Nurgül Bölükbaş
Ölümsüzleştiği tarih: 16 Ağustos 1993
15 Ekim 1970, Ordu Fatsa doğumlu olan Nurgül Bölükbaş yoldaş, gerici ve zengin sayılabilecek bir aileye mensuptu.
Sivas, Cumhuriyet Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu mezunuydu.
Devrimci düşünceyle 1988’de üniversite yıllarında tanıştı. Üniversiteyi bitirdikten sonra ise Sivas Devlet Hastanesi’nde çalışmaya başladı. Nurgül Bölükbaş yoldaş bu süre içinde aynı zamanda Sivas Tüm Sağlık-Sen üyesi olarak aktif bir sendikal mücadele yürüttü.
Nurgül Bölükbaş yoldaş TİKKO’ya katıldığı 1993 Nisan’ına kadar hastanenin, göz, KBB, acil ve cerrahi servislerinde çalıştı.
Aralarında Nurgül Bölükbaş yoldaşında olduğu bir TİKKO birliği, 16 Ağustos 1993’te Ordu’nun Mesudiye ilçesi Topçam nahiyesi Ortaalan Köyü mezrasında üstlenirken düşmanın saldırısına uğrar. Yaşanan çatışmada Nurgül Bölükbaş yoldaş, Muzaffer Kahraman yoldaşla birlikte ölümsüzleşti.
Parti adı “Yıldız” olan Nurgül Bölükbaş yoldaş ölümsüzleştiğinde TKP-ML ileri militanı TİKKO savaşçısıydı.
*****
Nurgül Bölükbaş Anısına: YILDIZ
Tavaya atılan yağ cızırdıyordu. Tam yumurtaya ekmek banacaktı ki, ne ekmek ne de yumurta… boynundaki ağrıyı hissedip boynunu ovdu. Yukarı baktı. Minik minik yıldızlar gökyüzünü aydınlatıyordu. Gülümsedi. Günlerdir doğru dürüst bir şey yemeden yürüyorlardı. Zayıflamıştı. Bacaklarında halsizlik hissediyordu. Uzatmaya çalıştı, olmadı. Orman güllerinin üzerinde yatıyorlardı. Dal değildi her biri sanki metal yaylarla sabitlenmiş odun parçasıydı. Dalların bazıları, bileğinin kalınlığındaydı. Dizlerini hareket ettirmeye uğraşırken bütün vücudu da hareket etti.
Nöbetçi; “Yavaş ol” dedi sessizce.
Ufacık bir hareket dahi sessizliği bozmaya yetiyordu. Yoğun siste bir süre ilerleyip, pusulaya bakıp devam etmişlerdi. Pusula gidecek istikameti, kuzey batıyı gösteriyordu.
“Tamam öyleyse” eliyle sol tarafı işaret eden öncü, zaman kaybetmeksizin devam etme heyecanıyla.
“İyi, dikkat edin. Önümüzde ne var, ne çıkar bilmiyoruz.”
Öncü onaylamış olacak ki sessiz kaldı. Yirmi dakika geçmişti ki, komutan yine pusulayı çıkardı; “Burası da neresi?” deyip söyleniyor, bir yandan da çevresine bakınıyordu. Yoğun sisten ilerisi görünmüyordu ki! Küçük çalılar ve sünger ağaçları… “İşaret bırakalım” deyince artçı, beyaz bir poşeti çalının birine astı. Gerilla birliği bir süre ilerledikten sonra yeniden durdu. Bunu fırsat bilen artçı, çevresine beyaz poşete bakınıyordu.
“Aha da bizim poşet!”
Kendini unutup değerli bir şey bulmuş gibi. Gerilla birliği de beyaz poşetin çevresine toplandı. Arazinin yapısı engebeliydi. Küçük patikaları, köylüler orman güllerini, nacakla temizleyerek açmıştı. Burada ise orman gülleri azdı. Ağaçlar gençti. Yani, yerleşim yeri yakın olabilirdi. Komutan, o nedenle buradan uzaklaşmak istiyordu. Üç kez, hareket etmişler ve her defasında beyaz poşetin olduğu yere gelmişlerdi. Bölgeye ilk defa gelmiş olmalarının dezavantajlarından en önemlisi de arazi üzerindeki hakimiyetsizlikleriydi. Komutan, öncülerin yanına gidip konaklayacakları bir yer bakmalarını istedi. Ne yazık ki fazla uzaklaşamadılar. Sık orman güllerinin içine düşmüşlerdi. Çevrelerinde köylülerin açtığı bir patikayı bulma umuduyla baktılarsa da bulamadılar. En sonunda komutan;
“Orman güllerinin üzerine, eşyalarınızı fazla dağıtmadan yatın! Sadece bir şal çıkartın!”
