İbrahim Kaypakkaya

İbrahim Kaypakkaya

Ölümsüzleştiği tarih: 18 Mayıs 1973

 “TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÇELİKTEN YOĞRULUYOR,

BELKİ BİZ OLMAYACAĞIZ AMA BU ÇELİK ALDIĞI SUYU UNUTMAYACAK!”

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Kemalistler tarafından katledilmesinin ardından ülkemizde sosyalizm mücadelesinin önderliği on yıllar boyunca revizyonist-reformist, şovenist, anti Marksist anlayış sahipleri ve onların anlayışlarının hakim olduğu gruplar tarafından ele geçirilmişti. Dünyada 1960’lı yıllarda doruğa ulaşan devrim mücadeleleri, emperyalist ülkeleri sarsarken, yarı-sömürge, sömürge ülkelerde ise bağımsızlık ve sosyalizm mücadelelerinin üst boyutlara sıçramasına neden olmuştu.

Diğer taraftan Çin Halk Cumhuriyeti’nde kapitalist yolculara karşı dünya proletaryasının büyük öğretmeni Mao Zedung’un başlattığı Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin etkileri Çin’i çoktan aşarak dünya devrim mücadelesini etkiler bir boyut kazanmıştı. Bu etki, Amerika’dan Asya’ya uzanan coğrafyanın devrim mücadelelerinde patlamalar yaşanmasına neden olmuştu.

Bu dönemler ülkemizde de devrimci düşünceler genel olarak halk kitleleri özel olarak öğrenci gençlik arasında yankı bulmuştur. Dünyadaki bu devrimci dalga, ülkemiz gençlik hareketinin de kabarışına yol açtı. Bu hareketin temel noktasını anti-emperyalist muhteva oluşturuyordu.

İbrahim Kaypakkaya da öğrenim yıllarının ilk dönemlerinde devrimci öğrencilerin içerisinde bulunduğu ve sosyalizmi benimseyen öğrencilerin yönetimindeki Fikir Kulüpleri Federasyonu içerisinde mücadeleye girer.

1967 yılında FKF’nin Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Şubesi’ni kurarak TİP’e üye olur. Anti-faşist, anti- emperyalist eylemlerde öne çıkan İbrahim Kaypakkaya, siyasi faaliyetlerinden dolayı okuldan atılır.

1969 ve 70’li yıllara gelindiği dönemde yalnızca öğrencilerin içinde değil fabrika grevlerinde işçilerle, toprak işgallerinde köylülerle, yani hayatın her alanında kitlelerin içerisinde ve kitlelerin önündedir. 70’li yıllarda 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin ön saflarındadır. Direnişi değerlendiren İbrahim Kaypakkaya, ülkemiz koşullarına denk düşen ve gelecekteki mücadele pratiklerine ışık tutacak değerlendirmeler yapmış ve dersler çıkarmıştır.

Sol hareket içerisinde saflaşmaların yaşandığı dönemde İbrahim Kaypakkaya, Milli Demokratik Devrim’i savunan TİİKP içerisindeki kadrolardandı. İbrahim’in gerek TİİKP içerisindeki iki çizgi mücadelesi ve gerekse de diğer akımlara karşı verdiği ideolojik mücadele 1972 yılında DABK 17-18 Şubat kararları olarak bilinen “10 maddelik” kararlarla doruğa ulaştı.

DABK 17-18 Şubat kararları, her türlü reformist- revizyonist, darbe bekleyen, şovenist anlayışa cepheden bayrak açışın ifadesiydi. Uzun süredir TİİKP içerisinde yürüttüğü mücadele sonucunda 26 Mart 1972 tarihinde çağrıldığı bir toplantıda kendisine suikast yapılacağının öğrenilmesi ile artık bir arada mücadelenin imkansız ve yararsızlığını gören İbrahim ve yoldaşları TİİKP’den ayrıldılar.

Yıllarca devrimci hareketler üzerinde karanlık bir sis perdesi vazifesi gören reformist, revizyonist, Kemalist, şovenist anlayış, 24 Nisan 1972 tarihinde Marksizm-Leninizm-Maoizm’in ışığında çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryasının öncü kurmayı TKP-ML’nin kurulmasıyla birlikte, sınıf mücadeleleri tarihindeki her türden anti-Marksist anlayış gibi Marksistler tarafından mahkum edildi. Türkiyeli komünistlerin bir manifestosu olan 5 temel belge ve 11 ilke, TKP-ML’nin kuruluş ilanı olarak tüm emekçilere sunuldu.

İbrahim Kaypakkaya’nın diğer küçük burjuva yapılara karşılık Kemalizm konusunda yaptığı tahliller ülke coğrafyası açısından bir miladı ifade edecek niteliktedir. Yine buna paralel ulusal sorun konusunda ortaya koyduğu anlayış, o güne kadar sürdürülen şovenist anlayışlara indirilen önemli bir darbedir. Türkiye’de devrimin yolunu ortaya koyan İbrahim Kaypakkaya, gerilla mücadelesinin ilk tohumlarını da çok geç kalmadan atmıştır.

Faşist T.C.’nin açıkça en büyük tehlike olarak gördüğü ve MİT raporlarında da yer alan “Türkiye’de komünist mücadelede halka en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın görüşleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele biçimleri için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uyarlanması diyebiliriz” biçimindeki sözler İbrahim’in ortaya koyduğu görüşlerin egemenler tarafından ne denli tehlikeli görüldüğünün göstergesidir.

Egemenlerin haklı korkularının nedeni olan TKP-ML’nin programatik görüşleri devrimci hareketin tarihinde Mustafa Suphiler sonrası bir çığır açmış ve Türkiye devriminin yolunu aydınlatmıştır.

İbrahim’in halk savaşı, faşizm, Kemalizm, devlet, devrim ve milli mesele sorunlarında ortaya koyduğu Marksist-Leninist-Maoist tahliller; onunla, ülkemizde silahlı mücadeleyi savunan hareketler arasında kalın bir çizgi çekmiştir. Kaypakkaya, teorisine uygun bir mücadele çizgisi izleyerek özü toprak devrimi olan Demokratik Halk Devrimi yolunda kırsal alanı esas alan silahlı mücadeleye girişmiştir. Onun bir yıldan az bir süreci kapsayan bu süreci ve çalışmaları, esası kırda olmak üzere, kır ve şehir arasında TKP-ML’nin ayakları üzerine oturtulması sürecidir.

THKO ve THKP-C’nin yenilgileri sonrasında, saldırılarını TKP-ML’ye yönelten devlet, kısa süre içerisinde Nurhaklarda Sinan Cemgilleri ihbar eden muhtarın cezalandırılması, halka terör estiren subayların ve işbirlikçilerin sınırlı olanaklara rağmen cezalandırılması-uyarılması eylemlerinin yapılmasının ardından saldırılarını daha da azgınlaştırır.

24 Ocak 1973’te Dersim, Vartinik, Mirik Mezrası’nda devlet güçleri ile girdikleri silahlı çatışmada Ali Haydar Yıldız yoldaş ölümsüzleşirken Kaypakkaya yaralı olarak kurtulur. Aradan 5 gün geçtikten sonra 29 Ocak 1973’te yaralı olarak girdiği evin sahibinin ihbarı sonucu yakalanır. Yakalandığı andan itibaren yapılan işkencelerde kazanan hep o olur. Dersim ve Elazığ işkence hanelerinde işkencecileri yenilgiye uğratması sonrasında Amed’e götürülür.

Karda donan ayak parmakları kesilmiş olmasına rağmen tekrar işkenceye alınır. Üç buçuk ay süren işkence sonucunda Türkiye-Türkiye Kürdistanı devrimci ve komünist hareketine “ser verip, sır vermeme” mirasını bırakarak, düşmanı kendisini en güçlü sandığı işkence hanelerinde yenilgiye uğratır. Kızıl direnme tavrı karşısında çaresiz kalan düşman, mayıs ayının 17’sini 18’ine bağlayan gece Kaypakkaya’yı kurşuna dizer.

Yaşamı; halka bağlılık, devrime inanç ve mücadele kararlılığının sembolü olan İbrahim Kaypakkaya arkasında zengin bir teorik miras ve destansı bir mücadele geleneği bırakarak ölümsüzler kervanındaki onurlu yerini almıştır. Kısa yaşamında ulaştığı teorik seviye, siyasal kavrayış ve öngörü, yüksek örgütçülük yeteneği, pratikçiliği ve ideolojik, politik, askeri, örgütsel önderlik misyonunu kişiliğinde somutlaştıran İbrahim Kaypakkaya, Türkiye devriminin kilometre taşıdır.

<em>1971 SIKIYÖNETİMİNCE İLK ARANANLAR AFİŞİ Kaynak İNFO TÜRK ARŞİVİ Soldan ikinci sütün ikinci sırada komünist önder İbrahim Kaypakkaya<em>

 

<em>Güley Mayre ve Mehmet Ali Özdoğan ailesine ait Bakiran Xalgurtlar Mahallesi Kürecik Malatyada İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları tarafından 24 Nisan 1972 tarihinde TKP MLnin kurulduğu ev<em>

 

Babası Ali Kaypakkaya İbrahim Kaypakkaya’yı Anlatıyor. (Videoyu izlemek için görselin üzerini tıklayınız.)
İbrahim Kaypakkaya’nın babası Ali Kaypakkaya’nın 6 Haziran 2012 ‘de ölümünden önceki son röportajı. (Videoyu izlemek için görseli tıklayınız.)

