Anti-Emperyalist Mücadeleden Ne Anlıyoruz?

Sivil Toplumcu Anlayış Ve Burjuvazi İçin Önemi;

Sivil Toplumcu Anlayış Ve Burjuvazi İçin Önemi;

Genel perspektifimizi ortaya koyduktan sonra, şimdi, özellikle son zamanlarda dünya çapında giderek güçlenen ve büyük yaygınlık kazanan savaş ve NATO karşıtı, IMF-DB-DTÖ-Dünya Ekonomik Forumu karşıtı, MAI-MIGA karşıtı, G8-AB- APEC-NAFTA karşıtı, barışçıl-çevreci-cinsiyetçi, sivil toplum örgütleri-hükümet dışı kurumlar, ATTAC-Sosyal Forum… vb sivil toplumcu hareketlerin genel analizine, daha da önemlisi sivil toplumcu anlayışın genel tahliline geçebiliriz.

1956’da SBKP’nin 20. kongresinden günümüze değin Sovyetler Birliği, Çin ve Arnavutluk’ta kapitalist restorasyonun inşası, sosyalizmden geriye dönüşler sonrası modern revizyonist teorilerin dünya çapında etki kazanmasıyla birlikte, emperyalist-kapitalizmin yaşadığı derin ekonomik krizle emperyalist burjuvazinin emek cephesine yönelik her türden saldırıları daha da pervasızlaştı.

Modern-revizyonizmin desteğiyle estirilen emperyalist neo-liberal ideolojik saldırılar arasında “işçi sınıfının artık tarihsel devrimci sınıf rolünü yitirdiği”, “sınıflar arası mücadele yerine sınıflar arası uzlaşmanın geçtiği”, “sınıfsız-sömürüsüz ve devletsiz komünist toplum için mücadelenin “geçerliliğini yetirdiği” bunun yerine kapitalist “neo-liberal ideolojinin tek alternatif olduğu”… yönünde yoğun ideolojik saldırılar başlatıldı. Bu saldırılar hızından bir şey kaybetmeksizin bugün de devam ediyor.

Kuşkusuz bu ideolojik saldırılar çok daha kapsamlı. Bizim burada belirttiklerimiz sadece aysbergin görünün küçücük bir kesiti. Bu yazı ise bu kapsamlı ideolojik saldırıların çok dar ama önemli bir alanına; NGO (hükümet dışı örgütler), veya ülkemizdeki adıyla “Sivil Toplum Örgütleri”ne (STÖ) değinmekle yetinecek. Zira, son on yıllarda dünyada ve ülkemizde bu gibi örgütlerin isimlerini ve faaliyetlerini çokça duyar ve görür olduk. Her geçen gün geniş çevrelerin ilgi merkezi, çekim alanı haline geliyorlar. Bunun sihrini çözmek ve gerçekliğini gün ışığına açığa çıkarma göreviyle karşı karşıyayız.

Komünistler, en gerici kurumlarda bile faaliyet yürütme ve orada örgütlenme yaratmaları gerektiğinin bilincindedirler. Aynı şekilde, gerici kurumlarda komünistlerin faaliyet yürütmesi o kurumların gerici sistemin bir parçası ve ayağı olmadığı anlamına gelmez. İlk önce bu iki olguyu birbirinden ayırt edelim. STÖ’lerin tümünü karşı devrimin kurumları veya piyonları olarak değerlendirmiyoruz. İçlerinde ilerci-demokratik nitelikte olup devrimci mücadeleye belli imkanlar sunan ve sınıf mücadelesi perspektifinde demokrasi mücadelesine katılanlar vardır. Bu farklılığı ve gerçekliği görmemek ancak siyasal bönlükle açıklanabilir. Biz bu farklılığın ve gerçekliğin bilincindeyiz.

Biz tüm STÖ’lere ayırım yapmadan, toptancı bir mantıkla yaklaşmıyoruz. Aksine her birini sınıf mücadelesine yönelik yaklaşımıyla, ekonomik-demokratik-sosyal sorunları hangi anlayışla ele aldığıyla, sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerine nasıl yaklaştıkları boyutuyla ele alıyoruz.

Hatta komünist ve devrimcilerin bu kurumları sınıf mücadelesini geliştirme perspektifiyle ele almaları ve ustaca değerlendirmeleri durumunda bunların, geniş yığınları sorunları etrafında örgütleyerek sisteme ve gerici sınıflara karşı etkin bir toplumsal muhalefetin örgütlenmesine belli katkıları sunabileceğini söylüyoruz. Sınıf perspektifiyle ele alındığında bu katkılar, siyasal iktidar mücadelesine güçlü şekilde kanalize edilebilir diyoruz. Dolaysıyla komünistlerin bu gibi kurumlarda örgütlenmeleri gerektiğini belirtiyoruz.

