MÜCADELE ETMEKTEN BAŞKA ÇIKIŞ YOLUMUZ, SAVAŞMAKTAN BAŞKA KURTULUŞ YOLUMUZ BULUNMAMAKTADIR
– Merhabalar, öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?
– Çevani Başe, TKP-ML Merkez Komite Siyasi Büro üyesiyim. Adım Özgür Aren.
– Geçtiğimiz yıl 1. Kongrenizi yaptığınızı açıkladınız. Kongrenize nasıl bir ortamda hazırlık yaptınız hem Parti gündemleriniz açısından hem de ülkenizdeki durum açısından?
– Partimiz açısından oldukça sıkıntılı bir süreci geride bıraktık. Kongremiz, partimize yönelen düşman saldırılarını ve sol görünümlü darbeci tasfiyeci saldırıyı karşıladı. Düşmanın her türden fiziki imha saldırısına, psikolojik savaş taktiklerine ve kara propagandasına yanıt oldu. Bunun yanında partimizi içten darbeleyen çizgiyle de arasına kalın bir çizgi çekti ve “Partiyle Devrime” sloganı etrafında kenetlendi. Bu, tarihsel önemde bir gelişmeydi. Nitekim başta dost devrimci örgütler olmak üzere taraftarlarımız, çevremiz, ileri kitleler bu adımımızı selamladılar.
Öncelikle; kongremiz, Ağustos 2017’de Rojava’da ölümsüzleşen Nubar Ozanyan yoldaşımıza atfedilmiştir. Bunu bir kez daha hatırlatmak isteriz. Kongremiz, partili kimliğimizin özü ve özeti olan Nubar yoldaşımız başta olmak üzere Türkiye devrimi mücadelesinde ölümsüzleşen yoldaşlarımıza ve devrim şehitlerine bağlılığın, başta ölümsüzleşen yoldaşlarımızın aileleri olmak üzere gazilerimize, taraftarlarımıza ve halkımıza verdiğimiz devrim sözünün mütevazi ama bir o kadar da önemli bir adımı olmuştur.
Elbette –sorunuzla bağlantılı olarak– kongremiz ülke gündeminden bağımsız değildi. Biliyor ve yaşıyoruz ki; ülkemizde ilerici güçlere, devrimci komünist harekete yönelik çok yoğun bir saldırı var. Bu saldırı faşizmin sıkışmışlığıyla, yönetememe kriziyle doğru orantılı. Faşizmin sözcülerinin her fırsatta Gezi İsyanı’ndan bahsetmeleri nedensiz değil. Egemen sınıfların devrimci komünist harekete yönelimi esas olarak imhayı amaçlayan fiziki bir saldırı olarak gelişse de ideolojik-politik alanda da çok yoğun bir saldırı söz konusu. Devrimci ve komünist hareket, tümden yok edilme ve çökertme saldırısının hedefinde diyebiliriz. Faşizmle uzlaşmayan, ona karşı mücadele içinde olan her anlayış, düşmanın hedefinde oldu ve oluyor. Bu uzlaşmazlığa bir de silahlı mücadele eklendiğinde faşizmin saldırganlığı daha da artıyor. Bunun elbette eşyanın tabiatı gereği olduğunu devrimci kamuoyu bilmektedir. Vurgu yapmak istediğimiz nokta, bu saldırganlığın şiddetini özellikle 2015 parlamento seçimlerinin ardından adım adım yükselttiği gerçekliğidir. Partimiz de kongre öncesi ve sonrasında düşmanın hem fiziki hem de psikolojik saldırılarına hedef oldu. Bu saldırıların içinde kongresini gerçekleştirme başarısını gösterdi.
Düşman, 2015 karşı devrimci saldırısıyla partimizin sınıf mücadelesine yoğunlaşmasını, kendini daha üst boyutta yeniden örgütlemesini engellemek istedi. Sadece TC faşizmi değil, Alman emperyalizmi önderliğinde Avrupa çapında gerçekleştirilen karşı devrimci saldırı da bu amacı güdüyordu. Partimizin yalnızca TC faşizminin değil aynı zamanda emperyalizmin de hedefinde olduğunu pratikte bir kez daha deneyimledik. Öğretici bir düşman saldırısı oldu bu.
Bu saldırı, partimizi tümden imha etmeyi hedefliyordu. Sonrasında yaşadığımız pratik tecrübe gerek tutsak edilen ve gerekse de ölümsüzleşen yoldaşlarımız bize bu gerçeği çok net gösterdi.
Kongremizi partimiz açısından herhangi bir kongreden daha önemli kılan sadece düşmanın karşı devrimci saldırıları değildi. Aynı zamanda Kongremiz, partimize içten yönelen, onun birliğini ortadan kaldıran saldırılara yönelik de güçlü bir yanıt olmuştur.
Biliyoruz ki, uluslararası komünist hareketin tarihi, Marksizm’in gelişimi onun Leninizm ve Maoizm aşamasına ulaşması, hep mücadele içinde olmuştur. Marksizm-Leninizm-Maoizm, başta revizyonizm olmak üzere, sağ ve sol oportünizme, anarşizme, her türden gerici burjuva çizgiye karşı parti içinde ve dışında mücadeleyle gelişmiştir. Partimiz de bu anlayış sahipleriyle komünist bir zeminde, Partinin birliğini esas alarak ısrarla mücadele ederek, kendi komünist duruşunu güçlendirmek istemiştir. Ancak ne yazık ki, bunda başarılı olamamıştır.
Sorunuzla bağlantılı olarak devam edersem; Partimiz kongresine hazırlanırken hem iç hem de dış düşmanla kuşatılmış durumdaydı. 2015 karşı devrimci saldırısı, sonrasında Partimizin birliğine yönelik saldırı ve hemen ardından halk ordumuzu ve parti güçlerimizi tümden imhayı hedefleyen 24-28 Kasım 2016 saldırısı ve Dersim’de 12 yoldaşımızın katledilmesi çok önemli gelişmelerdir. Ki bu imha saldırısına bugünden bakıldığında sınıf düşmanlarımızın partimize özel olarak yöneldiği anlaşılmaktadır. Bu olay partimizin tarihinde var olan ve aralarında delege yoldaşların da olduğu 9 yoldaşımızın katledilmesi olayıyla benzerlikler taşımaktadır. Bu gelişmeler partimizin sınıf düşmanlarınca adeta nefessiz bırakılarak boğulmak istendiğini ve tam bir imha saldırısı ile karşı karşıya olduğunu gösterdi. Amaç, partimizin komünist çizgisinin boğulması ve tümden imhasıydı.
Kongremiz partimize yönelik yaşanan tüm bu saldırıları analiz etti ve çeşitli sonuçlar çıkardı. Denilebilir ki kongremizin üzerinde yükseldiği zemin, 2009 TEKEL Direnişi, 2013 Gezi İsyanı ve 2015 Özyönetim Direnişi’ne kadar götürülebilir. Bu direniş ve isyanlar zinciri, Partimiz açısından devrimin dinamiklerine vurgu yapmış ve TDH’nin bu dinamiklere olan uzaklığını göstererek, işçi sınıfına ve halk kitlelerine olan güvensizliğin kırılmasında önemli örnekler olarak devrim mücadelesi deneyimlerindeki yerlerini almıştır. Nitekim hatırlanırsa Gezi İsyanı’nda kitlelerin ön plana çıkardığı sloganlardan bir tanesi “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”tı. Bu sloganın önemini partimiz içinde yaşanan süreçte çok daha net gördük.
Biliyoruz ki, komünist partiler donmuş mekanizmalar değillerdir. Yaşayan, canlı örgütlenmelerdir. Onlar başta işçi sınıfı olmak üzere kitlelerle kurdukları bağlarla, sınıfın ve kitlelerin kendisini beslemesi ve denetlemesiyle yaşarlar. Partimiz, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü bir parti olarak, bu direniş ve isyanlarda açığa çıkan enerjiyi yeterince kendine çekemedi. Kitlelerin taleplerini karşılayamadı. Daha doğru bir ifadeyle, partimizin önderliği, kitlelerin içinde bulunduğu duruma ve taleplerine yanıt olmakta başarısız oldu. Bu çok net görüldü. Örneğin Gezi İsyanı’nda açığa çıkan dinamiklerden öğrenmek ve kendi stratejisini bu dinamikler üzerinden yeniden üretmek ve güncellemek yerine, meseleye genel geçer yaklaştı. Parti önderliğinin bu pozisyonuna rağmen özellikle kadın ve gençlik alanındaki yoldaşlarımız bu direnişten çok şey öğrendiler ve partimizin duruşunu sorgulamaya başladılar.