 

********

İBRAHİM KAYPAKKAYA HAKKINDA BAZI BELGELER

İbrahim Kaypakkaya yoldaşın 1967 yılında FKF’nin Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Şubesi’ni kurması ve anti-faşist, anti- emperyalist eylemlerde öne çıkması ve siyasi faaliyetlerinden dolayı okuldan atılması ve okuldaki siyasi faaliyetlerine dair verdiği cevap:

İbrahim Kaypakkaya yoldaşın “Diyarbekir Sıkıyönetim Tutukevi”nde “Harita Medot” defterine aldığı notlar ve “Savunma Taslağı”

<em>İbrahim Kaypakkayanın Savunma Taslağı Oktay Dumanın Arşivinden<em>

İbrahim Kaypakkaya yoldaşın “Diyarbekir Sıkıyönetim Tutukevi”nde “Harita Medot” defterine aldığı notlar ve “Savunma Taslağı”nda yazdığı şiirler

İbrahim Kaypakkaya yoldaşın “Diyarbekir Sıkıyönetim Tutukevi”nden babasına yazdığı mektuplar

Faşist TC devletinin İbrahim Kaypakkaya yoldaş hakkında çeşitli tarihlerde “Çok Gizli” ifadesiyle arşivlediği belgeler.

İbrahim Kaypakkaya yoldaşın “TESPİT VE TEŞHİS TUTANAĞI” Belgesi

<em>İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Tespit ve Teşhis Tutanağı belgesi Kaynak TÜSTAV Nebil Varuy Arşiv Fonu Kart No 1418<em>

İbrahim Kaypakkaya yoldaşın “TESPİT VE TEŞHİS TUTANAĞI” Belgesi:

“TESPİT VE TEŞHİS TUTANAĞI

Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi ve Bilahare Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Fedaileri ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu adlarını taşıyan illegal kuruluşun baş yöneticilerinden olduğu ifade edilen ve delillere göre, ‘Hamza, Musa’ takma adları ile örgüt amacı yönteminde faaliyetlerde bulunan ve Tunceli Vartinik köyü ve bölgesi civarında yapılan müsademe sonunda yaralı olarak ele geçirilen, daha doğrusu yaralı olarak kaçmayı başaran ve beş gün sonra ele geçirilen İbrahim Kaypakkaya’nın durumunu halen kalmakta olduğu hastanede tesbit ve teşhis ettirmek için soruşturma savcısı Hâkim Kd. Yzb. Yaşar Değerli ve zabıtta P. Kd. Bşçvş. Cemal Kuşakçı ve sanığı evvelce tanıyan ve okul arkadaşı olduğu anlaşılan ve halen bazı ilişkileri nedeniyle göz altında tutulan Mehmet Çetin olduğu halde hastaneye gelindi. Keyfiyet nöbetçi tabipliğine bildirildi. Nöbetçi tabip Dr. Bnb. Saadettin Demiray’ın görüşü alındı ve sanığın kalmakta olduğu oda muhafız Çavuş Mehmet Salih Güney’e açtırıldı ve refakatte getirilen Mustafa İnanç da huzurda olduğu halde başında sargı, boynunun sol tarafında izale sargı bulunan ve sol bileğinden karyolaya kelepçelenmiş tahminen 165 boyunda, sarışın, yeşil gözlü şahsa tarafımızdan ismi soruldu. İsminin İbrahim Kaypakkaya olduğunu ifade eyledi. Teşhis için refakete getirilen Mehmet Çetin’den soruldu:

Evet, yatmakta olan kişi benim Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndan arkadaşım, İbrahim Kaypakkaya’dır. Sargılı olmasına rağmen iyice teşhis ettim dedi, adı geçen hasta konuşturuldu, teşhis şahidi Mehmet Çetin ‘Evet, bu öteden beri arkadaşım olan İbrahim Kaypakkaya’nın sesidir’ dedi.

 

Daha sonra İbrahim Kaypakkaya’nın kimlik tesbitine geçildi.

Hüviyeti: İbrahim Kaypakkaya

Ali oğlu Mediha’dan 1949 yılında doğma, aslen Çorum vilayetinin Alaca kazasının Karakaya köyü nüfusunda kayıtlı ve talebeliği dışındaki süreler içinde aynı yerde oturur. İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndan ayrılmış olup Fen Fakültesi Fizik-Matematik bölümü öğrencilerinden.

Sanığın şuuruna hakim olduğu ve ifade verebilecek durumda olduğu konuşmalarından ve harici görünümünden anlaşılmakta ise de, müdafii doktorla daha evvel yapılan telefon görüşmesi ve bunu teyiden nöbetçi Tabip Bnb. Saadettin Demiray’ın beyanlarına göre İbrahim Kaypakkaya’nın ayak parmaklarında meydana gelen donma sebebiyle operasyona tabi tutulacağı ve kafasındaki yaradan dolayı tedavinin devam ettiğinin bildirilmesi ve uzun bir sorgu işleminin de bu durumu ile bağdaşmaması karşısında şimdilik iş bu teşhis ve tesbit hali ile iktifa edilmesi uygun bulunarak tutanağa nihayet verilip iş bu tutanak huzurda tanzim olunarak hazır bulunanlar tarafından imzalandı.13 Şubat 1973

Askeri Savcı: Yaşar Değerli Hakim Kd. Yüzbaşı

Zabıt Katibi: Cemal Kuşakçı P. Kd. BŞçv.

Nöbetçi Tabibi: Sadettin Demiray Dr. Binbaşı

Teşhis Şahidi: Mehmet Çetin

Muhafız Çavuş Onbaşı: Mustafa Yarat

Muhafız Çavuş: Mehmet Salim Güney

Sanık: İbrahim Kaypakkaya”

 

İbrahim Kaypakkaya yoldaşın “HAZIRLIK SORUŞTURMASI İFADE TUTANAĞI” Belgesi

İbrahim Kaypakkaya yoldaşın “HAZIRLIK SORUŞTURMASI İFADE TUTANAĞI” Belgesi:

 

“HAZIRLIK SORUŞTURMASI İFADE TUTANAĞI

Tutukevinden getirildiği görülen sanık İbrahim Kaypakkaya huzura alındı.

HÜVİYETİ : İbrahim Kaypakkaya, Ali oğlu, 1949 doğumlu, Çorum Alaca nüfusuna kayıtlı, aynı yer Karakaya köyünde oturur ve babası Ali Kaypakkaya 1011 Ana tamir fabrikasında bakım onarım kısmında usta, halen cezaevinde tutuklu.

Suç konusu olay ve örgütsel ilişkiler hatırlatılarak SORULDU:

Ben fakir bir ailenin çocuğu olarak öğretim olanağı mevcut olmadığından 6 yıllık Hasanoğlan

İlköğretmen okulunda okudum. Devlet hesabına okumuş olduğum Hasanoğlan’daki başarılı bir öğrencilik dönemin sonunda Yüksek Öğretmen okuluna seçildim. Orada bir yıl hazırlık sınıfında okuduktan sonra İstanbul Çapa Yüksek Öğretim Okuluna aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesine girmiş oldum. Buradaki öğrenim dönemimle birlikte benim düşüncelerim de yurt ve dünya görüşlerinde de bir evrimin başladığını söyleyebilirim. İçinde bulunduğum aile ve çevre koşulları benim bir ölçüde fikren gelişmemi engelleyen etkenler olarak kendini ortaya koymuştur. Yüksek Öğrenim devresinde o zaman çok sayıda basılan Marksist Leninist öğretiyi temin eden eserleri okumak ve fikren gelişmek imkanını elde ettikten başka öğrenci toplulukları arasında bir fikir hareketi olarak başlayan Fikir Kulüpleri örgütü içerisinde günün akımına uygun bir şekilde faaliyetlere katılmak zorunluluğunu duydum. Edindiğim teorik bilgilerle bir sempatizan olmaktan öte bir kısım arkadaşlarla beraber 1967 yılının Aralık ayında Çapa Fikir Kulübünü kurduk. Hatırladığım kadarı ile Muzaffer Oruçoğlu, Mehmet Çetin ve Mustafa Çoban gibi arkadaşlar kurucu üye olarak benimle idiler. Fakat Çapa’ya bağlı öğrenciler olmamız nedeniyle bizim davranışımızı Okul yönetimi hoş karşılamadı. Ve Okul içinde çalışmamızı engelledi, bununla beraber Fikir Kulüpleri Federasyonu çevresindeki çalışmalarımızı sürdürdük ve daha ziyade dışa dönük ve Fikir Kulüpleri Federasyonunun saptadığı yöntemde çalışmalar gösterdik. Okul içindeki faaliyetlerim Okul Yöneticilerince önlenmeye çalışılması şeklinde baskılar şahsen beni daha çok bu konu üzerinde çalışmaya sevk eden bir amil oldu. Ben şahsen Fikir Kulüpleri Federasyonu doğrultusunda bütün fikir hareketlerine ve çevredeki eylemlere katılıyordum. Bunları gün, tarih ve yer belirterek ifade edemeyeceğim, fakat toplantı, form, açık oturum ve bir kısım öğrenci ve işçi hareketleri olarak belirleyebilirim. Bilindiği gibi o zamanki Fikir Kulüpleri Federasyonu ve onun federe kuruluşları olan Fikir Kulüpleri Türkiye İşçi Partisi paralelinde devrimci bir yol izlemekte idiler. Gençlik kitlelerinin çoğunda sosyalizme karşı bir arzu ve yaklaşma olduğu herkesçe malum olan bir gerçekti. Bu heyecanlı gelişmeye karşı henüz sosyalizmin gereklerini ve temel ilkelerini tam anlamıyla kavramayan öğrenciler o günlerde Siyasal Parti olarak Sosyalizmin öncüsü olarak Türkiye İşçi Partisinin ileri sürdüğü sosyalizmin ilkelerinin bu yolda bir oyalama politikası arz ettiği ve sosyalizme erişmenin gereklerine siyasal yoldan yani partiler demokrasi yolundan diğer bir deyimle seçim yoluyla ulaşılamayacağı idrakına vardık. Çünkü Türkiye İşçi Partisi giderek konuyu

