açlığı, yoksulluğu, asalaklığı, çürümüşlüğü geliştirdi; tüm veriler sermayenin daha az sayıda kapitalistin eline geçtiği ve zenginliklerinin arttığını, fakirlerin sayısının arttığını ve maddi olanaklarının azaldığını göstermektedir ve bu tabloyu veren eğriler aynı yönde sürekli ilerlemektedir. Her kriz anı bu eğrilerin ileriye doğru sıçramasıyla somutlaşmaktadır. Hiçbir ülke yirmi yıl öncesiyle kıyaslandığında daha adaletli, daha özgür, daha güvenlikli ve daha aydınlık değildir. En gelişmiş ülkelerde sosyal adaletsizlik, işsizlik en ileri seviyelere varmış bulunmaktadır. Ve aynı derecede yoksul ve işsiz olanların öfkesi de yoğundur.

Krizin ilk yıllarında yarı-sömürgelerde birikmiş sermaye gelişmiş kapitalist ülkelere yöneldiğinde yarı-sömürgeler “sürdürülemez bir ekonomi” gerçekliğiyle  karşı karşıya kaldılar ve bu sürecin faturasını ağır ödediler. Tam askeri yönetimlere kadar varan bu sürecin ekonomik çöküşleri de içerdiği unutulmamalıdır. Gelişmiş ülkelerin birikmiş yoğun sermayeyi kendi merkezlerine çekmeleri krize karşı gösterilen ilk tepkiydi ve çözüm değildi. Aşırı üretimin giderilmesi kar hadlerinin yüksek tutulması ile mümkün görünmüyordu. Ancak kar hadlerinin düşük olması, sonuçta kapitalist için  yıkımdır ve bu yönelime girilemezdi. Bu, ekonominin yapısal bir sorun ile karşı karşıya olduğunu gösteriyordu. 1980’lere gelindiğinde yeni bir iktisadi yönelimin benimsendiği ve hatta tüm dünyaya dayatıldığına tanık olduk. Geri bıraktırılmış ülkelerde direnenler, başkalaşıma ayak uydurmayanlar/uymakta zorlananlar darbelerle alt edildiler ve kurulan askeri diktatörlüklerle her türlü muhalefet bastırılarak yeni model, şiddet ağırlıklı olarak uygulanmaya başlandı. Türkiye’de yaşanan tam da budur.

Tekelci kapitalist devletlerin birikmiş mali-sermayelerini bulundukları merkezlere çekmeleri ateşten kurtulmaydı. Ancak bu yetmezdi, sermaye yeniden ve daha üst düzeyde gerçekleştirilmeliydi. Merkezlere çekilen birikmiş sermayenin buralarda bunu başarması mümkün değildi, çünkü aşırı üretim sorunu vardı. Birikmiş mali-sermaye bu dönemde yarı-sömürgelere yöneltildi ve bu ülkeler bu aşama ile birlikte ciddi bir borç yükü altına girdiler. Çürümüş kapitalizm bu aşamadan sonra dünya çapında ortak bir eğilim geliştirdi. Tüm dünyada uygulamaya sokulan “neo-liberal” ekonomi, yarı-sömürgelerin bu ekonomiye uyarlanması ve bu eksende “ithal ikameci” modelin yerine “ihracata dayalı gelişme” modelinin  onay görmesi bu döneme aittir. Bu bir politik tercih değil çürümüşlüğün zorunlu bir durağıdır. Tekelci kapitalizmin tüm dünyaya dayattığı bu “yeni” model, sıkışmış ve kendini gerçekleştirme olanağı daralmış sermayenin spekülatif kazanca yönelmiş karakterinin ekonomik varoluşudur. Kapitalizmin bu krizi aynı zamanda yeni bir toparlanma sürecine de işaret ediyordu ve işte bunun en belirgin araçlarından biri de yarı-sömürgelere giydirilen bu “dünya piyasasına açılma” kıyafetiydi. Bu açılmanın, öyle olmadığı halde, tamamen emperyalist tekellerin talan politikasının meşruluğu için eşitsizleri eşit gösterme, tekelci sermaye ile komprador sermayeyi rakip gösterme, emperyalizmi “üretime” “zenginleşmeye” “serbest rekabete” “ilerlemeye” teşvik eder gösterme olduğu çok zaman geçmeden görüldü. Turgut Özal patronluğunda, TSK korumasında, yeni bürokratların yol göstericiliğinde ve emperyalist mali kuruluşların reçeteleriyle bağımlı ekonomi tekellerin bu toparlanma sürecine yem olarak sunulmuştu.

