Yıldız Çiçek

Yıldız Çiçek

Ölümsüzleştiği tarih: 1 Haziran 1992

Yıldız Çiçek yoldaş, 1968’de Dersim Merkez’e bağlı Gevrek köyünde dünyaya geldi. Genç yaşlarda devrimci düşüncelerle ve partimizin görüşleriyle tanıştı.

1989 yılında TKP-ML saflarında gerillaya katıldı. 1991’de Parti Üyesi olan Yıldız Çiçek yoldaş, 1992 baharında Karadeniz bölgesinde Artvin’e atanan gerilla birliğinin komutanlarındandı.

Artvin, Şavşat’ta 1 Haziran 1992’de bir ihbarcının verdiği bilgiler üzerine düşman, içlerinde Yıldız Çiçek’in de bulunduğu bir gerilla birliğini kuşatır. Sayıca ve silah bakımından oldukça cılız olan gerilla gücüne karşılık yüzlerle ifade edilen düşmana karşı verilen kahramanca direniş saatler boyu sürer. Çatışmada Yıldız Çiçek yoldaş ölümsüzleşir ama yoldaşları çatışmayı sürdürerek çemberi yarmayı başarırlar.

Bu çatışmada sevinci kursağında kalan ve umduğunu bulamayan kontrgerilla şefi Mehmet Sezbillabban tepkisini askerlerine “beni Şavşat halkına rezil ettiniz” diyerek gösterir ve bu hırsla Yıldız Çiçek’in cansız bedenini kendi askerlerine ve Şavşat halkına teşhir etmeye çalışır.

Parti adı “Kinem” olan Yıldız Çiçek yoldaş ölümsüzleştiğinde TKP-ML Üyesi TİKKO Komutanıydı.

 

Yıldız Çiçek ve İsmail Bulut yoldaş

****

Yıldız Çiçek yoldaşla ilgili basında çıkan haber, yorum ve makaleler:

Yıldız Çicek yoldaşın ölümsüzleştiği çatışmaya da değinen Artvin’den bir İKK okurunun makalesi; “OKUYUCU MEKTUPLARI”, ikk-sayı-81_Ekim 1992-sayfa 29

*****

Yıldız Çiçek yoldaşla ilgili bir makale ve şiir; ikk-sayı-83_Ocak-Şubat-1993-sayfa 18

*****

1 Haziran 1992’de ölümsüzleşen Yıldız Çicek yoldaşımızdan 20 gün sonra, 21 Haziran 1992‘de ölümsüzleşen  İsmail Bulut ve Doğan Karadağ yoldaşların yer aldığı bir afiş:

“KOMÜNİST ÖNDER

İSMAİL BULUT ÖLÜMSÜZDÜR!

PARTİ ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR!

DOĞAN KARADAĞ    İSMAİL BULUT    YILDIZ ÇİÇEK

YAŞASIN GERİLLA SAVAŞIMIZ!

TKP/ML-TİKKO”

(Basım Tarihi..?)

 

Dönemin devrimci basınında Yıldız Çiçek yoldaşla ilgili çıkan bir haberin küpürü:

“TKP/ML Askeri Komisyonundan; Türk, Kürt ve Tüm Emekçi Halklarımıza: HALK AYAKTA TİKKO ATAKTA”, Yıldız Çiçek yoldaşımızın ölümsüzleştiği çatışamaya dair bir bilgi;

Partizan Dergisi, Ağustos 1992, Yıl: 1 Sayı:2, sayfa 40

 

“ŞAVŞATTA ŞAFAK TUTUŞTU, ÇORUH NEHRİ ŞİMDİ KIZIL AKIYOR…” Kaynak: Partizan Dergisi, Ağustos 1992, Yıl: 1 Sayı:2, sayfa 73

****

İSMAİL BULUT ve YILDIZ ÇİÇEK

Kity Genovese, Hüseyin Aslan, “çeşmeden çıkan gerçek” İSMAİL BULUT ve YILDIZ ÇİÇEK

