Sefagül Kesgin

Sefagül Kesgin

Ölümsüzleştiği tarih: 2 Şubat 2011

1977 yılında Erzurum’da doğan Sefagül Kesgin yoldaş, Türk-Alevi milliyetine mensuptu.  Devrimci düşüncelerle aile ortamında tanışan yoldaş, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’de öğrenci olduğu dönemde örgütlendi.

Sefagül Kesgin yoldaş uzun bir süre legal basın faaliyetinde çalıştı. Ardından demokratik kitle örgütlerinde sorumlu düzeyde görev aldı. Partinin İstanbul Bölgesi faaliyetinin önderliğini yaptı. 2007 Haziran ayında ise gerillaya katıldı.

Sefagül Kesgin yoldaş, 2010-2011 Kış Üslenim Sürecinde, Dersim’de Aliboğazı bölgesinde kadın gerillaların kışı geçirmek için kaldıkları barınağın, yoğun kar yağışı nedeniyle çökmesi sonucunda, Derya Aras, Gülizar ÖzkanFatma Acar, Nurşen Aslan yoldaşlarla birlikte ölümsüzleşti.

Parti adı Eylem olan Sefagül Kesgin yoldaş, ölümsüzleştiğinde TKP-ML MK üyesi, Dersim Bölgesi Siyasi Komiseri’ydi.

BEŞLERİN NAAŞLARININ ALINMASI (ALİBOĞAZI-DERSİM)

BEŞLERİN UĞURLANMASI (5 Haziran 2014 -DERSİM )

******

BELGELER

Sefagül Kesgin yoldaşın yazmış olduğu bir mektup 

******

Sefagül Keskin yoldaşın kendi el yazısıyla yazdığı bazı şiirler

******

Sefagül Kesgin yoldaşın ailesine yazdığı mektup

*****

Sefagül Kesgin yoldaşın yoldaşlarına yazdığı bir mektup

******

Ölüm Orucu Direnişçisi Muharrem Horoz yoldaşın direnişinin 114. gününde, 2 Nisan 2001 tarihli, Sefagül Kesgin yoldaşa yazmış olduğu bir mektup

*****

[Sefagül Kesgin yoldaşın babasına yazdığı bir mektup]

Piye’min*

Piyemin…

Sana dağlarını mesken eylediğim, yüreğinde anamın sıcaklığını bulduğum yoksul sofrasında gerillanın hep yeri olan, o sana hep imkansız gelen, güzel günleri emekçi elleriyle yaratacağımız Dersim halkının dilinden seslenmek istedim piyemin. Ne kadar içten ne kadar sade bir sesleniş değil mi?

Buradaki piyeminler geçiyor aklımdan şimdi. Sana seslenirken onları anımsamak piyemin… Sana piyemin derken bu toprakların o onurlu insanlarına olan sevgimi, saygımı, emekçi halkımın bir parçası olan babama, onların dilinden seslenerek ifade etmek istedim biraz da. Evet piyemin, devrimci yaşamım boyunca bu sana yazdığım kaçıncı mektup hatırlamıyorum. Yine yanıtsız bırakacaksın, bunu bile bile hem de uzun yazacağım piyemin. Sana anlatmak istediğim öyle çok şey var ki… Tatlı anılardan bahsedeceğim, devrimci yaşamımda hep bir karşılığı olan tatlı anılardan ve bunların içinde ayrı oluşumuzun getirdiği özlemlerinizi, endişenizi bir nebze de olsa hafifletecek Dersim’i anlatacağım. Dağını taşını değil, havasını suyunu değil. Çünkü bunlar sana yabancı şeyler değil piyemin. Yaşamında hep özel bir yeri olan ve bir ayağını hiç koparmadığın köyümüz, tepelerinden karı hiç eksik olamayan dağlarıyla, o buz gibi gözeleriyle binbir çiçekleriyle sana hiç yabancı değil. Tıpkı yoksul gecekondumuzun mütevazı bahçesinde özenle yetiştirdiğin çiçeklerimiz, meyvelerimiz gibi. Ama Dersim’liyi anlatacağım piyemin sana. “Ahhh o Tunceliler” dediğin “Nerdee bir kargaşa, nerede bir eylem varsa içinde mutlaka Tunceliler vardır” derken bilinçsizce sitem ettiğin aynı zamanda yeri geldiğinde zeki oluşlarına, aydın-okumuş oluşlarına gıptayla baktığın Dersimliler piyemin. Ama önce anlaşalım; Tunceli demek yok. Tunceli fasişt TC’nin tüm güzelliklerini, isyanını inkar ettiği coğrafyaya verdiği ad. Biz bunu reddediyoruz, Dersim diyelim piyemin, anlaştık mı?

Devrimci mücadeleye katılışımdan bu yana görüştüğümüz dönemlerden aklında en çok tartışmalarımız kalmıştır. Ama piyemin bil ki ben sadece bunları anımsamıyorum. Güzel ayrıntıları da vardı o görüşmelerin. O kırıcı tartışmaların ardında -öncesinde bugün olduğu gibi beni güldüren- mutlu eden anlar vardı. Bunları da anımsatacağım sana. Bunları anlatırken neden devrimci olduğumu ve devrimin neden gerekli olduğunu anlatmaya çalışacağım. Bir mektupla bunları anlatmak kolay değil bunu da biliyorum. Ama kaygım piyemin, bir arada iken seni doğru anlayan, sana doğru anlatabilen tartışmaları yürütemeyen bir devrimci oluşumun ağırlığında mütevazı bir telafi etme çabası benimkisi. Devrimci ve komünistler olarak uzun bir geçmişi olan tarihimizde halkımızı doğru anlama, onlara doğruları anlatma, onlardan öğrenme çabamızdaki yetersizliğin telafisine yüklendiğimiz şu günlerdeki çabanın bir parçası yani.

Niye devrimci oldum piyemin? Devrimcilik hani ara ara ifade ettiğin o “Tunceli’li Zeynel amcanın çocuklarının” bizi kandırması mıydı? Hadi öyle olsun! Peki onları kandıran kimdi? Onları devrimciliğe zorlayan neydi? Damarlarındaki asi kan mı? Yok piyemin. Dersimlileri devletin nazarında çıban kılan, bizim nazarımızda devrimci kılan yaşadıkları zulümdü. Seninle hiç bu konuda konuşmadık, ne kadar biliyorsun bilemiyorum -ki muhtemelen biliyorsundur- ama piyemin, Dersimlilerin tarihi kan dolu zulüm dolu, sürgün dolu. Dersim halkı taa Osmanlı’dan bu yana padişahların, paşaların katliamlarına, işkencelerine maruz kaldı, kan aktı dereleri, toprağı kanla sulandı… Acılarından aldı gücünü Dersimli… Tıpkı senin acılarını yüreğinin taa derinliklerinde hissettiğin Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta katledilen canlarımız gibi yandılar, yakıldılar. İnançları dilleri yok sayıldı. Ama Dersimli boyun eğmedi bunlara piyemin. Boyun eğmediği için daha çok katledildi. Evi yurdu yakılınca silahını kuşanıp dağları mesken eyledi. Devletin tarih kitapları doğruları yazmaz piyemin, bu konuda hemfikiriz. İşte onlar bir değil, on değil, bin değil 60 bin Dersimliyi katlettikleri 1938 Dersim katliamı ve direnişini yalan-yanlış yazmışlardır piyemin. İşte bu yüzden Dersimli “devlet” ile barışık değildir. Bir halkın devlete nasıl bakacağını belirleyen, o devletin halka nasıl baktığıdır. Bu halk nasıl sevsin devleti piyemin? Nasıl isyan etmesin? Nasıl devrimci olmasın, nasıl silaha sarılmasın? Seninle hiç anlaşamadığımız bir konuda daha bir şey diyeceğim ama kızma sadece biraz düşün piyemin. Senin o toz kondurmadığın M.Kemal, bu kanlı katliamların baş mimarı piyemin. Bunları okuduğumuz ders kitapları yazmaz ama kendi dillerinden, belgelerinden yüzlerce itirafları da var. İsterim ki bu konuya dair belli kitapları okuyasın. Neyse piyemin, Dersim tarihi de öyle bir tarih ki burada anlatmak mümkün değil, araştırmak gerekiyor. Ben mektubuma devam edeyim. Nerede kalmıştık! Zeynel amcanın çocuklarında kalmıştık… Devrimcileşmemizde onların bir etkisi oldu doğru ama bu bir kandırma değildi… Onlar içimize bir ateş düşürdüler… Bilesin ki piyemin, bu ateş ki düştüğü yeri yakar, kavurur… Düştüğü yer yaş değilse.

İçimize düşen o ateşi tutuşturan neydi, kimdi piyemin? Bak yine kızacaksın biliyorum ama o ateşin içimizde tutuşmasında senin çok payın var. “Bak ançet oğlu ançete”* dediğini duyar gibi oldum, kızınca böyle derdin.

Niye mi piyemin?