EmperyaLizm ve Yarı-sömürgeler

Emperyalizmin yarı-sömürgelere ve aynı kategorideki ülkemize yüklediği görevler var. Emperyalistler, bizim gibi ülkelere hemen her alanda yoğun bir talan politikası dayatıyor. Bu politika, ülkemizin tüm kaynaklarını emperyalizm tarafından sınırsızca kullanılmasına olanak sağlayacak yeni ekonomik koşulların yaratılmasını, yarı-sömürge ülke zenginliklerinin, gelir kaynaklarının talan edilmesini, sömürülmesini, gaspını içermektedir.

Emperyalist güçler adına bu düzenlemeyi koordine eden (düzenleyen) ve denetleyen güçler IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütüdür. Amaç tektir: Emperyalist sultanın çıkarlarını emperyalizmin dayattığı programda işlemek; ekonominin kumanda merkezlerini denetim altına almak, ekonomik ve mali tabana dayalı, derinleşerek ekonomik ve mali sistemi kilitleyen krizi “sürdürülebilir kriz” olarak kontrol altına alarak yönetmek ve kendi yaşamsal çıkarlarını güvence altına almak.

Hatırlanacağı gibi; 24 Ocak kararlarına dek ekonomi, “ithal ikameci” model üzerinde yürüyordu; tekelci (uluslararası) kapitalizmin tüm yarı-sömürgelere olduğu gibi bize de, özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra dayattıkları model buydu. Devlet eliyle desteklenen sanayinin dışa bağımlı kapitalist bir çizgide bir ölçüde geliştiği, önemli bir birikimin bağımlı sanayiye temel sağladığı doğrudur. Fakat, yarı-sömürgelerde yıllarca uygulanan bu “ithal ikameci” kalkınma modeli buralarda belli bir kapitalist gelişmeyi sağlasa da, özü itibariyle ve esas olarak emperyalizme bağımlılığı, yarı sömürgeciliği pekiştirdi.

24 Ocak kararlarının uygulanmaya başladığı 1980’li yıllarda, bu model yerini yeni bir modele bıraktı: İhracata dayalı gelişme modeli. Bu model “neyin varsa sat” modelidir.

Son yirmi yıldır uygulanan ve şimdilerde son sınırına varan bu modelle yirmi yıl önce iki haneli rakamlarla ifade edilen borçlar üç haneli rakamlara tırmanmış bulunuyor; ülke, eşine rastlanmadık borç-faiz sarmalı ile bunalımının en derinini yaşıyor. Ve üstelik son birkaç yıldır giderek azıtan bir mali kriz yaşanmakta.

Kapitalist dünya piyasası, frenleyici engellerinden kurtulmuş uluslararası sermayeye teslim edilmiş durumda. Bu arada kapitalist-emperyalist sistemin bir parçası durumundaki Türkiye için de durum aynıdır. “Yeniden yapılandırma” süreci ile tekelci sermayenin çıkarlarını sağlama almayan her şey, her ilişki biçimi, her ekonomik-örgütsel-geleneksel şekilleniş yeniden biçimlendirilip değiştirilmek isteniyor. Bunun için özelleştirme saldırısı pervasızca sürdürülmekte, gümrük duvarları kaldırılmakta, tekelci sermayenin dış hareketindeki tüm engeller yok edilmektedir.

Bunun anlamı; toplumsal üretimin emperyalistlerin üretim fazlalılığına ve iç pazarın ihtiyaçlarına göre ayarlanması ve ekonomik liberalizmin getirdiği serbestiyle iç kaynaklarımızın emperyalist tekellere peşkeş çekilmesi/ hiç pahasına satılması (transferi), emeğin artı-değer, faiz, kar vb. biçimler altında daha da insafsızca sömürülmesidir. Bunun anlamı; iç ekonomik süreçlerin, uluslararası sürecin hizmetinde sözde “verimlilik” çizgisinde tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesidir. Bunun anlamı, kapitalist emperyalist ülkelerin (merkezlerin) çözemediği krizin yarı-sömürge ülkelere (çevrelere) ihraç edilerek hafifletilmesidir. Bunun için de ilk elden yapılması gereken özelleştirme ile KİT ve benzeri kuruluşların devlet kapitalizmi niteliğine son vermek ve bu alanları sermayenin özelleştirilmiş hareket alanı haline getirmek ve bu eksende  devleti her alanda küçültmektir. Ekonomiden ulaşıma oradan eğitime ve sağlığa ve hatta savunmaya dek her alanda özelleştirme politikası uygulanmakta ve bu en hayati alanlar bile tekelci sermayenin yönetimi, gözetimi ve denetimine sokulmaktadır. Bu, köleleştirmedir. Bu, dizginsiz bir boyun eğdirmedir. Yalnızca iktisadi teslimiyet değil, aynı zamanda siyasal, askeri ve bunun da ötesinde sermayenin kültürel boyun eğdirmesidir.