Zaten darbeci tasfiyeci saldırıya maruz kaldığımızda buna ilk karşı koyan temel yönetici organlarımız kadın ve gençlik alanlarımız oldu. Bu, bize şunu göstermektedir; sınıftan ve kitlelerden beslenen, sınıfın ve kitlelerin taleplerine yanıt olmaya çalışan, sınıfın ve kitlelerin durumunu analiz etmeye çalışanlar kendilerini geliştirmiş ve pratikte farklılaşmışlardır. Bu durum, partinin 2015 ve sonrasında bütün gerçekliğinin ortaya çıkmasıyla birleşince, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”tı.
– Birkaç maddeyle özetleyecek olsanız, sizce kongreniz esas olarak neyi-neleri başardı?
– Yukarıda kısaca değindim ama maddelersem; Birincisi, özetlediğimiz saldırılar karşısında duran kadrolardan üyelere, ileri militanlardan militan ve taraftarlara kadar partiyi sahiplenen MLM güçler, emekleri, eleştiri ve görüşleriyle partiyi kongreye taşımışlardır. Bu kongremizin birinci ve bizce çok önemli bir başarısıdır.
İkincisi; kongremiz yarım asır sonra parti programını oluşturmuştur. Meseleye teori-pratik diyalektiğinden bakıldığında, pratik olarak kongremiz gerçekleştirilmiş, teorik olarak da kongremiz, kongreye kadar partimizin savunageldiği programatik görüşleri sistematik hale getirerek bir program oluşturmuştur. Bu da bizce tarihsel önemde bir adımdır.
Üçüncüsü; kongremiz, demokratik halk devrimi yöneliminde ve silahlı mücadele çizgisinde ısrarlı olacağını ilan etmiştir. Ülkemizde genel olarak halk savaşı özel olarak gerilla savaşı meselesinde bir tartışma yürütmüş ve çeşitli sonuçlara ulaşmıştır. Partimizin Dersim ve Rojava gerilla pratiği, masaya yatırılmıştır. Partimiz bu pratiklerine dair çeşitli kararlar almış, önüne somut örgütsel görevler koymuştur. Bugün de bu görevleri yaşama geçirmek üzere adım adım ilerlemekteyiz.
Dördüncüsü; partimiz yaşadığı süreçten çıkardığı derslerden, ülkemizde sınıf mücadelesinin ortaya çıkardığı çeşitli birikimlerden ve elbette kadın mücadelesinde konumlandığımız noktadan hareketle tüzüğünü güncellemiştir. Bunlar da kanımızca çok önemli katkılardır. Örneğin artık tüzüğümüzde kadın kotası vardır. Bu hem partimiz açısından tarihsel önemdedir hem de uluslararası komünist hareket açısından da dikkate değer bir deneyimdir. Nihayetinde program ve tüzükler, bir komünist parti açısından donmuş, değiştirilemez, yenilenemez metinler değildir. Bilginin gelişim sürecine uygun olarak yenilenecek, değiştirilecek hatta belki tamamen yenilerinin oluşturulabileceği yaşayan amaçlar, kurallar, yöntemler vs. bütünüdür.
Beşincisi; kongremizde komünist kadın hareketinin somut bir ürünü olarak, Komünist Kadınlar Birliği’nin kuruluşu ilan edilmiştir. Bu gelişme de parti tarihi açısından bakıldığında son derece önemli ve bir o kadar da gecikmiş bir adımdır.
Altıncısı; kongremiz partimizin kadro ve halef yetiştirme politikası üzerinde durmuştur. Bu konuda bir anlayış koymanın yanında somut planlamalara da girişmiştir.
Yedincisi; kongremiz partimizin önüne, yukarıda birinci maddede işaret ettiğim gündemden hareketle “Devrim İçin Önce Parti” yönelimini ortaya koymuştur. Bununla doğrudan bağlantılı olarak partimiz “Ortadoğululaşma” yöneliminin altını çizmiş ve de dünyanın ve ülkemizin içinde bulunduğu durumu analiz etmiştir.
– Kongre sloganlarınızdan biri de “ideolojide netlik, teoride derinlik ve tüm partinin askerileşmesi”. Burada amacınızı açar mısınız? İdeoloji nedir? İdeolojik netlik nedir? Teori nedir? Teoride derinleşmek nedir? Askerileşmek nedir ve tüm örgüt nasıl askerileşir?
– Biliyorsunuz ideoloji temel meseledir. İdeolojiniz yoksa bir hiçsinizdir. İdeolojiniz var ama bu konuda bir netliğiniz yoksa da hatalara düşmeniz kaçınılmazdır. Ve nihai olarak zafer kazanamazsınız. Bu da açıktır.
Partimizin bir ideolojisi var. Bu, sınıf mücadeleleri pratiği içinde sınanmış, yukarıda işaret ettiğim üzere gerek düşmanımız burjuvazi ve gerekse de onun proletaryanın saflarındaki temsilcileriyle mücadele içinde gelişerek, rüştünü ispat etmiş MLM bilimidir. Partimiz dünyaya, sınıf mücadelelerine, topluma, savaşa, kültüre, maddeye kısacası her şeye proletaryanın bilimsel dünya görüşü olan MLM bilimiyle yaklaşmaktadır.
Kabul edilmelidir ki; sosyalizmde yaşanan geriye dönüşler ve emperyalist burjuvazinin yoğun ideolojik saldırıları karşısında uluslararası komünist hareketin bu saldırıları aktif olarak karşılayamaması kitlelerin kafasında belli soru işaretleri yarattı. “İdeolojiler öldü”, “Marksizm bitti”, “tarihin sonu geldi” propagandaları eşliğinde sürdürülen ideolojik saldırıya karşı uluslararası komünist hareketin parçalı ve dağınık duruşu beraberinde kapitalizme alternatif olarak demokratik halk devrimlerini, sosyalizmi daha etkili savunmanın ve bayraklaştırmanın önünde bir engel olarak çıktı. Kitleler farklı arayışlara, en çok da düzen içi çözümlere rağbet etmeye başladılar. Ancak süreç içinde bu tür palyatif tedbirlerin bir çözüm olmayacağını, kendiliğinden pratikleriyle de deneyimlediler.
Özellikle son yıllarda dünya çapında yaşanan isyan ve kitle hareketleri kapitalist sisteme karşı hoşnutsuzluğun, bir alternatif arayışının işaretleri olarak görülmelidir. Nitekim tam da bu nedenle emperyalist kapitalist ideologlarca şimdi de “Marks’ın geri döndüğü”, “tarihin sonunun gelmediği” dillendirilir oldu. Bundan daha da önemlisi emperyalist kapitalizm, yaşadığı krizi atlatamadığı oranda kendisine karşı ayaklanmaların, isyanların ve kitle hareketlerinin gelişebileceği öngörüsünde bulunarak, kendince çeşitli önlemler almaktadır.
Denilebilir ki bu saldırıları pratikte karşılayabilecek en donanımlı hareketler MLM’lerdi. Çünkü MLM ideolojisi bize “sosyalizmde yaşanabilecek olası geriye dönüşlere karşı” teorik bir alt yapı sunuyordu. Nitekim bu olasılığa karşı binlerce kültür devrimi gerekliliği savunuluyordu. Ne var ki, Uluslararası Komünist Hareket Başkan Mao’nun ölümünden sonra onun boşluğunu dolduramadı. Partimizin de kurucuları arasında yer aldığı DEH pratiği ve sonu biliniyor. Peru’da parlayan, Hindistan’da ilerleyen ve Nepal’de iktidar olanağı bulan komünist hareket, düşmanın saldırıları karşısında geriledi. Peru devrimi önderliğinin tutsak edilmesi, Nepal devrimi önderliğinin revizyonistleşmesi vb. gerekçeleriyle başarıya ulaşamadı. Ancak Hindistan devrimi düşmanın yoğun saldırıları karşısında direnmeye ve mücadele etmeye devam ediyor. Yoldaşlarımız son yıllarda kadrosal anlamda önemli kayıplar verdiler. Düşman Hindistan’da komünist hareketi sadece kırlarla sınırlamak istiyor.