Bir akşamüstü 1964 Mart ayında New York şehrinin pek de tenha olmayan caddelerinin birinde Kity Genovese isimli bir kadın öldürülür. Katil, dakikalar boyunca kadına tecavüz etmeye çalışır, başaramayınca kadını zalimce döverek yaralı orada bırakır, kadın, bu tecavüz girişimi ve arkasından gelen şiddet boyunca çığlıklar atarak yardım ister, yardım yakarışlarına cevap bulamaz, katil çevreden bir tepki olmadığını görünce geri döner ve yaralı kadını öldürür. Kadın öldürüldükten 1 saat sonra birinin cesedi haber vermesiyle polis ancak durumdan haberdar olur. Polis çevreyi incelemeye başlar, o henüz havanın kararmadığı saatlerde ve işlek bir caddede bu olayın duyulmaması, görülmemesi mümkün değildir. Polis, araştırma sonucunda nerdeyse o caddede yaşayan herkesin olayı gördüğünü belirler, hatta bazılarının başından sonuna kadar olayı pencereden izlediğini tespit eder. Her gün New York şehrinde yaşanan “sıradanlaşmış” cinayetlerden biri gibi görünmesine rağmen, bir gazetecinin halkın duyarsızlığını, tepkisizliğini dile getirdiği bir haber sayesinde sıradan olmaktan çıkarak tüm ülkede duyulur. Olay öylesine bir toplumsal travmaya dönüşür ki psikiyatristler, sosyologlar, kriminal uzmanları olayı bilimsel bir tartışmaya dönüştürürler, Tartışmalardan şöyle sonuçlar ortaya çıkar: Olaya şahit olanların hepsi “nasılsa bir başkası polise haber verir veya müdahale eder” düşüncesiyle tepkisiz kalarak cinayeti sadece seyretmekle yetinmişlerdir. “Nasılsa biri çözer!” diyerek sorumluluğu bir başkasına yükleme, başkasından bekleme, sorumluluktan kaçma diye özetlenebilecek duruma bilim insanları “Kity Genovese Sendromu” adını verirler ve bu sendromu yaşayan toplumların haksızlığa, kötüye, yanlışa karşı tepkisizliği ve duyarsızlığı sonucu zorbalar, katiller, kötüler istediğini yapma özgürlüğüne kavuşur sonucu çıkartırlar.

6 Mayıs 2015 günü öğleden sonra 15.30 da Dersim’in Hozat ilçesine bağlı Taug (Kardelen) köyünde, önceden devletin zorla sürgününe maruz kalmış, inadı ve ısrarı sonucu tekrar köyünde yaşamaya başlamış ve bu tutumuyla köye dönüşlerde teşvik edici rol oynamış Devrimci ve Devrimci Babası, cezaevi kapılarının müdavimi Hüseyin Aslan, geçmişi ahlaksızlıklarla dolu, psikolojik sorunları olduğu iddia edilen bir akrabası tarafından av tüfeğiyle arkadan vurularak kalleşçe katledilir. Katil birçok yerde Hüseyin Aslan’ı öldüreceğini söylemiştir, hatta Hüseyin Aslan’ın kendisine de mülkiyet üzerine tartışmalarında söylemiştir. Köylülerin büyük bir kısmı, geçmişi ve hainliği gözönünde bulundurulduğunda katilin bu cinayeti işleyeceğini bilmektedir, sadece köylüler değil, Hüseyin Aslan’ın katline yolu açan mülkiyet sorunlarını ve katilin kişiliğini bölgedeki siyasi yapılarda bilmektedir. Zaten politik tutumu nedeniyle devletin doğrudan hedefi halinde olan Hüseyin Aslan mülkiyet paylaşımının nasıl bir açgözlülüğe ve yozlaşmaya yol açtığının farkında olarak, sorunlar karşısında “başkaları çözssün, başkaları yapsın” diyen Genovese Sendromu yaşayanların aksine “ben çözerim, ben yaparım” diyen biridir. Sanki herkes Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanındaki köylüler gibi cinayet işleneceğini bilmekte ve cinayet saatini beklemektedir.

Hüseyin Aslan, kendisinin oluştuğu, estetik, moral ve ahlaki değerlerinin ilk olarak şekillendiği toprağı kazmaktadır, ta yüzyıllar önce Mitra’nın ışığı ellerinde Abbasilerin katillerine karşı gerçekliğin kavgasını veren ve bu yüzden sürgün yollarına düşmek zorunda kalmış, tekrar köklerine ulaşmaya çalışan Horasanlı ataları gibi kendini toprağını ekmeye çalışıyordu Hüseyin Aslan. Bahçesine vurduğu her bele acısı karışıyordu, o ektiği tohumu sürgünün gözyaşları büyütecekti, kendini ekiyordu toprağına.