Biz hiçbir zaman en nitelikli STÖ veya en nitelikli demokratik bir kurum da olsa, ona sınıf mücadelesine önderlik etme, siyasal iktidar mücadelesi yürütme gibi bir görev ve sorumluluk yüklemiyoruz. Böylesi bir anlayış siyasal iktidar mücadelesini, buna önderlik eden araçların (siyasal partiler) görevlerini ve en önemlisi de kp’nin öncülük ve önderlik misyonunu hiç kavramamış, bilmiyor demektir. Şimdilik, sadece her aracı sınıf mücadelesi doğrultusunda niteliğine, üstlendiği görev ve sorumluluklarına uygun ele aldığımızı belirtmekle yetinelim.

Bizim bu bölümde ele alacağımız olgu STÖ’lerin, sivil toplumculuğun burjuvazi için ne gibi bir öneme sahip olduğu ve onun bu tür kurumlara yüklediği ideolojik-politik misyondur. Ele alacağımız yön burjuvazinin işçi sınıfının toplumsal mücadelesini yolundan saptırmak, sınıf dayanışmasını ortadan kaldırmak ve devrimci mücadeleyi zayıflatmak için sivil toplumculuğa yüklediği misyondur. Çünkü, en kestirmeden sivil toplumcu anlayış, sınıf uzlaşmazlığı yerine sınıf iş-birlikçi teori ve pratiğinin üretildiği laboratuar demektir.

Şu bölümde ki ilgi alanımız bu gibi kurumlarda komünistlerin, devrimcilerin örgütlü olup olmaması veya bu kurumların devrim lehine yararlı işler yapıp yapmamasından çok, karşı-devrimin sınıf mücadelesi karşısında bu tür kurumlara yüklediği misyonun açığa çıkarılmasıdır. Bu nedenle konumuz tek tek STÖ’lere değinmekten çok, burjuvazinin bunlar üzerinden nereye varmak istediğini açığa çıkarmaktır.  Ve tabi ki yeri geldiğinde, bazı “ünlü” STÖ’lere değinmeden geçmeyeceğiz.

Bu alanda komünistleri ve devrimcileri büyük tehlike ve tuzaklar bekliyor. Bu gibi hareketlerin gerçek yüzünü ve burjuvazinin bu gibi hareketlere yüklediği misyonu şimdiden deşifre edemez ve şu ana kadar bu eylemlere damgasına vuran niteliği açığa çıkaramaz isek gelecekte ciddi sorunlar yaşayabiliriz. Zira çok sinsi ve bilinçlice estirilen ve daha da güçlendirilecek olan tasfiyeci, reformist dalgayla yüz yüzeyiz.

Bir ülkede eğer STÖ’ler güçlü ve etkili ise, istisnalar dışında orada komünist ve devrimci güçlerin zayıf, reformistlerin ise güçlü; siyasal iktidarı hedefleyen sınıf mücadelesinin geri, sosyal meseleleri ele alan sivil toplumcu hareketin ise ileri olduğu anlaşılmalı. İlk bakışta bu belirme bazılarına yanlış veya gerçek dışı gelebilir. Fakat oradaki gelişmeler sınıf mücadelesi perspektifiyle ele alındığında, bu genel belirlemenin doğruluğu görülecektir.

Tüm gerici sınıflar, emperyalist burjuvazi sömürü ve zulüm üzerine kurulu egemenliklerini sürdürmek ve sınıf düşmanlarını bölmek, dağıtmak ve güçten düşürmek için olmadık politika ve yöntemlere başvurur. Bu hesapların bir çoğunu da devrim saflarında bulunan ideolojik ajanları, “sivil toplumcu” anlayış ve MLM’yi revizyondan geçirmek isteyen “yenilikçi” dönekler üzerinden hayata geçirir. Önceden yaşanmış yüzlerce pratikten de görüldüğü gibi, burjuvazi, ilk önce gerçekleştireceği saldırının ideolojik zeminini hazırlar. Güçlü ve yaygın bir ideolojik propagandayla sadece emekçi ve ezilen kitleler arasında değil, aynı zamanda devrimci güçler arasında da ciddi kafa karışıklığı ve ideolojik tahribatlar yaratır.