Anayasal düzen içerisinde ve seçim yoluyla başarma ve elde etme şeklinde bir politika izlediğini en yetkili liderlerinin ağzından açıkça söylüyordu. Özellikle Anayasal yoldan kastetmek, istediğim mana Türkiye İşçi Partisinin reformcu ve Parlementocu çizgisinden kurtulamadı. Ancak yukarıda kaydettiğim gibi gençlik örgütlerindeki fikri gelişme ve ilerleyen tecrübeler TİP, paralelindeki bu tutuma karşı görüşlerin doğmasına haklı olarak yol açtı. Bu arada ben 1968 yılında önce Okul’dan muvakkat ve daha sonra kati olarak uzaklaştırıldım. Buna karşı Danıştay’dan yürütmenin durdurulması kararı almama rağmen keyfi yönetim buna uymadı. Benim İstanbul’da sürdürdüğüm bu fikir faaliyetleri sırasında katılmış olduğum eylemler ve gençlik örgütündeki çalışmalarım Okuldan uzaklaştırılmamın başlıca nedeni olarak gösteriliyordu. Hatırladığım kadarı ile Nato’ya hayır, Halk Aşıklar Gecesi ve bazı bildirilerin dağıtılması ve işçi yürüyüşlerine katılmam şeklindeki olayların öğrenciliğimle daha doğrusu öğrencilik sıfatıma zarar getiren bir hareket olamazdı. Bunlar herkesin inancı ve bilinci doğrultusunda sürdürdüğü kişisel sorumluluğu olan çalışmalardı. Bu sıralarda devrimci görüşü yansıtan yön dergisi ve çevresinde bir kısım devrimciler üzerinde sempati uyandırmıştı. Ancak Yön’ün görüşleri ve işlemeleri Askeri darbecilik düşüncesini ortaya koyuyordu. Her ne kadar Türkiye İşçi Partisi Halk İhtilalini benimsiyor ise de; bunu açıkça söylemiyor ve o yönde bir izlediğini ortaya koyamadığı kanaatinde idim. O günkü siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarda bundan daha ileri hareket edilemeyeceği dikkate alınırsa Türkiye İşçi Partisinin belli imkanlardan yararlanarak ve bu imkanlara dayanarak halk kitlelerini ihtilal için hazırlamaya yardım ettiği kanaatinde idim. Onun için Yön çevresinin askeri darbeci görüşüne ben ve bir kısım gençlik örgütü içindeki arkadaşlar karşı idiler. Gelişen zaman içerisinde Fikir Kulüpleri Federasyonu Gençlik Örgütünde bazı görüş ayrılıkları belirmişti. Bu bir bakıma ilerleyen bilincin ve edinilen tecrübelerin tabii sonucu olarak kendini gösteriyordu. Fikir Kulüpleri Federasyonu içindeki başlıca görüş ayrılıklarını şu şekilde belirleyebiliriz.

Birinci görüş: Öteden beri benimsenen Türkiye İşçi Partisi paralelindeki reformcu ve parlamentocu düşünceyi yansıtan görüştü.

İkinci görüş: Milli Demokratik Devrimi savunan düşünceydi. Ki bu düşünceyi ilk zamanlar Türk solu ve aydınlık sosyalist dergi temsil etmekte idi. Söz konusu dergiler geniş ölçüde milli demokratik devrim kavramının yayılmasında etkili bir alan meydana getirmiştir.

Türkiye İşçi Partisinin izlediği politika bilhassa işçi-köylü eylemlerinin tasvip edilmemesi bakımından tutucu görünüyor. Nitekim Atalan ve Göllüce’deki Toprak işgallerine karşı bir tavır takınması bunun başlıca delili idi. Bütün bunlar Türkiye İşçi Partisi çevresinin gerçekten bilimsel sosyalist olmadıklarını ve hatta olmayacakları kanaatini vermekte idi. Diğer yandan giderek sosyal pratikteki tecrübelerin artması ve bunlara ilaveten Dünya Devrimci Tecrübesini Öğrenmemiz ve daha geniş ölçüde kavrayarak bilinçlenmemize Türkiye İşçi Partisinin bilimsel sosyalist olmadığı kanaatini sağlayan gelişmelerdi.

Türk solu ve aydınlık sosyalist çevresi yayın olanağı ile işçi ve köylü çevresi ile bütünleşme ve halk ihtilali fikrinin doğuşuna yardım etti. O gün ki Fikir Kulüpleri Federasyonu içinde o zaman bu çevreleri temsil eden ve benimseyen kişiler vardı. Bende bunlardan birisi idim. Türk solu ve sosyalist dergisinin oluşturmaya çalıştırdığı işçi ve köylülerin kitlesel eylemleri ile halk ihtilali yoluna girme düşüncesi Ankara’dan da bir kısım gençlik örgütleri tarafından benimsenmişti. Hatırladığım kadarı ile Ziraat Fakültesi, Hukuk ve Dil Tarih, Coğrafya Fakültelerinde Öğrenci kuruluşları bu yayın organlarının düşüncelerini benimsediklerini ortaya koyan tezahürlerde bulunmuşlardır. Bu çevre her şeyden evvel Türkiye İşçi Partisinin izlediği pasifist politikaya karşı çıkarak gençliğin aktif eylemlerine destek oluyor ve onları teşvik ediyordu. Keza gençliğin kitlesel eylemler bakımından işçi ve köylü kesimiyle bütünleşmesi toprak işgalleri ve Fabrika işgalleri gibi hak arayan eylemlerde birlik olmaları sonucunun doğuşunda etkili olmuştu. Türk solu ve aydınlık sosyalist etrafında kümelenen genç grupların kitlesel eylemler bakımından işçi ve köylü sorunlarında bütünleşerek yapılan çalışmalar mevcut düzendeki çöküşe hizmet ediyor ve devrimci harekete kuvvet kazandırıyor kanaatinde idim. Keza bu çerçevenin halk ihtilalini samimiyetle benimsediği ve o yönde olduğu inancında idim.

Bizim görevimiz gençlik örgütleri içerisinde bu görüşleri yaymak başlıca düşüncemiz idi. Daha doğrusu başlıca görevimiz bu görüşleri yaymak ve geniş kitlelere mal etmekti. Ben şahsen bu dergilerin çıkarılmasında dağıtımı dahil bütün hizmetleri gücüm ölçüsünde yerine getirmişimdir.