Devrimci olmak dürüst olmak demektir, devrimci olmak haksızlığa karşı çıkmak, devrimci olmak paylaşmak, devrimci olmak adaletli olmak, devrimci olmak açık sözlü olmak demektir ve daha bir dizi erdem sayılabilir. Şimdi ben devrimci olmayı, devrimci faaliyete atılmayı senden öğrenmedim ama buna neden olan dürüstlüğü, paylaşımı, açık sözlü olmayı yani bir devrimciyi devrimci kılan özellikleri senden öğrendim piyemın. Vallahi de billahi de senden öğrendim.

Yoksul emekçi bir insan olarak emekçi olmanın onuruyla yetiştirdin bizi. Hatırlıyor musun? Akrabalar ve komşular hep övgüler yağdırırdı, “çocuklarını iyi yetiştirmişsin” diye. Doğruları söylemeyi piyemin sonra en çok paylaşmayı senden öğrendik. Yoksul soframızdan komşularımız, akrabalarımız hiç eksik değildi. Kalabalık bir aile değildik ama evimiz hep kalabalıktı, zengin değildik ama yüreğimiz hep zengindi.

Sanırım ilkokul ikinci sınıftaydım, sınıfımda bizden daha yoksul ailelerin çocukları da vardı. Yaşamın en canlı renklerini temsil eden çocuklara simsiyah önlükleri neden zorunlu kıldıklarını hiç çözemediğim günlerdi… Yamanacak yeri kalmamış ve siyahlıktan çıkmış bomboz olmuş önlükleriyle her akşam size anlattığım ve isimlerini hala unutmadığım Kezban-Yunus kardeşleri hatırlar mısın bilmem? Çok yoksullardı, bizden de. Sınıfta aykırıydılar diyemem, yoksul bir semtin okulu olduğu için asıl aykırı olanlar zengin çocuklarıydı. Ama yine de Kezban-Yunus kardeşler daha yoksul oluşlarıyla bilinirdi. O zaman yoksul yerine fakir kullanırdık. Onların fakirliklerini anlatırdım size. Bu zengin bir aile çocuğunun fakir bir ailenin çocuğuna karşı beslediği acıma duygusu değildi piyemin. Bizim bugün tam da sınıfsal bir duygu diye tanımladığımız bir duyguydu. Yoksullar paylaşmayı bilir piyemin, zenginler bilmez, paylaşmadıkları için zengindirler. Ben Kezban’la Yunus’a döneyim. Bozarmış önlükleriyle, ellerinde tutulamaz hale gelmiş kurşun kalemleriyle çocuk duygularımla tahammül edemediğim, tanımlayamadığım, yanıtını alamadığım şeyleri taşıyordum akşamları size. Ve bir akşam iki düzine kurşun kalemle geldin, nasıl sevindik, bize kalem aldın diye. Sonra şunlar konuşuldu.

– “Bunları Kezban’la-Yunus’a vereceksin” dedin

– “Hepsini mi?” dedim.

– “Hepsini!” dedin.

– “Ama bir tanesini ben alsam!”

– “Yok olmaz ben sana yine alırım, onların daha çok ihtiyacı var” dedin.

Ertesi gün okulun o uzun karlı yolu boyunca nasıl vereceğimi düşündüm durdum. Ya almazlarsa! O gün adına gurur diyemediğim garip bir tepkiyle karşılaşmaktan, zengin anlaşılmaktan korktum. Son zilin çalmasıyla koştum yanlarına ve “Benim dayım kalemcide çalışıyo da bunlardan bizde çok var bunlarda sizin olsun” dedikten sonra yanıt beklemeden nasıl da kaçmıştım yanlarından. O günden sonra onlarla aram daha iyi olmuştu. Paylaşmak piyemin paylaşmak, yokluğun içinde az olanı paylaşmak, bunu senden öğrendim. Paylaşmayı, hem de yüzlerini bile görmediğin seslerini bile duymadığın insanlarla paylaşım yaşamak, hissetmek onları, kaygısını taşımak… Senin sadece adlarını duyduğun Kezban-Yunus kardeşlere karşı duyumsadığın buydu, duyumsattığın. İşte bana kızıp durduğun şu devrimciliğin özü bu piyemin.

Şu bizim Dersimlilerde böyle piyemin. Sana hangisinin hangi güzelliğini anlatsam ki!

Bize ne kadar kızsa da sitem etse de gerillanın, Partizancıların olmayışına-gelmeyişine daha çok kızan sitem eden Dersimliler çok renkli insanlar piyemin. Sık gideriz “çok gelmeyin” derler, gitmez arayı biraz açarız “niye gelmiyorsunuz” derler. Şaka bir yana sık gidişimize sitemleri düşmandan dolayıdır. Yaşamlarında önemli bir parça gerilla… Devlet bölgede gerilla savaşına darbe vurmak için en çok Dersim halkına yüklenmiş çok acı çekmişler ve bunun nedeni kesinlikle gerillaya bağlamıyorlar. Çünkü 1938’den biliyorlar devleti. 1938’de TİKKO’cular yoktu ama devlet aynı zulümkarlığıyla vardı.

Bak konu paylaşmaktan açılmıştı değil mi? Ezici çoğunluğu yoksul olan Dersim köylüleri de tereddütsüz paylaşmayı bilenlerden. Köyüne geleceğimize ihtimal verip bizim için erzak hazırlayan biz gitmediğimiz için ayırdığı erzak çürüyen ananın sonraki gidişimizde bize “niye gelmediniz, sebzeler telef oldu” diye fırça atışı ardından gerillanın savaş koşullarından dolayı haberli gelme koşulunun olmayacağını bildiği için sakinleşip bizi kucaklaması, güzel ayrıntılardır piyemin.

Tıpkı 1994’te evi bombalanarak yakılan, göç etmeye zorlanan ve ancak yazları gelip çadırda kalmak zorunda kalan Dersimli yaşlı bir amcanın güzel yanları gibi.

Siz gençsiniz bilmezsiniz biz neler yaşamadık ki… Adam yerine konulmadık.  1938’de devlet önce erkekleri toplayıp kurşuna diziyordu. Millet çareyi dağda-tepede saklanmakta buldu. Onları bulamayınca geride kalan kadınları çocukları öldürdüler. Aha sade bu köyden 60 kişiyi diri diri yaktılar. 60 can, hepsi çoluk-çocuk ve kadın. Yaa… Sonra o da yetmedi 90’larda yine zulüm yağdı üstümüze, bombalarla. Kimse kalmadı sonra. Ölen öldü, kalan zulümden kaçtı. İşte benim gibi bu toprağa hasretler ağu içti, kan tükürdü, gitmedi bu diyardan. Biz de devrimcilik yaptık, haklı davadır bu işler ama çok zor gençler çok zor. Size demem ki bırakın silahı ama nasıl olacak onu da bilmem, yapabilir misiniz bilmem. Neyse beni sorarsanız, hiç teslim olmadım, bir koli yiyecekle satın almaya çalıştılar. Açtım, susuzdum almadım. Açlıktan ölür yine onların bir lokmasına tamah etmem. Şimdiyse gençler, bu topraklarda ölmeyi bekliyorum artık vademiz doldu. Dirimi topraktan koparmaya çalıştılar ama ölümü koparamayacaklar. Hızır burada ölmemi kısmet eylesin ki, burada öleyim, kabristanım burada olsun.”

Bu toprakların insanları böyle asil piyemin. Biliyor musun bu amca da senin gibi çok açık sözlü. Dur anlatayım;

Gerillada hareket gece başlar piyemin. Yoksul emekçi Dersim köylüsüne mücadelemizi anlatmak, onları dinlemek, onların öğrencisi-öğretmeni olmak, mücadelemizde zaten önemli bir yeri olan onları örgütlemek için bir yaz akşamı yine yol eyledik yoksul bir köyün yolunu.  Köy 94’lerde boşaltılmış yaklaşık 12-13 ev terk etmemiş köyü, gençler de var ama çoğunluğu yaşlılar. Yaz dönemi oluşuyla İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den hatta yurt dışından gelenlerle köy oldukça hareketli. Nöbetçilerimiz konumlandıktan sonra bir evin kapısını çalıyoruz. “Partizancıyız” deyince kapı ardına kadar açılıyor. Burada köylüler bizi TİKKO’cudan çok Partizancı olarak çağırıyorlar. Dedim ya tatil süreci ev kalabalık. Güzel bir sohbet başlıyor. Zamanımızı yemekle çayla harcamak istemiyoruz ama burada misafir ağırlamak hele hele gerillayı ağırlamak kutsal bir görev. Bak unutmadan söylemek isterim, hani Kürt değiliz, Türk müyüz orası da tartışılır ama kültürleri bizim memlekete öyle yakın ki Dersimlinin. Şu bizim “döğmeç” yemeği burada da en özel yemeklerden, “babuko” diyorlar ama bizim “haşıl” burada “hasıl” olmuş.

Neyse ben sohbetlerimize devam edeyim.