Sivil toplumcu düşüncenin temeli şudur; sivil toplumculuk, toplumu üretim tarzına ve ekonomik temele bağlı olarak ele almama üzerine kurulmuştur. Bununla sınıflı toplumu karakterize eden temel sosyal sınıflar (burjuvazi ile proletarya) arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi burjuva egemenliğinde “uzlaştırmak” ve işçi sınıfı önderliğindeki toplumsal mücadeleyi sosyal tabakalar (ara güçler) aracılığıyla hedefinden saptırmak istemektedir.

Sivil toplumcu anlayış, iki temel ve çıkarları tamamıyla birbirine zıt olan sınıftan biri olan burjuvazinin sınıf egemenliğine, diktatörlüğüne asla dokunmazken, karşıtı proletaryayı karşıt olmaktan çıkarıp burjuvaziye peydahlamak istiyor. Bununla da burjuva sisteminin, emperyalist-kapitalist düzenin “alternatifsiz”liğini yaymak istiyor. “Orta-sınıf” teorisi proletaryayı burjuvaziyle uzlaştırmaktan öte, esas olarak proletaryayı burjuva diktatörlüğü altında esir tutmayı ve ücretli köleliği bir kadermiş gibi sürdürmeyi amaçlıyor. İşte tuzağın en büyüğü ve tehlikelisi buraya kurulmuştur.

Özellikle komünist, devrimci hareketin yenilgi veya zayıfladığı dönemlerde ideolojik saldırıların tahribatları çok daha büyük olur. İşçi sınıfının tarihsel devrimci rolünde, devrim yapma iddiasının teori ve pratiğinde, sosyalizme-komünizme duyulan inanç ve bağlılıkta, sınıf mücadelesini devrimci tarzda sürdürme azmi ve cesaretinde, düzen dışı örgütlenme ve bu düzenin yıkımını hedefleyen mücadelenin zorunluluğunda, devlet ve devrim meselesinde… ciddi sarsılmalar, savrulmalar yaşanır.

Sivil toplumcu siyaset böylesi durumlarda önemli görevler üstlenir. Peki nedir bu görevler? Yukarıdaki amaca varmak ve kurduğu tuzağı etkili kılmak için ekonomik-toplumsal sorunları sınıf perspektifinden saptırarak ele alma ve devleti yıkma meselesinden soyutlayarak, emekçi sınıfların birliğini ve örgütlü gücünü parçalayarak, siyasal iktidar mücadelesini sosyal hareketlere dönüştürerek, radikal devrimci mücadeleyi pasifize edip düzen içine çekerek, toplumsal mücadeleyi burjuvazinin kabul edebileceği sınırlara hapsetmektir.

Post-modernist ve post-kapitalisttirler. Sınıflar arası uzlaşmaz çelişkinin “çözüldüğünü”; artık işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilenlerin devrimci sınıf savaşımlarının “bittiğini”, bunun yerine atomlarına kadar bölünmüş toplumun sosyal mücadelesinin (ulusalcı, etnikçi, mezhepçi, sektörcü, çevreci, yerelci, cinsiyetçi, barışçı, … kimliklerin) daha bir önem kazandığını ileri sürmekteler.

Bununla Komünist Manifesto’da, “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” yönündeki nesnel, evrensel ve bilimsel ilkesinin tam karşısında yer alırlar. MLM’nin sınıf tahlilini bilimsel ve nesnel zemininden kopartarak ele almakta ve artık bu koşullarda sınıf temeline dayalı siyasetin nesnelliğini yitirdiği, yani sınıfsal-ideolojik-politik kimlik yerine sosyal zemindeki tek tek kimliklerin ve de sorunların kaynağına yönelmeyen burjuva-pasifist ekonomik-sosyal mücadelenin önem kazandığını savunmaktalar.

Bu neo-liberalist “orta-sınıf” ideologları, “üçüncü yol” akıl hocaları görüşlerini şu temele (çok genel olarak) oturtmaktalar.

Sivil toplum (üretim tarzına ve ekonomik temele bağlı olmayan toplum (?!)) genişledikçe devlet daralacak. Devlet daralınca da sivil toplum genişleyecek ve böylelikle demokrasi derinleşecek.

Sınıflar ve uzlaşmaz çelişkiler çözülmüştür, dolaysıyla sınıfa dayalı dayanışma artık kalkmalıdır. Toplum bireye kadar parçalandığından her kes birey-merkezci eksende yaşıyor. O halde bireyler, çeşitli ilgi ve çıkar alanlarını merkeze almalı ve bu toplumda etkili olmak için, kendi aralarında birey-merkezci dayanışma göstererek baskı grupları oluşturmalıdır.