Hatta dergi idarehanesinin temizlenmesi işini dahi yaptığım olmuştur. Keza bir kısım yazıların hazırlanması konusundaki çalışmalara da katıldım.  Daha sonra intişar İşçi-Köylü Gazetesi içinde aynı hizmetleri yaptığımı söylüyebilirim.1969-1970 döneminde yani Fikir Kulüpleri Federasyonunun DEV-GENÇ’e dönüştüğü zamana rastlayan günlerde Fikir Kulüpleri içindeki gençler arasında yer bulan Devrimci görüşler arasında keskin hatlarıyla ayrılıklar belirmişti. Bu görüş ayrılıkları içinde kongreye gidildi. Ve kongrede gençliğin aktif eylemleri görüşünü savunmada beraberlik olduğu halde gençliğin işçi ve köylü kesimiyle ve kitleleriyle bütünleşmesi hususunda bir kısım arkadaşlar birleşememişti. İşçi ve köylü kitleleriyle bütünleşme ve gençliğin bu yöntemdeki aktif eylemlerini savunanlara karşı düşüncede olanlar daha ziyade aydın olarak niteledikleri çevrenin desteği ile Askeri darbeci bir düşünceyi ortaya koyuyorlardı. Fikir Kulüpleri Federasyonunun DEV-GENÇ’e dönüşmesinden sonra aydınlık sosyalist dergiye yönetimi kazananlar hakim oldu. Yani diğer bir deyimle yönetimi Askeri darbeci görüşü savunanlar ele geçirdi. Bunların karşısında görünen aktif eylemlerde işçi ve köylü kitleleri ile beraber olmasını ileri süren görüş taraflıları Proleter devrimci aydınlık görüşünü oluşturdu. Ve bu dergi etrafında kümelenerek inandıkları fakirlerin mücadelesine başladılar. Her ne kadar DEV-GENÇ içerisinde beliren ve Aydınlık Sosyalist ile Proleter Devrimci Aydınlık grupları Milli Demokratik Devrim kavramlarını öne sürüyorlarsa da görüşlerinde Milli Demokratik Devrim düşüncesinin özüne ters düşen önemli ayrılıklar mevcuttu. Sosyalist aydınlık çevresinin ortaya koyduğu Milli Demokratik Devrim görüşü sonuç olarak Askeri Darbeciliğe yönelen bir kapsam taşıyordu. Bu arada gençlik hareketlerini bir araç olarak kabul ediyorlardı. Halbuki Proleter Devrimci Aydınlık, İşçi Köylü yığınları arasında çalışarak onları devrime hazırlamayı ve gençliğin devrimin vaz geçilmiş esas gücü olan işçi ve köylü kitleleriyle bütünleşmesi gerektiği görüşünü ortaya koymakta ve savunmakta idi. O zaman Proleter Devrimci Aydınlık İşçi Köylü ve pek kısa bir süre de Türk Solu bizim görüşlerimizi yansıtan yayınlar yaptı. Çünkü Türk Solu bilindiği gibi proleter devrimci aydınlığın intişarından kısa bir zaman sonra kapandı. Ben inandığım Marksist Leninist düşünceler yönteminde, bir yandan söz konusu yayın organlarının yazı kurullarında yer alıp ve bu yayınların çıkmasında elimden geldiğince yarar sağlamaya çalışırken, diğer yandan proleter devrimci aydınlık görüşü doğrultusunda işçi ve gençlik kitleleri arasındaki eylemlere katılıyordum. Bu süre içerisinde İstanbul’dan pek uzaklaşmadım. Bazı zamanlar İstanbul yakınındaki köylere giderek çalışmalar yaptığım ve onların toprak işgali gibi eylemlerine katıldığım olmuştur. Silivri’de Değirmen köyünde vuku bulan toprak işgali hareketinde köylülerin yanında yer aldım. İstanbul çihetinde Demir döküm, Sungurlar, Horoz çivi, Pertrix pil fabrikası, Eye-Sanaayi, Eas Akü fabrikası çevrelerindeki bir kısım eylemlere daha doğrusu işçi hareketlerine katıldım. Ve işçiler arasında proleter devrimci aydınlığın benimsediği Milli Demokratik Devrim görüşünü yaymaya çalıştım. Ben grevleri işçi kitlelerini devrimce hazırlayan bir okul olarak görüyordum. Halen de bu kanaatim de değişmemiştir. Siyasi, sosyal, demokratik ve ekonomik baskı ve engellemeler karşısında kitlesel işçi eylemlerinin ekonomik haklar elde etmekten öte kitleleri halk ihtilaline hazırlayan bir yönü vardır.

Mesela 15-16 Haziran olayları bu yöndeki düşünceyi açıkça ortaya koymuştur. Kanaatimce bu olaylar işçi sınıfını artan siyasi, iktisadi baskılara karşı kitlenin bilinçli bir tepkisidir. Ayrıca bu olaylar üzerinde devrimcilerin işçiler arasında yürüttükleri çalışmalarında geniş ölçüde etkili olduğu kanaatindeyim. Hareketin hazırlanmasında yani fikir ortamının hazırlanmasında gençlik örgütlerinin etkisi kabul edilebilir. Fakat hareketin başlamasında ve gösterdiği gelişmede gençlik örgütlerinin herhangi bir dahli olmamıştır. Bu işçiler arasında kendiliğinden gelme bir tepkisel hareket olarak nitelenebilir. 15-16 Haziran olayları işçi sınıfının kendi haklılığı doğrultusunda öteden beri yürüttüğü mücadelede belirli bir bilinç düzeyini ve bunun halk ihtilali yönünde yükselişini ifade eder. Söz konusu kitlesel olaylar bir yandan işçilerin halk ihtilali yönünde eğitimine hizmet ettiği gibi ayrıca gençliği de eğitmiştir. Çünkü devrimcinin gerçek gücünün işçi köylü yığınları olduğu ve onlara dayanmaksızın gerçek bir devrimin başarılamayacağı bu olaylarla daha iyi anlaşılmış oldu. 15-16 Haziran 1970 olaylarının başlamasında DEV-GENÇ ve DİSK’in kanaatimce bir rolü olmamıştır. DİSK’in başlamada rolü olmuş ise de; neticeyi kabulde ve gelişmeyi kendine mal etmede ve yürütmede hiç bir hizmet olmamıştır, hatta bunu kösteklemeye çalışmış ve sonucu kabulden çekinmiştir. Ben Fikir Kulüpleri Federasyonu sonra otomatikman üyesi bulunduğum DEV-GENÇ içerisinde proleter devrimci aydınlık grubunun görüşlerini savunmaktan geri durmadım. Bu husus karşı çevre ve ortak görüş sahibi olan genç arkadaşlar tarafından açıkça bilinirdi. 1970 yılı içerisinde İstanbul Teknik üniversitesinde yapılan

DEV-GENÇ toplantısında aynı görüşleri öne sürmem sosyalist aydınlık çevresince tepki ile karşılandı. Ben DEV-GENÇ döneminde de inandığım fikirler yönteminde mücadelemi gücümün yettiğince sürdürmeye çalıştım. Bunu söylemekte herhangi bir sakınca görmüyorum. DEV-GENÇ içinde bize karşı görüş sahibi olan arkadaşları kendi saflarına çekmek bakımından o günkü yönetime hakim sosyalist aydınlık grubunun görüşlerini eleştiriyor ve kendi görüşlerimizi yaymaya benimsetmeye çalışıyordum. Bununla gençliğin doğru fikirleri kavrayacağı ve bizlerin saflarında yer alacağı inancında olduğumuzdan bağlı dernekler yoluyla üye ekseriyetini sağlamak şekilde bir çalışmaya gitmedik. Herkes görüşlerini açıkça ortaya koyuyor ve fikirlerin mücadelesi yapılıyordu. 1970 Ekim, 1971 Mart dönemlerinde keza proleter Devrimci Aydınlık ve işçi köylünün İstanbul’da yayınlanması ve dağıtımı faaliyetleri ile de uğraştım. Bu yayın organlarının yazı kurullarında yer aldım. Yayın olanağının sağlanması Ankara’daki yönetici arkadaşları üstünde idi.