Onları dinliyoruz önce eleştirilerini, beklentilerini anlatıyorlar. Sonra biz konuşuyoruz. Yapamadıklarımızı ve nasıl yapacağımızı anlatıyoruz. “Biz bu işi ancak sizlerle yapacağız” diyoruz. Devletin zulmü ne kadar büyük olursa olsun gerilla Dersimliyle kucaklaştığında onu örgütlediğinde devletin gücü küçülür.

Bizim yaşlı amca söylenenlerin çoğuna katılıyor ama devrimin zorluğu konusunda ikna edemiyoruz. Güvensizliği esasta devrimcilere… Ona kızmamız mümkün değil. Ama “bu güvensizliği güvene dönüştüreceğiz” diyoruz; “inşallah” diyor. Sonra piyemin bir sorununu anlatıyor yaşlı amca. Dinliyor ve çözmeye çalışacağımızı söylüyoruz. Hem çözmemizi istiyor hem güvenmiyor. Sorununu dile getirmeden üstüne okkalı bir söz söylemeden de duramıyor. Beyaz uzun sakallarını sıvazladıktan sonra anlıyoruz önemli bir şey söyleyecek ve devam ediyor; “Lafla pilav olmaz, yağla tava lazım!”

Yine gözümde sen canlandın, güvensizlikleri seninki gibi, dobra dobra oluşu senin gibi… Sanırım bunlar emekçi oluşun halk oluşun, yaşanmışlıkların aynı oluşunun getirdiği benzerlikler.

Neyse amcanın bu sözü hiç gücümüze gitmiyor. İyi şeyler söylüyorsunuz ama lafla olmaz diyor. İyi şeyler yapmak için olanak yaratmak sonra da yapmak gerek diyor. Biz bunu -Mao yoldaşımızı bilirsin- onun tezlerinden tartışırız teori ve pratiğin birliği diye. Amca bize öyle sade anlattı ki, teori ve pratiğin birliğini, öyle ders verdi ki anlatamam.

Sana gerillaya dair ayrıntıları gerilladan yazmak yine bir eksiklik bunun farkındayım. Ancak dedim ya dünün ardından “keşke” demekle yetinmek olmaz ben yine dün yapamadığımı telafi etmeye çalışıyorum. Sana dün mücadelemizden, gerilla savaşımızdan daha çok bahsetmiş olsaydım bugün burada oluşumu daha anlayışla karşılayacaktınız. Ama şunu düşünmenizi isterim ki piyemin ben ve yoldaşlarım ailelerine karşı sorumluluklarını yerine getirmekten kaçıp sadece kendi kişisel hevesleri için eline silah alıp dağın-maceranın yolunu tutanlar değiliz. Belki bugün zayıf ama haklı ve onurlu bir mücadelede üstümüze düşeni yapmaya çalışan devrimcileriz. Ve sizden beklentim mücadeleme saygı durmanız gibi bir şey değil.  Bizim mücadelemiz bizim özel bir hobimiz değil ki, sen bunun dışında bir olgu değilsin ki sizden saygı bekleyeyim. Mücadelemizde sen bir yerde oldukça, halkımız bir yerde oldukça gerçek anlamını bulacak.

Ve piyemin biliyorum saçına sakalına aklar düştü çok yaşlı ya da çok genç değilsin ama ömrün uzun olsun. Uzun olsun da geliştiğimiz, güçlendiğimiz o güzel günleri göresin, havasını soluyasın ve şöyle diyesin “Bizim ançet oğlu ançet haklıymış, bu halka değermiş, şu devrim denen şey hiç de olmaz değilmiş

Yanıtsız bırakacağın mektubumun sonuna geldik. Yine yazacağım. Sana yazmaktan usanmayacağım. Sen her seferinde bıkmadan usanmadan “Artık bırak bu işleri, ne zaman vazgeçeceksin” dediğinde ben de usanmadan “Beni bırak sen ne zaman bize katılacaksın” diye takılıp gerginliği atmaya çalışıyordum ya aynı ısrarla yazacağım. İnadı da senden öğrendim bunu biliyorsun ama bu kuru inattan değil piyemin. Sana olan sevgi ve saygımdan. Anamın ve senin emekçi ellerinden öpüyor özlemle kucaklıyorum. Burada emekçi Dersimlilerin gözlerinde, yüreğinde benimlesiniz, oradaki yoldaşlarımın gözlerinde, yüreğinde sizinleyim.

(*Piyemin: Babam)

*******

Kuzey Sizi Unutmadı!

Not: 27 Mayıs 2007’da Dersim Çemişgezek’te ölümsüzleşen, Hıdır Oğur (Aşkın) ve Mahmut Polat’ın (Yılmaz) anısına Sefagül Kesgin yoldaşın yazdığı bir makale

Kaldırdı başını dikti gözlerini yıldızlara dünyanın ölçüsünü alırcasına baktı baktı yıldızlara… Yıldızlara kesilen gözlere bir çift ela göz daha eklendi… Şimdi iki çift göz gökyüzüne bakarak yaşamın hesabını yapıyordu. Üç gün sonra birlikte kucaklayacakları ölümün hesabıysa, onlara uzaktı.

İki gerilla biri Mahmut biri Hıdır.

Dağlar Yılmaz ve Aşkın dedi onlara.

İki insanın yaşayabileceği yoldaşlık, dostluk, arkadaşlık en koyusundan yüreklerinin ve bilinçlerinin mayaladığı derinliklerde yaşam buldu. Doğumu paylaşan iki insan kardeşliğin daha ötesini yaşama fırsatı bulur ömürleri yettiğince. Oysa ölümü paylaşmak doğumu paylaşmaktan daha güçlüdür. Sonrasını yaşama fırsatı ölenlerin elinden kayar gider. Ama ölümü paylaşanlar, bunun gücünü bırakır kalanlara. Kalanlaraysa bunu yaşamak, yazmak düşer.

Yıldızlara kesilen iki çift göz sözlerle, düşlerle geceyi ördü.

Yılmaz: Ne o Aşkın? Sen de diktin gözlerini yıldızlara, saymayacaksın değil mi?

Aşkın: Bunu çobanken çok denedim. Pek mümkün olmuyor. Baktım saymakla bitmeyecekler, en parlağını gözüme kestirip, türküler söylemeye başladım. En parlak olanına vuruldum. Çobandım ya benim yıldızımdı. Çobanyıldızı… Ona Kuzey dendiğini duydum sonra. Kuzey… Daha anlamlı geldi ona kuzey demek. Çıkmazlarımın, belirsizliklerimin ortasında bir çıkışı, bir yönü ifade ediyor oluşundan sevdim ona kuzey demeyi. Diğerlerinin içinde ona Kuzey dedirten parlaklığı ve onun gücüydü. Ne bileyim işte bana partiyi hatırlatıyor sonra şehitlerimizi.

Yılmaz: Yine efkârlısın bu gece. Gerçi yerinde olsam beni de aynı efkâr basardı. Doğup büyüdüğün, gerillası olduğun sonra hasret kaldığın dağlara geri dön ve köyüne yine gerilla olarak girmenin arifesinde ol. Benim Sivas ellerinde gerilla olma şansım olmadı. Ama gittiğim her köy köyüm gibi kokuyor. Elini öptüğüm her ana, anamı anımsatıyor. Dur ya! Saat bayağı ilerledi. Daldık yine. Ne dersin yarın girebilir miyiz köye?

Aşkın: Gündüz köye giriş çıkışları iyice kontrol eder, duruma bakarız. Görmek neyse de işlerimizi halletsek bari.

Yılmaz: Yarın halledemezsek sonraki güne kalacak. Arkadaşlar merak edecek. Bir gün kalıp döneceğiz dedik. Pek niyetleri yoktu göndermeye. Fazla ısrar edip mecbur bıraktım onları.

Aşkın: Hewal Ruşen operasyon süreci olduğu için kaygılıydı. Mayıs ayı operasyon ayı ama ben operasyondan değil de ihbar yemekten kaygılıyım. Operasyonun üstesinden geliriz. Ama ihbar bizi zorlar.

İhbar, ihanet… İnsanın kendi doğduğu büyüdüğü açlığını yoksulluğunu, acılarını, çocukluk düşlerini paylaştığı insanlardan ihbar yemesi ne kötüdür. Biliyor musun Yılmaz, bu köyün geçmişiyle bugününü düşündükçe içim daralıyor. Düşmana olan kinim artıyor. İnsanlarımı nasıl düşkünleştirdi bu alçak devlet. Kimini işkence ve baskıyla düşürdü. Kiminin açlığını yoksulluğunu kullandı. Alçaklar yeşil kartların tüm bürokrasisini karakollar üzerinden yapıyorlar. Zavallı halka “Bilgi vermezsen işlemlerini yapmam. Hastaneye gidemez, çoluğunu çocuğunu tedavi ettiremezsin” diye dayatıyorlar. Kimi korkusundan kimi bozulmuş kişiliğinden üç kuruşa temah edişinden bir zamanlar bağrına bastığı gerillayı karşısına alıyor. Yirmiye yakın şehidi var Uskex’in. Şimdi ihanet kol geziyor bu topraklarda. Ancak bu böyle sürmeyecek. Buna müdahale edeceğiz. Bilinçsizce yapanları caydırmak, gerillanın kanına girenleri cezalandırmak gerekir. İhanet, bu halka ödetilen en ağır bedel… Bunun fakında değiller ama bu böyle. İhanetten daha büyük kötülük var mı?

