DİN SORUNU, YABANCILAŞMA POST-MODERNİZM!

A- DİN NEDİR?

  1. Dinin tanımlanmasında idealist kampın yaklaşımları

Dinin tanımlanması, sınıf savaşımına karşı tutumla dolaysız ilgilidir. Sınıf savaşımını reddeden bir anlayışın, din tanımı da elbette bu temelde olacaktır. Bu açıdan dinin tanımı ve eleştirisi, idealizmle materyalizm arasındaki temel sorunlardan birisini oluşturur. Bu karşıtlığın temelinde, ruhun mu (bilincin mi) maddeyi, maddenin mi ruhu (bilinci) yarattığı sorusu yer alır.

Bu sorunun cevabı, bilincin, maddi yaşamdan bağımsız olarak (ruh şeklinde) var olup olamayacağını ve doğanın nesnel gerçekliğinin bilinçten bağımsız var olup olmayacağını da cevaplar. Böylece bu felsefi çatışma, sınıf savaşımının merkezinde yer alır. Çünkü her sınıf, kendi felsefesi temeline göre bir dünya görüşü (ideoloji) savunur ve siyasal-sosyal yaşamı bu temelde biçimlendirmeye çalışır.

Dinin tanımı, karşıt sınıflardan ara sınıf ve tabakalara/disiplinlere kadar çeşitlilik gösterebilmektedir. Ancak, son tahlilde idealizm ile materyalizme tekabül eder.

Din, Arapça bir kelime olup, bağlanmak anlamına gelir. Dinin, Latince karşılığı da aynı anlama, bağlanmak anlamına gelmektedir. Ana Britannica Ansiklopedisinde din, “insanın kutsal saydığı gerçeklikle ilişkisi; bu ilişkinin çerçevesini oluşturan inançlar, öğretiler, değer yargıları, davranış kalıpları, tapınma biçimleri ve kurumsal…” (Hümanite, Sayı:4, Sf: 52, 2004) şeklinde, yani biçimsel olarak ifade edilmektedir. Bu tanımda sadece görüngüler yer aldığı için, dinin özüne ilişkin bir veri çıkarmak mümkün olmamaktadır.

Üç büyük Sami dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet) tanımına göre din, “yaratıcının, vahiy aracılığı ile (kutsal kitaplarda somutlaşan) gönderdiği kurallar bütünü; hukuktur”. Sami dinler, nesnel (gerçek) bilginin kaynağı olarak vahiyi (ilahi emir-kural) görürler. Kutsal kitaplar vasıtasıyla yazılı hale getirilen bu vahiyler, dünya ve ahiret (öte dünya) yaşamını düzenleyen kurallar bütünüdür. Din, bu kuralların ve bu kurallara göre belirlenen yaşam tarzının ismidir. Bu tanıma göre, vahiy dogmadır; mutlaktır ve değiştirilemez. Ayrıca evrenseldir; yani tüm zamanlarda geçerlidir, doğrudur.

Simgesel antropolojinin temsilcilerinden olan C. Geertz’e göre din, bir simgeler sistemidir. (Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 118, Özgür Üniversite Kitaplığı) Simgecilik, sembolizm anlamına gelir ve özü gereği gizemciliği-mistisizmi doğurur. Dinin, sembollerle ifadesi, biçimsel olarak anlaşılmasına katkı sunabilirken, onu, maddi olan veya olmayan her biçime sokabilecek bir mutlaklık verir. Dolayısıyla dinin, semboller sistemi olarak tanımlanması ideolojik özden kopuk bir yaklaşımı doğurur.

Batınilerin (içsel, tevil yorum yapan) din tanımı, evren-tanrı özdeşliğinde (vahdet-i vücud, evrenin birliği) insanın, tanrı-evrenle bütünleşmesi sürecini kapsar. Din, bu süreçteki ruhsal arınmayı temsilen yapılması gereken davranışlar ve düşünce biçimine verilen addır. Vahiycilere karşıt bir tanrı anlayışını savunan Batıniciler (tasavvufçular, sufiler…), evrenin ve doğanın bilinilebilirliğini ve bilinmesi gerektiğini savunur. Bu bilgilenme, tanrı ile özdeşleşmek için zorunludur. Bu yönüyle, özü idealist kalsa da, vahiycilere göre aklı çok daha fazla önde tutarlar ve materyalizme daha yakın dururlar.

Feuerbach’ın din tanımı anılmaya değerdir; onun din tanımı metafizik materyalisttir. Feuerbach, doğanın bilinebilirliğini ve insanın, doğanın dolaysız bir parçası olduğunu savunur. Ama insanın dinsel özünün yürek-sevgi olduğunu kabul eder. İnsan bilincini ve dinsel inancını, toplumsallığından sıyırıp dini, birey ile tanrı arasındaki sevgi ilişkisine indirger. Marks, “Feuerbach, dinsel özü, insanın özünde çözümlüyor. Ama insanın özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içinde o, toplumsal ilişkilerin bütünüdür” (Marks-Engels, Din Üzerine, Sf: 71, İnter Yayınları) demiştir. İnsanların dini de tıpkı bilinçleri gibi toplumsallığın ürünüdür.