Partimiz de dünya çapında yaşanan bu süreçten kendi payına düşeni aldı. Kuruluşundan itibaren MLM ideolojisini dünya görüşü olarak kabul eden partimiz, Kaypakkaya yoldaştan sonra önemli direniş ve başarılara, tarifsiz fedakarlıklara ve yüzlerce kayba rağmen devrimimizi başarıya ulaştıramadı. Bunda MLM ideolojiyi bir bilim olarak doğru kullanamayışımız etkili oldu. Partimizin sınıf mücadelesi arenasında bugün istenilen yerde olmamasının nedeni budur. Ya da şöyle ifade edeyim, partimiz MLM ideolojisini doğru kavrayamadığı, yeterli netlikte ele alamadığı için bugün aslında “hak ettiği” yerdedir.
Genelde bu durumun sorumlusu olarak, partide baş gösteren hizipler, darbeci tasfiyeci saldırılar gösterilmiştir. Bu tamamen yanlış bir görüştür. Hizipler, darbeci tasfiyecilik vb. sadece birer sonuçtur. Bu anlamıyla parti tarihimizi anlatırken-açıklarken ya da bugün partimizin sınıf mücadelesinde oynayamadığı rolü tartışırken neden olarak hizipleri, darbeci tasfiyeci saldırıları ileriye sürmek doğru değildir. Kuşkusuz bu türden gelişmeler, partinin örgütsel olarak güç kaybetmesine neden olmuştur. Bu bir gerçektir.
Ancak önemli ve belirleyici olan husus, partimizin MLM bilimini bir eylem kılavuzu, sınıf mücadelesinin andaki gelişmelerini, yaşanan çelişkileri tahlil edecek bir bilim olarak ele alıp uygulamasındaki yetersizliğidir. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın, sınıf mücadelesine, kitle hareketlerine yaklaşımı ve çıkardığı dersler MLM bilimi sayesinde olmuştur. Kaypakkaya’yı komünist önder yapan onun MLM çizgisidir. Kaypakkaya, kendi diyalektik gelişim seyri içinde MLM biliminde netleştikten sonra komünist tezlerini ileri sürebilmiştir. Bundan sonra iş, politika sahasınındır. Politika sahasında ise daha düşündüklerini pratikleştiremeden ya da “işin” daha çok başındayken katledilmiştir.
Kısacası partimiz ideolojisinde net olmadığı, sağ ve sol oportünizmlere düştüğü oranda sınıf mücadelesinin ve kitlelerin hareketlerinin gerisinde kalmıştır. İdeolojik olarak belli bir berraklığa sahip olunduğunda gelişen kitle hareketlerine müdahale etmede, sınıf mücadelesinin andaki dinamiklerine dokunmada ve bunların komünist partisini besleyip geliştirmesinde başarılı olabilirsiniz. Bu başarılabildiği oranda parti kendi ideolojik duruşunu yeniden ve yeniden üretebilir. Başarılamadığı oranda yani parti ideolojik duruşunu sınıf mücadelesinin dinamiklerinden, kitle hareketlerinin mücadelesinden sürekli bir biçimde besleyemediği ve bu anlamıyla yeniden ve yeniden üretmediği koşullarda, sağ ve sol sapmaların, hiziplerin, darbelerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Yukarıda Gezi İsyanı örneği ile ifade etmeye çalıştım. Parti gerek uluslararası komünist hareketin deneyimlerinden ve gerekse de sınıf mücadelesinin andaki dinamiklerinden ve kitlelerin mücadelesinden beslenemediği, onlardan öğrenemediği oranda kendi içinde sorunlar yaşaması kaçınılmazlaşır. Çünkü MLM ideolojisi masa başı ya da çekmece bilimi değildir. Gerçeği olgularda arama bilimidir ve donup kalmış da değildir. Somut koşullara uyarlanabilen, uyarlandığı oranda ezilenlerin silahı olan bir ideolojidir.
Biz bu gerçeği yani “Marksizm’in bir dogma olmayıp, eylem için bir kılavuz” olduğu gerçeğini Marks ve Engels yoldaşlardan biliyoruz. Onlar her zaman “bizim öğretimiz bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur” demişlerdir. Başkan Mao da “Teori ve Pratik” adındaki bilinen makalesine “Çin Komünist Partisinde, Çin devriminden kazanılan deneyim ve görgüyü umursamayan, Marksizm’in bir dogma olmayıp, eylem için bir kılavuz” olduğu gerçeğini yadsıyan dogmacı yoldaşlar vardı” ifadeleriyle başlamaktadır.
Şimdi öğretmenlerimiz bize bunları söylüyorsa, durup bir üzerinde düşünmek gerekmez mi? Bizce gerekir. İşte partimiz kongresinde bunu yaptı ve durup bir düşündü. MLM ideolojisini yeterli netlikte kavrayamadığımıza işaret etti. Eğer partimiz MLM bilimini kendi pratiğinde hakim hale getirebilseydi, sınıf mücadelesinin andaki durumunu doğru analiz etme ve bu analizden hareketle sınıf mücadelesinin temel dinamikleriyle ilişkilenme, onlardan beslenme ve buradan hareketle kendini MLM temelde yeniden üretme şansını yakalardı.
Partimiz kendi çalışmasında ideolojik netlik yakaladığı oranda, ayakları yere sağlam basan ne yaptığını ve ne yapacağını bilen bir parti olduğu oranda, politikasında daha cüretli adımlar atabilir. Atmalıdır da. İşte burada devreye politika girmektedir. İdeolojide ilkesel, politikada esnek olunmalıdır. İdeolojik hata yaparsanız bunu düzeltmeniz son derece zordur. Politikada ise hata yaparsanız özeleştiri verip bir daha yapmamaya çalışırsınız. Genellikle ideoloji ve politika arasındaki bu farklılık ve ilişki karıştırılmaktadır. Politika, ideoloji gibi ele alınmakta, dogmatizme düşülmektedir. Hele ki ülkemizde politik gündemin neredeyse her gün değiştiği bir gerçeklikte, bu durumun bir KP açısından nasıl bir hata olacağı anlaşılır olmalıdır.
Başkan Mao yukarıda işaret ettiğimiz makalesinde “Ne nesnel dünyadaki değişme süreci sona erer ne de insanın pratik yoluyla kazandığı doğru bilgi. Marksizm-Leninizm hiçbir zaman, bütün doğrular üzerine olan bilgiyi özet halinde vermemiştir. O, yalnızca, pratik yoluyla doğru bilgiye çıkan yolları açmıştır” derken tam da bunu anlatmaktadır.
Kendisini proletaryanın ve kitlelerin öncü ve önder örgütü olarak tanımlayan komünist partiler açısından bu yaklaşım çok önemlidir. Hayatidir. Komünist partiler, içinde bulundukları toplumun bağrından çıkarlar. Ve kuruldukları andan itibaren de dünyayı ve içinde bulunduğu toplumu değiştirme mücadelesini önce kendi içlerinde vermelidirler. Bu ancak ideolojik netlikle gerçekleştirilebilir. Kongremizin yaklaşımı bununla ilgilidir. Bu yapılmadığı durumda komünist partiler, içinde doğdukları toplumun sınıf mücadelesiyle, kitlelerin hareketleriyle doğru bir temelde ilişkilenemez, bunlardan beslenemezler; başta proletarya olmak üzere, kitlelerden kopar, dogmatik birer kast örgütüne dönüşürler.
Başkan Mao’nun yaşam devam ettiği müddetçe nesnel dünyadaki değişme sürecinin sona ermediği ve bununla bağlantılı olarak komünist partilerin (ve elbette bireyin ve kitlelerin de) pratik yoluyla kazanmış olduğu doğru bilgilerin de sürekli olarak yenilendiği -yenilenmesi gerektiği- yaklaşımı, kongremizin hareket noktasıdır. Buradan hareketle MLM ideolojisi ve onun ülkemize uyarlanmış tezleri olan İbrahim Kaypakkaya’nın görüşleri, -somutumuzda parti programımız-, birer dogma olarak ele alınamaz, alınmamalıdır.