Yılmaz: Neyse Aşkın gece gece yine daldın derinlere. Kalk yat. Yarın köyde bu konuları onlarla bir güzel konuşuruz. Unutma, ihanetlere yanıtımız direnişlerimiz olacak. Ben nöbeti ayarlar seni kaldırırım.

Aşkın: Gel de uyu şimdi. Çocukluğum, çobanlığım, devrimciliğimin ilk ürkek adımları gerillaya katılışım gitmiyor gözümden. Biliyor musun Yılmaz? ‘90 yılında TİKKO’nun iyi bir kuryesiydim. Çobanlar kuryeliği de iyi yaparlar ya. Biz de çobanlığı devrime hizmet ettirdik kendi çapımızda. ‘91’de gerillaya katıldım. Katıldıktan sonra ilk gelişimin heyecanı şu ana yakındı.

Sonra anam… Bir görsen öyle güzel ki… Yaşlıdır ama yiğit kadındır. Yoksulluğun girdabında karnımızı doyurmak için az çırpınmadı. Hani gün yüzü görmedi derler ya… Benim anamda gün yüzü görmeyen milyonlarca anadan biriydi. Öyle yoksulduk ki, anama “faqır” derdi herkes. Yoksulların yoksuluyduk. Sonra kardeşim… Adı Cafer’di. Bizim üzerimize çoban yoktu buralarda. Tek sermayemiz çobanlığımızdı. Onun da hakkını veriyorduk. Acılarımız, yoksulluğumuz, öfkemiz umutlarımız çoban yüreğimizde mayalandı. Ben çobanlıktan devrimciliğe adım attım. Zavallı kardeşim devrimcileşme şansı yakalayamadan on dört yaşında bir çoban olarak öldü.

Yılmaz: Aşkın sen karanlığı kamufle ederek ağlıyorsun galiba.

Aşkın: Cafer’i ne zaman düşünsem dayanamıyorum. Çobanlık yapıyorduk dedim ya. Davarları umutlarımızla birlikte Ali Boğazı’na sürüyorduk. Çakı gibiydi Cafer. Ama Ali Boğazı’nın sarp kayalıkları aldı onu bağrına. Yaşadığımız yoksulluğu genç yüreğine yakıştıramadığından mı, daha fazla zulüm yaşamasın diye mi? Yoksa yamaçlarında bir ceylan gibi seken on dörtlük bir delikanlıyı kıskandığı için mi bilmem ama aldı onu. Tam üç gün sonra bulduk cesedini. Sonra bir daha gitmedik Ali Boğazı’na. Ali Boğazı yaylalarına devlet değil ama biz kendimiz yasak koyduk. Devrimcileşmem de bunların etkisi çok fazla oldu. Gerillada kaldığım altı yılın öfkesini bu havayla soludum. O dönem gerilla yaşamım altı yıl sürdü. Sonra yurt dışı… Dağlara sevdalı ben, o sorunlu dönemi yanlış yerde atlatmaya çalıştım. O dönem başka alternatif yok gibiydi. Şu benim Kuzey Yıldızı hiç bırakmadı peşimi. Avrupa’nın o çürümüş yozlaşmış sokaklarında geceleyin gözümü göğe çevirdiğimde hep onu aradım. Avrupa’nın tozlu kirli havası ben dağlardan uzaklaştıkça onu sönükleştirdi. Ama zayıfta olsa hiç esirgemedi parlaklığını. Hep geri dön dedi “gerilla ol, çoban ol ama gel” dedi. Yine belirsizliğimin, çıkmazlığımın ortasında şehitlerimizi ve partimi hatırlattı. 2002 yılında TKP/ML yeryüzündeki kuzeyim oldu. Kendi içinde sıkıntılı iki yılın ardından 2004 yılında buluştum dağlarımla silahımla. Yıldızlar dağda daha yakındır insana. Güneş daha çok ısıtır dağdakini. Soğuk fena çarpar dağda. Dağda yaşam, çelişkiler daha keskindir. Ve dağda savaş nasıl da güzelleştiriyor insanı, güzelleşmek istiyorsa.

Seninle aynı pınardan beslendik şimdi sen savaşın ortasında bir PKK gerillasısın, senin kendince nedenlerin var bir şey diyemem. İnsanlar yaşadıkları süreçlerden farklı sonuçlar çıkarıyor. Sana saygım sonsuz. Ama ben TİKKO’cu olarak öleceğim. Bu dağlarda. Görüşeceğim yoldaşları bekliyorum. Sorunların çözüleceğine inanıyorum. Seninle örgütsel ve siyasal olarak yollarımız ayrıldı. Ama bir şeyler yolumuz birleştiriyor. Sana duyduğum sevgi ve saygıdan dolayı yanında olmayı seviyorum.

Yılmaz: Bu akşam bende de garip hava var. Ama sen daha ayrı bir havadasın. Derin bir nostalji yaptık bu gece. Şimdi sıra bende desem başlasam söze şafak söker. Ben yarın geceye saklıyorum hakkımı. Şimdi kalk yat. Yarın işimiz çok. Dinlen biraz.

Aşkın: Haydi öyle olsun. Biliyorum sorun dinlenmek değil. Yalnız kalıp düşünmek istiyorsun. Ne de olsa komutanımsın. Yaşında benden büyük talimat-saygı gereği bana yatmak düşer. Haydi, şew baş. Bak yine şu abartılı fedakârlık hallerine kapılıp beni nöbete kaldırmazlık etme. Bu konuda sicilin kabarıktır. Gece boyu nöbet tutmak sen de iki şekilde açığa çıkıyor. Birinci halin, ‘80 öncesi devrimcilere has, son kuşak devrimcilerde ise silikleşen fedakârlıkla özellikle genç, yorgun, yoldaşlara kıyamayarak nöbete kaldırmayarak sabaha kadar nöbet tutma. İkinci halin, nöbet konusunda duyarsızlıkların olduğu dönemlerde duyarsız yoldaşlara iyi bir ders vermek, eğitmek, insan iradesinin sınırlarının genişliğini göstermek için bir hafta tuttuğun gece nöbetleri.

Yılmaz: Ya Aşkın sen ki normalde bu kadar konuşmazdın. Yeter artık bu gidişle nöbete-möbete gerek kalmayacak. Haydi, şev baş…

***

Yılmaz, gecenin karanlığında, düşüncelerinin derinliğiyle nöbetin gerekliliği konusunda kısa bir muhasebe yaptıktan sonra sıyrıldı gecenin ağırlığından. Tüm dikkatini nöbete kesti.

Aşkın’sa kütüklüğünü çıkarmadan silahını yanına koyarak bir ardıcın dibine kıvrıldı. Düşüncelerinin derinliğiyle uykunun gerekliliği arasındaki muhasebesi uzun sürdü. Yenildi uyku, düşüncenin derinliğine. Düşünmek istediği o kadar çok şey vardı ki hangisini düşünmeliydi? Neyi düşüneceğini düşünürken gözleriyle gökyüzündeki kuzeyini aradı. Bulamayınca yeryüzündeki kuzeyi geldi aklınla. Görüşmek istediği yoldaş belki yakında gelirdi. Şu işi hal ettikten sonra onunla görüşme şansı yakalayacaktı. İşin bir an önce hal olmasını biraz da bu yüzden istiyordu. İdeolojik-politik olarak asla kopamadığı Kaypakkaya düşüncesinden örgütsel olarak da kopmak istemiyordu. Örgütsel, kişisel sorunlar savaşı asla gölgelememeliydi. Savaştan bir kere kopmuştu, bir daha kopmayacaktı. Sıkıntılıydı. Anlaşılamadığı gibi anlamadığı da oluyordu. Bu düşünceler patikası köy yoluna evrildi. Tüm köy evlerini tek tek canlandırdı gözünde. Komşu evlerinin fertlerini tek tek saydı. Hiçbirini unutmamıştı. Köyün girişinde anasının yoksul evi vardı. O gerilladayken her gece Aşkın’ı beklerdi. Acaba yine bekliyor muydu? Yarın onu evin kapısında karşılayacak mıydı?

Sonra yoldaşları düştü aklına. Bölge örgütüyle yaşadığı sorunlardan dolayı geçici bir süre PKK’nin yanında kalacaktı. Oysa sorunları çözemediği yoldaşlarıydı. Ancak tüm sorunlara karşın yüreği hep onlarlaydı. Daha bir gün önce uzaktan uzağa seyretmişti onları. Köye giriş hazırlıklarını yaptıklarını düşününce yaklaşmıştı yanlarına. Bir güzel kucakladı. Yeni katılan iki genç yoldaşının da dahil olduğu grup köye girecekti. O günlerde o köy riskliydi. “Ayrıyız ama ben düşünmeden edemiyorum yanınızda iki yeni savaşçı var, dikkat edin. Pusu olabilir.” Dedikten sonra tekrar kucaklaşmıştı. “Acaba şimdi şu saatlerde dönmüşler miydi?” diye düşündü.