Herkes sessizce kendini orman güllerinin üzerine attı. O nedenle orman güllerinin üzerindeydi. Boynuna bir süre masaj yapmaya devam etti. Saatine baktı, dört buçuktu. “Umarım bu sis sabah çekilir” diye düşünüyordu. Nöbetçinin sesini duyunca uyanan komutan, sabahın ilk ışıklarıyla neler yapılabileceğini düşünmeye başlamıştı. Düşünceleri dağılınca;
“Nöbetçi, çevreyi görebiliyor musun?”
“Evet yoldaş.”
Gerillalardan biri; “Dün de sözde açıktı. Gördük açıklığı.”
Sürekli ince ince yağmur yağıyordu. Halk buna, kara çise diyordu. Gerilla birliği yağışa alışmış ama sise alışamamıştı. Yön tayin etmek, çevreyi denetlemek çoğunlukla imkansız bir hale geliyordu.
“Haydin, herkes sessiz olacak. Davarını çıkaran olur. Köpek olur. Hiçbir tepki vermek yok. Herkes ne gördüyse sessizce aktaracak!”
Öncü sessiz ve dikkatli adımlarla yürümeye başlamıştı. Gerilla birliği, bir süre ilerledi. Kokular gelmeye başladı. Ateş kokusu, ahbun (Ahbun: Hayvan dışkısı) kokusu vardı. Komutan, gerilla birliğini durdurdu. Komutan yardımcısının yanına gidip;
“İçeri çekilip bekleyin, ben iki kişi alıp çevreye bakayım.”
Gerilla birliği gürgen şiflerinin arasına çekilip beklemeye başladı. Üç kişi kokuların olduğu yöne doğru bir süre devam etti. Alt tarafta toprak yol gördüler. Öncü; “İnip bakıp geleyim mi?” deyince komutanın olurunu alıp hızlıca yola indi. Mal izi, kara lastik izi, traktör izi… vardı. Bu yol işlek bir yoldu. Yakında da yerleşim yeri var demekti. Koşarak geri döndü. Gördüklerini anlattıktan sonra;
“Yoldaş, yolu ormanın içinden takip edersek yakalanmayız.”
Komutan başıyla onayladı. Toprak yolu ormanın içinden takip etmeye başladılar. Gürgenlerin arasından yola baktıklarında koyun sürüsünü gördüler. Çoban birkaç kez haylayınca, çöküp beklediler. Sürü fazla kalabalık değildi, geçip gitti. Öncü de hemen yürümeye başladı. Yol viraj yapmıştı. Virajı ormandan devam etmek zor oldu. Sık gürgen şeflerinden zorlanarak da olsa yürümeye devam ettiler. Şeflerin azaldığı yerde yolun karşısında, iki tane ev gördüler. Öncü çöküp evin çevresini dürbünlemeye başladı. Sonra komutan dürbünü aldı. Komutan kararsız kalmıştı. Yolun altında, sırtın başında iki ev görünüyor, sonra karşılarına daha kalabalık yerleşim yerleri çıkabiliyordu. Netleştirmek için; “Biraz daha gidelim, bu evler tek mi, emin olalım.” Bir süre daha yolun kıyısından, ormanın içinden yürüdüler. “Tamam geri dönelim yeter bu kadar!” Hızlıca gerilla birliğinin olduğu yere geri döndüler.
“Demlikleri, pet şişeleri alın, yola inin, hızlı olun, sol tarafta çeşme, dere, yamaçta göze varsa doldurun gelin. Yakalanmak yok. Yakalanırsanız da yakalayın getirin!”
“Tamam yoldaş” deyip hızlıca yola doğru yürüdüler.
“Biz de içeri çekiliyoruz. Sen burada bekle.” Sucular gelince Artçı komutanların yanına gidip: “Beyaz poşetin olduğu yere gidelim orası konaklamak için uygun.”
Komutan gülerek; “Gidelim yoldaş, aramızda kopmaz bağlar oluştu ne de olsa!”
Bu konuşmaları dinleyenler güldü; “Akşam tam komediydi değil mi?” Yorgun, uykusuz olan onlar değilmiş gibi, şapkalaşarak yürüdüler. Ormanın iç kesimlerine doğru ilerledikçe gürgen, pelit ağaçları karışıktı. Yapraklarından sular damlıyordu. Gazellerin üzerinde, aheste aheste sürünen salyangozlar geride beyaz bir çizgi bırakıyor, ize dikkat etmiyorlardı! Bir süre sonra orman sıklaştı. Kuru dallar fazlalaştı. Bu iyiye işaretti. Demek ki insan ayağı girmemişti. Komutan;
“Burası uygundur. Çantalarınızı indirin. Ateş hazırlıklarına başlayın. Nöbetçi kim?”
Nöbetçi komutanın sorusuna, rüyasında kızarmış yumurtaya ekmek banacak olan, yenilerden bir kadın gerilla; “Ben!” deyince:
“Birlikte çevremize bakalım!”
