DİN SORUNU, YABANCILAŞMA POST-MODERNİZM!

B. DİN VE DEVLETİN EVRİMİ

  1. İlkel komünal toplumda din

Dinin ortaya çıkışını anlatırken, kısmen, ilkel toplumda dini anlatmış olduk. İlkel toplulukların ilk ve en yaygın dini olan totemizmin (animizm) en belirgin ve ayırt edici özelliği insanın, kendisini hala doğanın dolaysız bir parçası olduğu bilincinin ürünü olmasıdır. Totem, doğadaki bir canlıyı, genelde güçlü bir hayvanı temsil eder.

Çevresinde en güçlü görülen hayvan, o bölgenin hâkimi ve koruyucusu olarak algılandığı için ona ölümsüzlük ithaf edilir. Totem, ayrıca soyun başlangıcı olarak kabul edilir. Yani, timsah totemine tapınan bir kabile onun soyundan geldiğine inanır ve onun temel özelliklerini kendinde cisimleştirmeye çalışır. Günümüzde Amazonlar, Orta Afrika, Endonezya ve Polinezya’da hala tapınılan totemcilik, sınıfsız ilkel toplulukların dini olma özelliği ile öne çıkmaktadır.

İlk insanların temel çelişmesi sınırlar arası çelişmeler olmadığı için, doğa ile olan çelişmelerdi esasta. Doğa karşısında hala çok güçsüz olan insan, kendini doğanın dolaysız bir parçası olarak gördüğü için, toplumsal ilişkileri-ahlakı da bu temelde şekilleniyordu. Yakın zamana kadar Kızılderililer ve hala diğer bölgelerdeki yerliler, boşuna gereksiz yere (veya zevk için!) bir ağacı kesmez veya bir hayvanı öldürmezler.

İlkel toplum, üretim ile tüketim arasındaki ilişkide doğayı esas aldığı için herhangi bir tüketim çılgınlığının yaşanması mümkün değildir. Haliyle lüks tüketimin de ancak ilkel toplumun ilerleyen süreçlerinde görüldüğü bu sistemde, psikolojik bunalımlar, depresyon, delilik, stres gibi sınıflı toplumların ürünü olan hastalıklar görülmez ki bu gerçeklik günümüz yerlilerinin çoğunda geçerliliğini korumaktadır.

İlkel toplum, sınıflara dayanmadığı için, diğer topluluklara da, doğadaki hiyerarşi temelinde yaklaşır. Kabileler arası ilişki, birbirlerinin yaşam alanlarına saygı duyulduğu sürece, doğadaki her canlının yaşam hakkı olduğu ilkesine göre belirlenir. İlk köleci-şehir devletlerin kurulduğu ve çok tanrılı dinlere geçildiği dönemlerde de uzun süre etkisini sürdüren bu anlayış, sınıfların ve devletin gelişmesiyle birlikte yok olmuştur.

İlkel kabileler, henüz doğayı tamamen dinsel algıladıklarından dolayı, kendi aralarındaki ilişkiler ile kabileler arası ilişkileri de dinsel biçimde tanımlıyorlardı. Bu dini biçimin, yani totemciliğin çok tanrılı dinlere yol açması, doğa hakkındaki bilgilerin artması sonucu oluşmuştur. Üretim ve nüfusun artması, doğaya daha fazla hâkimiyeti zorunlu kıldığından dolayı, doğa hâkimiyeti artmış ve böylece çok tanrılı dinlere geçiş yaşanmıştır.

İlkel toplumda, esas mülkiyet biçimi komünaldır. Özel mülkiyetin gelişmesi, ilk toplumsal işbölümünden sonra gerçekleşmiştir. Göçebe-avcı toplulukları, özlerini, 15.-16. yüzyıllara kadar esasta korumuşlardı. Oysa tarım toplulukları yerleşik hayatın geliştirilmesini sağladı. Toprağa bağlılık, mülkiyeti, zilyetlikten özel mülkiyete dönüştürdü. Daha fazla toprak için savaşlar başladı vb. Tüm bu gelişmeler totemciliğin yok olmasını zorunlu kılıyordu. Çünkü özel mülkiyetin zımni kabulü bile, gücün öne çıkmasına yeterdir. Daha fazla güç, daha fazla mülkiyetin ürünü olabilir. Dolayısıyla bu bilinç ve istekler, doğaya daha fazla yabancılaşarak, savaş tanrılarını yarattılar.