Sonra Yılmaz düştü aklına. İnsan hep uzağındakileri düşünmez ki. Bazen yanı başındaki bir insana duyduğu sevgi ve saygıda insanın yüreğini doldurur. Hele aşkın gibi duygularını gizleyemeyen biri için böyle gecelerde dolup taşar yürek. Yılmaz’ı önceki gerilla faaliyetinden tanımıyordu. Yılmaz, Aşkın gerilladayken İstanbul faaliyetçisiydi. 1996-2002 döneminde tutsaktı. Ancak Yılmaz’ın abisi İsmet Polat’ı tanıyordu. MKP HKO gerillasıydı, Tokat’ta şehit düşmüştü. Yılmaz’la tanışmadan önce Aşkın’da büyük bir saygı uyandırmıştı. Yılmaz’ın emekçi yaşamı, devrimci mütevaziliği onu etkilemişti. Son dönem yaşadığı sıkıntılar Yılmaz’da birçok şeyi yıpratmıştı ama köklü bir devrimci ruhu vardı. Öyle ki bazı özellikleri bugüne uymuyordu. Yarının özelliklerini taşıyordu. Aşkın’ı en çok etkileyen Yılmaz’ın aile yaşamı ve İstanbul’daki devrimci yaşamıydı. Yılmaz evliydi ve iki oğlu vardı. Oğullarından birinin adı da Yılmaz’dı, kodunu ondan almıştı. Yılmaz şehir faaliyeti yürüttüğü Gazi Mahallesi’nde derin izler bırakmıştı. Sorumluluğunu taşıdığı insanlara politik pratik eğiticiliğin dışında yoldaşlığı doruğunda yaşatan bir kişilikti.

Sorumluluğunda iki gençle yağmurlu bir havada yaptığı illegal bir eylemin ardından “görev bitti, herkes yoluna” demeyenlerdendi. Eylem sonrası sırılsıklam olan gençleri alıp yoksul kondusuna götürüşünü anlatmıştı. Övünmek için değil paylaşımını paylaşmak için. Eşi Rahime profesyonel bir faaliyetçi olan Yılmaz’a bir gün olsun sitem etmezdi. Evi geçindiren Rahime idi. Eşiydi, yoldaşıydı. Yılmaz’ı merakla beklediği gece yarısı sırılsıklam iki genci Rahime’de misafir etmişti. O gece telaşla sobayı tutuşturmuştu.  Hoş sohbetin, mütevazı bir yemeğin ardından Yılmaz yine “yat” talimatını vermişti. Rahime ve gençler yattıktan sonra Yılmaz sabaha kadar geçlerin ıslanan elbiselerini kuruttu. Yani Yılmaz’ın sabahlara kadar süren nöbet halleri o günden geliyordu.

Yoksulluklarını anlatırdı Yılmaz. Bir de özel mülkiyetin insanı nasıl bozduğunu anlatırdı. Bu konudaki düşünceleri bazen mekaniklere de vesile olmuyor değildi. Kardeşleri içinde en yoksul olanı oydu. Evine eşya alma telaşıyla borçlanmanın anlamı yoktu. Başını sokacağın bir çatı, oturacağın bir kanepe, oturup yazacağın bir masa yeterliydi. Hatta bir tanıdıklarının eşyalarını yenileyip, elindekileri onlara vermesini bile kabul etmemişti. İhtiyaç fazlası olan her şey zararlıydı. Rahime ise ev kadınlarının klasik eşya merakına çok yabancıydı. Yılmaz’ın tutumları onda bir an olsun rahatsızlık veya şikayetlenme yaratmıyordu. Hemen hemen birçok evde çamaşır makinesi varken onların halen çamaşırları elde yıkamaları sorun olmuyordu. Böylesine bağlıydı Rahime Yılmaz’a. Yalnız Yılmaz’a değil düşüncelerine de… Yılmaz gerillaya gelirken Rahime’ye bir veda konuşması yapmış ve istiyorsa evliliklerini bitirebileceklerini söylemişti. Oysa Rahime onu öyle seviyordu ki uzağında olsa da sevmeye devam edecekti. “Hayır” dedi. “Sen gerilla olarak mücadele edeceksin, bu senin görevinse ben de onurluca yaşamımı sürdürecek, çocuklarımız büyüteceğim, bu da benim görevim” demişti. Yılmaz bunu her anlatışında gururlanıyor, Rahime’ye olan sevgisini anlatıyordu.  Yoksulluğun, paylaşımın, emeğin, fedakarlığın harç olduğu bir sevgi nasıl bitebilirdi ki. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur derler ama bu doğur değildi. Gönülden ırak olanlar yan yana olsalar da göremezler birbirlerini. Yılmazın en son aldığı habere göre Rahime sözünde duruyordu. Tek endişesi Yılmaz’ın ömrünün uzun olmasıydı. Büyük oğlu Yılmaz askere gitmişti. Rahime ufaklıkla beraber halen Gazi Mahallesindeydi. Eşyaları aynıydı, anılarının tanığı kanepe, televizyon sehpası aynıydı. Ve ağabeyi kızıl öfke İsmet Polat’ın çerçevelettiği fotoğrafı hala baş köşedeydi. Rahime Dersim’liydi. Biliyordu halkı Yılmaz’a iyi bakardı. Ama düşman aman vermek istemezdi, “Dikkatli ol Mamo dikkatli ol” demediği gece yoktu.

Yılmaz şehir faaliyetindeyken tutsak düşmüş ve yılları devirmişti. F tipi hapishanelerine yönelik 2000 Ölüm Oruçları direnişinde yine direnenlerin içinde idi. Devrime karşı borcunu şehirde, zindanda ödemişti. Şimdi dağlardaydı sıra. Emekçi ezilen bir Kürt ailenin çocuğu olarak Sivas’ın yoksul bir köy evinde doğmuştu. Okula gitme fırsatını bile yakalayamamıştı. Ta ki örgütleninceye kadar okuma yazmayı bilmiyordu. Fakat kendini öyle geliştirmişti ki günlerce susuz kalan bir insanın suya sarılması gibi kitaplara sarılıyordu.

2005-2006 kışını yalnız geçirmek zorunda kalmıştı. Kendine tek kişilik bir barınak hazırlamış, başta kitaplarını, radyosunu ve küçük tüpünü temin etmişti. Yalnız başına geçirdiği o kış altı ay boyunca okuduğu kitapların sayısını hatırlamıyordu. Bunları öylesine sıradan şeyler gibi anlatıyordu ki sanki yaşadıkları olağan ve sıradan şeylermiş gibiydi. Oysa bu tip şeyler irade ister, Yılmaz iradeli bir insandı. Hiçbir zorluk onu korkutmaz mutlaka üstesinden gelirdi. Sadece kendiyle ilgili meselelerde değil çevresindekilerle ilgili meselelerdeki tutumu aynıydı. Bir keresinde yeni gelen iki yoldaşının yağmurdan ıslanışına dayanamayıp, hararetli bir ateş yakmıştı. Yaş odunları öyle kıvrakça topluyor ve ıslak kabuklarını ustaca bıçakla soyuyordu ki bizim gençler şaşkınlıkla onu izliyordu. Öğrenci kökenli olan gerilla yoldaş dayanamamış “Yılmaz yoldaş odunlara ne kadar kaba davranıyorsun” demiş, Yılmaz hemen yanıtını vermişti. “Yoldaşlarıma ince davranmam için odunlara kaba davranmam gerek.” Tüm bunlar olurken, dağ koşullarına alışmanın zorluğu ve gerekliliğini anlatıyor, bir yandan da moral veriyordu. Ağır yorucu bir iş mi yapılıyor, zorlananlar mı var, devreye Yılmaz girer “Benden selam olsun bolu beyine “türküsünü patlatır, ortamı canlandırır. Tartışmalar da çatılan kaşları öfkesini, yoldaşlarıyla sohbet ederken “güzel yoldaşım, canım yoldaşım” la başlayan cümleler sevgisinin ifadesiydi. Aşkın bunları düşünürken, Yılmazı böyle güçlü kılan ne diye düşündü. Sonra gayri ihtiyari yüksek sesle “halk sevgisi” dedi. Nöbetteki Yılmaz bu sesle irkilip Aşkın’a döndü.

Yılmaz: “Sen daha uyumadın mı? Halk sevgisi böyle bir şey, uyutmaz adamı. Akşam bir güzel kucaklarsın halkını.”

Aşkın hafiften gülümseyerek, Yılmaz’a onu çok sevdiğini söylemek istedi. Ama daha uygun bir zamanı tercih ederek, erteledi.