Yüzyıllarca yaşayacak, büyük dallarının altına evlatlarının sığınacağı belki bir okaliptüs, belki bir sekoya, belki bir çınar ağacı olacaktı o tohum. İnsan kendini ve düşmanını en iyi hayal kurduğunda, umut ettiğinde tanır, kendinin ve düşmanının güçlü ve zayıf taraflarını bu anlarda görür. Bunu biliyordu Hüseyin Amca, o ektiği tohum büyümeye başlayınca, kola ile fanta ile zehirlenmiş köksüz ağaççıkların saldırısına uğrayacağını biliyordu. Dersim coğrafyası kayalıktır, iklimi zorludur, yüzeyde ve yakınında su bulamayan birçok ağaç türü suya ulaşmak için metrelerce kök uzatır, o yüzden temelleri çok sağlamdır vinçler bile sökemez.

Birilerinin taşıma suyuyla sürekli suladığı ağaçlar, hiçbir çaba sarfetmeden suya ulaştığı için kök salamaz. Fırtınalı, rüzgârlı havalarda bu türden ağaçlar en tehlikeli olanlarıdır, kolayca devrilirler. Bu ağaçların en küçük rüzgârda bile üzerine düşeceğini biliyordu Hüseyin ASLAN. O yüzden kendini Munzur’un kayalıklarına kazıyordu, suyu bulmak için her yöne kök uzatan kayalık ağaçları en sağlam olanıdır. Çoğu zaman kökleri birbirine karışır, bazen aynı kaynaktan bazende birisinin türünün özelliğinden dolayı kökünün uzunluğu suya yetmeyince diğerinden su alır. Onun gibi kendini kayalıklara kazıyanlarla köklerinin birbirine sarılarak su vereceğini biliyordu Hüseyin Amca. Birileri tarafından sürekli hormonla, kimyasal sularla beslenen köksüz çalı çırpıda biliyordu. Hüseyin Amca gibileri kök salarak toprağa yayıldıkça bu köksüzlere yer kalmayacak, zayıflıkları açığa çıkacaktı. Güçsüzlerdi, birbirlerine sarılarak kasırgaları durdurabilen Hüseyin Amca gibilerin aksine en küçük bir esintide önce birbirlerinin üstüne düşüyor, birbirlerini parçalıyorlardı. O yüzden her biri önce kendini kurtarma telaşındaydı. Efendileri zehirle besledikçe çoğalıyorlardı, ama kökleriyle zehiri temizleyen o koca çınarların, yerlerini daraltığı için sırtlarından kendi efendileri tarafından balta ile vurulacağını da biliyorlardı, vurdular, onlar vurulurken kendini kurtarma telaşında olan bu çalı çırpı sadece seyrettiler.

19. yüzyılın bir efsanesine göre “yalan” ve “gerçek” bir gün karşılaşırlar. Yalan, “Bugün çok güzel bir gün biraz birlikte vakit geçirelim mi?” diye sorar gerçeğe. Gerçek, tereddütlü bir şekilde gökyüzüne bakarak: “Evet, güzel bir gün, birlikte biraz vakit geçirebiliriz.” diye cevaplar. Epeyce birlikte gezdikten sonra akşama doğru bir çeşmeye varırlar. Yalan “Su çok güzel birlikte yıkanalım mı?” diye sorunca Gerçek, şüphelenmesine rağmen suyun güzel ve çekici olması nedeniyle teklifi kabul eder. Birlikte biraz yıkandıktan sonra ansızın Yalan, Gerçek’in elbiselerini çalarak kayıplara karışır. Gerçek, çıplak bir şekilde çeşmeden çıkarak Yalan’ın peşinden elbiselerini aramaya koyulur. Gerçek’i bu çıplak haliyle gören Dünya küçümseyerek bakışlarını çevirir ve Gerçek sonuçsuz elbiselerini arama çabasından sonra Dünya’nın hor gören, küçümseyen bakışları arasında utancını saklamak için tekrar çeşmeye döner ve sonsuza dek ortadan kaybolur. Ta o zamandan beri toplumların Gerçek’e olan ihtiyacını tatmin etmek için Yalan, Gerçek’in elbiselerini giymiş bir şekilde Dünya’yı dolaşmaktadır. Çünkü Dünya hiçbir şekilde çıplak Gerçek’le karşılaşmak istememektedir.