Dinin ilk evrimi incelendiğinde, dinin doğa ve toplumsal ilişkilerin dolaysız bir yansıması ve kılıfı olduğu rahatlıkla anlaşılır. Komünal mülkiyet henüz doğanın bir parçası olan insanın, dini kurallara bağladığı bir toplumsallık ürünüydü. Totemcilik, tamamen komünal mülkiyetin temelinde biçim alıyordu. Doğayı kendisine referans alan bu inanış ancak özel mülkiyetin ortaya açıklaması ile yıkılmaya başlamıştır. Dinler, özel mülkiyetin gelişmesiyle birlikte, insanın, doğanın bir parçası olduğu gerçeğini, tersten yorumlamaya başladılar ve sonunda insanı evrenin merkezine koydular.

İlkel toplumun dini inanışlarının incelenmesi bizlere, dinin, mülkiyet, sınıf ve devletle ilişkilerinin temelini vermesi açısından önem arz eder. Çok tanrılı dinlerin köleci toplumda yaygınlaşmasını ve tek tanrılı dinlere evrilmesini, ancak, bu çıkış noktasından yola çıktığımızda nesnel olarak kavrayabiliriz.

  1. Köleci toplumda din ve devlet

Köleci toplum, ilk sınıflı ve devletli toplumdur; dinin devletle, tanrının krallarla özdeşleştiği ve kaynağını doğa yerine toplumsal yasalardan almaya başladığı bir toplum biçimidir. Devletin ortaya çıkışına dair arkeolojik ve antropolojik çalışmalar çok fazla ilerlemiş olmasına rağmen devletin tanımı hala ideolojiler arası çatışmaların merkezinde yer alır. Bu nedenle devletin tanımını yapmak, dinin niteliğinin bilimsel içeriğini anlayabilmek açısından zorunluluktur. Bu nedenle öncelikle, sınıflı toplumlar tarihinin en güçlü aracı olan devletin ne olduğuna bakalım.

Devletin tanımı, egemen sınıflarca genelde “toplumsal bir uzlaşma ve güvenlik aracı” olduğu şeklindedir. Weber’e göre devlet, “organları aracılığıyla, meşru güç kullanımını talep eden varlıktır. Yasamayla değiştirilmeye açık, yönetsel ve meşru bir düzendir.” (Hukuk ve Adalet, Sayı: 3, Sf: 25, 2004) Burjuva bakış açısının bir ürünü olan bu tanım, devletin “bir sınıfın başka sınıfları tahakküm aracı” olduğunu yadsır.

Gramsci, devleti, “onayla desteklenmiş güç kullanımı” ) Hukuk ve Adalet, ags, 3, Sf: 26) olarak tanımlar. Devletin, siyasal zor veya şiddet aracına indirgenmesi Blanquistler, Narodnikler, Fokocular ve Anarşistler tarafından da yapılmaktadır. Bay Dühring de aynı yaklaşım içindedir ve Engels, Anti-Dühring’de, devletin zor aygıtına indirgenmesinin yanlışlığına yanıt olarak, göçebe devletlerin, siyasal zorun en ihtişamlısına sahipken, gelişen ev sanayisi karşısında yok olmalarını örnek verir. Yine benzer şekilde, kapitalizmin şafağında, siyasal zoru elinde bulunduran aristokrasinin, ekonomik gücü-zoru elinde bulunduran burjuvazinin karşısındaki yenilgisini de örnek verir. (Engels, Anti-Dühring, “Zor” Bölümü, Sol Yayınları)

Zoru, şiddete indirgeyen anlayışların, sınıf savaşımını da zora-şiddete indirgemesi kaçınılmazdır. Zor, devletin en temel aracıdır; ayrıca en güçlü yanıdır. Ancak zor, tarihte her zaman bir araç olarak bulunmuştur ve üretim ilişkilerine göre biçim almıştır. Devletin varlığının ilk koşulu, zor değildir; ideolojik meşruluktur. Bu gerçekliği, devletin “bir sınıfın başka sınıflar üzerindeki tahakküm aracı” olduğu gerçeği ile birlikte temel çıkış noktamız yapmazsak dinin, devletle özdeşleşmesini kavrayamayız.