İşçiye, emekçiye, memura, küçük esnafa dayatılan yıkımdır; sosyal yıkımı da katlanılamaz biçimde içeren çok yönlü bir yıkım. Bu, özelleştirme üzerinden kitlesel işsizlik ve işsizliğin yaygınlaştırılması, sermayenin dış hareketi ve devlet korumacılığının bitirilmesi üzerinden kırsal nüfusun ve dolayısıyla tarımın yıkımı, IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleriyle memurun yıkımı, esnaf ve küçük işletmecinin iflası, zincirlerinden boşanmış uluslararası sermayenin baskısı ile ülke pazarının talanıdır.

Yeniden yapılandırma dış ödemeler açığını kapatılamaz hale getirmiştir,  bütçe açığı ve faiz/borç sarmalı derinleşmiştir. Kemal Derviş ile kontrol altına alınmaya çalışılan kriz, IMF’nin  ülkenin başına Yeniden yapılandırma ile sardığı krizdir.

Öte yandan yeniden  yapılandırma ile tekelci (uluslar arası) sermaye ve batılı emperyalist devletlerin birikmiş borçlarının aksatılmadan zamanında ödenmesi de IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kuruluşların öngördüğü ekonomik reçeteyle güvence altına alınmaktadır. Bu kuruluşlar sermayenin dış hareketindeki herhangi bir düzensizliğe meydan vermeyecek biçimde ekonomiye müdahale ediyor ve emperyalist sermayenin giriş  ve çıkışta güvenceli, rahat dolaşımını sürdürmesini düzenlemektedir.

Devlet, yeniden yapılandırma siyasetinin neden olduğu saldırılara karşı gelişecek muhtemel direnişleri, grevleri, işgalleri, toplumsal muhalefeti, sınıf hareketlerini de zor araçlarıyla etkisizleştirmeye dönük yapılandırılmıştır. Devlet, yeniden yapılandırma programının uygulanması karşısındaki direniş odaklarını ezmek ve bastırmak için öteden beri tam bir zaptiye görevi üstlenmiş haldedir.

Emperyalizmin bugün tepe noktası görülen “küreselleşme” ile dayatılan “yeniden yapılandırma” politikaları yalnızca ezilenlere, emeğe karşı değil, aynı zamanda birkaç düzine uluslararası tekelin daha küçük bir çok tekele de saldırı hareketidir. Ancak, sermayenin emeğe saldırısı aslolandır. Tüm dünya birkaç düzine tekel tarafından talan edilmektedir. Brezilya’yı ve son yıllarda ülkemizi de içine alan bunalımın temelinde yatan emperyalizmin yeni ilişki biçiminin yarı-sömürgelere dayattığı çizgidir. Yarı-sömürgelerdeki mali krizler “küreselleşmenin” saldırılarıdır.

Ve en önemlisi de elbette ki üretme yerine tüketime yönelerek üretim kapasitesinin gerilemesidir. Bunun işçiye, emekçiye fatura edilen yönü de gerileyen reel ücretler, yükselen fiyatlar, kitlesel ve kalıcı işsizlik, sendikacılığın gücünün aşındırılması, tarım destekleme fonlarının  kaldırılmasıdır.

Yıkıma uğrayan “alttakiler”deki hoşnutsuzluk, artı-değer sömürüsüne  mahkum edilmiş işçi sınıfı saflarında yükselen hareketlenme, köylünün insafsızca yıkımı, yoksulluğun ve açlığın  mevcut duruma katlanamaz sınıra giderek artması, kısaca yeniden yapılandırmanın yokluk, yoksulluk ve açlığa giderek ivme kazandırması halkı sabır çizgisinin üzerine taşıyor.

Emekçiler sermayenin yağma ve soygun düzenine daha fazla dayanamaz. Türkiye’de esnafın bile artık sokaklara inmesi yaşanan yoksulluğun somut bir göstergesidir.

TC’nin ekonomik ve siyasal olarak derin bir kriz içinde olduğu tartışılmaz bir gerçek. Egemen sınıflar IMF yardımıyla krizi atlatacağını düşünüyorlar. Bunun için IMF memuru K. Derviş’i ekonominin tek patronu olarak ilan ettiler. Sonuçta kriz ve borç batağı içinde debelenmekten kurtulamadılar, kurtulamazlar da.

Yani çıkış yok. Yüz elli milyar dolara yakın dış borç, her yıl ödenen 20/30 milyar dolar borç faizi ile krizi, bırakalım çözmeyi, kontrol altına almak dahi oldukça zordur. IMF ve Dünya Bankası’nın yarı-sömürgelere dayattığı iktisadi ve mali politikalarda Meksika, Brezilya, Asya-Pasifik’teki ülkeler ve diğerlerinde olduğu gibi Türkiye’nin de içinde bulunduğu krizi çözmede çözüm reçetesi olamıyor. Uluslararası mali ve iktisadi kuruluşların yaptığı şey krizi çözmek değil, kriz telinin gereğinde fazla gerilip sosyal patlama dedikleri sınıf çatışmalarına dek derinleşmesinin önüne geçmekken, diğer yandan bu kuruluşların yaptığı şey, ekonomik ve mali tekellerini sağlama almak üzerinden krizi sürdürülebilir çizgide yönetmektir.