Nesnel dünya sürekli olarak değişmektedir. Buna bağlı olarak bireyin, kitlelerin ve partinin pratik yoluyla edindiği bilgiler de sürekli olarak değişmektedir. Bu gerçeğin farkında olmamak, yaşamın canlı gerçeğinden uzak, sınıf mücadelesinden kopuk, kitlelerin mücadelesinden ve temel dinamiklerinden bihaber bir komünist partisi ve devrimci pratik ortaya çıkartır. Bu durum hem birey açısından hem de komünist partiler açısından ölüm demektir.
İfade etmeye çalıştığımız şudur; Başkan Mao’nun bu yaklaşımından hareket eden kongremiz, ideolojik netliğini sağladığı ve bunu süreklileştirdiği oranda, sınıf mücadelesinin ve kitlelerin hareketinden öğrenecek, teorik olarak bu öğrenme eylemini formüle edecektir. MLM’nin ve onun ülkemize uyarlanmış komünist tezlerinin revize edilmesinden bahsetmediğimiz bilinmelidir. Bahsettiğimiz, komünist teorinin nesnel gerçekliğin değişimiyle birlikte yeniden üretilmesi, sınıf mücadelesi ve kitlelerin hareketinden pratik yoluyla kazanılan doğru bilgilerle zenginleştirilmesi ve derinleştirilmesidir.
MLM ideolojisi hiçbir zaman bize, ülke devrimlerine ilişkin hazır reçeteler sunmamıştır. Bütün doğrular üzerine olan bilgiyi özet olarak vermemiştir. Bu ideoloji bize sadece pratik yoluyla doğru bilginin edinilmesinin yolunu göstermiş, buradan yürünmesi gerektiğini söylemiştir. Partimiz önümüzdeki süreçte gerçeği olgularda arama ve pratikte devrimci olma ilkesini uygulamada kararlıdır. Kongremiz ideolojimizde derinleşmeyi, teoride yetkinleşmeyi bu temelde ele almış ve tanımlamış durumdadır.
Sorunuzun diğer kısmında yer alan tüm partinin askerileşmesi meselesini ele alalım. Burada “tüm partinin askerileşmesi” kavramı yanlış anlamalara neden olabilir. Uluslararası komünist hareket içinde bu kavramı kullanan çeşitli parti ve örgütler var. Biz kavramı onlar gibi kullanmıyoruz.
Nasıl kullanıyoruz? Devrimimiz başından sonuna silahlıdır. Silahlı olmak zorundadır. Bu bir tercih değil, ülkemizin siyasal, ekonomik yapısından kaynaklıdır. Ülkemizin yapısı, TC devletinin kuruluşundan itibaren faşizmle yönetiliyor oluşu bunu koşullamaktadır. Ülkemizde bırakalım devrimci mücadeleyi, demokratik haklar mücadelesinde bile dönem dönem çok ağır bedeller ödenmiştir. Bu siyasal, ekonomik, sosyal ve tarihsel gerçeklerden hareketle partimiz ülke devrimimizin özelde gerilla savaşı genelde Halk Savaşı Stratejisi ile zafere ulaşacağını savunmaktadır.
Kuşkusuz Halk Savaşı Stratejisi Başkan Mao’nun teorize ettiği ve pratikleştirdiği dönemdeki gibi bir ve aynı olmayacaktır. Sorunuzla bağlantılı olarak parti programımızda ifade edilen şu görüşü aktarmama izin verin lütfen:
Parti Programımızın 41. maddesi şöyledir: “Türkiye’de Demokratik Halk Devrimi kendine has özgünlükler taşıyacaktır. Halk Savaşı, gerilla savaşı önceki örneklerin aynısı olmayacaktır. Türkiye’nin kendine has özellikleri, bulunduğu bölge itibariyle farklılıkları vardır. Devletin merkezi otoritesi, militarist gelişkinliği önemli seviyededir. Kitlelerin talepleri biçim olarak farklıdır. Köylülüğün sosyal yaşamları değişim göstermiştir. Bu nedenle meseleye salt toprak sorunu olarak bakılamaz. Tarıma dayalı çelişkiler gücünü korumakla birlikte, işçi sınıfının nicel ve nitel gelişkinliği artmıştır. Bu gerçeklikle birlikte savaş ve ekonomik nedenlerle yaşanan göç olgusunun, şehirlerde örgütlenmenin ve savaşmanın gerekliliğini artırdığı dikkate alınmalıdır. TEKEL Direnişi ve Gezi İsyanı bunun somut bir örnekleridir.”
Görüleceği üzere partimiz, yukarıda ideoloji ve politika meselesinde de değindiğim üzere Halk Savaşı meselesinde de ülkemizin koşullarını, somut şartlarını analiz edip buradan çeşitli dersler çıkarma amacındadır. Neredeyse yarım asra yakındır sürdürdüğümüz gerilla savaşını ve son süreçte Rojava alanında elde ettiğimiz savaş deneyimini sentezleme amacındayız. Bu yönlü kimi pratik adımlarımız vardır.
Partimizin yarım asra yaklaşan silahlı mücadele ve Halk Savaşı deneyimi, bize bu mücadelenin sadece gerillanın işi olmadığını, savaşın sadece gerilla bölgeleriyle sınırlı ele alınmasının hata olduğunu gösterdi. Bu anlamıyla askerileşme, partinin askerileşmesi kavramını kullanıyoruz. Kavramın içerdiği komünist partisinin bütün yan örgütleriyle birlikte, illegal, legal bütün faaliyet alanlarının savaşa göre şekillenmesidir. Bütün faaliyet alanlarının merkezinde savaş ve savaşa göre konumlanma vardır.
Kısaca partinin askerileşmesinden anlaşılan yukarıdan aşağıya, merkezden çevreye bütün parti örgütlerinin gündeminde savaş, silah mücadelenin olmasıdır. Her toplantının gündeminde savaş olgusu olmalı, her faaliyetçinin, militanın günlük pratik faaliyetinin bir noktasında mutlaka ama mutlaka silahlı mücadele gerçekliği, silahlı mücadeleye katkı olgusu olmalıdır. Bu olmadığında, silahlı mücadele ve Halk Savaşı bir bütün partinin değil sadece bir ya da birkaç alanın “işi” olarak ele alındığında başarılı olunamayacağını deneyimlemiş durumdayız.
– Kongrenizde programınızı oluşturup tüzüğünüzü güncellediniz. Programın önemi nedir?
– Partimiz açısından son derece önemli noktaya işaret ettiniz. Tüzük ve program meselelerinin komünist partiler açısından önemi bilinmiyor değildir. Burada tekrar girmeyelim.
Partimizin tüzüğü 1978 yılında gerçekleştirdiği I. Konferans’ta oluşturulmuştur. Bu tarihten sonra gerçekleştirilen konferanslarda da ihtiyaç duyulduğunda güncellenmiştir. Nitekim Kongremizde de bazı güncellemeler yapılmıştır. Parti tüzüğü meselesi böyle.
“Parti programımızın önemi nedir?” sorunuza isterseniz Kaypakkaya yoldaşın “TİİKP PROGRAM TASLAĞI ELEŞTİRİSİ” makalesinin girişinde yazdıklarıyla yanıt olmaya çalışalım. Kaypakkaya yoldaş makaleye şu ifadelerle başlıyor; “Komünizmin büyük önderi ve öğretmeni Marks, şöyle diyordu: ‘İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir.
‘Bu sözler, hiçbir zaman değerini ve geçerliliğini yitirmeyen bir temel kanun niteliğindedir. İleriye doğru adımlar atmak, gerçek bir ilerleme sağlamak, başlıca amacımız olmalıdır.” (İK, Bütün Eserleri, s. 283)
Bununla birlikte Kaypakkaya yoldaş, program taslağı eleştirisine başlarken F. Engels’in Londra’dan A. Bebel’e yolladığı 18-28 Mart 1875 tarihli mektuba atıf yaparak şunları da ekliyordu: “Öte yandan, yeni bir programın büyük önem taşıdığını da akıldan çıkarmamalıyız: ‘Genel olarak bir partinin resmi programının, o partinin hareketlerinden çok daha az önemli olduğu doğrudur. Ama yeni bir program, herkesin gözü önünde yükseklere çekilen bir bayrak gibidir ve herkes, parti hakkında hükmünü buna göre verir.”