Odun toplamaya başlayanlara; “Çok açılmayın, çevremizdeki odunları toplayın yeter!” Her tarafta odun boldu. Çabucak toparlayıp odunları kırdılar. Komutan da kasaturasını çıkarıp, ateş için gazelleri temizlemeye başladı. Kalın bilekleri, yanık esmer teni, işçi ya da köylü olabileceğinin işaretiydi.
“Yoldaş ben ateşi yakayım mı?”
“Olmaz yoldaş, sisli havada ya da nerede olduğumuzu bildiğimiz bir yerde yakarsın. Olur değil mi?”
“Olur” deyip izlemeye devam etti. Toprağın üzerini manto gibi sarmış gazelleri, ince siyah tabakayı sıyırıp kenara ittiler. Biraz kasatura ile eşip ateş alanını hazırlamış oldular. Emine, hazırlanan ateş çukurunun başına geçip sakince, bir tabaka ızgarayı kare biçiminde dizdi. Emine’yi izleyen gerillalar; “Çıra, lastik müessesemizin bedava ürünüdür” deyip bir parça lastik uzattı.
“Çıra ver yoldaş, lastik yağmurlu havaya kalsın.”
Ateş kısa sürede yandı. Gerilla birliği, ateşin ısısından mayışarak dönüp duruyor, üzerlerindeki ıslak giysilerini kurutmaya çalışıyor, suya gidenleri merak ediyorlardı;
“Nerede kaldı bu sucular?”
“Umarım bir yaramazlık yoktu. Bakmışsınız, misafirlerle çıkıp geliyorlar.”
“Dua et ki misafirleri getirebilsinler.”
Gerilla birliği hep birlikte gülmeye başladı. Arazi yapısı engebeliydi. Köylüyle karşılaştıklarında, biraz sağa ya da sola bayır aşağı koşanı yakalamak zordu. Halk gerillayı tanımıyordu. Hiç görmediği, bilmediği, “terörist” olarak anlatılan gerillayı görür görmez başlıyordu can havliyle kaçmaya. Öyle ki, bu durumlarda gerilla birliği içinde kimlerin koşacağı belliydi. Gerilla birliğinin öncüsü, atak, pratikti fakat güçlü bir bünyesi yoktu. Nöbetçi komutanı bu tip durumlarda hemen çantasını atıyor, başlıyordu köylünün ardı sıra koşmaya. Bu bölgeye geldiklerinden beri, onlarca yakalama olayları olmuştu. Gerilla birliği onun için gülüyordu. Oysa köylüye yetişip tanıştıklarında, kendilerini anlattıklarında, korkusu geçiyor, merakla sorular sorup daha fazla tanımak istiyordu. Nöbetçi komutanı;
“Nöbet süresi doldu. Sıradaki gidip değiştirsin!”
Nöbetçi komutanı; “Arkamızda iki metre kadar orman bu sıklıkla devam ediyor. Sonra geniş bir açıklık var. Açıklığın ortasından köylülerin orman güllerini temizleyerek yaptıkları bir patika geçiyor. Ama işlek değil. Bir süre takip ettik, bir şey yok.”
“Çok iyi, dinleniriz. Şu suya gidenler nerede kaldı?” Komutan suya gidenleri merak ediyordu.
“Gidip bakalım mı?”
“Yok, belki köylü görüp kenara çekilmişlerdir. Siz karşılarına çıkarsınız. Akşama kadar kimseye yakalanmadan, girelim şu evlere.”
Bir süre sonra suya gidenler de geldi. Bitkin ve yoğun görünüyorlardı.
“Ne oldu?”
“Bir şey olmadı. Yolu takip ettik ne göze ne dere. Neyse ki ilerde çeşme bulduk. Doldurup anca geldik.”
Su geldikten sonra çay demlendi, kahvaltı edildi. Gerilla birliği uyumak için hazırlığa başladı. Dünkü orman güllerinden sonra, bu yumuşak gazellerin üzerinde keyifle uyudular. Yiyecekleri bir şey olmadığı için nöbet dışında kaldırılmadılar. Akşam yemeği olarak iaşeci, gerilla birliğine birer bardak şerbet ikram etti. Konakladıkları yerden, girmeyi düşündükleri evleri, orman içinden gözetleyip, karanlık kısılınca, araları açıp yola indiler. Yol boyu, çocukların bağırmaları ve kadınlardan biri;
“Huuu! Dursun Emmi geldi mi?”
“Geldi, geldi!”
“Haydiyin gözün aydın.”
“İyi akşamlar.”
Bu sesleri duyan öncü, içinden; “Demek görünen evlerin biri sırtın karşısında.” Girecekleri eve yaklaştılar. Evi gözetleyen öncü:
“Evin önünde traktör kellesi var. İki kadın bir adam gördüm.”
“Üçünüz gidin, bizi çağırdığınızda geliriz.”