Karanlıkta değil, açık havada, meydanda herkesin gözlerinin önünde vicdanımız, dalları altına sığındığımız insanlarımız katlediliyor. Yalan’ın elbiselerini çıkarmış çıplak ölüm Gerçek’se bu ölümlerin karşısında yaşıyormuş gibi yapmakta, çıplak yalandır, yalancılıktır. Cinayeti gördüğü ve seyrettiği halde “başkaları müdahale etsin” diye vicdanlarını yitirenler, fırtınalara, kasırgalara yön vermesi ve önünde gitmesi gerekirken ardından giden ve Gerçek’i Yalan’ın elbiseleriyle görerek sorumluluktan kaçan öncüler, günde 17, 18 saat çalıştığından dolayı ayakta zor duran bir genç işçinin elinin yanmasına sebep olduğunda, o işçiyi tedavi ettirmek isteyenin ilgisini “aşırı” bularak merhametini yitirenler, semaver yanında olduğu halde “üst sınıfa” ait olduğunu göstermek için garsonu kaba bir hareketle çağırarak çay doldurmasını isteyen aşağılık kompleksi ile malül olup acıma hissini yitirenler bizleriz. Çıplak Gerçek bu olduğu halde “iyi olmanın, iyiyi savunmanın” iyi görünme çabasına evrilerek role dönüştüğünün gerçeğini görenler Yalan’ın elbiselerini parçalayarak “Ben yaparım!” demelidir.

Hüseyin Amca’nın katledildiği Taug (Kardelen) köyüne, -yol denirse tabi- karayoluyla 20 km, kuşbakışı 6 km, dağ yoluyla 12, 13 kilometre mesafede, karayolundan henüz Zankirek (Karaçavuş) köyüne inmeden yolun solunda oldukça yüksek bir tepe var, araba çıkmıyor, yaya yolu da oldukça zorlu, öyle her istediğin zaman tırmanılacak bir yer değil, bu tepede küçük bir aile mezarlığı var, bu tepenin tam karşısında kuşbakışı yaklaşık 3,4 kilometre mesafede silindir şeklinde bir gözetleme kulesi var, bu kulenin esas amacı Aliboğazı girişlerini gözetlemek ve kamerayla bu tepedeki mezarlığı da kim ziyaret ediyor diye 24 saat gözetlediği söyleniyor. Bu küçük aile mezarlığında İsmail BULUT adında bir adam yatıyor, mezar taşının üzerindeki ismin ve önceden kırmızı olduğu bilinen bir gül oymasının boyaları tamamen silinmiş, isimde gülde çok zor seçiliyor. Unutulmuş gibi sanki, ama Yalan’ın hizmetçileri, Yalan’ın elbiselerini Dersim’de, Şavşat’ta parçalayan adamı unutmadıkları için 24 saat gözetliyor.

Nasıl bir adamdı İsmail Bulut? Büyük adamdı o, umutlarımızın, geleceğimizin “köylü” kabuğunu parçalamış sevgi haliydi. Tüm yeryüzüne hâkim kılmaya çalıştığımız sevginin yaşayan haliydi, gelecekte “yeni insan nasıl olacak” sorusunun cevabıydı, bilincimizi dayadığımız dağlarımızın insan silüetiydi, isminin duyulması, esintisinin hissedilmesi dahi herkese güç verirdi, kurumaya yüz tutmuş ev çiçekleri canlanırdı, yürümekte, ayağa kalkmakta zorlanan yaşlılara takat gelirdi, gülmezdi fazla ama dokunduğu her şeye neşe ve yaşama sevinci getirirdi. Çıplak Gerçek’ti o, “ben yaparım” diyenlerin öncüsü olarak Yalan’ın karşısında, o Şavşat’tan yoldaşları Dersim’den gökyüzünün maviliklerini, Tokat’tan kırmızılara bürünmüş gerçeğin ta kendisini, Hüseyin Amca’nın başında yürek sızlatan ağıtlar yakan, çığlıklar atan Sultan Ana’nın ayaklarının önüne sereceklerdi. Yalan’ın en cafcaflı, afili elbisesi mülkiyetti, “ağız sulandıran” envai türlü şekerden yapılmıştı, Hüseyin Amca’nın üstüne devrilen köksüz ağaçlar bu şekerin tatlandırdığı sulardan besleniyordu, zehirliydi şeker, önce gözleri etkileyerek Yalan’ın Gerçek gibi görülmesine neden oluyordu, sonra herkes bu zehirden daha çok alabilmek için birbirini ezdiğinde, sevgiyi vuruyordu, sevgi azaldıkça nefret artıyor ve Yalan sevgisizliği hâkim kılarak Dersim’i dize getiriyordu. İşin kötü tarafı Dersim yenildiğinin farkında bile değildi.