Devlet, toplumun, dış ve iç saldırılara karşı ortak çıkarlarını savunmak üzere kurduğu bir organizmadır. Ancak devlet, daha doğar doğmaz, kendini toplumdan bağımsız hale getirir ve belli bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı sürece, bu bağımsızlığı daha da büyük olur.(Engels, Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sf: 59, Sol Yayınları )

Devlet, toplumsal işbölümünün gelişmesi ve sınıfların ortaya çıkmasından sonra var olmuştur. Bu süreç bir yandan üretimin arttığı, özel mülkiyet ve meta üretiminin –güdük de olsa- başladığı bir süreçtir. Yanı sıra anaerkilliğin güç kaybedip, yerini ataerkil topluma bıraktığı bir süreçtir. Doğa güçlerinin egemenliği altına giren insan-toplum, toplumsal egemenlik araçlarının da himayesine girerek bunları doğa güçleriyle özdeşleştirir.

Doğa egemenliğine girmiş olan insan, bunu dinsel olarak yorumluyordu. Ona göre, doğanın kanunlarını yürüten bu üstün güçlere karşı çıkmak imkânsızdı. Bu bilinç, toplumsal kanunların da bu doğa güçleri tarafından yönetildiği bilincini doğurdu. Aşk tanrısı (Eros), savaş tanrısı (Ares), güzellik-cinsellik tanrıçası (Afrodit, İştar), erdem tanrıçası (Athena), adalet tanrıçası vb. ilah-ilaheler tamamen toplumsal ilişkileri düzenleyen tanrılardır. Bu tanrılar, güneş, toprak, şimşek vb. tanrılarıyla eşit statüde doğa ve topluma egemendiler.

Çok tanrılı dinlerin ilk oluşmaya başladığı dönemlerde insan, kendisini doğanın dolaysız bir parçası olarak gördüğü için toplumu da aynı şekilde değerlendirmiştir. Böylece doğanın egemenlik güçleri ile toplumdaki egemenlik güçleri özdeşleşmiştir. Bu özdeşlik, devlet ile dinin özdeşliğini sağlamıştır. Bu özdeşlikte, devlet dine biçim verdikçe, dinsel düşünce de doğadan kaynağını iyice kopararak, devletin ve sınıf savaşımının sınırlarına hapsolmuştur.

Budizm’in kurucusu Gautama’nın günümüze ulaşan eserlerinde (parçalarında) kral, halkın hizmetçisi olarak tanımlanır. Şehir devletlerin yeni oluşmaya başladığı (Hindistan’da) dönemde yaşayan Gautama, kralların nasıl hizmetçilikten despotluğa ulaştıklarını anlatır. Parçaların birinde bilge, kralın karşısına çıkarak “sen, bizlerin sınırlarını korumak ve anlaşmazlıklarını çözmek için bir hakemsin. Bize hizmetle mükellefsin. Ve senin payın altıda birdir” demiş ve despotluğa son vermesini istemiştir. (Budizm ve Felsefe, Toplumsal Dönüşüm Yayınları).

Kral ve devlet oluşumunun Ortadoğu ve Avrupa’da da benzer biçimde ortaya çıktığını görebiliriz. Hakemlikten despotluğa evrilen kral, elbette yaslandığı sınıflarla birlikte, egemenliğini sürdürecek araçlara ihtiyaç duyacaktır. Devleti kendi tekeline alarak, toplumdan iyice bağımsızlaşan egemen sınıf, bunu dini biçimlerde yorumlamayı ihmal edemezdi.