Öncüler, hızlı adımlarla eve doğru yaklaştı. Kapının önünde odunları içeriye taşıyan kadınlar, gelenleri görüp askerdir diye düşünseler de;
“Gelenler kim ola bu saatte?”
“Askerdir, siz içeri girin!” deyince evin erkeği, kadınlar sessizce içeri girdi.
Öncü kapıdaki adama; “Selamün aleyküm” deyince:
“Aleyküm selam gardaş.”
“Aç mısınız? Kadınlar size bir ayran yapsın. Hayırdır, bir durum mu var? Kız ayran getirin!”
Ayranı getiren kadınlar merak ve korkuyla gerillaları süzüyordu.
“Hiç asker gördünüz mü?”
“Ben görmedim gardaşım. Kız siz gördünüz mü?”
“Yook” dedi kadınlar.
“İsmin neydi gardaş senin?”
“Tursun.”
“Tursun, içeri girsek olur mu?”
“Helbet, buyurun” deyip önden içeri buyur etti. Asker sandığı gerillaları.
“Tursun bizi asker sandınız değil mi?”
“He.”
“Biz asker değiliz. Devrimciyiz, halkı için dağlarda savaşan, devletin karalamak için terörist, canavar, cani dediği o insanlar biziz.”
Konuşmasına ara verip; “Yol gidip, birliğe haber ver gelsinler.”
Tursun’un gözleri yuvalarından çıkacak gibi, kadınlar korkup bir kenara büzüldüler.
“Bizi öldürmeyin gardaşım, neden dersen halimiz ortada. Bizim kimseye zararımız olmadı.”
“Tursun, ben isteseydim seni vurmaz mıydım? Bak, silahını görüyorsun. Korkma. Korkma rahat ol.”
“İsteseydiniz yapardınız, orası doğru.”
“Sen bizi görür görmez asker sandın. Biz de korkutmamak için, önce ne var ne yok sorduk. Korkup da kaçmayasın diye. Bizi, bir kötülüyorlar ki, insanlar ardına bakmadan kaçıyor. Bizi tanımadan kötülüğe kalkıyor.”
“Hııı” diyen Tursun, ilgiyle merakla dinliyordu. Kadınlar büzüştükleri köşeden kalkıp yaklaştı.
“Korkmayın! Bizim içimizde kadın arkadaşlarımız da var. Biri de hemşeriniz.”
“Essah mı?”
“Vallahi. O da Çamaşlı.”
Gerilla birliği, birer birer içeri girince, Tursun kalktı yerinden. Gelenlerle tokalaşıp yer gösterdi. Kadınlar, şaşkın bakışlarla gelenleri süzüyor, kadın gerillaları görünce, silahlarına bakıp ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Gerilla birliği, yerleştikten sonra, siyasi komiser, kendilerini tanıtıyor, amaçlarını, neden dağlarda olduklarını, kesinlikle köylüye bir zarar vermediklerini, duydukları bir olay varsa kendilerine anlatmalarını istiyordu.
“Kimin malına, kimin canına kast etmişiz? Yapsaydık duyulmaz mıydı?” Tursun, bu genç insanlara tek tek bakıyor, iç geçiriyordu. En sonunda dayanamayıp;
“Anan baban üzülür, çok üzülür hemi de.”
“Onlar her gün zaten üzülmüyor mu? Yıllarca çalışıp duruyorlar, karşılığı karın tokluğu olmuyor mu? Aileniz bizim için, ne yaptığımızı biliyor…”
Siyasi komiser ara verince, Yıldız söze girdi;
“Ben buralıyım.”
“Demek doğruymuş, bu arkadaşın sen gelmeden dediydi.”
“Size hepten şaştım. Kadın başınıza.”
Gerilla birliği Tursun’un konuşmalarını ilgiyle dinliyordu. Onun dürüst, içten yanlarına gülümsüyorlardı. Yıldız;
“Niye ki, Tursun emmi?”
“Niyesi mi var? Onlar erkek. Açlığa, yola dayanır. Sen nasıl dayanacaksın?”
“Ben de onlar gibi yürüyorum. Bak silahıma çantama. Kimse taşımıyor, ben taşıyorum. Yolumdan da geri kalmıyorum.” Yıldız hemşerisinin anlayabileceği bir şekilde saydı döktü. Kadın gerillaların rolünü, önemini de ihmal etmedi.
“İyi söylüyorsun, doğrusun da onlar çok.”
“Köylü mü, işçi mi çok, zengini, kodamanı mı?”
“İşçisi köylüsü.”
“Eee, o zaman. İş birlik olmakta.”
“Doğrusun, bizim insanımızda bu yok.”
“Biz de bunun için buradayız.”
“Çeneye daldık, yemeği unuttuk. Açsınızdır, kız hemen yemek hazırlayın. Ne var ne yok getirin!”
Kadınlar mutafa koştu. Tursun açılmıştı:
“Şunlara bak ya, bir de canavar diyorlar. Ana, bacı tanımaz diyorlar. Yıldız bacım bizim hemşerimizmiş.”