Hegel ise, Feuerbach’ın aksine, diyalektik idealisttir. Dünyayı ve devleti, mutlak ruhun (tanrının) bir yaratısı olarak gören Hegel devleti, “mutlak ruhun cisimleşmiş hali” olarak görür. Dolayısıyla toplumsal yaşamın tüm sosyal-siyasal alanlarının devlete tabi olmasını zorunlu görür. Din de, haliyle idealist bir temelde, bu alan içerinde yer alır.

Psikanalizi, cinsellik temelinde kuran S. Freud’un din tanımı da anılmaya değerdir. Freud, ilk din olan totemciliğin (animizm, canlandırıcılık) ortaya çıkışını Oidipus’la açıklar. Yani kız çocukların babaya, erkek çocukların anneye cinsel ilgi duymasını, din kuramının temeline koyar. Totemciliği, bu duyguya (Oidipus) sahip çocuğun çaresizliği ile güçlü baba ilişkisinin belirlediği bir kültür olarak tanımlar. (Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Sf: 21, Remzi Kitap). Freud, materyalist olma iddiasına rağmen, dini, maddi özünden/kökeninden kopararak, duygular ilişkisine indirgemiştir.

Yukarıda sıraladığımız çeşitli din tanımlarında, insanın, toplumsallığının rolü yadsınmaktadır. Bu tanımlar, insanın doğayla olan çelişmesini, dinin çıkış noktası olarak ele almamaktadır. Devamında, doğayı dinsel olarak kavrayan insanın, aynı kavrayışı, toplumsallık ve toplumsal egemenlik güçleri ile özdeşleştirmesini de kavrayamıyor-göremiyorlar. Böylece, dinsel düşüncenin kökeninin, insanın, doğa ve toplumla olan çelişmelerinin, ters bir bilinçle algılanmasının ürünü olduğunu da kavrayamıyorlar.

Doğru kavrayışa ulaşmak için, öncelikle dinin nasıl ortaya çıktığına bakmak gerekir.

  1. Dinin ortaya çıkışı

Dinsel düşünce, henüz ağaçlarda veya mağaralarda yaşayan insanın, zihinsel evriminde bir devrim niteliğinde ortaya çıkmıştır. Soyut düşüncenin, dolayısıyla, zekânın/aklın ilk ürünlerinden olan bu düşünce tarzı, insanın doğayla olan çelişmesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Daha sonra toplumsal çelişmelerle birlikte gelişmiş ve sınıf savaşımına paralel biçimler almıştır. Engels, “Din henüz ağaçlarda yaşadıkları çok eski çağlarda insanların kendi doğalarına ve kendilerini kuşatan dış dünyaya ilişkin en ilkel yargılarla dolu tasarımlardan doğmuştur” (Marks-Engels, age, Sf: 61) şeklinde belirleme yapmıştır. İlk insanlar doğa karşısında güçsüzdü; çaresizdi. İlk dinsel düşünce, bu nedenle, doğanın fiziki güçlerine tapınma şeklinde olmuştur. (Orhan Hançerlioğlu, age, Sf: 21)

İnsanlar düşlerindeki görüntüleri, doğa güçlerinin muazzam büyüklüğü ile birleştirerek ruh kavramına ulaştılar. Engels, “Bugün bile (19. yy –bn) vahşilerde ve aşağı barbarlarda, düşlerinde görünen insan biçimlerinin, bir an kendi bedenlerinden ayrılmış bulunan ruhlar oldukları yolundaki anlayış hüküm sürmektedir” (Marks-Engels, age, Sf: 22) demiştir. Böylece kendilerini yönettiklerine inandıkları ruhu, doğayla özdeşleştirdiler.

Ölüm bilincine varan insan, doğa güçlerinin ölmeyeceğini düşünmeye başlar. Böylece ölümsüz ruh fikri ortaya çıkmıştır. Ölümsüz ruh fikri, beraberinde tanrıları doğurmuştur. Her doğa olayını, bir tanrının yönettiğine inanılmaya başlandı. Doğa güçlerinin birbiriyle uyumu ve çatışması (fırtına, yangın, vb.) tanrılar arasında da bir hukuk olduğu fikrini doğurmuştur. Bu dönemlerde kendisini hala doğayla özdeş gören insan, en büyük ve en güçlü tanrıları dişi (tanrıça) olarak tahayyül (hayal) ediyordu.