Şu açık; nereden bakarsak bakalım geriye bir tek çözüm kalıyor: Demokratik Halk Devrimi ile emperyalist borçların üzerine bir çarpı işareti koymak, bankaları ulusallaştırmak, toprak, arazi vb. el koymak. Yani devrimimizin öngördüğü bu devrimci araçları devreye sokarak Demokratik Halk Devrimini gerçekleştirebiliriz; gerisi krizi çözmek değil onunla yaşamayı öğrenme programlarıdır; onu yönetme reçeteleridir. Bu reçetenin tümünde yükü omuzlayan da işçi ve emekçi kesimlerdir. “Halkın desteği olmadan yeni program başarıya ulaşamaz” söyleminin arkasında yatan budur. Burjuva-feodal devletin giderek zayıflayan kabuğu bir doğa yasasının zorunluluğuyla mutlak olarak parçalanır. Tüm sorun bu parçalanmada proletarya ve bağlaşıkların oynadığı rol ve bunlara yol gösteren öznel güçlerin elverişli durumudur. Ama eğer olgunlaşan devrimci duruma müdahale edecek öznel güçlere bu müdahaleyi yapacak durumda değilse bu durum uzun sürmez ve toplum çürür, nesnel dinamikler geriler ve bu durum birkaç on yılı bulan bir sürece yayılarak, büzülerek kendi içine çekilir.

“Siyaset ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir” dolayısıyla ekonomik kriz siyasal krizi kaçınılmaz kılıyor. Ve egemenler cephesindeki bu kaçınılmazlık bugün daha çok yönlü ve kapsamlı bir şekilde yaygınlaşıp derinleşiyor. Bir yanda parlamentoda oluşan parçalı siyaset, diğer yanda MGK’nın (özellikle generallerin) direktifiyle hareket eden, demokrasi maskeli hasta bir parlamento vb. vb. Tüm bu nesnel tabloyu biraz daha somutlarsak o zaman karşımıza komprador kapitalist ve toprak ağaları sınıfının devleti olan faşist Kemalist diktatörlük gerçekliğini görürüz.

TC’nin ekonomik olarak IMF ve DB’nin oksijen çadırında olduğunu yukarıda kısaca da olsa özetlemeye çalıştık. IMF denetleyicisi Cottarelli ve ardılları, yine DB memuru olan K. Derviş’in TC ekonomisine yön verdiği gerçeğinin geniş kitleler tarafından çıplak gözle görülmesi, yani TC’nin ekonomik olarak emperyalizme bağımlılık ilişkisini geç de olsa geniş kitleler tarafından kabul görmesi gelecek açısından bir olumluluktur. Nitekim bu olumluluğun işaretlerini IMF karşıtlığı biçimindeki tepkilerin giderek artmasında görüyoruz.

Elbette ki bu tek başına yeterli değil. Yani özelleştirme adı altında en verimli kaynaklarımızın emperyalistlere peşkeş çekildiği, yatırımların sıfırlandığı, bir dizi fabrikanın kapısına kilit vurulduğu bir ülkede ortaya konan tepkilerin çapı ve boyutu oldukça yetersizdir. Bu yetersizliği yeterli hale getirme sorumluluğu devrimcilerin ve komünistlerin önünde durmaktadır. Her şeyden önce bu açlık, yoksulluk ve sefalet tablosunun sorumlusu emperyalistler ve uşakları olduğu gerçeğini kitlelere taşımak, IMF karşıtı kendiliğinden tepkileri iradi olarak anti-emperyalist bir mücadeleye dönüştürmek ertelenemez bir görev olarak önümüzde durmaktadır.

Emperyalist-kapitalist sistemin ideolojik ve siyasal saldırıları, devrim cephesinde gerçekleşen iç ihanet ile bütünleşince dünyamızda ve coğrafyamızda önemli oranda dumura uğratılan anti-emperyalist bilinci yeniden kitlelere taşımak, emperyalistlerin ekonomik siyasal, askeri, kültürel saldırılarına karşı güçlü bir anti-emperyalist dalga yaratmaktır –ki bunun bir yolu da IMF ve DB karşıtı eylemlerden geçiyor, emperyalistlerin saldırganlıklarına, işgallerine tavır almaktan geçiyor.

Bugün dünyanın birçok bölgesinde –ki, özellikle yarı-sömürge ülkelerde- yaşanan tüm bu krizlerin sorumlusu emperyalistlerdir. Dolayısıyla krizin çözümü için IMF’nin öngördüğü ve dayattığı reçeteler, krizleri çözmemiş tam aksine daha da derinleştirmiştir. Bugüne kadar IMF’nin, DB’nin TC’ye sunduğu tüm reçeteler de bu rolü oynamıştır.