Tursun, karalama kampanyalarının ne kadar boş olduğunu bu insanları gördükçe anlıyordu;
“Tamam, çok korktuk ama iyi ki de geldiniz. Gördük, bilmiyorduk ki. Kadınlar, ben işe gidince burada yalnız kalıyorlardı. Tasa ediyordum. Artık tasalanmam, gözümle gördüm. Tövbe, inanmaz. İnanmaz.”
İştahlı, iştahlı anlatıyor, gülmekten kırılıyordu.
“Öyle, herkese söyleme, bizi gördüğünü. Hem bize hem sana zarar gelir.”
“Doğru vallaha, bizim insanımız belli olmaz. Sabahaca besledi diye yayarlar valla.”
Yemekler yenildikten sonra siyasi komiser ve komutan, Tursun’u dışarı çağırdı. Neye nasıl dikkat etmesi gerektiğini tekrar anlattılar.
“İhtiyaçlarımız var. Tursun, para versek bize biraz yiyecek alır mısın? Parayla, olur mu?”
“Olur, niye olmasın. Ben bizim evden de size bir şeyler hazırlatırım.” Tursun’a ne alacağını yazdılar. Ve bu işi nasıl yapacağını, neye dikkat etmesi gerektiğini bir bir anlattılar. İçerde kadınlar kalmıştı. Biri Tursun’un eşi Hatce, diğeri Tursun’un bacısı Fadime’ydi.
Hatçe: “Kadın başınıza zor olmuyor mu?”
“Dağlarda yaşamın zorluğu var elbet. Zorluk kadına da erkeğe de bir. Siz, bu yoksulluğun içinde, Tursun emmiyle nasıl bir yaşıyorsunuz biz de öyle. Sen çocukların için sabahtan akşama durmadan çalışıyorsun. Biz de senin gibi, bu zulüm açlık bitsin, çalıştığımızın karşılığını alabilelim diye doğanın zorluğuna katlanıyoruz. Zaten, insan sevdiği istediği bir işin zorluğunu severek omuzluyor. Ben hemşireyim, arkadaşlarımın sağlığı ile ilgileniyorum. Gittiğimiz evlerde hastalara bakıyorum.”
“Helal olsun, benim bazı şu başıma bir ağrı giriyor. Çok ağrıyor…” hastalıklarını anlattı.
“Keşke eltim olaydı, onun da hastalığı çoktu, belki sen iyi ederdin.”
Yıldız gülümseyerek; “Nerede eltin?”
“Aha, şu karşı sırttaki ev onundur.”
“Hastalığı neymiş?”
“Tansiyonu mu varmış, ne, işte böyle.”
Yıldız tansiyon aletini çıkartıp, Hatçe’nin, Fadime’nin tansiyonlarına baktı.
“Anam her şeyi yanında!”
“Öyle, ihtiyacımız olan her şeyimiz yanımızda. Tursun emmi, çalışmaya nereye gidiyor?”
“İstanbul’a. Ben Fadime’yi yanıma onun için çağırdım. Korkuyorum. Sıkılıyorum. Bu da yarın bir gün evlenip gidince, ben bir başıma burada, bu çocuklarla kalacağım.”
Karadeniz halkı yoksulluktan, açlıktan geçimini sağlayabilmek için dışarıya gurbete çalışmaya gidiyor. Yazın da bağ, bahçe işlerine evine geliyordu. Ordu’nun içlerinden kıyıya gidildikçe arazi dikleşiyor, köylülerin kamburu en somut göstergesi oluyordu. Buna rağmen, sarp yamaçları elleriyle eşeleyen köylü; patatesini, pazısını, fasulyesini, mısırını ekiyordu. Ebe gömeçi, madımoğlu, içi kızılı, sarımantarı topluyor satıyordu. Yağmura, çiseye aldırmıyor, ne kadar yararlı ot varsa hepsini topluyor, çorbasını, yemeğini yapıyordu. Saatlerce yağmurun altında sattıkları otlar, emeklerini karşılamıyordu ya, mecbur. Üç beş kuruşa razı olup, şükür ediyorlardı. Bir tek orman gülünü satamıyor, sevmiyorlardı.
“Hatçe bacı, siz bu orman gülleriyle nasıl başa çıkıyorsunuz?”
“Ağuyu diyon sen. Bela, batsın. Hiç yürünmüyor. Künde nacakla eşeliyoruz. Bir de arsız ki sorma.”
Gerilla birliği hep bir ağızdan keyifle güldü.