İnsanların düşlerinde gördükleri insan biçimleri dışında, beyinde bir fikrin oluşması da, ruh fikrinin oluşmasında belirleyici olmuştur. Lenin, bunu şöyle açıklıyor; “(M)asa, masa ideası (fikri –bn); dünya, dünya ideası tanrı insan bilgisinin ikileşmesi ve idealizmin olabilirliği, daha ilk basit soyutlamanın içinde bulunmaktadır.” (Aktaran, Teori ve Politika, Sayı:17, Sf: 7) Kavramların, nesnel dünyadan bağımsız olarak evrende var olabildikleri-oldukları fikri (idealizm), ilk insanlarda aydınlanma çağına kadar hâkimdi.

Platon (MÖ 477-342) bu fikri sistemli hale getirmiştir. Platon, gerçek evrenin-doğanın, idealardan oluştuğunu, maddi dünyanın ise bunun bir yansıması olduğunu savunmuştur. Realizm (kavramların gerçekte var olduğunu savunan akım) akımı, G. Berkeley’in (1685-1753) elinde öznelleşerek, “algılanan şey, gerçektir” şekline dönüştürüldü; ki bu da öznel idealizmdir. Kavramların-fikirlerin insan ruhunun, ruhun ise mutlak ruhun (tanrı) bir ürünü olduğu şeklindeki yanılsama, tüm ruhçu ve tanrıcı öğretilere temel oluşturmuştur.

İlk toplumsal işbölümünün gelişmesi de dinsel düşünceyi geliştirmiştir. Tarımcılar ile göçebe-avcı topluluklarının ayrışması, üretim ve nüfusun gelişmesine paralel gerçekleşmiştir. Bu dönem, üretim için gökyüzünün ve iklimsel değişimlerin sistemli gözlemlenmesi zorunluluğunu getirmiştir. Güneşin ve yıldızların konumlarıyla, bitki ve hayvanların üremesi-büyümesi arasıda kurulan ilişki canlılığı, yıldızlar ile güneşin yönettiği fikrine götürmüştür. İlk olarak 15 bin yıl önce Mısır’da, yıldızlara tapınmayı doğuran bu fikir, daha güçlü tanrıların var olduğu fikrini doğurmuştur.

Sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte, karşıtlık fikri de gelişmiştir. Kıyaslama yeteneği artan insan, zıtlıklarla dolu bir toplumsallık fikri geliştirmiştir. Önce doğanın egemenliğine inanan insan, sınıflar ve devletle birlikte, toplumsal egemenlik araçlarını ve fikirlerini, doğa egemenliği ile özdeşleştirir. Böylece devlet, dinsel düşünceyle özdeş bir şekilde, doğa güçlerinin bir yansıması olarak görülür.

Bu sürece kadar, hukuk ve ahlak çelişmesi de dine biçim verir. Sürüden kopan insan, toplumsallığın iç çelişmesinin ürünü olarak, insanlar arasındaki ilişkileri kurallara bağlar; yani ahlak ortaya çıkar. Her ahlak, kendi sınırları içinde geçerli olan bir hukuk yaratır. Doğal ahlakın, doğal hukuku belirlemesi, ilkel topluluklarda geçerliydi. Ahlakın korunması, topluluğun varlık koşullarından olduğu için hukuk katı uygulanır.

Hukuk, yeni biçimlere bu nedenle direniş ve dogmalaşma eğilimi taşır. Bu çelişme, sınıflı toplumlarda, egemen sınıf hukukunun, toplumsal ahlak üzerine baskı uygulaması ile tersinden işler; hukuk, ahlakın bir ürünü olarak biçimlenirken, devletli toplumda, devletin ahlakı toplumun hukuku üzerine baskı kurar ve böylece doğal etkileşim bozulur. Tanrı ile devletin-kralın özdeşleşmesi, bu çelişmeyi tamamen dinsel biçime sokar. Egemen sınıf, sömürüsünün devamını sağlayacak hukuku, topluma dayatır.

Bu toplumsal olgu, sınıf savaşımının gelişmesi ile uzlaşmaz hale gelir. Sınıflı toplumların temel çelişmesine göre, özü değişmeden, farklı biçimlere girer. Ezilenler, artık ezenlerin sömürüsünü ve hukukunu kaldıramayacak hale gelince, isyan ederler ve yeni toplumsal biçime uygun ahlak ve hukuk yaratırlar. Ancak yeni biçim, sınıflı bir toplum olduğu sürece, ahlak ile hukuk arasındaki çelişme uzlaşmaz hale gelmeye zorunludur. Bu uzlaşmazlık ancak, sınıfsız bir toplumda yok olabilir.