Biz satılan yayınların paralarını Ankara’ya yollamakla maddi katkı sağlamaktan başka bir şey yapmıyordum. Benim buraya kadar saymış olduğum gençlik örgütü içerisinde yer alan ve işçi köylü kitlelerine yönelen çalışmalarım sırasında pek tabi ki bir takım örgütsel ilişkilerim oluyordu. Ancak şahsımı ilgilendiren konuları ve hakkımdaki istinatları taşan hususlardan ayrı gençlik örgütü içinde başkalarını etkileyecek bir beyanda bulunamam. Anlatmış olduğum şeyler gençlik örgütü saflarında kendi çalışma ve düşüncelerimle ilgili bulunmaktadır. Başkaları hakkında beyanda bulunmayı kişisel sorumluluk, şahsımı aşan bir hareket sayarım. Sıkıyönetim ilanına kadarki faaliyetlerim bunlardı. Bu çalışmalarımı DEV-GENÇ üyesi olduğum kadarı ile Marksizm Leninizm’e olan inancım için sürdürüyordum. Sıkıyönetim ilanından hemen sonra ve özellikle İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un öldürülmesi olayının arkasından şiddetlenen faşist baskılar ve bir yığın tutuklamalar sonunda birçok gençler ve aydınlar tutuklandılar. Hatta DEV-GENÇ içerisinde kayda değer bir kişiliği ve faaliyeti olmayanların dahi yakalanmaları karşısında benim de aranıp yakalanacağım tahmin ederek uzun süre gizlendim. Gizlendiğim yer ve bu devredeki ilişkilerim konusunda herhangi bir şey söylemeyi uygunsuz buluyorum. Kaçak bulunduğum dönemde ve tahminen 1971 Temmuz ayı ve daha sonraki zamanlarda elime Şafak yayınları geçmekte idi. Bu yayınların ne suretle elime geçtiği konusunu önemli görmüyorum. Şafak yayınlarında katılmadığım bazı görüşler yer almakla beraber olumsuz koşullara rağmen halk ihtilali yolunda devrimci çalışmaların sürdürülmüş olmasından memnuniyet duydum. Daha sonra kendi olanaklarımla bu yayın organının bağlı olduğu örgütle herhangi bir ilişki kurmaksızın ŞAFAK yayınları ve evvelki düşüncelerim doğrultusunda propaganda ve bilinçlendirme çalışmalarımı sürdürdüm. Şafak yayınının arkasında Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi adıyla bir örgüt olduğunu bilmiyordum. Bu örgütle ilgili operasyon haberlerinden böyle bir örgütün varlığını öğrendim. Ben söz konusu örgütün illegal yöneticisi Doğu Perinçek ile sorduğunuz gibi bir ilişki kurmadım. Ve Doğu Perinçek tarafından örgütsel bir görev verilmedi. Şafak örgütünün illegal organizasyonuna katılmadım. Bu devredeki çalışmalarımla ilgili herhangi bir ana belirlemeyeceğim. Çalıştığımı söylememin şahsi sorumluluğum bakımından yeter olduğu görüşündeyim. Ben sormuş olduğunuz şekilde Malatya ve Tunceli bölgesinde faaliyet göstermedim. Çalışma alanım buralar değildir. Bahsettiğim örgütten kopuk kişisel nitelikteki faaliyetlerim Türkiye Komünist Partisi Marksist Leninist ve Türkiye İşçi Köylü Ordusu saflarına katılıncaya kadar sürmüştür. Sonradan katıldığım bu örgütlere girme zamanımı hatırlamıyorum. Türkiye Komünist Partisi Marksist Leninist ve ona bağlı Türkiye İşçi Köylü Ordusu örgütlerinin kimler tarafından kurulduğunu ve yönetildiğini bilmiyorum. Yalnız bu örgüt saflarına katıldığımı ve onu illegal üyesi ve taraftarı olduğumu saklamıyorum. Bu örgüt içerisinde çalışma yöntemim ve örgütün kuruluşuna esas alan düşünceler bahsetmiş olduğumuz yayınlarda geniş ölçüde yer almaktadır. Özellikle Şafak Revizyonizmi Tezlerinin Eleştirisi, Milli Mesele, Türkiye’de Kemalist İktidar Dönemi ve İkinci Dünya Savaşından sonraki gelişmeler ve 27 Mayıs hareketi, Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru kavrayalım başlıkları altındaki kapsamlara imzamı atmaya hazırım. Türkiye Komünist Partisi Marksist Leninist örgütünün görüşleri söz konusu tez ve yazılarda belirtildiği ve önerildiği gibidir. Bunun dışında şimdilik geniş açıklamaya girişmeye lüzum görmüyorum. Bahis konusu örgüt fikirlerini ortaya koyan muhtevayı aynen kabul ediyor ve kendi görüşüm olarak ifade ediyorum. Ben bu görüşler yönteminde Devrimci mücadele vermek için 1973 Ocak ayı başlarında Faşist güçler tarafından şehit edilen arkadaşım Ali

Haydar Yıldız ile Tunceli’ye gelmiştim. Köylüleri devrim için, halk ihtilali için örgütlemek amacıyla köye gitmiştik, buradaki çalışmalarımız Jandarma Kuvvetleri tarafından öğrenilmiş olmalı ki 24 Ocak 1973 günü kalmış olduğumuz Vartinik Mezrasındaki kömde sabaha karşı sarıldık, orada Ali Haydar’dan başka ismini bilmediğim 2 kişi daha vardı. Jandarma kuvvetleri bize ateş açtılar, bizim yanımızda bildiğim kadarı ile bir kırma mevcuttu. Kaçmaya başladık, bu sırada ateş edildi. Ben yaralandım arkadaşım Ali Haydar Yıldız ölmüş, benim de öldüğüm sanılarak bir süre olduğum yerde bırakılıp, diğer kaçan 2 arkadaşın peşinden güvenlik kuvvetleri gitmiş. Bir süre sonra ben kendime gelerek bulunduğum yerden uzaklaştım. Ve gizlendim. En son olarak soğuğa karşı mücadele gücümü yitirdiğimden bir mezraya giderek yol sordum ve orada ihbar edilerek yakalandım. Ayaklarım yarı donmuş vaziyette idi. Başımdan ve boynumdan yara almıştım. Tunceli’den Diyarbakır’a getirildim, burada ayaklarımdan ameliyat edildim. Ben bütün bunları samimiyetle inandığım Marksist Leninist düşünce uğrunda yaptım ve sonuçtan pişman da değilim. Asla pişman olmadım. Ben bu uğurda her türlü neticede yakalandım. Dedi. Başka bir diyeceği olmadığını bu ifadesinin alınması sırasında kendisine karşı herhangi bir baskı ve tazyik yapılmadığını beyanlarındaki öze uygun şekilde ifadenin tespit edildiğini söyleyerek birlikte tutulan iş bu ifade zaptı okunup imzalandı. 21 Nisan 1973.

 

YAŞAR DEĞERLİ                         A. DOĞANGÜNEŞ                    İBRAHİM KAYPAKKAYA

AS. SAVCI                                                      T.Y.                                                  SANIK”

*****

Dönemin ilerici basınından Türkiye Emekçi Partisi (TEP) yayın organı olan “Emekçi” dergisinin, Yıl: 1 ŞUBAT 1975, SAYI:4’te  “İBRAHİM KAYPAKKAYA DOSYASI [OLAYI]” başlığıyla yayınlanan yazı. (Yazıyı PFD formatında indirmek ve okumak için görselin üzerini tıklayınız.)

Emekçi Sayı-4-Şubat 1975 (Kaynak: TÜSTAV Arşivi)

*****

Açıklama: Aşağıdaki belge, 9 Ekim 1973 tarihli ilk duruşmasıyla başlayıp 1970’lerin ikinci yarısına kadar süren “TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ MARKSİST-LENİNİST ÖRGÜT VE YAN KURULUŞLARI OLAN TÜRKİYE İŞÇİ KÖYLÜ KURTULUŞ ORDUSU İLE MARKSİST-LENİNİST GENÇLİK BİRLİĞİ İLLEGAL ÖRGÜTLERİ DAVASI” tutsakları tarafından ortaklaşa hazırlanıp, 6 Kasım 1974 tarihli duruşmada mahkeme heyetine verilmiştir.

Dilekçe, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın katledilişine dairdir. TKP (M-L) Davası sanıklarının 6 Kasım 1974 tarihli mahkeme heyetine verdikleri dilekçenin tam metni elimizde -şimdilik-, bulunmamaktadır. (Kaynak: Emekçi Dergisi, Şubat 1975, Sayı: 4, sayfa; 54 vd.)

1973 TKP M L Davası ilk duruşma
1973 TKP M L Davası ilk duruşma Kaynak 12 Martın 7 yılında Faşizme ve sosyal faşizme karşı Marksist Leninist hareketin açtığı bayrak altında birleşelim Halkın Birliği 14 Mart 1978 Sayı 30 Sayfa 6
1973 TKP M L Davası ilk duruşma Kaynak Sıkıyönetim mahkemelerinde olaylar Yeniden Milli Mücadele 16 23 Ekim 1973 Yıl 4 Sayı 194 Sayfa 12

 

“1. ORDU KOMUTANLIĞI 2. NO’LU ASKERİ MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA

SELİMİYE

6. Kasım. 1974

ARKADAŞIMIZ İBRAHİM KAYPAKKAYA’NIN ÖLÜMÜ İLE İLGİLİ AÇIKLAMADIR.

Görülmekte olan bu davanın 1 no’lu sanığı olan yoldaşımız İbrahim KAYPAKKAYA, heyetinizin ve iddia makamının da bildirdiği gibi ölüdür. İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın ölüm sebebi ile ilgili olarak bugüne kadar ne basında ne radyoda kamuoyuna, ne de onun mücadele arkadaşları ve kader ortakları olan bizlere, -mesele bazı parlamento üyeleri tarafından soru önergeleri ve basın yoluyla hükümete ve ilgili makamlara sunulduğu halde- hiçbir açıklama yapılmamıştır. Ancak şu anda bu davanın savcılık görevini yapan kişi, ikinci kere savcılık sorgusuna çağırdığı bazı arkadaşlara, birbirini tutmayan beyanları ile ve iddianamenin bazı bölümlerinde bir iki cümle ile, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın tutuklu iken intihar ettiğini belirtmiştir. Ne var ki, gerek Diyarbakır’da bu davanın savcılık makamını işgal eden kişi tarafından cezaevinde ve MİT’te sorguya çekilen ve bir kısmı halen burada sanık olan kişilerin cezaevinde ve MİT’te karşılaştıkları olaylar, gerek savcı Yaşar DEĞERLİ’nin İstanbul’da ikinci kere sorguya çektiği arkadaşlarla aralarında geçen konuşmalar ve gerekse iddia makamını işgal eden bu kişinin görevi sırasında hakim sınıflara en büyük sadakatini gösteren aşırı gayretkeşlikleri, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın:

I – Kendisinin intihar etmediğini, öldürüldüğünü

II – Öldürme olayının askerî savcı Yaşar DEĞERLİ’nin başında bulunduğu bir ekip tarafından önce işkence edilerek sonra da kurşunlanarak yerine getirildiğini ortaya çıkarmıştır.