İşte tüm bunlar Aşkın’ı Yılmaz’a bağlayan özelliklerdi. Aşkın bunları düşünürken doğrulup Yılmaza baktı. Sabah olmak üzereydi. Yılmaz yine nöbete kaldırmamıştı. Aşkın’sa ise hiç uyumamıştı ama farkında bile değildi. Son düşüncelerinin ağırlığıyla nöbet için sitemi gereksiz gördü. Kalkıp birlikte keşif yaptılar. Durumun normal olduğuna kanaat getirip, ateş yaktılar. Yerleri çok iyi değildi, arazisi zayıftı. Duman çıkarmadan, yaktıkları ateşte demledikleri çayı içip kahvaltılarını yaptılar. O gün gerillanın yaşamındaki rutin işlerin dışında kalan zamanlarda işlerini konuştular, geceden kalan sohbetlerine devam ettiler. En çok Yılmaz konuştu. Aşkın’sa hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan dinledi. Akşam yola çıkmadan önce son gözetlemelerini yaptılar. Silahlarını kontrol ettikten sonra Uskex yoluna düştüler. İşlerini hal etmek için acele etmeleri gerekiyordu. Ancak birkaç aksilik çıktı. Ertesi gün tekrar gelmeleri gerekti. O gece orada kalmaya karar verdiler. Bir gerilla için en sakıncalı kararlardan biriydi. Hele ki ihbarcılığın yaygınlaştığı bir süreçte bu hiç doğru bir karar değildi. Akşam dikkatlerini çeken bir iki ayrıntı olmuştu. Ama onları doğru yorumlayamadılar. Oysa ihanet geceden kuşatmıştı beyinleri. Düşman hiç ummadığı bir anda karşısına çıkan bir avı parçalayacak olan yırtıcı bir hayvan gibi ağzından salyalarını akıtarak köyü sarmıştı. Yanlış bir karar, ihanet düşmanın pervasızlığı üçgeni destansı bir direnişin startı oldu. Sabah saatinde evi kuşatan düşman “teslim ol “çağrılarıyla Uskex’in sessizliğini bozdu. Dışarıda düşman dışarıda ihanet vardı. İçerde az sonra kopacak olan fırtınanın sessizliği…

Dışarıda ölüm içerde yaşam, dışarıda zulüm içerde direniş…

Dışarıda korku içerde cesaret, dışarıda sayısız namlu içerde iki yürek…

“İhanet kesti yolumuzu” dedi Aşkın.

“Direneceğiz” dedi Yılmaz.

“Tamam, hem de sonuna kadar … Doğduğum evde ölmenin huzurundayım, seninleyim sonuna kadar” dedi Aşkın.

Önce evdekileri dışarı çıkarmak gerekiyordu.

Saat on.

Aşkın telaş içindekileri sakinleştirmeye çalışıyordu. Anasına baktı aceleyle, nasıl da güzeldi, yaşlıydı ama yiğitti. Fakat şimdi titriyordu. Ölmekten değil, ölümden korkuyordu. Oğlundan can parçasından kopmak en büyük ölümdü. Aşkın “çık anam, faqirim, çık.” dedi. Ana sırat köprüsünde donmuş kalmıştı, sanki. Nasıl çıksındı ki? Hıdır’ını bırakıp çıkacaktı. Cafer’in acısı hala ilk günkü tazeliğini korurken bunu kaldırabilecek miydi? Yaşamı dondurmak istedi. Oracıkta ölmek, yok olmak, sonsuzda kaybolmak istedi ve kendinden geçti. Aşkın anasının yanındayken Yılmaz imha edilecek belgeleri yaktı. Şarjörleri hazırladı ve mevziler kurdu duvar diplerine.

Ve evdekiler dışarı çıkarıldı. Ananın dizleri tutmuyordu. Söz vermişti, dik yürümeye çalışıyordu. Ardında iki gerilla, önünde düşman… Ardında yaşamı, önünde ölümü temsil edenler duruyordu. Oracıkta donup kalmak istedi yine. Siper olsaydı evlatlarına, tüm mermiler önce ona saplansaydı, iki kere ölseydi, diye düşündü.

Araf yolu hem uzun hem kısadır. Yoksa Arafat yolu muydu? Arkada cennet önde cehennem, arkada dünya önde mahşer yeri… Araf ne uzun ne kısa yolunun yolcuları yolculuklarını bitirmişlerdi.

Saat onbir.

“Teslim olun, birazdan mermilerini bitecek, yazıktır göz göre göre vurdurmayın kendinizi, devlete sığının, cezanızı yatar çıkarsınız. Dışarıda koca bir ordu var. İki kişiyle bizi yenemezsiniz. Teslim olun” çağrıları ara bırakmadan yerini kurşun seslerine bıraktı.

Kurşun sesleri teslim olun çağrıları, kurşun sesleri telim olun çağrıları… saatlerce sürdü bu. Oysa içerdekiler unutmuştu başka sesler duymayı, duydukları yalnızca birbirlerinin ve tarihin doyumsuz sessiydi.

Şimdi yaşama dair ne varsa bu yoksul köy evindeki iki gerillanın hükmündeydi. Yoksul köy damı sınırsızlıkla zamansızlıkla dünya oldu, tarih oldu.

Marks’ın en sevdiği Spartüküs’ün heybetli sesini duydular. “haydi sonuna kadar” dedi. Yılmaz’ın yaralı teninden akan kan Paris komünarlarından Jean ve Janette’nin kanına karıştı. Jean ve Janette anlatmaya başladı;

“Biz komüncüler, karşı koymayı ölümüne sürdürüyorduk, ölüyor ama teslim olmuyorduk. Zaferin mucizevî gücü hiç bırakmadı bizi. Tüm Paris Versailles’ler tarafından kuşatıldığında barikatlar kurup çatıştık, sizin gibiydik. O gün de güçler kıyaslanmayacak kadar dengesizdi. Kristal gibi pürüzsüz ve açık bir Mayıs günüydü. Leylaklar, akasyalar çiçek açmıştı. Çiçeklerin keskin ve hoş kokusu insanın başını döndürüyordu. Bugünkü gibi. Napolyon’un başkomutanları kordonlar ve taş üzerine oyulmuş nişanlarla dolu zengin üniformaları içinde boş gözlerle bize bakıyordu. Dışarıdakiler gibi. Sonra kurşunumuz bitti. Komünün varlığının sona erdiği o korkunç 28 Mayıs günü barikatların birinde son mermimize kadar çarpıştık. Yaşasın Komün! diyerek veda ettik yaşama. Ölmüştük ama teslim olmamıştık. Bugün sizin takviminiz 27 Mayıs’ta. 28 Mayıs sabahı olmayacak belki de öleceksiniz ama inanıyoruz ki teslim olmayacaksınız bizim gibi.”

Aşkın yoksul evi dolduran sesler arasında Seyit Rıza’yı aradı. Sonra Ali Şer’i. Düşündü, Seyit Rıza Dersim’liydi, Ali Şer Koçgiri’li. Onları buluşturan nedenler Aşkın’la Yılmaz’ı da buluşturuyordu. İnceden inceye gülümsedi ve birden Qopo’ya ilişti gözleri. Qopo’ nun ‘38’de Ali boğazında bir mağarada otuz kişiye yaptığı konuşmayı duydu;

“Önümüzde iki yol var. Ya teslim olup sonu meçhul bir karanlığa, sürgüne yürüyeceğiz. Bu ölümlerin en büyüğüdür. Ya da direneceğiz. Mezarlarımız bu topraklarda olacak.”

Kahramanlık hikâyeleriyle büyüdüğü Qopo yalnız bırakmamıştı.

Saat on iki.

Yılmaz: Mermileri idareli kullan Aşkın. Bugünü akşam edeceğiz. Karanlık bize dost onlara düşman… Bu iş ne kadar uzarsa o kadar iyidir. Unutturmayacağız bugünü onlara. Öyle bir hamlede bizi yok etme zevkini yaşatmayacağız onlara.

Aşkın: Bunlar şimdi hazırlıklıdır. Zaman kazanmak için biz de hazırlık yapalım. Ben gidip battaniye getireyim ıslanıp sarılalım. Kimyasal atabilirler. Günü akşam etme konusunda sana katılıyorum. Bakarsın son bir kez gökyüzündeki Kuzeyimi görürüm.

Yılmaz: Neden olmasın canım yoldaşım.

Aşkın evin içinde sürünerek annesinin mis kokulu battaniyelerinden ikisini ıslatmaya çalışırken bir yandan da yeryüzündeki Kuzeyini düşündü. Onları bir kez daha görebilmeyi düşledi. Göremezse de Kuzeyi partisi ona sahip çıkacaktı.

Saat bir.

Yılmaz’la Aşkın sayılı kurşunlarını sayarak yolluyordu düşmana. Nişan alıp mermiyi namludan gönderene kadar geçen sürenin dışında içeriği sınırları ve zamanları parçalayan konuşmalar devam ediyordu.