Bu çelişme, kapitalist topluma kadar, ezilenlerin isyanlarının, genelde, yeni mezhep veya din yaratmasına neden olmuştur. Din ile devletin özdeşliği, hâkim hukuku, devletin hukuku olmasını sağlıyordu. Bu nedenle yeni bir hukuk ancak isyanla kurulabilirdi. Bu durum, din ve mezheplerin çeşitlenmesi ve gelişmesinde belirleyici bir öneme sahiptir.

Fransız düşünür H. Bergson (1859-1941), dinsel düşüncenin kökenlerinden biri olarak, ölüm bilincini koyar. Hayvanlar öleceğini bilmez, insan, bu bilince sahip olan tek canlıdır. Ancak insan sürekli olarak öleceğini düşünerek yaşayamaz. Tersine, insan bu düşünceyi sürekli unutmaya çalışır. Eğer böyle olmasaydı, insan kendi yaşamına bir anlam katamayacaktır. Böylece insanın ölümsüzlüğü ve öbür dünya fikri doğmuştur. (Orhan Hançerlioğlu, age, Sf: 26).

Bergson’un bu fikrini biraz açarsak, dinsel düşüncenin çıkışından sonraki sürecin gelişimini daha geniş kavrayabiliriz. Evren ve dünya içinde, çok küçük ve güçsüz olan ilk insanın, kendini anlamlandırması, dinsel olmak zorundaydı. Birçok güçsüz insanın kendini abartması ve övmesinde olduğu gibi (bir savunma mekanizması olarak, bilinci; gerçekliği tersten işletmenin ürünüdür bu) ilk insanlar da, evren ve doğa karşısındaki güçsüzlüklerini, ters bilinçle örtmeye çalıştılar. İnsan, ilk önce ampirik (deneysel) gözlem ve kıyaslamalar ile, doğada fiziki olarak en güçsüz (uzuvlarıyla uyumsuz) oluşunu, aklı ile örttü. Çevresine uzuvlarıyla uyum göstermeyen tek canlı olan insan, aklını yetiştirmek zorundaydı.

Böylece, ilk insanın doğa karşısındaki zayıflığı aynı zamanda onun en güçlü yanını oluşturmaya başladı. Doğa ile çelişmesi sonucu, ölümsüz ruh ve mutlak ruh (tanrı) kavramına ulaşan insan, kendisini, bu mutlak ruhun bir parçası olarak görmeye başlar. Böylece, doğa karşısında kendini güçlü hissetmeye başlar. Diğer yandan, kendini her güçsüz hissettiğinde sığınacak, büyük-mutlak bir gücün varlığını bilmek-hissetmek, kendisini güvende hissettirir. (Ki bu duygu günümüzde de yaygındır).

Bu güven, daha sonra Tanrı ile özdeşleşen devlete duyulmaya başlanır. Devleti, böylece, evrenin merkezine koyar. Devlet güçlendikçe, insan kendisini de evrenin merkezine koyarak, evrenin kendisi için –tanrı tarafından- yaratıldığını düşünmeye başlar. Kurulan ilk imparatorlukların tümünde, imparator-kral, dünyanın ve kâinatın efendisi sıfatını taşır. Bu efendi, tanrı ile özdeşleşmiş veya en azından onun temsilcisidir. Toplum, böylece, cisimleştirdiği tanrıya-imparatora tapınırcasına bir ilişki ile bağlanır.

Tek tanrılı dinlere ulaşılmasıyla birlikte, insanın evrendeki merkezi rolü genişler. Böylece insanın ters bilinci, doğadan daha fazla kopar; ona daha fazla yabancılaşır. Bu yabancılaşma, meta mübadelesi ve sınıf mücadelesinin gelişmesiyle birlikte büyür. İnsan, kendini, doğa ve toplumun bir ürünü olarak görmek yerine, bir aracı (devlet) kullanarak tanımlar. Tanrı ile özdeşleşen devlet, insanın kendini tanımlamasında temel araç haline gelir. Nasıl ki meta mübadelesinin gelişmesiyle, insanın değeri, ters bilinçle, metanınki ile özdeşleşmişse insan ürünü olan devlet ve tanrı da insanın değerini ve yaşamının anlamını belirlemeye başlar.

Tek tanrılı dinler, ters bilinci, en üst aşamaya vardırır. İnsan, yaşamın anlamını bu sınırlar içine hapsettikçe, dinsel düşünce daha fazla dogmalaşır ve katılaşır. Bu alanın dışına çıkmak, kâfirlik-sapkınlık olarak görülür ve egemen hukuk bunu ölümle cezalandırır. Doğal hukukun son kırıntıları da bu sürekli baskı altında kalır.

Dinin ortaya çıkışı, doğa ile çelişmeler de başlamış sonra buna toplumsal çelişmeler eklenmiştir. Böylece ilk dinlerin gelişiminin temel çıkış noktası, insanın doğa ve toplumla olan çelişmelerin ürünü olarak gelişmiştir. Sınıf savaşımının gelişimine paralel, dinin yeni biçimleri, doğadan koparak, bu savaşımın sınırları içinde var olabilmiştir.