Kanaatımızca bu durum esasen bütün bu makamlarca da bilinmektedir. Çünkü bu davanın başında ve müteakip duruşmalarda ne zaman İbrahim KAYPAKKAYA ve onun ölüm lafı geçtiyse, heyetiniz olsun, askerî savcı olsun bu meseleyi geçiştirmeye ve örtbas etmeye çok büyük ve özel bir gayret gösterdiler ve göstermektedirler. Bu meseleyi örtbas etme gayretleri yalnız bu mahkemeninki ile kalmadı ve kalmıyor; bu konuda önce ilgili makamlara sonra da ondan bir sonuç alamamamız üzerine bu mahkemeye yazdığımız dilekçelere ve hatta kurunun yanında yaşında yanması misali mahkeme ile ilgili diğer başka dilekçelerimize elkonuldu. Bu durumu geçen duruşmaların birinde heyetinize de bildirmiştik. Halen de, malum cezaevi yöneticilerince alıkonan bu dilekçelerimiz verilmiş değildir ve verilmesi için yaptığımız yazılı ve sözlü müracaatlar da cevapsız bırakılmaktadır. Bütün bu durumlar ve davranışlar tesadüfî değildir. Muhatap olduğumuz bütün makamların bu konudaki sözbirliği etmişçesine ortak davranışları belirli bir amacın ve gayretin, deşildiği zaman altından Çapanoğlu çıkacak bir olayı elbirliğiyle örtbas etmek gayretinin ürünüdür.

Biz burada, devam eden bu örtbas etme gayretlerini bir yana bırakarak, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın intihar etmediğini ve başında iddia makamını işgal eden kişinin bulunduğu bir ekip tarafından kurşunlanarak öldürüldüğünü kanıtlayan deliller üzerinde durmak istiyoruz.

I – İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş 24 Ocak 1973’de Tunceli’de yaralı olarak yakalandıktan sonra Diyarbakır askeri hastahanesine getirilmişti. 21 Nisan 1973 tarihinde de hastahaneden alınarak Diyarbakır Askerî Cezaevinin yanında ayrı bir binadaki üç no’lu hücreye konmuştur. İbrahim KAYPAKKAYA bu hücrelerde iken, yanındaki hücrelerde gözaltında bulunan Nuri YAMAN, Celal BOZATLI, Mehmet ALTINBAŞ ve Hasan ZENGİN tarafından görülmüştür. Bunlardan ayrı olarak İbrahim yine, hücrelere bitişik durumdaki gözaltı koğuşunda bulunan ve aynı davadan olup çoğunluğu şu anda burada olan arkadaşlar tarafından da üç no’lu hücrede iken çeşitli defalar görülmüş, hatta bu arkadaşlar bir subayın denetiminde İbrahim’le birkaç defa da görüştürülmüşlerdir. İbrahim KAYPAKKAYA 16 Mayıs 1973 tarihine kadar bu hücrede kalmış, aynı gün saat onda hücresinden alınarak götürülmüş ve bu durum yukarda adı geçen hücre arkadaşları tarafından yandaki gözaltı koğuşunda bulunanlarca görülmüştür. Bu gidişten üç gün sonra, askerî savcılıkta görevli erler arasında İbrahim KAYPAKKAYA’nın öldüğü söylentisi yayılmış ve bu söylenti cezaevindeki tutukluların kulağına kadar gelmiştir. Bunun üzerine tutuklular, cezaevi müdürlüğünde görevli subaylara, dolaşan ölüm haberinin doğru olup olmadığı, İbrahim KAYPAKAYA’nın nerede olduğunu sormuşlar, onlar da İbrahim KAYPAKKAYA’nın 16 Mayıs 1973 tarihinde komutanlıkça «sorgu» için istendiğini ve «sorgu» için gidişten iki gün sonra da hiç bir gerekçe gösterilmeden İbrahim KAYPAKKAYA’nın cezaevi müdürlüğündeki kaydının silinmesini bildiren bir telefon emri aldıklarını, bu konuda bundan başka bir şey bilmediklerini söylemişlerdir.

İbrahim’in hastaneden alınıp, Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevi Müdürlüğü sorumluluğunda bulunan hücreler bölümünün üç no’lu hücresinde 21 Nisan 1973 tarihinden 16 Mayıs 1973 tarihine kadar bekletilmesinden ve 16 Mayıs 1973 günü bilinmeyen bir yere götürülmesinden iki gün sonra, askerî savcılığa ifade vermek üzere götürülen çeşitli suçtan gözaltında ve tutuklu bulunan kimselere askerî savcılıkta görevli erler, İbrahim KAYPAKKAYA’yı askerî savcılık binasının üst katında vücudunun kurşun yaralarıyla delik deşik bir durumda ve ölü olarak gördüklerini söylemişlerdir. Bunun üzerine Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevinde bulunan tutuklulardan otuzaltısı, bu durumun doğru olup olmadığını öğrenmek, doğru ise bu ölüm olayı hakkında koğuşturma yapılmasını istemek ve İbrahim KAYPAKKAYA’nın öldürüldüğü haberinin, savcılık, MİT (ki aslında bu ikisini ayırdetmek yanlıştır) ve cezaevinde görevli olanlar arasında ayyuka çıkmasına rağmen hiçbir resmî açıklama yapılmamasının nedenini öğrenmek amacıyla aşağıda metnini sunacağımız ortak dilekçeyi yazıp imzalayarak Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı’na vermişlerdir. Diyarbakır Sıkıyönetim Askerî Cezaevinde «29 Mayıs 1973» tarihine ve «1900-73/84» kayıt numarasına kayıtlı bu dilekçe aynen şöyledir:

Diyarbakır – Siirt illeri Sıkıyönetim Komutanlığı’na

Diyarbakır

1) Tutuklu İbrahim KAYPAKKAYA’nın 16.5.1973 tarihinde hücresinden alınarak MİT’e götürüldüğü ve MİT’te yapılan işkencelerle öldürüldüğü.

2) Bu cinayet hadisesini Türkiye ve dünya kamuoyuna uyandıracağı tepkiden çekinilerek intihar süsü verilmek istendiği.

3) Bu cinayete ne kadar intihar süsü verilmek istenirse istensin bunun hiçbir zaman inandırıcı olmayacağı.

4) Zira

a) İbrahim KAYPAKKAYA’nın yaralı olarak yakalandıktan sonra hastahanede yaralı haliyle prangaya vurulduğu ve devamlı olarak kontrol altında bulundurulduğu, hastahaneden sonra da hücreye konulduğu, demir aksamlı hiçbir aletin, kemer ve ip kabilinden hiçbir şeyin yanında bulundurulmadığı ve tedbir mahiyetinde olarak aynı binada ve birkaç metre ötedeki tuvalete dahi götürülmediği ve hücresinde tuvalet ihtiyacını giderdiği.

b) Ayrıca İbrahim KAYPAKKAYA’nın 15.5.1973 tarihinde hücresinden alınarak bir daha geri getirilmediği.

c) Zaten intihar süsü vermekte güçlük çeken faillerin 19.5.1973 tarihinde işlenen bu cinayeti yetkili mercilere duyurmaması ve kamuoyuna gerekli açıklamanın yapılmamasının, bu cinayetin en büyük kanıtı olduğu.

5) Bu hadiseden de anlaşılacağı gibi Diyarbakır – Siirt illeri sıkıyönetim tutukevindeki tutukluların Anayasa ve kanunlara aykırı olarak alınıp MİT’e götürüldüğü, dövüldüğü ve öldürüldüğü ve biz tutuklu olarak hayatlarımızın garanti altında bulundurulmadığı. Bunun kanunlara aykırı olduğu.

Bizler insanlık haysiyetine yaraşmayan bu hunharca davranışı kınar ve birer vatandaş olarak Anayasa, kanunlar ve İnsan Hakları Beyannamesi’ni ihlal ederek işlenen bu suçu, gerekli soruşturmanın yapılıp faillerinin gerekli cezalara çarptırılması için ihbar ediyoruz.

28.5.1973

Tutukevi kayıt no   : 1900-73/84

Tarih                        :    29.5.1973

 

II – Yukarda metnini verdiğimiz bu dilekçeye hiçbir cevap verilmemiş ve bir açıklama yapılmamıştır. Bu dilekçeden bir süre sonra, olayın ağır bir siyasî cinayet olması nedeniyle bütün ilgili makamlarca duyulması ve hatta siyasî parti yöneticilerinin ve parlamenterlerin kulağına gelmesi sonucu CHP Genel Sekreter yardımcısı Ferda Güley Bolu’da «İbrahim KAYPAKKAYA’nın işkenceyle öldürüldüğünden[»] bahsetmiş, İstanbul eski bağımsız milletvekili M. Ali Aybar aynı günlerde Başbakana ayrıntılı bir soru önergesi vermiş, açıklama yapılmasını istemiş ve bu haberler basında yeralmıştır. Bütün bunlara rağmen küçüğünden en sorumlusuna ve büyüğüne kadar hiçbir ilgili makam bu konuda tek kelime açıklama yapmamış, tam tersine bu konu örtbas edilmeye, geçiştirilmeye çalışılmıştır. Bu konun çeşitli şekillerde üstüne gidilmesine rağmen bu konuda ısrarlı suskunluğun anlamı çok açıktır. Açıklama yapması gerekenler, devlet mekanizmasının yönetiminde ve her türlü dizginleri ellerinde bulunduran kimselerdir. Bu makamların bu cinayet olayını tevile kaçarak, intihar süsü vererek bile olsa açıklamamaları, açıklayamamaları ve bu konudaki ısrarla susmaları, açıkça suçun ikrarıdır. Basının, radyonun ve kamuoyuna yönelik her türlü haber araçlarının, olaya intihar süsü verecek her türlü imkânın ellerinde olmasına rağmen bu makamların ısrarlı suskunlukları neyin ifadesidir? En küçük adi zabıta olaylarını bile binbir sahtekârlıkla ve düzenbazlıkla «anarşistler»in marifeti olarak günlerce kamuoyuna reklam edenler bu olay karşısında niçin susmaktadırlar?