Partiler artık belli sosyal sınıfların temsilcisi olmaktan çıkmalı, sağ ve sol politikaları ayıran çizgiler, ilkeler belirsiz hale gelmeli, tekleşmeli ve böylelikle toplumda (kapitalist, yarı-feodal) istikrar sağlanmalıdır. Temsili demokrasi artık günümüz toplumuna uygun düşmüyor. Bunun yerine katılımcı (birey-merkezci tepki gruplarının katılımı) demokrasiye geçilmelidir.

Parti taraftarlığı yönündeki politika terk edilmelidir. Politika aktif yapılmalıdır ama a-politik ve ideolojik olmayan sivil toplumcu, ekonomist, pasifist, barışçıl, hümanist, cinsiyetçi, yerelci, birey-merkezci bir siyaset izlenmelidir. Merkezi yönetimle yakın diyaloga girilmeli, yerel yönetimin karar mekanizmasına etkide bulunulmalıdır.”

Bu proje emperyalist burjuvazinin neo-liberal ideoloji ve politikasına hizmet etmektedir. Bu proje işçi sınıfı ve emekçileri sınıfsal-ideolojik kimliklerinden boşaltma, sınıf mücadelesinden saptırma, a-politikleştirme ve kendilerini gerici sınıfları iktidardan al-aşağı edecek güçlü bir araçtan, komünist partiden uzaklaştırmadır. Bu proje sosyal-demokrasiyi, reformizmi, tasfiyeciliği ve düzen-içiliği meşrulaştırma ve geliştirmedir.

Bunlar sermayenin çıkarlarını güvenceye, emeğin çıkarlarını ortadan kaldıran siyasal yaklaşımlar olmasına rağmen, burjuvazi, devrim saflarında ki ideolojik ajanları üzerinden sanki emek cephesinin sınıfsal çıkarları korunuyormuş gibi ve sanki burjuvazinin sınıf egemenliğinin sadece bir biçimi olan demokrasinin, emekçilerin lehine burjuvazinin aleyhine gelişme sağlıyormuş gibi propaganda etmektedir.

Sivil toplumcu anlayış gerici sınıflar ve onların sınıf egemenliğinin baskı aracı olan devleti için asla bir tehlike oluşturmaz. Aksine onlara ciddi oranda nefes aldırmakta ve kitleler nezdinde teşhir olmuş yanları onarmasına, iyeleştirmesine imkan vermektedir. Bunu ülkemizin gerici sınıf sözcülerinden iki yazar ve gazetecinin görüşlerine baş vurup örneklemek de mümkün. Birinci örnek; S.Kohen, 11 Kasım 99 tarihli Milliyet köşesinde, NGO’lar (STÖ) konusunda devlete akıl vererek, şunları söylüyor.

NGO’lar arasında Türkiye’nin belirli konulardaki politikalarına karşı çıkanlar ve bu arada önyargılı olanlar (hatta aleyhte faaliyette bulunanlar) olabilir. Ama bu, Türkiye’nin genelde bu kuruluşlara karşı alerji duyması için bir neden değildir.

Son günlerde İstanbul’daki konferans sırasında da görüldü ki, Türk ve yabancı NGO’ların çoğu, Türkiye’nin hayrına faaliyette bulunan ve ciddiye alınması gereken, saygın kuruluşlardır. (abç)”

İkinci örnek; çok sayıda Türkiyeli STÖ temsilcisi adına “demokratik toplumcu çağrı”yı kaleme alan A. Taner Kışlalı’dır. Kışlalı bu çağrıda, faşist T.C devletinden umudu kesilen kitleleri yeniden devlete kazandırmak için çırpınıyor. Bunun için faşist devleti kurtarmak için STÖ’leri göreve çağırıyor. O, devletin ideolojik-sınıfsal özünü ve baskı aracı olma rolünü bilinçlice çarpıtarak, şunları söylüyor.

Laik demokratik cumhuriyet tehdit altındadır.(abç) …bununla savaşmak durumunda olan devlet kurumlarının çoğu yozlaşmıştır. …siyasal partiler tabanlarından ve dolaysıyla toplumdan kopmuşlardır. …kitlelerde giderek yaygınlaşan umutsuzluğun nedeni bu çıkmazdır.

Ortaya çıkan bu olumsuz tablo içindeki en önemli umut ışığı ise devletten ve siyasal partilerden kesilen umutlar sonucu sayıları hızla çoğalan “sivil toplum” örgüleridir. (abç) …devlet yansızlığını yitirmiş, herkesin devleti olma özelliğinden uzaklaşmıştır.

toplumu yeniden esenliğe çıkarmak ve ülkeyi üçüncü bin yıla hazırla-mak için devleti hastalıklarından arındırmak gerekmektedir. …devlet ne kutsaldır ne de ideolojik bir öğedir. Sadece dengeli, sağlıklı, huzurlu bir topluma ulaşmada etkili ve vazgeçilmeyecek bir araçtır.”