  1. Dinin eleştirisi

Marks’ın dini tanımı, bize en geniş bakış açısının özünü sunar:

“Dine karşı eleştirinin temeli şudur; Dini insan yaratır; insanı, din yaratmaz. Ve din ya henüz kendini bulamamış ya da yeniden yitirmiş insanın özsaygısı ve öz duygusudur. Fakat insan, soyut, dünyanın dışına çömelmiş oturan bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum tersine bir dünya bilinci olan dini yaratır. Çünkü onlar ters bir dünyadır. Din, bu dünyanın genel teorisi, ansiklopedik özeti, popüler biçimdeki mantığı, manevi öz savunması, coşkunluğu, ahlaki anlayışı, resmi tamamlayıcısı, evrensel avuntu ve haklılık temelidir. İnsanın özünün, hayalde gerçekleşmesidir; çünkü insanın özü somut bir gerçekliğe sahip değildir. O halde dine karşı mücadele dolaylı olarak dinin manevi aroması olduğu o dünyaya karşı mücadeledir.

Dini sefalet, hem gerçek sefaletin ifadesi, hem de gerçek sefalete karşı bir protestodur. Din, baskı altında ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir; tıpkı ruhsuz bir durumun ruhu olduğu gibi. Din, halkın afyonudur. Halkın hayali mutluluğu olarak, dinin kaldırılması, onun gerçek mutluluğunun talebidir. Onun durumu hakkındaki hayallerden vazgeçme talebi, hayale ihtiyaç duyan bir durumdan vazgeçme talebidir. Yani dinin eleştirisi, özünde, halesi din olan yakınma duvarının (çileli dünyanın) eleştirisidir.” (Marks-Engels, age, Sf: 86-87)

Din hakkındaki temel dogmatik yaklaşım, Marks’ın bu pasajındaki üç kelimeyi (Din, halkın afyonudur) alarak diğerlerinin anlamını gölgede bırakır. Böylece dine tek yanlı yaklaşır. Bu üç kelime tek başına kullanıldığında, Marks’ın din eleştirisi de kötürümleştirilmekte, işlevsizleştirilmekte ve buna paralel dogmatik anlayışlar oluşmaktadır.

Marks, dinin bu tanımından ve eleştirisinden hareketle, tarihin ilk görevinin, dünyanın kutsallığı altındaki nesnelliği bulmak olduğunu belirtmiştir. “Bu da ilk önce tarihin hizmetindeki felsefenin görevidir. Cennet eleştirisi böylece, dünyanın eleştirisine, teolojinin eleştirisi siyasetin eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine dönüşür.” (Marks-Engels, age, Sf: 87) Demek ki, Marksistler insanlığın üzerindeki kutsal örtüyü kaldırmakla mükelleftir. Bunu yapabilmek için, dine yaklaşımda berrak bir bilimsel bakışa ihtiyaç vardır. Bunun içinse, dine yaklaşımdaki bazı hataların irdelenmesi faydalı olacaktır.

Dinin eleştirisinin temelinde yer alan felsefenin, ilk inceleme alanlarından birisi, bilginin kaynağıdır. Madde-ruh (bilinç) önceliğine göre açıklanan bu kaynak, dünyanın-doğanın nasıl algılandığı ile dolaysız olarak bağıntılıdır. Dünyayı hem yorumlayan hem de değiştirme cüreti gösteren devrimcilerin, nesnel olabilmesi hayati önem taşır. Dinsel düşüncenin yarattığı kutsallığın ardındaki sınıf savaşımını tüm yönleriyle kavrayabilmek, felsefe sayesinde gerçekleşir. Bu açıdan, bilginin kaynağı sorunu temeldir.

İdealist kampın akıl tanımı, bize, bilincin nasıl bir kutsal örtü ile örtüldüğünü sunması bakımından öğreticidir. Anaksagoras’a göre akıl; “maddeleri yavaş yavaş kaostan çekip çıkaran sonsuz sayıdaki birleştirme gücüyle oluşmuştur”. İdealizmin babası Platon’a göre akıl, “bağımsız ve kendi başına etken bir güçtür.” Batınilere ve Hegel’e göre akıl, “evrensel aklın (mutlak aklın-tanrının) bir parçasıdır.” Konuya farklı bir uçtan yaklaşan Freud’a göre akıl, “bastırılmış ve yüksek amaçlarla çevrilmiş cinsel içgüdünün (libido) üst yapısıdır.” (Orhan Hançerlioğlu, age, Sf: 19) İslami bir dergi olan Umran’da akıl, inancın altında sayılmaktadır.