III – Bu cinayet olayının diğer bir delili şudur: 16 Mayıs 1973 günü İbrahim KAYPAKKAYA hücresinden sorguya götürülmeden bir saat kadar önce, yandaki gözaltı koğuşunda adi bir suçtan dolayı tutulmakta olan Cemil OKTAY askerî savcılığa götürülmüştür; Cemil OKTAY, askerî savcılıkta, İbrahim KAYPAKKAYA’yı birtakım sivil şahıslar tarafından gözleri bağlı olarak askerî savcılık binasından çıkarılıp sivil bir otomobile bindirilirken görmüş ve bu durumu, gözaltı koğuşuna döndüğünde şimdi bu davada tutuklu olarak yargılanan Hasan İLTER ve Seyithan DOKAY’a söylemiştir. Savcılıkta sonradan çıkan söylentiye göre de İbrahim KAYPAKKAYA götürüldüğü bu yerden kurşunlanarak getirilmiştir.

IV – 1973 Nisan’ının ilk haftasında İbrahim daha iyileşmeden ve hastahanedeyken, şimdi bu davada tutuklu olarak yargılanan Hasan İLTER ile yüzleştirilmek üzere askerî savcılığa getirilmiş, Hasan İLTER İbrahim’le yüzleştirilebilmek için savcılık odasına alındığında savcı Yaşar DEĞERLİ ile İbrahim KAYPAKKAYA arasında geçen şu konuşmaya şahit olmuştur:

İ. KAYPAKKAYA: «Hakkımdaki bu ifadeleri arkadaşlara işkence ile imzalatıyorsunuz.»

Y. DEĞERLİ: «Tabi sizin gizli dünyanızı ortaya çıkaracak başka yol yok.»

İ. KAYPAKKAYA: «Arkadaşlara bu ifadeleri, beni idam ettirmek için zorla imzalatıyorsunuz.»

Y. DEĞERLİ: «Çok yakın bir zamanda sana gereken cezayı kendi elimizle vereceğiz.»

Bu konuşmalar neyi açıklamaktadır? Bu konuşmalar üzerine yorum yapmaya gerek var mıdır bilmiyorum? Bu konuşmalardan çıkan anlam açıktık ve bu konuşmalardan sonra meydana gelen katletme olayının baş sorumlusu da ortadadır. İbrahim’in intihar ettiği yalanını düzen ve yukarıdaki cümlelerin sahibi olan kişi ve bu konuşmayı okuyup duyan herkes de bilir ki, «kendisinin idam ettirilmesi için zorla ifadeler düzdürüldüğünden» bahseden, ölmemek için aylarca hastahanede ve hücrelerde her türlü baskı, işkence ve provakasyona karşı direnen bir kişi nasıl olur da yukarıdaki konuşmadan hemen sonra fikir değiştirip intihar eder? Üstelik bu kişi bir komünisttir ve intihar etmenin bir komünist için korkaklık ve proletarya davasına ihanet olduğunu söyleyen bir kişidir… Bu yalanlar ve sahtekârlık senaryoları çok acemice ve suçluluk telaşı içinde düzülmüştür.

V – 9 Temmuz 1973’de Selimiye’ye tekrar savcılık sorgusuna bu dava sanıklarından Yalçın BÜYÜKDAĞLI ile savcı Yaşar DEĞERLİ arasında geçen şu konuşma bile, bu konuşmayı okuyan veya duyan akıl mantık sahibi herkese hiçbir dedektiflik bilgisini gerektirmeyecek kadar açık bir biçimde «suçlunun kim?» olduğunu anlatmaktadır. Konuşma şöyle geçmiştir.

Y. BÜYÜKDAĞLI: «İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın öldüğü doğru mu?»
Y. DEĞERLİ: «İbrahim kendisi intihar etti biz öldürmedik. İntihar ettiği zaman da ben İstanbul’daydım, telgrafla haber aldım.»

Arkadaşın sorusuna ve savcı Yaşar DEĞERLİ’nin verdiği cevaba iki noktada dikkatinizi çekerim: Birincisi, arkadaş, İbrahim’in ölüp ölmediğini sormaktadır; savcı ise cevap olarak doğrudan doğruya «kendilerinin öldürmediğini, intihar ettiğini» söylemektedir. Bir kere, Yalçın BÜYÜKDAĞLI, ölümün nasıl olduğunu ve kimin öldürdüğünü sormamıştır. Sorduğu ölüm haberinin doğru olup olmadığıdır. Savcı Yaşar DEĞERLİ’nin, sorulmadığı halde İbrahim’i kendilerinin öldürmediğini, intihar ettiğini söylemesi suçluluk telaşının ve psikolojisinin söylettiği sözlerdir. İkincisi, suçluluk psikolojisinin verdiği dürtü ile şecaat arzederken sirkatini söyleyen savcının bu konuşmada suçluluğunu gizlemek için başvurduğu bir yalandır. Çünkü savcı Yaşar DEĞERLİ bu konuşmada İbrahim’in öldürüldüğü tarihte İstanbul’da olduğunu söylemiştir. Oysa savcı Yaşar DEĞERLİ İstanbul’a 1973 Haziran’ının ilk haftasında gelmiş olup, İbrahim ise 16-18 Mayıs tarihleri arasında, yani savcı Yaşar DEĞERLİ Diyarbakır’da iken öldürülmüştür. Savcı Yaşar DEĞERLİ’nin böyle bir yalana başvurması bile tek başına, İbrahim KAYPAKKAYA’nın Yaşar DEĞERLİ’nin başında olduğu bir cinayet şebekesi tarafından öldürüldüğünü açıklar.

VI – Ankara Sıkıyönetim’deki başka bir davası nedeni ile 1973 Mayıs ayı içerisinde Ankara Sıkıyönetim 3 no’lu cezaevinde bulunan Aslan KILIÇ’la, Diyarbakır’dan getirilen THKO sanıklarından Mustafa KARADAĞ arasında cezaevinde şu konuşma geçmiştir:

M. KARADAĞ: «Haberin var mı, İbrahim’i Diyarbakır’da öldürdüler.»

A. KILIÇ: «Haberim yok ama sen kesin olarak biliyor musun?»

M. KARADAĞ: «Ben de İbrahim’i ve ölüsünü görmedim. Haberi Diyarbakır askerî savcılığı ve erlerden duydum. Ayrıca MİT’te beni sorguya çeken ismini bilmediğim saçları dökük ve yüzbaşı rütbesinde bir hakim subay sorguya başlarken «daha geçen hafta burada konuşmayan birini gömdük. Aynı yolu tutarsan senin de akıbetinin bu olacağından şüphe etmemen için bu şahsın adını da sana söyleyeyim: Bu kişi İbrahim KAYPAKKAYA’dır ve tanırsın da. Şimdi adam gibi konuş» dedi.[»]

Bu konuşmada sözü edilen MİT görevlisi yüzbaşı rütbesindeki saçları dökük Hakim-subay Savcı Yaşar DEĞERLİ’dir. Nitekim Aslan KILIÇ arkadaş Ankara dönüşü, 1973 Temmuz ayında İstanbul’da tekrar askerî savcılığa götürüldüğünde savcı Yaşar DEĞERLİ ile arasında bu konuda şu konuşma geçmiştir:

A. KILIÇ: «İbrahim’i işkence ile öldürdünüz, ona söyletemediğiniz şeyleri benden mi almak istiyorsunuz?»

Y. DEĞERLİ: «İbrahim’i biz öldürmedik; tokyosuna koyduğu jiletle bileklerini keserek intihar etti. Hem sen bu haberi nereden duydun?»

A. KILIÇ: «Ankara’da THKO sanıklarından M. KARADAĞ’dan duydum.»

Y. DEĞERLİ: «Ha, evet M. KARADAĞ’ın sorgusunu ben yaptım; ama sana İbrahim’i bizim öldürdüğümüzü söylemekle yalan söylemiş. Fakat inanmıyorsan İbrahim’i nasıl tedavi edip iyileştirdiğimizi anlaman için sana hastahanede çekilmiş resimlerini göstereyim; (resimleri göstererek) bak! İbrahim’i şu halden bu hale getirdik. Biz İbrahim’i ölümden kurtardık; biliyorsun yakalandığında yaralı idi ve ayağı donmuştu. Hiç böyle ihtimam gösterenler onu öldürür mü?»