Orman gülleri gerçekten gerillaların gördüğü en inatçı, arsız bitkiydi. İçine düştüklerinde çıkması zor oluyordu. Aslında ismini, sabrın sınandığı bitki olarak değiştirseler de fena olmazdı. Karadeniz’i arşınlayan gerilla birliği, orman gülleri, sis gibi zorlukları olsa da, Tursun ve ailesi gibi dürüst ve sıcak insanları görünce tüm zorluğu unutuyor. Sevince boğuluyordu. Sohbet bu, konu konuyu açıyordu. Ama, vakit sınırlıydı. Gerilla birliği, gece yarısı görüşmek üzere ayrıldılar. Çevreyi tanıdıklarından konaklama yeri bulmakta zorlanmadılar. Tursunlardan bir miktar yiyecek aldıkları için bir gün konaklama yerinde kalıp, ikinci günün akşamı Tursunlara yine gittiler.
“Ne var, ne yok Tursun?”
“İyilik komutan, bir yaramazlık yok. İstediğiniz her şeyi aldım. Bir sorun olmadı.”
“Çok iyi.”
“Hatçe bacı nerde?”
“Hatçe burda. Bacımı, karşı sırta kardeşime gönderdim. Bu eşyaları görmedi. Belli olmaz. Görür eşyaları, dayanamaz söz eder.”
“İyi yapmışsın” deyip eşyaları çantalarına yerleştirirken, Tursun’la sohbet ettiler.
Hatçe; “Eltim diyor, sende bir gariplik var. Tursun gurbetten geldi ondandır. Dedim ya, inandı mı?”
“Hatçe bacı, Tursun abi seni dövüyor mu?”
Tursun başını yere eğdi.
“Aha, bunuyla beş yıldır evliyiz. İlk yıl dokunmadı bana. Sonra hep dövdü, taki inşaata gidene kadar. Bıldırdan bu yana viske bile vurmadı.”
“Demek, Tursun abi sen Hatça bacıyı dövdün?”
“Eskiden hemşire hanım, Yıldız bacım.”
“Ya şimdi?”
“Şimdi niye döveyim?! Para kazanıyorum. Evimi çocuklarımı ona teslim ediyorum. İstanbullarda yaşamı gördükçe evimi özlüyorum. Çok sıkıntımız oldu. Çocuklar var. Elde avuçta bir şey yok.”
“Tursun abi, kadına vurulur mu, dövülür mü?”
Yıldız, kaptırmıştı kendini, erkeklerin kadına uyguladığı şiddetin ne kadar insanlık dışı bir şey olduğunu anlatıyordu. Tursun, utançtan boynunu bükmüş dinliyordu. Kadınların aslında ne kadar güçlü ve bilgili olabildiğini, olabileceğini kendi yaşamlarından örneklerle açıklıyordu.
“Hatça bacıya bir fiske vurursan, karşında bizi bulursun.”
Hatçe, sevgi ve gururla Yıldız’a bakıyordu.
“Söz, Yıldız bacım. Söz dövmem, hiç dövmen gayrı.”
Gerilla birliği, Tursun ve Hatçeyle vedalaştı. Tursun da, Hatçe de duygulandı.
“Bir daha ne zaman gelirsiniz?”
“Belki seneye.”
“Ya, gelseniz ne iyi olurdu.”
“Başka yerde işimiz var.”
“Gayri gelin gidin. Ne zaman olursa.”
“Geliriz Tursun. Sağlıcakla kal” deyip yollarını adımlamaya başladılar. Gökyüzünde dolunay vardı. Biri önlerine el feneri tutuyormuş gibi, basacakları yeri rahatça görüyorlardı. Sabaha kadar yürüyüp iyi bir konaklama yeri bulup ormanın içinde konakladılar. Birkaç gün kalıp dinlenmek, yeni gelenlerle ilgilenmek iyi olacağından bu konaklama yerinde kaldılar. Akşama doğru dinlenmiş olan gerilla birliği, ateş başı sohbetine başlamıştı bile;
“Tursunla Hatçe ne kadar yoksul ve cömertti değil mi?”
“Halk böyle işte. Ona gidersen, emek verirsen, sana yakın davranır. Kendinden biri gibi güvenir. Onlara sadece iki defa gittik. Bir de sürekli ilgilendiğimizi düşün.”
“Öyle yoldaş, Yıldız’la nasıl ilgilendiler, gurur duydular. Değil mi? Kadınlar ne işliyorsunuz dağ başlarında.” Karadenizli ağzıyla Tursun’un sözcülüğünü yapar gibi. Hep bir ağızdan kahkahayı bastılar. Sohbet uzadı gitti. Ertesi gün, silahlarını temizleyip söküklerini diktiler. Yolculuğa hazırlandılar. Son kez artçı konaklama yerini kontrol edip sıraya girmiş, birliğin yanına geldi.
Artçı konaklama yerinde bulduğu harbiyi göstererek;
“Bir harbi buldum.”
“Fazlaymış demek ki, kimin bu harbi?”
“Benim yoldaş” diyen, yine rüyasında kızarmış yumurtayı gören kadın gerillaydı.