Dergi, aklı esas alan aydınlanmaya şu eleştiriyi getiriyor. “Aklı putlaştıran aydınlanma, dünyayı dinden bağımsızlaştırınca, dünya, her türlü barbarlığın dünyası haline geldi. Aklı putlaştıran aydınlanmacı kuramlar/kavramlar her türlü anlam yapılarını/sistemlerini, onların ilgisini ve yönelimini inkar noktasına gelmiştir.” (Umran, Sayı:164, Sf: 48, Nisan 2008) Aynı dergide, bilginin kaynağı, “Allah’la kayıtsız şartsız teslim olmuş bir müminin referans noktası vahiy olmak zorundadır” (Umran, ags, Sf:68) şeklinde ifade edilmiştir. Bu temel yaklaşım diğer vahiyci dinlerin (Yahudilik, Hıristiyanlık) Ortodoks yorumda da aynıdır.

Bu tanımlardan hiçbirisinin dünya üzerindeki kutsal örtüyü kaldıramayacağı aşikârdır. Bu tanımlar ruhun (bilincin) maddeden önce geldiğinden hareketle, bilginin nesnel kaynaklarını yadsımaktadır. Mao, bilginin kaynağını üretim, bilimsel deney ve sınıf savaşımı şeklinde özetler. Dolayısıyla aklı da, nesnellikten yola çıkarak, algısal bilginin ussal bilgiye, ussal bilginin daha geniş bir algısal bilgiye, genişleyen helezonik bir biçimde ulaşmasının ürünü olarak görür. Diyalektik materyalist bilgi teorisi, idealist kampın tersine, doğa ve toplum yasalarının bilinebilirliğini, değiştirilebilirliğini ve bilincimizden bağımsız olarak var olduklarını söyler. Dolayısıyla dinsel düşünceyi tahlilde, temel yaklaşımlarımız, diyalektik materyalist bilgi teorisi üzerinde yükselmelidir.

Günümüzde postmodern çevrelerin de savunduğu bilinmezcilik, bilimsellik kılıfı altında yapılmaktadır. Postmodernistler, vahiycilerle benzer biçimde, bilgimizin sınırlılığı ile sonsuzluk arasındaki çelişmeyi, bilinemezcilik olarak yorumluyorlar. Vahiyciler, bu anlayış ile Tanrının bilinemeyeceğini, aklın buna yetmeyeceğini iddia eder. Ehl-i Sünnet’in büyük İslam âlimleri arasında saydığı Gazali, “Diyebilirim ki, Tanrısallık özelliğini (özünü) ancak tanrı ya da bir benzeri ve eşi olan bilir. Ancak onun eşi ve benzeri olmadığına göre, ondan başkası bilemez” (Bilim ve Gelecek, Sayı:11, Sf: 42, 2005) demektedir.

Bu anlayış tüm vahiyci-tanrıcı dinlerle, öz olarak aynıdır. Tanrısız dinlerde ise (Budizm, Jainizm…) evrenin özünün olmadığı şeklinde bir temel üzerinde, nesnel bilginin olamayacağı savunulur. Postmodernistler ise nesnel (gerçek) bilginin “göreceliliğini mutlaklaştırarak” bilinemezciliğe (agnostisizm) varır. Böylece görelilik ile mutlaklık arasındaki bağı kopartarak “mutlaklığın, zaten göreliliğin toplamı olduğunu” yadsır. Bu anlayış, toplum, sınıf, sınıf savaşımı, yasa, ulus vb. tüm bütünsellikleri ve evrensel doğruları yadsır, inkâr eder.

Postmodernist D. Graeker, “Bütünlükler her zaman hayal ürününün köleleridir. Uluslar, toplumlar, ideolojiler, kapalı sistemler… bunların hiçbiri gerçekte mevcut değil. Gerçeklik her zaman bunlardan sonsuz kez daha karmaşıktır” (Birikim, Sayı: 205-206, Sf: 73, 2006) demektedir. Ampirikler de nesnel bilginin sadece deneysel bilgi olduğunu, ötesinin bilinemez olduğunu savunur. Gerek postmodernistler, gerek ampirikçiler, gerekse vahiyciler, aynı kulvarda yürüyerek, sınıf savaşımını inkâr eder ve toplumsal yasaların olmadığını iddia ederler.

Dinin idealizmle özdeş tutulması, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, dinsel biçimli olmayan idealizmin envai biçiminin görülmesine engel olur. Yani kutsal örtü taşımayan, ama aynı kulvarda yol alan idealist akımlara karşı mücadeleyi zorlaştırır. Din ile idealizmin ayrıştırılması, devletin dinden bağımsızlaştığı burjuva toplumlarda daha fazla önem taşımaktadır.