Son konuşmadan da bir kere daha anlaşılacağı üzere Y. DEĞERLİ tam bir suçluluk psikolojisi içerisindedir. Böyle bir telaşla haberin nasıl öğrenildiğini sormakta, sonra da kendisinin suçluluğunu isbat edercesine, İbrahim’e yaralı iken nasıl ihtimam gösterdiklerinden bahsetmekte, sorgulardaki canavarlığının açığa çıkmasını önlemek amacıyla kendisini şefkatli bir hastabakıcı rolüne sokmaktadır. Kaldı ki İbrahim’i öldürenler, onu, hasta iken babalarının hayrına ve Savcı Yaşar DEĞERLİ’nin göstermek istediği gibi şefkatli oldukları için değil, iyileştirip konuşturabilmek için tedavi etmişlerdir. Bu iyilik perilerinin ne denli şefkatli olduklarını bugün dünyada sağır sultan bile duymuştur. Hem, suçluluk psikolojisi içinde olmayan bir kimsenin İbrahim’i iyileştirmede özel gayret sarfettiğinden bahsetmesine, hiç yoktan kendini savunmaya kalkışmasına gerek yoktur.

Savcı Y. DEĞERLİ, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın tokyosuna sakladığı jiletle bileklerini keserek intihar ettiği yalanını söylemiştir. Polis ve MİT’ten geçmiş herkes bilir ki, külotlara ve koltuk altlarına kadar aranılan, ayakkabıların bükülerek veya pençeleri kesilerek kontrol edildiği, mendil, ayakkabı bağı, gözlük, kemer ve toplu iğnenin bile hücreye girişte sanıkların üzerinden alındığı bu yerlere –önceden konmuş olsa bile- tokyoya jilet koyarak girilebileceğini söylemek düpedüz yalan söylemektir. Bunu söyleyen kişi kimi kandıracağını sanmaktadır? Ankara MİT’te, bir arkadaşın ayakkabısının pençesindeki lastiğin normalden biraz kalın olması yüzünden ayakkabı pençelerinin testere ile ikiye biçildiğini gözlerimizle gördük. Öte yandan, sünger olan sandaletlere önceden jilet bile konmuş olsa daha ilk büküşte içinde değil jilet, kağıt olup olmadığı bile anlaşılır. Kaldı ki, İbrahim KAYPAKKAYA intihar ettiği söylendiği güne kadar demire ve kelepçeye vurulmuş olarak ve sürekli gözetim altında bulundurularak askerî hapishanede ve gözaltı hücrelerinde kalmış, görevliler dışında hiçbir kimseyle görüş ve temasta bulunmamıştır. Değil hastahane ve gözaltı gibi yerlerde, hapishanelerde bile traş için dahi olsa jilet veya hiçbir kesici veya delici şeyin parçası bile verilmemekte, bunun için sık sık aramalar yapılmaktadır. Sürekli gözaltında ve bağlı olarak tutulan, hiç kimseyle teması olmayan İbrahim KAYPAKKAYA jileti nereden sağlamıştır acaba? Gökten zembille mi inmiştir jilet? Yüzümüze bu şekilde söylenen bu yalanlar suçluluk telaşı ile olsa gerek çok acemice hazırlanmıştır. Dosyadaki intihar kılıflarının ise ne tür uydurmalar olduğunu şu ana kadar öğrenebilmiş değiliz.

VII – Savcı Y. DEĞERLİ iddianamede «İbrahim KAYPAKKAYA’nın intiharından önce yapmış olduğumuz sorgusunda her ne kadar örgütsel faaliyetleri konusunda ketum davranmış ise de; …» diyerek, sorgulama sırasında öldürülen İbrahim yoldaşı bir polis ve MİT görevlisi gibi bizzat kendisinin sorguladığını belirtmekte, fakat İbrahim’in bu «ketum» davranışı karşısında kendisinin neler yaptığını açıklamamaktadır. Fakat polis ve MİT gibi yerlerde sorguda «ketum» davranışın sonucunun ne olduğunu bugün bilmeyen yoktur. Yukardaki cümleyi okuyan kime sorulsa, bu «ketum» davranış sahibinin sonunun ne olacağını daha sonucu öğrenmeden rahatlıkla söyleyebilir. İbrahim yoldaşın, hizmet ettiği efendileri adına –kendi deyimiyle- «menfur katlinin» baş aktörü Y. DEĞERLİ, bu cümleleri ile şecaat arzedeyim derken sirkatini söylemiştir.

VIII – Faşistler, daha yakalandığı ilk andan itibaren yoldaşımız İbrahim KAYPAKKAYA’ya hunharca davranmışlardır.

Vartinik baskınından sıyrılarak, yarım saatlik bir yaya yürüyüşten sonra Barıkbaşı mezrasına gelen İbrahim KAYPAKKAYA birkaç gün sonra burada yakalanmıştır. Barıkbaşı’ndan Kutudere’ye kadar dört saatlik bir yol, arkadaşımıza yalın ayak olarak yürütülmüştür. Mirik köyü ile Gökçe köyü arasındaki dereden geçen buzlu çay kıvrılarak aktığı için beş altı defa yalın ayak geçirtilmiştir.

Yolda giden köylüler bu durumu diğer köylülere anlatmışlardır. Aynı baskından kaçan iki arkadaş buzlara gömüldükleri ve 48 saat dağda kaldıkları halde neden ayaklarını üşütmüyorlar da İbrahim KAYPAKKAYA yarım saatlik mesafede bulunan en yakın köye gittiği halde ayaklarını üşütüyor?

Üçüncü bir nokta olarak da iddianamede ark[a]daşımızın Barıkbaşı’ndan Gökçe’ye götürülürken yürümek istemediği ve karların üzerine yattığı belirtilmektedir. Bu hareketler bir kimsenin yalın ayak karlar üzerinde yürütülürken yapacağı hareketlerdir.

Arkadaşımızın ayak parmaklarının kesilmesinden üsteğmen Fehmi ALTINBİLEK sorumludur ve bu, bizlere yapılan işkencelerin en alçakça olanlarından biridir.

IX – İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş bir komünisttir. (…)

O, bir komünistin intihar etmesinin korkaklık, proletaryanın davasına ihanet olduğu bilincinde olan ve bunu yoldaşlarına öğreten bir önderdir.

İntihar, ABD emperyalizminin, onların kompradorlarının ve toprak ağaları kliğinin temsilcisi savcı Yaşar DEĞERLİ’nin iddia ettiği gibi komünistlerin değil, faşist köpekler, işbirlikçiler ve halk düşmanları gibi korkakların halkımızın devrimci mücadelesinin zafere yaklaştığı günlerde seçecekleri bir tercih olacaktır. Stalin yoldaşın önderliğindeki Sovyet Kızıl Ordusu’nun Berlin’e girdiği gün gelmiş geçmiş en büyük faşist köpek Adolf HİTLER’di beynine kurşun sıkan!…

İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş nazi işkence odalarının tavanına kanıyla «unutma ki sen bir komünistsin» diye yazarak falakaya her yatırılışında o yazıyı okuyup faşist cellatlara karşı direnen Dimitrov’ların, Naziler tarafından kurşuna dizilirken, Alman askerlerine «Ben sizin kurtuluşunuz için mücadele ettim, siz kurtuluşunuzu öldürüyorsunuz» diye bağıran Fransız Komünisti George POLIT[Z]ER’lerin, Nazi kurşunlarına karşı korkusuzca göğüs geren Ernest THELLMANN’ların ve ölümü “Yaşasın Ho Şi MİNH” diyerek göğüsleyen Vietnam kahramanlarının her türlü şart altında son nefeslerine dek sürdürdükleri mücadelelerinin izleyicisidir.

Canını proletaryanın ve halkların kurtuluşuna adamış komünistler, faşist zulüm ve baskılardan korkarak intihar etmezler. İntihar tercihini seçecek olanlar, bizzat halkın devrimci mücadelesinden korktukları için zulmeden faşist köpeklerdir!

İşte bütün bu somut gerçeklerden ötürüdür ki, önderimiz İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş intihar etmez ve etmemiştir. ÖLDÜRÜLMÜŞTÜR! (…)

Tutuklu Sanıklar:

Arslan KILIÇ, Yalçın BÜYÜKDAĞLI, Muhsin CANİK, İbrahim GÜLGEÇ, Ayşe İSMAİL, İsmail ÖZBAY, Celâl ERDOĞMUŞ, İbrahim Halil AKYOL, Baki İŞÇİ, Muzaffer ORUÇOĞLU, Zeki ŞERİT, Nezihe BAHAR, Nizamettin KARAKOÇ, Ali ŞENCİ, Gürsel BEZEK, Fatma EREZ, Hüseyin TEKİN, İsmail ERDOĞAN, Ali TAŞYAPAN, Sami SARI, Davut KURUN, Engin GİRAY, Feryal SARIOĞULLARI, Kemal BAHAR, Ali TURAN, Musa SÖĞÜT, Mümtaz ÇELTİK, Hikmet ŞENSES, Süleyman YEŞİL, Güner ALAKOÇ, Ünsal ALANYA, Mukaddes ERDOĞDU, Seyithan DOKAY, Hayrettin İPEK, Hüseyin AÇIKGÖZ, İrfan ÇELİK.

******