“Önceden senindi. Defalarca uyarıyoruz. Artçı, bulmasa orada kalacak. Arkamızda izimiz kalmış olacak. Herkes bir iş yaparken daha dikkatli olsun” kimseden çıt çıkmadı.
“Haydin, yolumuz uzun.” Duyar duymaz öncü dikkatle yürümeye başlamıştı. Birçok sırtı geride bıraktılar. Yine orman güllerine takılıp kaldılar. Sabah olunca iyi bir konaklama yeri bulup çekildiler. Bir ara komutan, Yıldız’ı yanına çağırdı.
“Senin eleman nasıl yoldaş?”
“İyi bir gerilla olacak. İsyan, bu koşullara çok yabancı, biliyorsunuz. Vücudu çürük içinde, sürekli düştüğü için. Hiç mızmızlanmıyor. Harbisini unuttuğu için çok utandı.”
Komutan gülümsedi. Savaşçıların ruh halini çok iyi anlıyordu.
“Biraz acısını yaşasın. Kendisi gelmezse ben gider konuşurum.”
“Tamam yoldaş.”
Yıldız’la Sivas’ta hemşirelik yaparken tanışmışlardı. Kısa sürede kavgada öne çıkmış, öncünün çağrısıyla gerilla alanında soluğu almıştı. Yıllardır göremediği, doğduğu memleketinde gerilla olarak faaliyet yürütmek onu ayrıca mutlu ediyordu. Gerilla birliğinin sağlıkçısı, tecrübeli bir kadın savaşçı olduğundan, gerillaya yeni katılan İsyan’ın sorumluluğunu da ona vermişlerdi. Zaman geçmiş akşam olmuştu. Yolcu yolunda gerekti. Gerilla birliği de yola koyuldu.
Komutan; “Gençler, gördüğünüzü bırakmayın. Akşama evine misafir olalım.”
Orta sıralardan bir savaşçı:
“İnşallah, inşallah” deyince gülüşmeler oldu.
Dikkatlice yolu adımlayan öncü bir süre sonra sessizce çöktü. Ardından tüm gerilla birliği. Öncü bir arkasındakine, “Yolun altında iki tane ev var.” Öncünün iletisi, komutana kadar gitti.
Komutan; “Biz geri çekiliyoruz. Üçünüz gidin, iyice denetleyip, içeri girin. Uygunsa haber verin biz gelelim.”
Üç kişi gideli yarım saat olmuştu ki, olumlu haber gelince evlere doğru hareket ettiler. Yan yana iki ev yolun altındaydı. Siyasi komiser, komutan iki kardeşi evden alıp dışarıya çıktılar. İki elti ve yedi çocuk korkudan put gibi gerillalara bakıyordu. Söze ilk Yıldız başladı:
“Benim adım Yıldız. Hemşireyim. Korkmayın, oturun. Size hiçbir zararımız olmaz. Olamaz da. Bizler sizin için dağlardayız. Bu silahlardan da korkmayın. Bunlar dosta dönmez…” yine coşkulu bir propagandaya başlamıştı. Bir ara Yıldız susunca;
“Yavrum, kuzum, senin bunların içinde ne işin var?”
Yıldız, gülümseyerek iki kadına baktı:
“Adın ne senin anacığım?”
“Benim ki Hediye’dir. Bu da Düriye, eltim.”
“Benim güzel anacığım, ben olmazsam olmaz. Ben buralıyım. Anam babam da sizin gibi yağmurun, çisenin altında durmadan çalışır. Elde avuçta bir şey yok.”
“Öyle ya.”
“Ama, nereye kadar. Bu devlete vergi verdik, asker verdik. Bir türlü yoksulluktan kurtulamadık.”
“Öyle.”
Yıldız, devletin onlar için söylediği, ileri geri yalanları bir bir anlatınca kadınlar ilgiyle dinlemeye başladılar. Kıyafetine, saçlarına, Yıldız’ın her şeyini tek tek süzüp iç geçiriyorlardı. Yemekler yenmiş, korkular hafiflemişti. Komutanın bir iş için gönderdiği evin erkeklerinden biri hala gelmemişti. Bu işi pek de hayra yormayan komutan;
“Gecikti. Hemen evden çıkalım.”
“Çıkalım. Yarın anlaşılır.”
Komutanlar bu kısa konuşmadan sonra, vedalaşıp evden ayrıldılar. Kısa sürede gerilla birliği yolun üzerindeydi. Yıldız, komutan yardımcısıyla evden yola çıkan merdivenin başına gelmişti ki; komutan, en alt evde yoldaşlarının olduğunu, onlara Yıldız’la Muzaffer’in çabucak haber vermesini söyledi.
Yıldız’ın ardından Muzaffer gitmişti. Grup yolun üstüne çıkmıştı ki yoğun bir tarama sesi geldi. Komutan, Yıldız’a, Muzaffer’e seslendi. Yanıt gelmedi. Tekrar tarama sesleri başladı.
Grup komutanı; “Tayfun, Tayfun!”