Egemen sınıfları sözcülerinin her fırsatta dile getirdikleri “ekonomik olarak büyüyoruz”, “krizi atlattık” vb. yönlü tüm söylemleri içine düştükleri borç batağını gizlemeye yetmiyor. Emekçi yığınlar artık söylenenlere değil sofrasına bakıyor. Günlük yaşamlarının bir parçası olan yoksulluğun ve işsizliğin yaratıcısı ve sorumluların emperyalist tekeller ve işbirlikçileri olduğu gerçeğini düne oranla bugün daha iyi görüyor, bilince çıkarıyor.

TC emperyalistlerden aldığı her yeni kredi ile birikmiş borcun faizinin faizini ödemekte. Böyle bir ekonomi iflah olur mu? Tabi ki olmaz. Çünkü borçlu ekonominin karşılığı yeni borç demektir. Nitekim TC’nin iç ve dış borcu azalmamış tam aksine dış borç 150 milyara yakın (200 milyar dolara) iç borç 130 milyar dolara doğru hızla yükselmektedir. Bu yoğun borçlanmaya karşılık, emperyalist sermayenin rahat dolaşımı için yapılan tüm yasal düzenlemelere rağmen yatırımlar sıfırlanmış, sermaye piyasadaki spekülatif rolünü oynuyor. Kısacası var olan bu ekonomik tablo istikrarı değil istikrarsızlığı üretiyor. Bu ekonomik tablo kitlelerin alım gücünü düşürüyor, işsizliği azaltmıyor çoğaltıyor. Artık bu ülkede yoksulluğun sınırı da belirsiz bir hale geldi.

Emperyalist tekellere kölece bağlı olan egemen sınıflar dış politikada da  bu tekellerin çıkarları uğruna bölge halklarına, emperyalistlerin hedef gösterdiği ülkelere karşı tam bir Hitler zihniyetiyle hareket etmekteler.

Bugün TC Ortadoğu’da, Kafkaslarda ABD’nin jandarma karakolluğuna soyunmuştur. Ki özellikle son yıllarda İsrail ile oluşturulan ittifak bölge halkları için bir tehdit odağı olma halini daha da büyütmüştür. Bu ittifakın mimarı emperyalist efendileri ABD’dir. ABD emrediyor TC askeri Afganistan’dadır; ABD emrediyor askeri üsler Irak’a yapılan ve yapılacak saldırılar için hazır durumdadır. ABD-İsrail ortaklığı askeri tatbikatlar, silah sanayiine dayalı ortak yatırımlar vb…

Bilindiği gibi Ortadoğu ve Kafkaslar enerji  ve petrol kaynaklarının zenginliği dolayısıyla başta ABD ve AB’li emperyalistler olmak üzere birçok emperyalist haydudun yoğun ilgisi altındadır. Emperyalistler bugüne kadar bu bölgelerde yeri gelince ulusal yeri gelince dinsel-mezhepsel çelişkileri kullanarak hem bölge halklarını birbirlerine düşürdüler, hem de bu çatışmaları bahane ederek “barış”, “demokrasi”  demagojileriyle bu bölgelere yerleşmeye çalıştılar. Gerçek olan şu ki, emperyalizm sorunların çözücüsü değil yaratıcısıdır. Filistin pratiğinde bu gerçeği görmek mümkündür. Lübnan pratiğinde bu gerçeği hatırlamak mümkündür. Bölge halklarına gözdağı vermek için ikide bir; Saddam diktatörlüğüne yönelik güç gösterisi yapma, Rusya’nın arka bahçesi olan kimi Kafkas ülkelerini silah deposuna çevirme politikalarında bu gerçeği görmek mümkündür. Ki önümüzdeki süreçte bu bölgelerde hem ABD’nin militarist saldırılarına hem de emperyalistler arası çıkar dalaşmalarına daha fazla tanık olacağız. Bölgedeki zenginlikler ve mevcut olan ulusal, dinsel-mezhepsel çelişkiler emperyalist haydutlar için her türlü provokasyon ve saldırı için nesnel zemin yaratmaktadır. Bu konuda bugüne kadar bu bölgelerde yaşananlar  yarın neler olabileceği konusunda bize somut veriler sunmaktadır.