İsmail Bulut ve yoldaşları diyordu ki; “gökyüzünün maviliklerine çekilmiş sevgiyi analarımızın çığlıkla, ağıtla göğe kalkmış ellerine, avuçlarına indirmek için Yalan’ın zehirli elbisesi mülkiyeti parçalayarak yeryüzünden yok edeceğiz!”

Sultan Ana’nın çığlığı Gerçek’in kavgasını veren adama ulaşmasın diye Yalan havayı, yeryüzünü alt ve üst duyma eşiğini aşan seslerle boğuyor, suları da zehirliyordu. Ses havada saatte 1224 km, (dünyanın kendi etrafında dönüş hızı olan 1265 km.ye yakındır) suda 53424 km, ağaçta 169200 km, demirde 183600 km taşta 216000 km hızla yayılır. Ses maddenin içindeki birbirine yakın taneciklerin çarpışarak titreşim (frekans) yaratması sonucu oluşur, dolayısıyla tanecikleri birbirine yakın olan katı maddelerde daha hızlı yayılır. Tanecikler arasında çok mesafe olan gazda ve havada daha yavaş ilerler. Sesin önünde rüzgâr esiyorsa göğe doğru bir hareket izleyerek yavaşlar, arkasında esiyorsa yere, yani katı maddeye doğru bir hareket izleyerek hızlanır. Tiz seslerde bas seslere oranla titreşim sayısı fazladır, tersinden söylenirse de tiz sesler daha fazla titreşim üretir. Titreşimi fazla olan bu tiz sesler daha uzun erimlidir.

Kadın sesleri tiz seslere ait olduğundan yüksek titreşimlidir, dolayısıyla düşük frekanslı erkek seslerine oranla daha çok duyulur ve daha uzun erimlidir. Acı ses tellerinin enerjisini arttırarak yüksek frekansa ulaşmasını sağlar. Evrimsel biyoloji kadın sesindeki titreşimin yüksek olmasını, tahminen 10, 12 bin sene önce sınıflı toplum ortaya çıkana kadar insanın milyonlarca yıl süren evrimi boyunca kadının iktisadi ilişkilerdeki öncü rolüne bağlar, avcı toplayıcı komünal topluluklarda yiyeceği elde etmeye yönelik faaliyeti organize eden kadın olduğu için işaretlerden sonra sesli iletişimin erkekten önce kadında başladığı tahmin edilmektedir. (Linguistik açıdan tüm dillerdeki “anadil” kavramı sınıflı toplumdan çok daha öncesine, yani kadının üretim ilişkilerinde otorite olduğu döneme aittir.)

Hal böyle olunca “anne soyu” üzerine örgütlenen bu topluluklarda doğaya karşı verilen varlığını devam ettirme mücadelesinde kavram haline getirilen bilgiler ilk önce kadın tarafından sağlanıyordu, bir hayvanı yakalamak için milyonlarca yıl boyunca aralarında iletişimi sağlamak veya hayvanı korkutmak için bağrışan kadınların sesi, sesindeki titreşim sayısı ve desibel oranı erkeğe nazaran daha yüksek hale geldi. Kadının üretimdeki bu öncü rolü ayrıca kadına başka üstün özelliklerde kazandırdı: Yiyeceğin nasıl elde edilebileceğine ve iktisadi ilişkilere öncelikle kadın “kafa yorduğu” için beyninin değil ama zekâsını kullanabilme, açığa çıkarma oranı erkeğe nazaran daha çok gelişti, (zeka ve beyin aynı şey olmadığından lütfen Lucy filmindeki anti bilimsel iddia ile karıştırılmasın, insan beyninin yüzde yüzünü kullanır. ) embriyoda ilk oluşan sinir sistemi milyonlarca yıl boyunca insan bedeninde varlığı tehdit eden tehlikelere karşı sürekli savunma genleri oluşturarak av peşinde koşan kadın bedenini daha dayanaklı hale getirdi; örneğin bilimsel deneylerinde kanıtladığı gibi kadın bedeni hem acıya hem soğuğa hem de sıcağa erkeğe nazaran daha dayanıklıdır. 10, 12 bin yıllık sınıflı toplum süreci, milyonlarca yıldır süregelen evrim sürecinde küçücük bir nokta olduğundan dolayı halen dahi genlerinde bu üstün özellikleri taşıyan kadın bedenini etkileyebilecek, değiştirebilecek önemde değildir. Başkan Mao “Göğün yarısı kadınların omuzunda yükselir” derken bu bilimsel gerçeğe vurgu yapmaktadır.