Kaypakkaya yoldaş, Engels’in bu ifadelerinden hareketle, parti programının önemine de işaret ediyor ve “TİİKP Program Taslağı Eleştirisi”ni şu ifadeleriyle gerekçelendiriyordu: “Şimdi biz, herkesin gözü önünde yükseklere bir bayrak çekiyoruz. Bu bayrak, proletaryanın Kızıl bayrağı olacaksa, onun kızıllığını bozan bütün lekeler, ciddi ve titiz bir çabayla silinip atılmalıdır.” (age, s. 283)
Öncelikle şu gerçeği vurgulamamız gerekir; Partimiz kuruluşundan itibaren “hep ileriye doğru” adımlar atmış, kırlarda ve şehirlerde enternasyonal proletaryanın bayrağını dalgalandırmıştır. Ancak bu süre içinde resmi bir parti programı oluşturmamış, Kaypakkaya yoldaşın kaleme aldığı “programatik görüşler”le yetinmiştir. Bu kuşkusuz önemli bir eksikliktir.
Bunun çok çeşitli nedenleri olmakla birlikte, kanımızca en önemli gerekçe, program meselesinin sosyo-ekonomik yapıyla ilişkili olarak ele alınması (ki bu yanlış değildir), sosyo-ekonomik yapı tartışması yapılmadan programın hazırlanmasının ertelenmesi ya da ötelenmesidir. Ancak buna rağmen partimizin neden İbrahim yoldaşın halihazırda var olan “programatik görüşlerini” bir programa dönüştürmediği ve yarım asra yaklaşan mücadelesini bu program doğrultusunda yürütmediği konusu izaha muhtaçtır ve özeleştirel yaklaşımı gerektirir.
Bu ele alış partimizin program meselesini ele alışındaki eksikliğini göstermesi açısından kayda değer bir hata olarak karşımıza çıkmaktadır. Meselenin “teknik” bir işlem olmanın ötesinde, partimizin politik seviyesini, Türkiye toplumunda yaşanan değişim ve dönüşümleri analiz edebilme kabiliyetini göstermesi açısından önemli bir yanı vardır. Partimiz, somut koşulların somut analizi Leninist ilkesini uygulamak ve buradan devrimci sonuçlar çıkarmak yerine, pragmatist bir yaklaşımla Kaypakkaya yoldaşın 50 yıl önce ortaya koyduğu “programatik görüşleri” tekrarlamakla yetinmiştir. Bunun bilimsel bir yaklaşım olmadığı, eşyanın tabiatına aykırı olduğu son derece açıktır.
Partinin bir programı olmaması, parti içi iki çizgi mücadelesinin bu platform üzerinden verilmemesine yol açmış, bu ise sınıf mücadelesinin ve partinin gerçek sorunlarının tartışılamamasını, bu tartışma içinde geliştirilip güçlendirilememesini doğurmuştur. Parti içinde iki çizgi mücadelesinin doğru bir zeminde yürütülememesi, -diğer nedenler bir yana- en başta da partinin kendi komünist çizgisini güçlendirebilmesinin önüne geçmiştir. Sonuç, dönüp dolaşıp partinin İbrahim Kaypakkaya yoldaşın programatik görüşleri adı altında sınıf mücadelesine devam etme kararlılığını beyan etmesi olmuştur. Bu önemlidir. Ancak tek başına ele alındığında dogmatizme düşme tehlikesini de içinde barındır.
Konunun önemi, Kaypakkaya yoldaşın tezlerinin somut koşulların somut tahlili ilkesinden hareketle andaki sorunlara yanıt olduğunun yok sayılmasıdır. Kaypakkaya yoldaşın ileriye sürdüğü tezlerin sınıf mücadelesinin o günkü koşulları içinde yapıldığının görmezden gelinmesi -ki bu önemlidir ve ideolojik kavrayıştaki bir probleme işaret eder- ve yaşanan sorunlara dair programatik görüşlerle yetinilmesi, bir program oluşturulmaması beraberinde komünist partisinin “gerçek bir parti olmamasını”da doğurmuştur. Önemle belirtmek gerekir ki; bu partinin bir programı olmamış, “herkesin gözü önünde yükseklere bir bayrak çekmemiş” sadece ve sadece kurucu önderinin programatik görüşleriyle yetinmiştir. Bunun sorunlu bir durum olduğu dahası kendi içinde özellikle örgütsel zeminde çeşitli handikapları barındırdığı son derece açıktır.
Kaypakkaya yoldaş, bir partinin parti olabilmesi için ideolojik birlikteliğin yanında parti tüzüğü ve parti programından da bahsetmektedir. Partimiz, Kaypakkaya yoldaş sonrasında, 1. Konferansı’nda parti tüzüğünü oluşturmakla birlikte, programını oluşturmamış ve bu anlamıyla “gerçek anlamda bir parti” olmanın bir yanını eksik bırakmıştır. Bu eksiklik beraberinde, partinin daha sonraki tarihsel sürecinde kendisini her fırsatta hissettirmiş, özellikle örgütsel sorunların sağlıklı bir şekilde ele alınamaması ve partinin çizgisini güçlendirilememesini getirmiştir.
Bir partinin örgütsel faaliyeti açısından ideolojik birliktelik ve tüzük ne kadar gerekliyse bir program da gereklidir. 1. Kongremizde, bu son derece önemli eksiklik giderilmiş ve “herkesin gözü önünde yükseklere bir bayrak çekilmiş” durumdadır.
Parti programımız hazırlanırken Kaypakkaya yoldaşın yukarıda ifade ettiğimiz “TİİKP Program Taslağı Eleştirisi”nden ve özellikle belirtmek isteriz ki Kaypakkaya yoldaşın katledilmeden önce notlar biçiminde kaleme aldığı “Savunma Taslağı”ndan yararlanılmıştır. Parti programımız bu anlamıyla da özel bir anlam taşımaktadır. Deyim yerindeyse Kaypakkaya yoldaşın planlamasını yaptığı ve hazırlığına giriştiği ancak katledilmesi nedeniyle gerçekleştiremediği savunması, kısa ve net olarak parti programımızda ortaya konulmuş durumdadır. Bu, bu anlamıyla önder yoldaşın vasiyetinin yerine getirilmesi olarak da tanımlanabilir.
– Nasıl yenilediniz programatik görüşleri?
– Evet, okuyucuların daha iyi anlaması açısından konuya dair parti programımızın 29. maddesini aktarmama izin verin: “Bu tarihsel gerçekler ışığında Türkiye toplumsal formasyonunda ön plana çıkan başlıca çelişmeler olarak şunlar ifade edilebilir:
1- Emperyalizmle halk arasındaki çelişme
2- Halk yığınlarıyla feodalizm arasındaki çelişme
3- Proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme
4- Ezen ulusla ezilen ulus ve milliyetler arasındaki çelişme
5- Ataerkil sistemle ezilen cins arasındaki çelişme
6- Ezen inançla ezilen inançlar arasındaki çelişme
7- Sistemle ekolojik sistem arasındaki çelişme
8- Hakim sınıflar içindeki çelişme”
Çok net görüleceği üzere, partimiz kongresinde Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik şartları tahlil etmiş ve gelinen aşamada Türkiye toplumunda belli başlı çelişmeler arasında yeni çelişmelerin varlığına işaret etmiştir. Örneğin ezen ulusla ezilen ulus ve milliyetler arasında çelişme, ataerkil sistemle ezilen cins arasındaki çelişme, ezen inançla ezilen inançlar arasında çelişme ve sistemle ekolojik sistem arasında çelişme…
Bütün bu çelişmeler, içinde yaşadığımız ve mücadele yürüttüğümüz Türkiye toplumunda diğer çelişmelerle birlikte ön plana çıkan çelişmelerdir. Ve parti kongremizin günceli yakalama, sınıf mücadelesinin temel dinamikleriyle ilişki kurma çabasının somut ürünü olarak değerlendirilmelidir.