Komutan yardımcısı; “İsyan eğil, yola çık. Benden kopma!”
İsyan önde, komutan arkada, kendilerini yola attılar. Bir yandan çatışıyor, bir yandan gerilla birliğine ulaşmaya çalışıyorlardı. Yanındaki İsyan’a baktı. İsyan’ın yanında Yıldız’ın çantası, eli tetikte. O da ilk defa silahını kullanıyordu. Hemen gerilla birliğiyle buluştular. İsyan bitkin halde, elinde Yıldız’ın çantasını komutana uzattı.
“Bu Yıldız’ın” diyebildi.
“Senin çantan küçük, çantanı içine koy, hemen omzuna al.”
Söyleneni hızlıca yerine getirdi.
“Güçlü olmalıyız yoldaş. Haydi yolumuz uzun.”
Gerilla birliği iki kayıpla yollarına devam etti. Sabaha kadar yürüyüp, uygun bir konaklama yeri buldular. Sabah ateş yakmadan bir şeyler yiyip sessizce çevreyi dinliyor, telsizden gelişmeleri takip etmeye çalışıyorlardı.
İsyan, başını önüne eğmiş, Yıldız’ın çantasına bakıyordu. Çantayı kendine çekip sessiz sessiz ağlamaya başladı. Her şey ne çabuk olup bitmişti. Yıldız şimdi yanında yoktu. Savaş böyle bir şeymiş diyordu. Geldiği günden beri, onunla birlikteydi. Birlikte yatıyor, nöbete çıkıyordu. Birçok şeyi ondan öğrenmişti. İlk defa çatışmaya girmiş, silahını kullanmış, yoldaşlarını kaybetmişti. Yıldız’ın kaybı, İsyan’ı derinden etkilemişti. İsyan, doğaya, gerilla disiplinine çok yabancıydı. Birkaç ay önce rüyasında kızarmış yumurta gören İsyan, şimdi çatışmaları rüyalarında görüyordu. Yıldız’ın gerilla birliğinin yardımıyla yaşama doğru alışıyor, gelişiyordu. Onun yüreğine oturan, önceden hiç yaşamadığı bu acıya alışacak mıydı? Yoldaş kaybına alışılır mıydı? Bilmiyordu. Zamanla onu da görüp anlayacaktı. Çantaya sarılıp sessiz sessiz ağlayınca;
“Yoldaş, kaldır başını.”
Gerilla birliğinde, belki de en çok çekindiği kişi karşısındaydı. Onun sevgiyle, dolu dolu gözlerini görünce boynuna sarıldı. Ağlaması daha artınca;
“Yoldaş, tamam. Sessiz olmak zorundayız. Bana bak, çevremizde ne var bilmiyoruz. Anlıyorsun değil mi?”
İsyan ağlamayı bırakıp kendini toparladı.
“İşte böyle. Güçlü olmalıyız. Biliyorum. Yıldız’ı çok seviyorsun. Ama savaş böyle işte. İçimiz yanacak, şu an olduğu gibi kayıplarımıza gözyaşı dahi dökmeyeceğiz. Yine de yolumuza devam edeceğiz!”
İsyan’ın önündeki çantayı alıp; “Bu çantayı çatışmada bırakmadın. Taşıdın. Hep böyle ol yoldaş. Bir iğnemizi bile, zorda kalmayana kadar, asla düşmana bırakma. Bu çanta senin, eski çantanı iaşeciye ver.”
“Ben bunu alamam.”
“Neden?”
“Hep Yıldız’ı hatırlarım.”
“Hep Yıldız’ı hatırla yoldaş. Yıldız’ı hiç unutma olur mu? O senin iyi bir gerilla, iyi bir savaşçı olman için sürekli anlattı. Yardımcı oldu. O, yok sen varsın. Bu çantayı sen taşıyacaksın. Onun bıraktığı yerden yollarımızı adımlamaya devam edeceğiz yoldaşım.”
“Ben onun gibi iyi bir savaşçı olamam ki!”
“Neden, Yıldız da çok zorlandı. Üstelik onun bacaklarında romatizma vardı. Hiç yakındığını gördün mü? Köylü kadınlara nasıl propaganda yapıyordu. Sen de öğreneceksin. Şimdi, daha çok çabalayacaksın. Benim de çok eksikliklerim vardı. Ama bak, şimdi komutanlık yapıyorum. Hem, siz varsınız yanımda. Siz olmazsanız ben de olmam. Kendini, yoldaşlarına bırak, göreceksin yetmediğin yerde mutlaka bir yoldaşın yanında olacaktır. Tıpkı Yıldız gibi.”
“Sence ben, yapabilir miyim?”
“Elbette. Yeter ki, hedefin net olsun.”
İsyan çantayı kendine çekti:
“Yıldız yok, ama onun yerine yükünü, ben de omuzlayacağım.”
Bir yoldaşı