Yılmaz Gazi barikatlarına gitti. Slogan sesleri ilişti kulaklarına, “Gazinin katili patron-ağa devleti.” İçerisi Gazi oldu, yüzleri maskeli gençler, kadınlar, yaşlılar herkes oradaydı. Gazi barikatlarına benzetti birden orayı.

Saat iki.

Mermiler iyice azaldı.

Saat üç.

İçeriye sıkılan mermiler arttı.

Saat dört.

İçerde yaşam, içerde direniş… Henüz yüreği ateşe düşüp düşleri gömülmemişken ateşe, dinledi suçsuz yere ölen binlerce insanın sesini. “Bizi anımsayın ve savaşın. Tiranın ayakları altında çiğnemeye yeltenen partizanın kızıl bayrağını bırakmayın yerde.”

Saat beş.

İçerde son mermiler dışarıda yangın bombası.

İçerde yangın. Ve artık yangın renginde görmeye başladı dünyayı Yılmaz ve Aşkın. Önce gözleri aktı ateşe. Akan yangın renkli gözleriydi. Sonra yüzleri aktı ateşe. Henüz gömülmemişken düşleri… Seslendi iki yürek, seslendi iki yangın gözlü direnişçi; “Ey Dersim! Zamanımız geldi artık, ölüyoruz. Sevgili annem hoşça kal! Hoşça kalın dostlar, hoşça kalın yoksul insanlık! Artık terk ediyoruz yeryüzünü. Ama en son senin adını söyleyeceğiz ey özgürlük! Oldu mu ki seni bizden daha çok seven ve senin için yüreğini ve gözlerini ateşte dağlayan? Yangın yerine dönen bedenimizde sönmeyen düşlerimiz, yükselecek gökyüzüne ve yayılacak tüm evrene. Yayılacak defne ağaçlı yoksul bakır renkli topraklara. Ve önce Dersim’li çocuklar ve analar görecek ateş toplu komünarca direnişimizi.”

***

Mahmut ve Hıdır yangınlar içinde son notlarını düştüler ve uğurlandılar son yolculuklarına.

Mahmut son yolculuğunu devrimci yaşamının mütevazı yıllarını geçirdiği Gazi Mahallesinde tamamladı. Gazi Mahallesi birçok devrimcinin toprakla hava arasında son randevu yeriydi. Haberin duyulduğu gün Cem Evi yine kalabalıktı.  Akrabaları, dostları, tanıyan tanımayan ama direnişini sahiplenen herkes Mahmut’un evine akın etmişti. Yoksul evin üst katlarından aşağı Mahmut’la Hıdır’ın resimlerinin olduğu “Gerillalar ölmez, yaşasın Halk Savaşı” yazılı koca bir pankart sarkıyordu. Oradaydı Mahmut, oradaydı Hıdır… Oradakilerin gözlerinde, yüreğinde, bilincindeydiler. Dışarıdaki kalabalık tam altı saat süren direnişi konuşuyordu. Mahmut’un anılarıyla yüklü eşyaları misafirlerini ağırlıyordu. Ana en çok “Mamo, Mamo” diye ağıt yakıyordu. Kucağında İsmet’in, Mahmut’un fotoğrafı, Kürtçe acılarını anlatıyordu. Rahime’nin gözleri yaşlıydı ve suskundu. Belliydi içinde fırtınalar kopuyordu. Beklide sınırsızlık ve zamansızlık denizine dalmak Mahmut’la orada buluşmak istiyordu. Durumu katlanılır kılan tek şey Mahmut’un istediği bir şekilde şehit düşmüş olmasıydı. Sonra oğul Yılmaz cenaze töreni için bekleniyordu. Ufaklık şişkin gözlerle babasını almaya gidecekler içinde yer almanın telaşındaydı. Bir eli şişmişti. Babasının şehit düştüğünün haberini aldığında öfkeden ne yapacağını bilememiş duvara yumruk atmıştı. Öfkedendi… Beklide babasının acılarını paylaşırcasına acı çekmek istemişti. Oysa babası duysa çok kızardı. Güçlü olmalarını isterdi, hem de çok… Güçlü olmaya çalıştılar ve Mahmut’u layıkıyla uğurladılar.

Hıdır doğduğu evde ölümü de tatmıştı. Ve yine o topraklardan gitmeyecekti. Onun yaşamla son randevusu Dersim toprakları oldu. “faqır” anası Hıdır’ı son randevu yerine kadar bırakmadı. Onu toprağına emanet ederken “ben sık sık geleceğim, unutmayacağım oğul unutmayacağım, anlatacağım oğul anlatacağım” dedi.  Sonra yüzünü göğe çevirdi sanki bir şeyler arıyordu. Bulamamışçasına toprağa döndü. O günü zar zor akşam etti, uyumak bir daha uyanmamak istiyordu. Bir ara yoksul evden dışarı bıraktı kendini. Gökyüzüne çevirdi gözlerini ve yıldızlara baktı. Sanki Hıdır’a söz vermişçesine Çoban Yıldızına baktı. Yüreğinde yalnızca ağır bir hüzün yoktu. İsyankâr bir geleneği olan bu topraklarda şehit düşmüş bir gerillanın anası olmanın gururunu da taşıyordu. Bu topraklar nice Hıdır’ı almıştı bağrına ve belkide daha alacağı da vardı. Ama kesin olan bir şey vardı ki bu zulüm bu zorbalık bedeller ödenmeden son bulmayacaktı. Bir gün açlık, yoksulluk, zulüm son bulacak herkes gülecek, mutlu olacaktı.

Kuzey Sizi Unutmadı…

Sefagül Kesgin

******

İmkansızlıkları imkana çevirmenin adı… Sefa…

1990’lı yılların ortalarıydı. Devrimci mücadelenin yükselişte olduğu, Türkiye Kürdistanı’nda savaşın tüm çıplaklığıyla yaşandığı bir dönemdi. 1994’te yaşadığı darbe sonrası kolektifimiz, Karadeniz’e yönelmişti. Şovenizmin kalesi yapılmak istenen bölgede, halk savaşını yükseltme kararı, buradaki tüm alan faaliyetlerini çok önemli bir hale getirmişti. Karadeniz’de savaşı büyütebilmek Türkiye Kürdistanı’ndaki haksız savaşa da büyük bir darbe anlamına geliyordu. Burjuva kalemşörler tam da bu korkuyla, yönelimimizin olası sonuçlarını işliyor, “sahiplerini” uyarıyorlardı. Kırsalıyla, kentiyle neredeyse tüm bölge abluka altındaydı.

Kolektifimiz tüzük ihlali sonucu yaşanan darbe ile örgütsel olarak önemli ölçüde zayıflamış olsa da hızla gerçekleştirilen merkezileşme ile sınıf mücadelesinin etkin bir öznesi olabilmek için önüne somut hedefler koymuştu. Bunları gerçekleştirebilmek en yeni militanından kadrosuna kadar tüm yapının yekvücut hareket etmesine, güçlü bir inanç ve sıkı bir disiplinle herkesin üzerine düşeni yapmasına bağlıydı. Canfeda mücadelemiz Özgür Kemal Karabulut yoldaşın ölümsüzleşmesi ile bir kez daha somutlanmış, Mehmet Demirdağ’ın önderliği ile pekişmişti. İşte böyle bir dönemde Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’nde içinde Sefagül yoldaşın da olduğu bir grup Kolektif taraftarıydık.

Sefagül yoldaşla nasıl tanıştığımızı, ortamımızı bir türlü anımsayamıyorum. Sanki öğrenci olarak Samsun’a gidişin ilk anından itibaren yaşamımda varmış gibi hissediyorum. Oysa bu mümkün değil! Büyük olasılıkla 1996 yılının başlarında tanışmış olmalıyız. O, Kolektifi yakın çevresinden uzun zamandır tanıyordu. Hatta tanıdıklarının bir kısmı darbeci tarafta kaldığı halde, o, tereddütsüzce tercihini yapmıştı. Hukuksal olarak parti iradesinin gasp edildiği açıkken buna tavır almamak onun için kabul edilemezdi. Böyle bir zamanda ilkeler ve devrimci hukuk esas olandı, o da tavrını bunu esas almıştı. Konuşmalarımızda bunun vurgusu çok güçlüydü. Yaptığı bütün işlere heyecanla girişmek onun mizacıydı. Heyecanı; gözlerine, gülüşüne, el-kol hareketlerine olduğu gibi yansıyordu. Heyecanın kaynağını; başarabilme azminden, sorumluluklarını en iyi şekilde yerine getirmenin gerekliliğini kavramaktan alıyordu. Bu heyecan, yaşamının her alanına damgasını vuruyordu. Bazen yeni öğrendiği ve yoldaşlarına yapmak için sabırsızlandığı cezeryeden bahsedişinde bile o anı yoldaşlarla yaşamanın verdiği heyecan doruk yapıyordu.

1996’da Susurluk kazası yaşandığında “bir dakika eylemleri” yapılıyordu. Kısa süre içinde bu eylem sokaklara taşmıştı. Samsun’da da eylemlere kitlesel bir katılım vardı. Buralara Kolektif taraftarları olarak katılıp, o bölgede alışkın olunmayan şekilde kuşlama yapanlarımız arasında o da vardı.