Örneğin Kaypakkaya yoldaş ülkemizde Kürt ulusal sorunu merkezli son derece önemli bir “Milli Mesele” analizi yapmış olsa da bu çelişmeyi başlıca çelişmeler içinde ifade etmemiştir. Günümüzde yaşanan gelişmelere paralel partimiz bu konuda Kaypakkaya yoldaşın tezini daha ileriye taşımış durumdadır.
Benzer şekilde Kaypakkaya yoldaşın mücadele yürüttüğü ve partimizi kurduğu koşullarda “kadın sorunu” olarak tanımlanan ve partimiz kongresinde “ataerkil sistemle ezilen cins arasındaki çelişme” olarak tanımlanan sorun yaşanıyor olmasına rağmen, buna dair bir yaklaşım geliştirilmemişti. Kaypakkaya yoldaşın bu konuda sadece savunma taslağında kimi ifadelerinin olduğunu biliyoruz. Şimdiki durumda partimiz sınıf mücadelesinden, özellikle de kadın kitlelerinin mücadelesinden öğrendiği deneyimlerle, partimizin bu alandaki eksikliğini giderme yönlü adım atmış durumdadır.
Yine Kaypakkaya yoldaş döneminde de çok yakıcı bir şekilde var olan ama önder yoldaş tarafından formüle edilmeyen “ezen inançla ezilen inançlar arasında çelişme” de kongremizde başlıca çelişmeler içinde değerlendirilmiştir. Başta Alevi inancı olmak üzere ezen konumdaki Sünni inancı dışında ülkemizde ezilen inançlara yönelik sistematik bir devlet baskısı, yok sayma ve inkar etme gerçekliği ortadadır. Faşist devletin bizzat örgütlemesiyle Maraş, Çorum gibi katliamlarda yüzlerce insan katledilmiş, Sivas gibi bir katliamda insanlar diri diri yakılmıştır. Bugün de Alevi inancına mensup halkımızın evleri işaretlenmeye devam etmekte, inanç yerleri halen kabul görmemektedir. Ezilen inançların demokratik talepleri, demokratik devrim mücadelemizin talepleri arasında yer almaktadır. Kongremiz partimizin bu konudaki önemli eksikliğine işaret etmiştir.
Öte yandan hakim sınıflar rant ve yağma uğruna çevre ve doğaya yönelik sistemli bir saldırı içindedirler. Hakim sınıfların bu saldırısı, çevre felaketlerine yol açmakta, dünya çapında “iklim krizi” tartışmaları yaşanmaktadır. Kapitalist emperyalist sistemin aşırı sömürü ve talan hırsının sonuçlarından biri olarak yaşadığımız Covid-19 salgını ortadadır. İnsanlık, kapitalist emperyalist sistem tarafından adeta bir yok oluşa sürüklenmektedir.
Ülkemizde de hakim sınıflar, yağma ve talan projeleriyle ekolojik sisteme büyük zararlar vermektedirler. Bu durum, halk kitlelerinde çevre sorununa dair bir duyarlılık yaratmıştır. Gezi İsyanı’nı tetikleyenin “birkaç ağaç meselesi” olduğu unutulmamalıdır. Gelinen aşamada Türk hakim sınıflarının çevreye yönelik talan ve yağma saldırısına yönelik gerçekleştirilen kitle eylemleri, köylülerin demokratik talepli mücadelesinin bir parçası olarak ortaya çıkmış durumdadır. Çevre eylemleri, köylü hareketinin önemli bir gündemidir. Bu gerçeklik İbrahim Kaypakkaya’nın tezlerini ileri sürdüğü dönemden farklı olarak şimdiki durumda ülkemiz gündeminde yer bulmaktadır. Partimizin demokratik devrim mücadelesinde temel güç konumunda olan köylülüğün bu taleplerinin analiz edilip, demokratik devrim mücadelesine kanalize edilmesi görevinden hareketle, kongremiz “sistemle ekolojik sistem arasında çelişme”yi başlıca çelişmeler içinde tespit etmiş bulunmaktadır.
Bunlar yeterli midir? Kuşkusuz değildir. Partimiz Türkiye’nin koşullarını incelemeyi, sınıf mücadelesinin dinamikleriyle ilişkilenmeyi ve kitlelerin hareketlerini, istem ve taleplerini demokratik devrim mücadelesine tabi kılma çabasını sürdürecektir.
– Bağlantılı bir soru olarak tüzük üzerinde yapılan değişiklikleri de özetler misiniz?
– Parti programıyla ilgili sorunuzu yanıtlarken kısaca değinmiştim aslında. Burada biraz daha açmakta fayda var elbette. Partimizin 1978’de gerçekleştirdiği 1. Konferansı’nda oluşturulan tüzüğümüzün giriş bölümü aslında bir parti tüzüğünde olmaması gereken, daha doğrusu parti programına karşılık gelen ifadeler içeriyordu. Bu durum tüzüğümüzü zayıflatıyordu.
Tüzüğün giriş bölümündeki bu ifadeleri düzenleyip, uygun bir formatla parti programına aktardık. Böylelikle tüzük daha kısa ama anlaşılır ve net bir forma kavuşturulmuş oldu. Öncelikle bunu ifade edeyim.
Tüzük meselesi, komünist partiler açısından son derece önemlidir. Partiyi bir arada tutan deyim yerindeyse çimento işlevi görür. Tüzüğü alt alta yazılmış maddeler olarak kavramamak gerekir. Partinin sınıf mücadelesi pratiği içinde, başta örgütsel faaliyeti olmak üzere edindiği pratik tecrübelerin somutlanmış halidir. Bu anlamıyla tüzük soyut değil somuttur. Partinin pratik faaliyetinden edindiği bilinçtir!
Tüzüğümüzün partimizin pratik faaliyetinden çıkardığı bir bilinç olması meselesini somutlamak gerekirse şu örneği verebiliriz. Örneğin parti tüzüğümüze şöyle bir bölüm eklenmiştir: “TKP-ML, cinsiyet eşitliğini koşulsuz olarak kabul ederek, örgüt içerisinde kadın ve LGBTİ+’lara karşı her türden ayrımcılığın, küçümsemenin, yok saymanın karşısında yer alır. Kadınların, bin yılların kölelik koşullarını dikkate alan TKP-ML, Parti içinde bütün çalışmalarda pozitif ayrımcılık ilkesini benimser; bunun bir parçası olarak yönetici organları başta olmak üzere tüm komitelerinde yüzde 30 kota sistemini hayata geçirir.”
Bu yaklaşımın arkasında, partimizin kadın faaliyetinin pratik tecrübesi ve tartışmaları vardır. Diğer bir ifadeyle kadın çalışmamızın teorik ve politik birikimi, kongremizde sentezlenmiş ve ortaya yukarıdaki gibi bütün partimizi bağlayan tüzük hükmü çıkmıştır. Tüzüğümüzün bir bilinç olduğu esprisinin arkasında yatan anlayış budur.
– Bunlar biraz da teknik konular aslında… Programın oluşturulması ve tüzük, mücadelenizde nasıl bir anlam taşıyor?
– Yukarıda kısaca ifade ettiğim gibi partimizin 1. Kongresinde tartışarak kabul ettiği program, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın programatik görüşlerinden hareketle hazırlanmıştır. Program taslağı hazırlanırken öncelikle Kaypakkaya yoldaşın Türkiye toplumu ve tarihi, devrimin müttefikleri ve düşmanları, devrimin yolu vb. görüşlerinden hareket edilmiştir. Bununla birlikte onun katledilmeden hemen önce “Savunma Taslağı” olarak yazdığı notlardan yararlanılmıştır.
Öte yandan program taslağı hazırlanırken 1. Konferans’ta kabul edilen ve daha sonra çeşitli rektifikasyonlara tabi tutulan parti tüzüğümüzün, I. Bölümü programa aktarılmıştır. Az önce de değindiğim gibi böylelikle parti tüzüğümüzde yer alan ancak bir programda olması gereken (bu anlamıyla parti tüzüğümüzü de zayıflatan) görüşler, programımızda yer almıştır.
Program taslağı, Kongre öncesi Parti Birliği isimli yayınımızda yayımlanmış ve bütün parti üyelerinin, görüş, eleştiri ve önerileri alınmıştır. Bu eleştiri, öneri ve görüşlerden hareketle taslak bir kez daha gözden geçirilmiş ve Kongre iradesine sunulmuştur. Kongre iradesi, taslağın her maddesini tek tek tartışarak bir kararlaşmaya ulaşmıştır. Bu anlamıyla parti programımızın oluşturulmasında bütün parti üyelerimizin emeği bulunmaktadır.