Militarizm bugün faşist diktatörlük için esas seçenektir. Nedenine gelince; ekonomik ve siyasi olarak kriz içinde olan egemenler jandarmalık rolleriyle kendilerini emperyalist efendilerine pazarlamaya çalışmaktalar. İşte bu rollerini layıkıyla yerine getirmek, yine IMF ve DB kararlarını pürüzsüz bir tarzda uygulamak için, içerde dikensiz bir gül bahçesi yaratmayı hedeflemekteler. Bundan dolayı grevler yasaklanıyor, Kürt ulusuna karşı imha ve inkar politikasında ısrar ediliyor, hapishanelerde devrimci tutsaklar katlediliyor. Yine içte artan toplumsal huzursuzluk nedeniyle, dikkatler dış sorunlara yöneltilerek ırkçılık ve şovenizmi körüklemekte sınır tanımıyorlar. İsrail’den sonra bölgede sınır komşularıyla böyle sorunlar yaşayan ülke neredeyse yoktur. Nitekim egemen sınıfları ideolojik planda pompaladıkları ırkçılık ve milliyetçilik zehiri MHP gibi bir partinin parlamentoda ikinci sıraya yükselmesine yol açtı. Elbette ki MHP bu yönleriyle teşhir olmuş bir simgedir.  Yoksa diğer bir çok burjuva partisinin niteliği de bu partiden farklı değildir.

Devrimci ve komünist hareket, Stalin sonrasında, SBKP içindeki yeni burjuvazinin iktidarı gasp etmesi ile birlikte kendi içinde ideolojik planda derin bir tartışma ve saflaşma yaşadı. Saflaşmanın bir ucunda Bolşevik Partiyi içten fetheden Yeni Rus bürokrat burjuvalar, diğer ucunda ise Mao’nun başkanlık ettiği ÇKP vardı. Uluslararası komünist hareket bünyesinde yaşanan bu saflaşma, özünde devrim ile karşı-devrim arasındaydı.

Bürokrat burjuvalar ihanetlerini koşullar ile teorize ettiler. Sosyalizm maskeli bu ihanet çetesinin teorileri uluslararası planda birçok devrimci parti ve örgütün gerçekleri görebilmesine engel oldu. Başkan Mao’nun sürdürdüğü çok yönlü ve kapsamlı mücadele bu ihanet çetesinin niteliğini önemli oranda açığa çıkarttı. Ama bir bütün olarak bu çetenin devrimci saflarda yarattığı etki kırılmadı.

Özellikle ideolojik-siyasi ve örgütsel alanlarda yaratılan kafa karışıklığı, süreç içinde sınıf savaşımını yadsıyan, devrimi reddeden düşüncelerin ilerici ve devrimci güçler içinde yaygınlaşmasına yol açtı. Modern revizyonist düşünceler emekçi kitleleri olumsuz etkiledi. 1917 Ekim devrimi ve devamında SSCB’de sosyalizmin inşası, 2. Paylaşım Savaşında SBKP önderliğinde ezilen halkların bir çok ülkede faşizmi alt etmesiyle birlikte dünyada yükselen devrim dalgası, bu iç ihanetle birlikte büyük yara aldı. Modern revizyonizmin yarattığı tahribat uluslararası komünist hareket içindeki saflaşmayı hızlandırdı ve derinleştirdi. Başkan Mao, ÇKP içinde de yaşanan bu saflaşmayı Büyük Proleter Kültür Devrimi ile birlikte doruğa ulaştırdı ve modern revizyonizmin uluslararası komünist hareket içindeki etkisini yok etmenin yolunu açtı. Modern revizyonist düşüncelerin Uluslararası Komünist Hareket üzerindeki etkileri 1980’li yılların ortalarına kadar kesintisiz sürdü. 1980’lere gelindiğinde emperyalist-kapitalist sistemin de ilerici devrimci güçlere saldırısı yeni bir boyut kazandı. Modern revizyonizmin karşı devrimci düşüncelerinden etkilenen birçok devrimci güç emperyalist-kapitalist saldırılar karşısında açmaza düşüp sistem içi arayışlara girdiler. Türkiye’deki devrimci güçler bu sürece askeri cunta ile girdiler. Cuntaya karşı esasta bir direniş gösteremeyen devrimci ve komünist hareket örgütsel bir yenilgi aldı.

Devrimciler ve komünistler bu süreci doğru bir tarzda çözümleyemediklerinden dolayı yeniden toparlanıp gereken hamleyi yapmayı da bir türlü başaramadılar (Kürt ulusal hareketini bu değerlendirmenin dışında tutuyoruz). Bu başarısızlık giderek örgütsel çözülmelere ve ideolojik dejenerasyonun daha da derinleşmesine yol açtı. Bu tablonun bir kısım yaratıcıları “mülteciliğe” meşruluk kazandırdılar. Bu tablonun yaratıcıları yenilgilerden doğru dersler çıkarma yerine, yenilginin kaçınılmazlığı gerici anlayışını benimseyip, devrimin gerekli olup olmadığını tartışacak kadar gerilediler. Şu açık ki; devrim cephesinde yaşanan yılgınlığın ve karamsarlığın kökenleri yukarda belirttiğimiz döneme dayanıyor. Bugüne yanıt ararken düne bakmamız gerekir. Eğer dünün ideolojik-siyasal-örgütsel tablosunu iyi değerlendirirsek, bugünkü açmazlara ve tıkanıklıklara daha doğru ve isabetli yanıtlar verebiliriz.

Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreği önemli özellikler içermekteydi. 1990’lı yılların başlarında revizyonistlerin emperyalist burjuvazi ile birleşik saldırısına tanık olduk. Emperyalist-kapitalist sistemin kiralık kalemşorları ve ideologlarının 1990’lı yıllarda ifade ettikleri “tarihin sonu”, ‘ideolojiler öldü”, “devrimler dönemi kapandı” vb. saldırılar Rus bürokrat burjuvalarının çöküşü ile birlikte başladı. Rus sosyal emperyalizmin etkisi altındaki aydınların bir kısmı da aynı cephanelikle hareket ederek saldırdılar. Onlar da Rus bürokrat burjuvalarının 1957-60 arasında Başkan Mao ile sürdürdükleri polemiklerde gündeme getirdikleri revizyonist tezlerden beslenmiştir. 1990’dan itibaren gıdasını bu revizyonizmden alan bürokrat burjuva  diktatörlükler birer birer çöktü. Bu çöküş, aynı zamanda yeni çarların gerçek yüzlerinin açığa çıkmasına da neden oldu. Ancak, sosyalizm düşmanı tüm uluslararası karşı-devrimci güçler bu çöküşü bilinçli olarak sosyalizmin, sınıfsal bakışın çöküşü olarak propaganda ettiler. Bunun faturasını sosyalizme çıkarmak için her türlü pervasızlığı uyguladılar. Sosyalizmin bu sözde yenilgisini de, nihai bir yenilgi olarak ilan ettiler. “Tarihin sonu” gibi zırva teoriler de bu anlayışın ürünüdür.

Ezen ile ezilen savaşımı sürüyor. Emperyalist tekeller arası rekabet tüm hızıyla devam ediyor. Sınıf savaşımı tarihin motorudur. Tarih hükmünü sürdürüyor… Bu konuda net olmak gerekir. Bunun altının sürekli çizilmesi gerekir. Bu konuda en ufak bir taviz kabul edilemezdir.

Emperyalizm Lenin yoldaşın tanımladığı özellikleri olduğu gibi taşımaktadır. Bugün Lenin tarafından belirtilen özelliklerin yerli yerine oturduğunu, bu özelliklerin geliştiğini görüyoruz. Bu anlamda önemli bir gelişmenin olduğu doğrudur. Bu gelişme görevlerimizi de, savaş tarzımızı da etkilemektedir.

Emperyalistler, enerji kaynaklarının yoğunlaştığı bölgelerde yükselen bir rekabet içindedir.

Bu ne kadar gerçek bir olgu ise dünyada ve coğrafyamızda devrimci ve komünist hareketin dağınıklığı, gelişen toplumsal muhalefete önderlik etme konusundaki zayıflığı da bir o kadar gerçektir. Özellikle bu kaos ortamında birçok devrimci hareket ideolojik olarak gereken netliği, tüm bu yaşananların neden ve niçinlerine doğru bir yanıt verme becerisini gösteremedi. Asgari düzeyde gereken netliğin sağlanamaması hem yeni dünya düzeni ideologlarının demagojilerine ve hem de onların sol içindeki uzantılarına karşı güçlü bir mücadele yürütülmesine engel oluyor.

Bugün dünya devrim ve komünist hareketi içerisinde Maoistlerin hatırı sayılır bir güç olmaları tesadüfi değildir. Tam aksine bu, Maoistlerin sınıf savaşımı noktasında sahip oldukları öngörü ve derin bir kavrayışın ürünüdür. Çünkü Maoistler sosyalizmde sınıf savaşımı konusunda bilinçliydiler ve “geriye dönüşler” sorununda hazırlıklıydılar. Dolayısıyla SSCB, Çin ve diğer ülkelerdeki ihanetler Maoistleri devrim mücadelesinde daha az etkiledi. İşte bugün Peru’da, Filipinler’de, Nepal’de, Hindistan’da Maoistler önderliğindeki Halk Savaşlarının kararlılığını bu ideolojik zeminde aramak en doğru yaklaşım olacaktır.

Kitlelerin bütünlüklü değerlendirilmesi bizim genel niteliğimizden ve kitle ile ilişkilerimizin zayıflığından kaynaklı tam olarak mümkün değil. Subjektif olduğumuzun bilincinde olmalıyız. 12 Eylül sonrası burjuva nitelikli hareketler çıktı. Bunlar, devrimci hareketi olumsuzlayan karakterdedir. Devrimci hareket geliştiğinde reformist hareketin de geliştiğini görüyoruz. Devletin de buna özel desteği olmakta. Egemen sınıfların devrimci ve komünist hareketin gelişimin önünü kesmek için bir tek politikası yok. Çeşitli türden politikalar uygulamaktalar. Bu konuda zengin bir deneyime sahiptirler.