Kadının biyolojik varlığında taşıdığı bu üstün özelliklerinin açığa çıkarılarak insanlığın gelişimine katılması, sevdalandığı adamla, İsmail Bulut’la birlikte Şavşat’ta elleri gökyüzünün maviliklerine uzanan Yıldız Çiçek’in çığlıklarının, haykırışlarının Sultan Ana’nın çığlığının arkasında sadece rüzgâr değil, fırtınalar, kasırgalar oluşturması ile sağlanacaktı, yani kadının av peşinde, yiyecek kavgasında milyonlarca yılda oluşan o titreşimi yüksek güçlü sesiyle olacaktı.

Rüzgâr, fırtına, kasırga sesin arkasında oluşursa yere doğru bir seyir izler, Dersim coğrafyası kayalıktır, Taug köyünde Hüseyin Amca’nın arkasından ağıtlar yakan Sultan Ana’nın acılı çığlığı, arkasından kopan fırtınanın etkisiyle kayalıklarda İsmail Bulut’un olduğu Zankirek’teki tepeye 0,1 saniyede ulaşır. (216000:60=3600:60=60:6=10 salise yani 0.1 saniye)

Kity Genovese’nin yardım çığlıkları “nasılsa biri yardım eder” diye sorumluluktan kaçanların oluşturamadığı rüzgâr yüzünden havaya yükselerek duyulmamıştı. O bir kadındı, kadının çığlığı erkek için ürkütücüdür, erkeğin bilinçaltında kendi iktidarına isyanı çağrıştırır, o yüzden hiçbir erkek duymamıştı, duymak isteyen eşlerini de susturmuşlardı, sonrasında, oluşan “sendromu da bir kadın olan onun ismiyle adlandırdılar, Kassandra Sendromu gibi veya bir kadının kendini esir alana âşık olduğu Stockholm Sendromu gibi.

Niye esir aldığı kadına âşık olan erkeğin sendromu değil de kadının?

Toplumsal algı oluşturulurken bile kadın “zayıf” algılanmalıydı. (Bu yazıyı okuyunların aklında bile, erkeğin sorumsuzluğu değil bir kadın olan Kity Genovese’nin “zayıflığı” kalacak) Erkek, kadının varlığında taşıdığı o üstün özelliklerin açığa çıkmasından korkar, öyle bir korku ki Yıldız Çiçek’i katletmekle yetinmez, cesedini işkence ederek paramparça eder, teşhir eder Şavşat köylerinde. Binlerce yıldır baskı altında tutulmasından dolayı büyük bir enerji biriktiren kadının varlığında taşıdığı gücün farkına varması korkutur erkeği. Kadının sesi güçlüdür, Sultan Ana’nın sesi gerçeğin kavgasını verenlere ulaşmasın diye Yalan’ının duyma eşiğini boğan seslerini, acıyla titreşerek 130 desibele ulaşabilen Yıldız’ın çığlığı yok edecekti, erkeğin korkusu buydu Gerçek’in utancının tasvir edildiği “Çeşmeden Çıkan Gerçek” adlı resmi yapan Fransız Jean-LéonGérôme neden Gerçek’i kadın olarak tasavvur etmiştir. Yalan ancak “zayıf kadını” kandırabilir, Gerçek’in toplum içindeki zayıflığı ile “kadının zayıflığı” algıda eşitlenmek istenmiştir. Tabloda “kadın” yerine erkek resmedilseydi algıda aynı etki yaratılmazdı, çünkü erkek kandırılamazdı.

Gölgesi altına sığındıkları Musa Abi, Hüseyin Amca gibi koca çınarları Yalan devirdiğinde “ben yaparım” basireti gösteremeyerek “kadının etekleri” altına gizlenen erkeklerin yaşadığı travmayı nasıl adlandırmalı, o Dersimin aman vermez kayalarına yeni çınarlar ekmek yerine bu gerici toplumun ürettiği “kadının zayıflığı” ve “kadının mağduriyeti” üzerinden kendini Yalan’a acındıran erkeklerin zayıflığına ne demeli?

Yalan’ın elbiselerini kendi gücünün bilincine ulaşmış, “ben yapacağım” diyen kadın parçalayacaktır, önce kadın ama Komünist Kadın.

M.Gül, Ipsach, 25.11.2019”