Kapitalizm öncesi toplum biçimlerinde, dinin felsefe ile özdeş halde olmasından dolayı, din ile idealizmin özdeş görülmesine neden olmuştur. Ancak din, idealizm olmadan var olamazken; idealizm dinden bağımsız olarak var olabilir. Yani idealizm, dini de kapsayacak kadar geniştir ve dinsel düşünce –idealizmin kendisi değil- bir parçasıdır.

Bu temel yaklaşım üzerinde, dinin teolojiye (ilahiyat, tanrı kuramı bilgisi) indirgenmesinin yanlışlığı da aşikârdır. Teolojiyi idealizm ve dinle eş tutan burjuva dar kafalılar (ve bazı toy gençlerimiz) Tanrı inancının yok olmasıyla, materyalist olunabileceğine ve dinsel düşüncenin yok olabileceğine –yürekten! – inanırlar. Budizm, Jainizm ve Konfiçyonizm gibi tanrısız dinlerin, dünya nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturdukları hatırlanırsa, bu iddianın anlamsızlığı açığa çabuk çıkacaktır. Asya’nın büyük bir kısmında hâkim olan bu dinlerin kutsal örtüleri, tanrılı dinlerinkinden nitelik olarak değil, nicelik ve biçim olarak ayrılır.

Gerek tanrılı, gerek çok tanrılı gerekse tanrısız dinlere sahip toplumlarda ve devletlerde, dinsel düşüncenin özünün ve biçimlerinin kavranamaması, sınıf savaşımı yerine, din-kültür savaşımı anlayışını doğurur. Dinsel düşüncenin özünün, insanın kendini tanımlamasında bir aracı kullanması olduğunu ve doğa ile toplumsal gerçekliğin tersine çevrilmesi olduğunu hatırlarsak, tanrı fikrinin, dinsel düşüncenin –kendisi değil- sadece bir parçası (önemli olsa da!) olduğu anlaşılabilir.

Teolojinin sınırları, dinsel felsefeye göre daha dardır; onun bir parçasıdır. Din felsefesi, tanrının varlığının kanıtlanması dâhil, evren ile dünyanın ve insanın anlamının (özünün) yorumlanmasını içine alır. Bu yönüyle, ideolojinin tüm alanlarını biçimlendirir. Teoloji ise, zaferi ispatlanmış olarak kabul edilen tanrının, sıfatları ve vahiyleri ile ilgilenir. Vahiyi dünyevileştirir, hukuka dönüştürür…

Tanrısız dinlerde teolojinin işlevini, ahlak felsefesi ve ruhçuluk yerine getirir. Tanrısız dini benimseyen toplumlarda hukuk, ahlak felsefesi temelinde şekillenir. Ahlak ise, devletin ahlakı ile özdeş olduğundan, normlarını –esasta- devletten alır. Böylece ahlak felsefesi ile siyaset özdeşleşir. Ruhçuluk da bu özdeşliğin “çimentosu” işlevini görür. Her iki biçimde de din, teolojiyi ve ahlak felsefesini (ve ruhçuluğu) kapsar. Dinin, bunlardan herhangi birine indirgenmesi, dar bir yaklaşım doğuracağından dolayı, dinin, evrensel niteliğinin görülmesini engelleyecektir.

Din, tarihte tüm ideolojilerin kendisini ifade etme biçimi olmuştur. Hem ezenler hem de ezilenler kapitalist topluma kadar kendilerini-ideolojilerini dini biçimlerle tanımlamışlardır. Hangi dinin, nasıl bir yorumla (içtihatla), hangi sınıflarla özdeşleştiğinin ayrımının yapılamaması, dinin örttüğü sınıf savaşımının algılanmasını zorlaştıracak veya imkânsız hale getirecektir. Bu da dinin homojen olarak algılanmasını ve ideoloji ile siyaset arasındaki ayrımın muğlâklaşmasını sağlar. Böylece, emperyalizm ile yarı-sömürgeler arasındaki çelişmenin, Hıristiyanlık-Müslümanlık çatışması, doğu-batı ayrımı veya “ilerici-gerici” ayrımı şeklinde tanımlanmasını getirebilecektir.

Günümüzde oryantalistlerin (şarkiyatçılar, doğu bilimcileri) ve emperyalistlerin kullandığı bu homojenleştirme ve indirgeme ile sınıf savaşımının bittiği, yerine “medeniyetler savaşımının” esas hale geldiği manipülasyonu geniş kitlelere taşınabilmektedirler. Sınıf savaşımının olmadığı var sayılan bu dünyada, emperyalistler rahatlıkla sömürülerini yapma ve kültürlerini yayabilme zeminine kavuşmaktadırlar.

İdeoloji, bu tür yaklaşımlarda, sınıfsal özden koparıldığı için, emperyalizmin “medeniyetler çatışması” tezi, demokrat çevrelerde bile yankı bulabilmekte; bu da “terörizm” argümanından etkilenmeyi de beraberinde getirmektedir. Emperyalizme karşı savaşan dini örgütlerin, bazı demokrat çevrelerce de “terörist” olarak görülmesi bunun en çarpıcı örneklerinden birisidir.