STÖ anlayışı ve projesi, sınıfsal-ideolojik duruşu dıştalayarak gerici sınıfların icazetinde siyaset yapan, dünya kapitalist sistemin ihtiyaç duyduğu çeşitli toplumsal güçleri onun adına kazanan ve yığınların sınıfsal tepkilerini sınıf mücadelesi kulvarından çıkarıp sivil toplumculuğun dipsiz kuyusunda boğdurmak istiyor. Ki zaten toplumun ve işçi sınıfının atomlarına kadar bölündüğünü ileri sürmeleri, sınıf temeline dayalı siyasetin de artık geçerli olmadığı sonucuna götürmektedir. Bu ise kapitalizmin ve ücretli köleliğin ilelebet hüküm sürmesini istemek demektir. Ve büyük usta Lenin yoldaşın deyimiyle, bunlar;

“…emperyalizmi reformist yoldan “yetkinleştirmek” için, onun buyruğuna girerek ona uyum sağlamak için mücadele ediyor.”

Bu proje kapitalizmin temellerine dokunmadan onu “yeniden yapılan-dırmak” ve burjuva devletinin sınıfsal özünü geniş yığınlardan gizleyerek yıpranan, teşhir olmuş yönleri onarma amacında. Burjuvazi bununla, sivil toplumcu argümanlar üzerinden siyaseti yeniden yapılandırmak istiyor. Bununla başta işçi sınıfı olmak üzere, kendi egemenliğinde toplumsal sınıfları yeniden revizyondan geçirmek istiyor. Çünkü sivil toplumculuk, en başta toplumu gerici devlet aygıtıyla bütünleştirme ve tüm emekçi sınıfları ücretli kölelik temelinde uzlaştırma projesidir. Bundandır ki, burjuva devletin temellerine ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyet olgusuna asla dokunmaz. Aksine onu kutsamak için kılıktan kılığa giriyor.

Böylelikle sömürü ve zulüm üzerine kurulu emperyalist-kapitalist sistemi ve onun her halkasındaki gerici devleti yıkmayı hedefleyen sınıf mücadelesinin gereksiz hale getirilmesi ve işçi sınıfının devrimci rolünün silikleştirilmesi amaçlanmaktadır. Bu tamda neo-liberalizmin sınıfları “uzlaştırmak” için kullandığı “orta-sınıf” ideolojisi ve sosyal-demokrasinin solun önüne döşediği “üçüncü yol” tuzağıdır.

STÖ’lerin faaliyet alanı oldukça geniş ve renklidir. Fakat hiç birisinde sınıf mücadelesi temelinde bütünlüklü bir yaklaşım yoktur. Her sorunu, her alanı ve her konuyu sistemden, sınıflardan, ideolojik-politik kimlikten, sınıf mücadelesinden soyutlayarak ele alır. Kadın, çocuk, işsizlik sorunu, çevre ve ekolojik sorunu, savaş ve barış sorunu, ulusal-etnik-kültürel sorunu, sağlık-eğitim-hizmet-borç… her şeyi bütünden kopararak tek başına, dünya kapitalist sisteminden, emperyalizmden, sınıf-devlet-iktidar olgusundan koparır.

Her çeşit haksızlığın, açlık ve sefaletin, sömürü ve zulmün kaynağına; emperyalist-kapitalizme yönelen sosyal ve ulusal kurtuluş mücadeleleriyle aralarına kalın hatlar çeker. Ve hatta Brezilya Porto Alegre’de olduğu gibi, toplantıda burjuva-liberal ideologlara, gerici devlet temsilcilerine geniş yer verirlerken, sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelesini radikal, silahlı devrimci tarzda yürüten hareketleri foruma bile almazlar.

Eylemleri “sivil itaatsizlik” düzleminde yer alan kendiliğindencidir. Bu özellikleriyle, içinde bir takım anti-emperyalist güçler olsa da, günümüze kadarki bileşimine, siyasetine ve eylemine damgasını vuran yön kesinlikle anti-emperyalist değildir. Gerici sınıfların kabul ve tahammül edebileceği ölçüde muhalefet yürütürler. Karşı karşıya kaldıkları ve ele aldıkları sorunların kaynağına, sınıfsal kökenine inmezler. Aksine sonuçları üzerinde siyaset yaparlar. Onu da çözme tarzında değil, “iyileştirme”, “onarma” ve “düzeltme” boyutuyla ele alırlar.