Programın hazırlanmasında ve kabul edilmesinde üzerinde durulması gereken husus, kabul edilen programın aynı zamanda Türkiye toplumunun içinde bulunduğu duruma da işaret etmesidir. Program, “somut koşulların somut tahlili” ilkesinden hareket etmiş ve örneğin Kaypakkaya yoldaşın programatik görüşlerinde yer almayan kimi konulara da değinmiş ve açıklık getirmiştir. Örneğin tekrarlarsam, “kadın sorunu” olarak ifadelendirilen, “Toplumsal Cinsiyet” meselesine eğilmiş ve partimizin son yıllarda bu alanda atmış olduğu adımları ve yaşanan bilinçlenmeyi somutlamıştır.
Yine programımızda genelde ulusal sorun özelde de Kürt ulusal sorunu hakkında net bir yaklaşım sergilenmiş, Özgürce Ayrılma Hakkı kavramsallaştırması ve mevcut Kürt Ulusal Hareketi’nin tanımlaması da dahil olmak üzere partimizin Demokratik Halk Devrimi’yle bu sorunu nasıl çözeceği açık açık beyan edilmiştir.
– Az da olsa denk geldiğimiz için soruyoruz; bu bahsini ettiğiniz değişikliklere rağmen, programda “hiçbir şeyin değiştirilmediğine” yönelik bir algı da mevcut görünüyor, siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
– 1. Kongremiz sonrasında bazı yoldaşlarımızda “hiçbir şeyin değiştirilmediği” yönlü ortaya çıkan algı bizce doğru değildir. Her şeyden önce partimiz, kuruluşundan 47 yıl sonra programını oluşturmuştur. Bu olgunun kendisi bile başlı başına ileriye doğru atılmış önemli bir adımdır. Bir yeniliktir ve devrimci adımdır. Sorun şimdi atılan bu devrimci adımın daha da ileriye taşınması ve zenginleştirilerek güçlendirilmesidir.
Diyebiliriz ki, kongre yükümlülüklerimizin sadece bir adımıdır. Doğru kararlar, politikalar ve yönelim nihayetinde bugüne aittir ve geleceği ancak ve ancak şekillendirmekle ilgilidir; yani geleceğin kendisi değildir. Geleceğin kendisi olmak için doğru karar, politika ve yönelimin kararlıca uygulanması, uygulama içinde geliştirilmesi ve tamamlanması gerekir. Kongre ancak bu şekilde ele alınırsa sorunların çözümüne yardımcı olmuş olur.
Bizce, “bizce yeni bir şey yok” algısında en belirleyici nokta, partimizin 1. Kongresinde sosyo-ekonomik yapı tartışmasına girmemesi, bu tartışmayı daha sonraya bırakmış olmasıdır. Öncelikle belirtelim; partimizin bu tartışmayı yapacak kapasitesi, yeterliliği ve birikimi vardır ancak önceliğini andaki koşullarda, partinin bir an önce merkezileşmesine vermiş, böyle bir politik yaklaşım geliştirmiştir.
Diğer yandan partimizde uzun yıllardır kongre yapılmadığı -ki bazı konferanslarımız aslında kongre gündemli yapılmıştır- için üzerimizde son derece gereksiz bir baskı oluşmuş, beklentiler ve partinin içinde bulunduğu durum arasındaki açı büyümüştür. Partimiz sosyo-ekonomik yapı tartışmasını yürütmemiş ve bu gündemi hep “kongre”ye atmıştır. Bu bir yanıyla anlaşılır bir yaklaşımdır.
Bugün içinden geçtiği sürecin koşullarıyla birlikte partimizin öncelikle kendisini yeniden örgütlemesi, merkezileşmesi ve sınıf mücadelesine yoğunlaşması gerektiği çok açıktır. Bu anlamıyla 1. Kongremiz önceliğini “Önce Parti” olmaya vermiştir. Partinin kendi yaralarını sarması ve ilkeleri üzerinden yeniden ayakları üzerine dikilmesi hedeflenmiştir. Bu görev eksiklikleriyle birlikte başarılmıştır.
Kuşkusuz ki bu görev yerine getirilirken belli bir zemin üzerinden hareket etmek gerekmektedir. İşte parti 1. Kongremizin ortaya koyduğu çizgi ve oluşturduğu program, bu zemini ifade etmektedir. Diğer bir ifadeyle partimiz, ilk adımda önceliği kendini yeniden örgütlemeye vermiş, bu örgütlenmenin de halihazırda –diğer bazı çok önemli görevlerle birlikte-var olan programatik görüşlerin bir program haline getirilmesi ve bu program üzerinden önümüzdeki sürecin –sosyo-ekonomik yapı da dahil olmak üzere– tartışılması yaklaşımı benimsenmiştir. Bu yaklaşımın partinin içinde bulunduğu koşullarda en devrimci yöntem olduğu açıktır. Çünkü komünistler hayallerle değil gerçeklerle uğraşırlar. Gerçek olan da partimizin hem dıştan hem de içten önemli darbeler aldığı ve yaralarını sarmasının zaman alacağıdır.
Sonuç olarak partimiz, kendisine yönelen saldırılarını bertaraf etmiş ve kendisini yeniden örgütlemiş durumdadır.
Şimdi 1. Kongre kararları ışığında, bu zemin üzerinde faaliyetini ve kendisini yeniden örgütleyecektir. Hata ve eksikliklerini ciddi bir komünist partisinin yaklaşımıyla ele alacak ve en önemlisi de kendisini yeniden ve daha sağlam temeller üzerinden örgütlemesinin tek yolunun, sınıf mücadelesinden kopmadan, başta işçi sınıfı olmak üzere kitle hareketleriyle devrimci temelde ilişkilenmekten geçtiği ve silahlı mücadelenin ülkemizde aldığı yeni biçimlerin daha üst boyutta yeniden örgütlenmesi gerekliliği bilinciyle hareket edecektir.
– Yukarıda kısaca bahsettiniz ama biraz daha açar mısınız? Kırk yedi yıl sonra kongre yaptınız? Neden kongre? Konferans değil…
– Aslında partimizin geçmişte gerçekleştirdiği kimi konferanslar da gündem ve kapsamları bağlamında değerlendirildiğinde kongreye karşılık gelmektedir. Lakin kongre hep sosyo-ekonomik yapı tartışmasıyla ilişkilendirildiği için, bu gündemin tartışılmadığı platformlar kongre olarak tanımlanmamıştır. Örneğin 1. Konferansımız aslında içerdiği gündemler itibariyle ele alındığında pekala kongre olarak da adlandırılabilirdi. Nitekim 1. Konferansımız parti tüzüğümüzden, parti özeleştirisine kadar bir dizi kapsamlı gündemi tartışmış ve çeşitli kararlaşmalara gitmiştir. Daha sonra gerçekleştirilen merkezi platformlar bu yaklaşımı devam ettirmiş “kongre mi konferans mı?” tartışmasında partimizin üzerinde gereksiz bir psikolojik baskı oluşturmuştur.
Oysa ki parti tüzüğümüzde kongre ve konferans tanımlamaları nettir. Kongrenin sadece ve sadece sosyo-ekonomik yapı tartışması ile gerçekleşebileceği yaklaşımı yanlıştır. Soruyu tersten soralım; sosyo-ekonomik yapının tartışıldığı bir kongreden sonraki merkezi platformları ne diye tanımlayacağız? Onlara konferans mı diyeceğiz? Anlatmaya çalıştığımız, bütün eksikliklerine, yetmezliklerine rağmen partimizin 1. Konferansı aslında kongre olarak adlandırılabilirdi.
Partimiz, farklı fikirlerin bir arada olduğu ve mücadele ettiği zengin bir partidir! Burada önemli olan ve esas alınması gereken husus, bu fikir ve düşüncelerin parti içinde iki çizgi mücadelesi anlayışımız doğrultusunda çatıştırılmasıdır. Birlik-Eleştiri-Birlik anlayışımız bunu gerektirir.