1 Mayıs’ta, legal kurum adına hazırlanan dövizlere yapılan saldırıda onları korumak ve düşmana vermemek için verdiği çabayı anlatırken, o anı tekrar yaşıyor gibiydi. Belirgin özelliklerinden biri olan, giriştiği işi muhakkak tamamlama, en iyi sonucu almaya çalışma özelliği, küçüğünden büyüğüne tüm pratiklerinde ortaya çıkıyordu. Üstlendiği işi ne yapıp edip imkanları sonuna kadar zorlayarak yerine getirmeye çalışacağı bilinirdi. Yapılan işte aksamalar olsa bile o, tüm olanakları sonuna kadar zorlardı.

Ona dair pek çok yazıda bahsedildiği gibi Sefagül’ün geniş bir arkadaş çevresi vardı. Kaldıkları öğrenci evine ne zaman gitsek, çok farklı fakültelerden daha önce tanımadığımız kimselerle karşılaşırdık. Çoğu zaman kurulan mütevazi öğrenci sofrasında sohbetler, tartışmalar alır başını giderdi. Sefa’nın edebiyata ve şiire belirgin bir ilgisi vardı. Bu ilgi sonraki yıllarda da sürmüştü. Yıllar sonra gönderdiği mektuplarda illa ki bir şiirin yer alması bununla ilgiliydi.

1997 yılı 18 Mayıs anmasını Pir Sultan Abdal Derneği’nde yapacaktık. O gecenin örgütlenmesinde, şiir ve marşların seçilmesinde ve de gecenin anlamına uygun bir şekilde geçmesinde Sefa’nın katkıları çok fazlaydı. O dönem böyle etkinlikleri örgütleyebilmek, mevcut polis ablukası nedeniyle çok zordu. LYO okurları olarak geniş katılımla bunu yapabilmek hepimiz için büyük bir sevinç kaynağı olmuştu.

O yılın sonunda her birimiz mücadelenin ihtiyaçlarına göre farklı farklı alanlarda konumlandırılmıştık. İhtiyaçlara göre konumlanmak, mekan değişiklikleri yapmak aileden, işten veya o zamana kadar ki çevreden kopmak…  Bunların yapılması tartışılmazdı bile. Devrimcilik, yarı zamanlı, boş vakitlerin ayrıldığı bir uğraş değil, yaşamın kendisidir. Örgütlü yaşam, kolektifin ihtiyaçlarının esas olması ve devrimin ihtiyaçlarına göre şekillenmektir.

Farklı alanlarda konumlandıktan sonra birbirimizi hemen hemen göremez hale gelmiştik. Bazen yoldaşlar aracılığıyla selamlaşabilme şansımız oluyordu sadece. Aradan yaklaşık bir yıl geçmişti. Bir yoldaşla birlikte Ordu’da gözaltına alındığını duymuştuk. Partimizin Karadeniz faaliyetini şehirlerde de yaygınlaşması hedefiyle yaptıkları bir eylemden sonra alınmışlardı. Sonraki yıllarda yapılan işkencenin boyutunu ve Sefagül yoldaşın bunların hepsini boşa çıkarışını duymuştum. Gözaltı sürecinden sonra tutuklanmış, Ordu’da çok kısa bir süre tutulduktan sonra Erzurum’a götürülmüştü. Gülizar (Özkan) yoldaş da Erzurum Hapishanesi’ndeydi. Hevallerle aynı koğuşta kalıyorlardı. Gülizar yoldaşın saflarımızda daha güçlü bir şekilde yer almasında Sefagül’ün katkısı çok fazlaydı. Kısa bir süre kaldıktan sonra ilk mahkemede tahliye olmasına rağmen Gülizar yoldaşın tutsaklığı süresince ona yazmaya devam etmişti. Yoldaşlarla yaşamlarının tüm ayrıntılarıyla ilgilenmekte enerjilerini küçük burjuva feodal ayrıntılarda boğulmaya değil, mücadeleye yönlendirmekte çok maharetliydi. Mücadeleye, partiye karşı duyduğu derin inancın bir yansımasıydı bu. İnanmayan inandıramaz, etkilenmeyen etkileyemezdi çünkü.

Tahliyeden sonra hiç beklemeksizin faaliyete dönmüştü. Bir süre sonra Tokat’ta LYO bürosunun Sefagül yoldaşın sorumluluğunda açıldığını duymuştum. Sayısız tehdide, gözaltıya rağmen çalışmaları oturtmaya, yerel faaliyeti örgütlemeye çalışmıştı. Büro çalışanları polis baskısı nedeniyle kiralayacak ev bulmakta dahi zorlanıyorlardı. Fakat koşullar yine de sonuna kadar zorlanmıştı. Sefagül zordan kaçmayan biriydi. Hele ki bu zorun üstesinden gelmek mücadelemize katkı sunacaksa…

Uzun yıllar farklı alanlarda oluşumuz nedeniyle haberleşememiştik. Ta ki tutsak düşünceye dek. Ceza İnfaz Kanunu’nun değişmesiyle bildireceğimiz 3 arkadaşın görüşe gelme hakkı oluyordu. Yıllar sonra ortaya çıkan bu karşılaşma olanağını her ikimiz de kullanmak istemiştik. Sefagül tüm yoğunluğuna rağmen koşullar elverdiğinde görüşe geliyordu. O dönem Kültür Merkezi’nde kısa film festivali düzenleniyordu. Kültürel bir etkinliği düzenli bir şekilde yapmanın, hem çok sayıda film gelmesinin hem de pek çok yeni kişiyle tanışmanın heyecanı çok fazlaydı. Kısacık görüşlerde, o kalın kirli cam engeline rağmen bu heyecan elle tutulacak kadar somuttu.

Son görüşmemizi hatırlıyorum. Başka bir yoldaşla birlikte gelmişti. Diğer yoldaşla konuşurken, gözüm Sefagül’deydi. Bekleyen ailelerle hemen sıcak bir sohbet geliştirdiği belli oluyordu. Oradaki çocuklarla da ilgileniyordu diğer taraftan. Gözlerindeki ışıltı, pek çok şeyi anlatıyordu. Ama yine de emin olamamıştım. Bir süre sonra belki de ilk örgütlendiği andan itibaren bulunmak istediği yere, dağlara yüzünü döndüğünü öğrenmiştim. Halk savaşının merkezine, en yakıcı olarak yaşanan alanına gitmişti.

Ölümsüzleştikten sonra anlatılarda, imkansızlıkları imkana çevirme azminin partiye, devrime olan inancının sadece yoldaşlarımızda değil, dost güçlerde de nasıl bir etki yarattığını öğrendik. Saflara katıldığı ilk andan ölümsüzleşene kadar taşıdığı heyecandan hiçbir şey kaybetmemişti. Bu yeni bir topluma ulaşmak için verilen mücadelenin bir parçası olmanın heyecanıydı. Bu amaca duyduğu bağlılığın ve görevini yerine getirmenin yarattığı bağlılığın heyecanıydı. “İmkansız” lafını kabul etmemenin ve düzenle, düzenin etkilerini kendilerinde taşıyanlarla uzlaşmamanın, kendinden emin olmanın, yoldaşlarla birlikte yürümenin heyecanıydı.

“Çeliş ki gelişesin/çeliş ki uzlaşmayasın/ çeliş ki değişesin/çeliş ki yıkasın/çeliş ki kurasın/çeliş ki özgürleşesin” sözleri yaşamı, mücadeleyi kavrayışının bir yansımasıydı. Mücadeleyi kendi içimizdeki, yoldaşlarımızdaki, kolektifteki ve toplumdaki değişim, dönüşüm olarak ele alıyor, buna göre konumlanıyor ve çelişmekten korkmuyordu.

Asla bitmez özlemler vardır. Kalplerdeki boşluğu her zaman açık tutacak yokluklar! Biliriz, “kavganın töresi”dir bu. Ama yürek yine de sızlamaya devam eder… Aramızdan apansız ayrılışlara sebep olan bu sömürü sistemine ve sahiplerine kinimiz bilenir bir kez daha… Sefagül, Gülizar, Nurşen, Fatma ve Derya yoldaşlar, hepimizde derin bir iz, asla kapanmayacak bir yara ve büyük bir mücadele mirası bırakmışlardır. Siyasi komiser Sefagül yoldaş, Komutan Nurşen yoldaş tarihimizin ilkleriydiler. Zor zamanlarda, sorumlulukların altına girmeyi ve asla vazgeçmemeyi öğrettiler. Kadınlara hedef olarak yüksek zirveleri bıraktılar. Onlardan öğrenmeye devam edeceğiz. Ve söz verdiğimiz gibi, mücadelemizi büyüterek o büyük günü tüm sonsuzluğa uğurladıklarımıza armağan edeceğiz.

Bir yoldaşı

*******

AFİŞLER

******

VİDEOLAR

 

 

“BEŞLER” (Video)