İdeolojik öz ile politik duruşun ayrıştırılamaması, günümüzde Filistin direnişine önderlik eden Hamas’a demokrat çevrelerce desteği zayıflatmaktadır. Hamas’ın ideolojik olarak gerici olması, ulusal-demokratik taleplerinin de gerici olduğu anlamına gelmez. Tarihte kapitalist topluma kadar, neredeyse tüm isyanlar, dini biçimlerde ortaya çıkmıştır. Bir dinin, aynı süreçte, egemenlerce sömürü aracı, ezilenlerce isyan aracı olarak kullanıldığına sayısız kez tanık oluyoruz.

Hamas, İslamiyet’in Hanbelî Mezhebi-Vahhabi tarikatı yorumunu (içtihadını) direniş teorisi haline getirerek, Siyonizm’e ve emperyalizme karşı bir silah olarak kullanırken; aynı silahı S. Arabistan (ve diğer Körfez devletleri) kitlelerini uyuşturarak, emperyalizmin sadık işbirlikçisi olarak kullanıyorlar. Dolayısıyla dinin yarattığı kutsal örtünün altını görememek sınıf savaşımının seyrini de görememek anlamına geleceğinden, çoğu zaman, emperyalizme objektif olarak destek olmaya da götürebilecektir.

Siyasetle ideolojiyi özdeşleştirenlerin, Türkiye ayağındakilerinden bazılarının, mezhep ayrımını sınıfsal özle karıştırdığına tanık oluyoruz. Alevileri sosyalizmle eş tutan bu çevreler, “Alevilik özünde sosyalizmdir” veya “Alevi-sosyalizm ittifakı kaçınılmazdır” diyebilmektedirler. (Faik Bulut, Alisiz Alevilik, Sf: 29). Aynı çevrelerin, tüm Sünnileri, Sünniliğin devletin resmi dini olması dolayısıyla, gerici olarak yaftalamaları da az görülen bir durum değildir. Bu anlayış sahipleri, ekonomik temelli bir sınıfsal ayrıma gitmek yerine, burjuvazinin sıkça yaptığı gibi kitleleri dinsel olarak bölmektedirler.

Stalin, ilerici-gerici kitle tanımının temelini ekonomik olarak koyar. Zincirlerinden ve canlarından başka kaybedecek bir şeyi olmayan sanayi proletaryasının en ileri kesim olduğunu vurgular. Stalin, sanayi proletaryasından sonraki ileri sınıfları yedek sanayi ordusu, yoksul köylüler… şeklinde değerlendirirken de dini-kültürü vs. değil, sınıfsal özü temel almıştır.

Halk tanımı sınıflara göre yapılır. Bu sınıflar devrimden çıkarı olandan olmayana doğru ileri-geri sıfatı alır. Siyasal ilerilik ile ekonomik temelli ilerilik, her zaman birbirine paralel gelişmez. Sanayi proletaryasının bazı kesimlerinin faşist örgütlenmelerde yer alması veya orta köylünün, bazı yerlerde silahlı mücadeleyi desteklemesi vb. durumlar ekonomik çıkarlar ile siyasal tercihler arasındaki ayrımın tahlilini gerektirir; devrimden çıkarın muğlâklaştırılmasını değil. Bu nedenlerle ideolojik, siyasal ve ekonomik olarak tahlillerin, birbirleriyle bağları kopartılmadan ayrıştırılması, kitlelerin dine göre değil de, sınıflara göre algılanıp tahlil edilmesini doğuracaktır.

Lenin, dinin, politik yönü ile ideolojik-felsefi yönünün ayrı tutulması gerektiğine özel vurgu yapar. Din, onu yaratan ve sürdüren sömürü sistemi yok olmadan, tükenmeyecektir. Lenin, bu nedenle, dine karşı ideolojik-felsefi mücadeleyi elden bırakmadan, dindar kitlelerin politik-ekonomik düzlemde örgütlenmesi gerektiğine vurgu yapar.

Dinin eleştirisi, elbette buraya kadar saydıklarımızdan ibaret değildir. Ancak, dine yaklaşımdaki temel noktalarda berraklık sağlandığı sürece, dinin daha geniş eleştirisi de bilimsel temellere oturabilecektir. Kavramların ve çelişmenin sınırlarını, nesnel gerçekliğin yansıması olarak, diğer kavram ve çelişmelerle bağını yeterince kuramamak, bizleri, eksik-yanlış bir düşünüşe; bu da yanlış-yetersiz politika üretmeye götürebilecektir.

Bu nedenle, dinin eleştirisi, sınıf savaşımının kopmaz bir parçası olarak ele alınmak zorundadır.