1. Kongremizde kabul edilen programımız şimdilik bu tartışmalara nokta koymuş durumdadır. Partimizin 2. Kongresinde –sosyo-ekonomik yapı tartışması da dahil olmak üzere– ülkemizin ve partimizin, sınıf mücadelesine dair varolan bütün sorunlarını elbette tartışılacak, daha üst boyutta bir birlik-eleştiri-birlik platformunu gerçekleştirilecektir. Şimdi ise gündemimizde olan demokratik merkeziyetçilik ilkemize göre varolan programımız etrafında kenetlenmek, sınıf mücadelesine etkili müdahalelerde bulunarak, partiyi yeniden ve yeniden örgütlemektir.
– Bu söylediklerinize de bakılarak, Kaypakkaya’dan ya da onun çizgisinden uzaklaştığınız söylenebilir mi?
– Elbette hayır. Eğer sınıf mücadelesi Kaypakkaya’yı reddederse partimiz ancak o zaman Kaypakkaya’dan uzaklaşabilir. Ayrıca özellikle son on-on beş yıldır birçok gelişme Kaypakkaya’nın tezlerinin doğruluğunu tekrar tekrar kanıtlamaktadır. Ancak bunun dogmatizmle karıştırılmaması gerekir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, partimizin en önemli sorunlarından biri Kaypakkaya yoldaş tarafından ileriye sürülen tezlerin geliştirilememesi olmuştur. Örneğin Kaypakkaya yoldaş, net bir Kemalizm tahlili yapmış ve bu ideolojinin Türk hakim sınıfların emperyalizmle bağımlılığı içinde faşist karakterine dair dönemine dair oldukça gerçekçi ve bilimsel bir çözümleme gerçekleştirmiştir. Ancak partimiz sonraki süreçte Kemalizm’in politik alanda yaşadığı değişimi yeterli derecede tahlil edememiş, halk kitlelerini bilinçlendirmede eksik kalmıştır. Bu durum beraberinde Kemalizm’in sınıfsal niteliğinin değişmemesine rağmen, örneğin onun kimi yönlerine karşı olan ve bunu propaganda eden İslamcı hareketin, “Kemalizm karşıtlığı” üzerinden Kemalizm’in sınıfsal özünü yeniden üretmesi olgusunun yeterince teşhir edilememesini getirmiştir.
Bir başka örnek Kürt ulusal sorunu ve bu sorunun ortaya çıkardığı gelişmeler meselesidir. Kaypakkaya yoldaşın bu konuda ülkemizde komünist çizgiyi temsil ettiği bilinmektedir. Ancak partimiz sadece Kaypakkaya yoldaşın ortaya koymuş olduğu doğru tezlerle yetinmiş, özellikle Kürt ulusal sorununda ve bu çelişkiden hareketle kendini var eden Kürt ulusal hareketinde yaşanan değişimleri yeterince incelememiş, “an”a ilişkin doğru taktik politikaları geliştirememiştir. Ulusal sorun meselesini önder yoldaş sayesinde MLM temelde doğru ve bilimsel bir şekilde çözümleyen partimiz, sonraki süreçte PKK’yi, karşı devrimci hareketten devrimci harekete kadar geniş bir yelpaze içinde değerlendirebilmiştir.
Burada mesele Kürt ulusal özgürlük hareketi ya da PKK değil, partimizin ülkemiz topraklarında komünist hareketin temsilcisi olarak ne yaptığı, hangi programı ve taktikleri geliştirdiğidir. Bu konuda atılan adımların varlığı ve yaşanan tartışmaların olduğu bir gerçektir. Ancak bir o kadar da gerçek olan; yetersiz kaldığımızdır. Kaypakkaya tarafından ortaya konulan tezlerin altının yaşanan sürece göre hakkıyla doldurulamadığıdır. Kitlelerin gerisinde kalındığıdır. Kürt ulusal sorununda kendini ifade eden çelişki, deyim yerindeyse almış başını gitmiş, partimiz ise Kaypakkaya yoldaşın bilimsel tezlerini yinelemekle yetinmiştir.
Benzer bir durum sosyo-ekonomik yapı meselesinde de vardır. Günümüzde Kaypakkaya yoldaşın Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına dair analizinin üzerinden geçen yarım asırlık zaman zarfında yaşanan değişimleri incelemek partimizin önünde bir görev olarak durmaktadır. Sosyo-ekonomik yapı meselesinde yaşanan değişimlerin incelenmesi ve ana ilişkin somut tahlillerin ortaya konulması demek, ille de Türkiye’nin artık başka bir toplumsal formasyonda olduğunu ileriye sürmek demek değildir. Ancak partimizde diğer başka gündemlerde de olduğu gibi, bu gündem de daha başından yanlış tartışılmıştır.
Marksistler incelemeye ön kabullerle başlamazlar. Ya da sosyo-ekonomik yapı gibi önemli bir meseleyi incelerken; Türkiye’nin yarı-sömürge yarı-feodal ya da kapitalist olduğunu ispat etmek için incelemezler. Bu meselede partimizin temel hareket noktası, Marksist bir ilke olan “somut şartların somut tahlili” ilkesinden hareket etmektir. Partimizin önümüzdeki süreçte -özellikle de bu meseleye dair yaklaşımında- hareket noktası bu ilke olacaktır.
Önemle belirtmek isteriz ki; sosyo-ekonomik yapının analizinde en önemli ve belirleyici olan, Kaypakkaya’nın yönteminin kavranmasıdır. Düşündüklerimizi kanıtlamak için incelemenin değil, inceledikten sonra düşünce oluşturmanın diyalektik yöntem olduğunun altını bir kez daha çizmek istiyoruz. Kaypakkaya yoldaşın bu yöntemiyle hareket edilmediğinde bilimsel bir sonuç alınamayacağı ortadadır.
Partimizde sosyo-ekonomik yapı tartışmasının bu şekilde gündem olması, elbette partimizin Kaypakkaya yoldaş sonrasında bu konuda yeterli adımları atmamasıyla ilgilidir. Başta da program tartışmasını gündemleştirip bir sonuca varmamasıyla ilgilidir. Bu ele alış, en başta kurucu önderimiz ve kuramcımız Kaypakkaya yoldaşın yöntemine dair kavrayışsızlığa işaret eder. Çünkü Kaypakkaya yoldaşın tezleri incelendiğinde çok net olarak görüleceği üzere, diğer tüm meselelerde olduğu gibi sosyo-ekonomik yapı meselesinde de asla durağan, dogmatik, şabloncu bir yaklaşımdan hareket etmemiştir.
Kaypakkaya yoldaş örneğin gerek “Çorum İlinde Sınıfların Tahlili” ve gerekse de “Kürecik Bölge Raporu” çalışmalarında somut koşulların somut analizinden hareket etmiş, bu bölgelerde var olan üretim ilişkileri ve üretim tarzını Marksizm Leninizm Maoizm bilimiyle analiz ederek bir senteze ulaşmıştır. Kaypakkaya yoldaşın bu yönteminden hareket ederek aradan geçen süre içinde Türkiye toplumsal formasyonunda üretim tarzı ve üretim ilişkilerinde yaşanan değişimleri incelemek partimizin önünde bir görev olarak durmaktadır.
Ancak partimizde sosyo-ekonomik yapı meselesini incelemek dahi sanki Kaypakkaya yoldaşı inkar etmekle eşdeğer tutulmuştur. Oysa bu ele alış bizzat Kaypakkaya’nın pratiği olmak üzere, onun komünist bilimsel yöntemini kavramamakla doğrudan ilişkilidir. Başta sosyo-ekonomik yapı olmak üzere bütün bu meselelerde partimizin hareket noktası Kaypakkaya yoldaşın yöntemi olacaktır.
Bizler Kaypakkaya’yı yaşatanlar olmalıyız. Bu ancak ve ancak onu dondurmadığımızda, canlı bir teori olarak ele alıp irdelediğimizde olacaktır. Partiyi tutukluğa, hareketsizliğe, tartışmamaya mahkum ederek değil… Kaypakkaya yıllardır dar dogmatik bir çerçeve içine sıkıştırılmış ve bu çerçeveden siyaset yapılmaya çalışılmıştır. Bu Kaypakkayacılık değildir.
(Devam Edecek)