Alevilerin örgütlenmesi, sistemle çelişkilerinin büyümesi devlet tarafından kontrol edilebilmektedir. Yöre derneklerinin gelişimini görüyoruz. Komünistlerin ve devrimcilerin bu gelişmelere planlı yaklaşamadığını görüyoruz. Kitlelere sekter yaklaşım, hegemonyacı yaklaşım… Bireysel tepkiler, intiharlar…Kitlelerin sorunlarına vakıf olamamak, onları örgütleyememek, kitlelerin kendiliğinden hareketlerle boğulması… Kürtlerin siyasal uyanışı, Kürt kadının ulusal mücadeledeki yeri… Kürtlerin incelenmesi… Kopenhag kriterlerinin çözüm olmadığı her vesileyle anlatılmalıdır. Kürt halkı bunu görecektir. Bizim bu konuda açılım yapmamız şarttır. Kitlelerin sorunlarına vakıf olanların mutlaka maddi bir güç yaratacakları bilinmelidir. Kitlelerin somut koşullarına tepkileri gelişecektir. Bu tepkiler burjuva akımları içerecektir, burjuva akımlara neden olacaktır. Bu kitlelerin tepkilerine kayıtsız kalmamıza neden olmamalıdır. Kitleler örgütsüz ve bilinçsizdir. Kitlelerin yoksulluğu artmaktadır. Egemenlerin kitlelerin yoksulluğunu ortadan  kaldıramayacağı açıktır. Politik olarak karşı karşıya gelecektir. Kitlelerin kendiliğinden hareketi karşısında bize düşen sorumluluk politik bilincimizi onlara taşımak, burjuva fikirlere karşı etkin bir mücadele yürütmektir. Bunun için kitlelerin kediliğinden mücadelesine karşı kayıtsız kalmamalı, özellikle de ilerici hareketine etkin bir şekilde katılarak politik niteliğini arttırmalıyız. Kürt ulusal mücadelesi hakkında genel yaklaşımımız doğru olmakla birlikte bu konuda bir kavrayışsızlık ve somut koşulların tahlili ile taktikler geliştirmede eksik durumdayız. Bugün de Türkiye Kürdistanı’nda mücadele yürütme sorumluluğu devam etmektedir. Kürt ulusal sorununun ulusal özelliğini görmezden gelemeyiz,. Demokratik taleplerin desteklenmesi ve bunun hareketini yaratmak için mücadele etmek gerekir. Olay salt silahlı mücadeleye indirgenemez. Kürt ulusunun ulusal bilinci gelişmiş durumdadır ve demokratik talepler için mücadelede ileridedir. Demokratik talepler uğruna mücadelede Kürt halkının önemli bir yeri olduğunu görmeliyiz. Radikal mücadele bu taleplerle geliştirilebilir haldedir.

Karşı devrimci politikaların kitleleri yönlendirdiğini unutmamalıyız. Alevi kesimine yaklaşımında bunu görebiliriz. Büyüttüğü Sünni dinciliğe karşı bir süre sonra buna karşı Aleviliği desteklemeye başladılar. Bugün Kemalistlerin desteklediği alevi dernekleri vardır. Karşı devrim bu hareketi desteklemektedir. Aleviliğin ilerici özelliği yok edilmek istenmektedir.

Küçük burjuva devrimci hareketlerin bazılarında önderlik sorunu kendi niteliğine uygun olarak çözülmüş durumdadır. Bunun anlamı gelişkin hareketlere neden olabileceklerinin farkında olmayı gerektirir.

Devrimimiz kendine has özgünlükler taşıyacaktır. Türkiye’de Halk Savaşı, gerilla savaşı önceki  örneklerinin aynısı olmayacaktır. Türkiye’nin kendine has özellikleri, bulunduğu bölge itibariyle farklılıkları vardır. Devletin merkezi otoritesi, militarist gelişkinliği önemli seviyededir. Kitlelerin talepleri biçim olarak farklıdır. Köylülerin sosyal yaşamları değişim göstermiştir. Meseleye salt toprak sorunu olarak bakılamaz. Tarıma dayanan çelişkiler gücünü korumaktadır. Savaşla birlikte değişimler olmuştur. Bu değişimlerin incelenmesi gerekir. Türkiye’de sanayi iç dinamiğiyle gelişmemiştir. Köylerinden göç edenlerin ezici çoğunlunun şehirlerde fabrika işçisi olarak yaşamadığı biliniyor. Halk Savaşını reçetelere indirgeyemeyiz. Halk savaşının uygulanmasıyla ortaya çıkacak sonuçları yeniden değerlendirerek pratiğimize yön verecek somut taktikler belirleyerek ilerleriz.  Gerilla savaşının mevcut haliyle zorluklar taşıdığı görülmektedir. Şehirlerde örgütlenmenin gerekliliği artmıştır. Gerilla savaşının güçlenmesi, geliştirilmesi açısından da bu gereklidir.

Komünist, Sayı: 43, Kasım 2002