Devletle özdeşleşen din, devletin başını (kralı) da kutsamıştır ki başka türlüsünü düşünmek, dinsel düşüncenin egemen olduğu bir çağda olanaksızdı. Tanrı ile devletin özdeşleşmesi, doğallığında tanrı ile kralın özdeşleşmesini de doğurmuştur. Böylece devlet “tanrının cisimleşmiş hali”ne dönüşür.

Toplumsal işbölümünün gelişkinliği hiyerarşinin meşruluğunu sağlamıştı. Buna doğadaki hiyerarşi de yardımcı oluyordu; güneyin, her türlü doğa gücü karşısında en üstün kabul edilmesi gibi. Ataerkil toplumun, gücü her zaman önde tutan zihniyeti, bu hiyerarşinin ve sınıfların varlığının meşruluğunu artırmıştır. İnsanlar, gücünden korktukları doğa güçlerini devletle özdeşleştirince hem devletin hem de sınıfların varlığı, dinsel bir meşruluğa sahip olmuştur.

“Tanrının üst akıl (mutlak akıl) sahibi oluşu, alt aklın varlığını zorunlu kılar.” (Doğu Batı, Sayı: 8, Sf: 30) Bu durum, kendisini alt-eksik akıl olarak gören toplumun-insanın, üst akıl sahibi –tanrı temsilcisi- devlete biatını kolaylaştırır. Böylece devlet meşru görünür. Devlet, tahakküm aracı olduğu halde, bu meşruluk sayesinde gelişmeye devam eder. Bu gelişim içinde –tanrı ile özdeşleştiğinden dolayı, güçlendikçe tanrılar da güçlenmeye başlar. Totemcilik (animizm) zamanında, dar (lokal) bir bölgeye hâkim olduklarına inanılan tanrıların etki alanları da böylece genişletilir. Devletin yayılmasına tekabül eden bu sınırlar, ters bir bilinçle, dinsel olarak açıklanır. Devletle dinin özdeşleşmeye başladığı dönemlerden itibaren, tanrı-kralların veya rahip-kralların ortaya çıktığını görürüz.

a) Tanrı ile kralların özdeşleşmesi

Sümerleri anlatan Gılgamış Destanı, bize kralların tanrılaşmasına dair ilk yazılı (ve mitolojik) belgeyi sunar. Devleti güçlendirmiş olan kral Gılgamış, en yakın dostu Enkidu’nun ölümünden sonra, kendi ölümüne ağlamaya başlar. Her şey güllük-gülistanlık iken ölüm duygusunu derinden hissetmek, Gılgamış’ı eleme boğar. Bu yüzden, ölümsüzlüğü bulmak için yollara düşer. Şehir devletlerin güçlenmeye ve yayılmaya başladığı bir dönemde yaşayan Gılgamış, nihayet ölümsüzlüğü bulur. Tanrı-kral kavramının ilk mitolojik yorumu bu şekildedir. Bu mitolojik örtüyü kaldırdığımızda, dönemin devletinin, sınırlarını aşması ve güçlenmesi, kralların da –tanrılar gibi- güçlü ve ölümsüz olma arzularına tanık oluruz.

Aynı destanda, kadın egemenliğinin son kalıntılarına da rastlıyoruz. Tanrıça İştar (Yunanistan’da Afrodit), iktidarı kaybetmiş; ama hala güçlüdür. Hem Ur’da hem de komşu şehir devletlerinde, tapınakları sayesinde iktidarda ve sosyal yaşamda etkili olabilmektedir. Bu dönemin mitolojisi, erkeği tanrılaştırıp övdüğü halde kadını da över. Çok tanrılı dinlerin ve ataerkil zihniyetin hâkim olduğu bu dönemde, en güçlü tanrılar “erkek”leştirilmiş; ancak, anaerkilliğin kalıntıları da etkilerini korumuştur.

Sümerlerin devamı olarak kurulan I. Babil İmparatorluğunun mitolojisinde ise kadın, tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülmeye ve aşağılanmaya başlamıştır. Sümerlerde, erkek tanrıların erkek krallara dönüşme süreci, Babil döneminde, anaerkilliğin iktidardaki tüm etkinliğini kaybetmesine evrilir. Anaerkillikten ataerkilliğe geçişin tamamlanmasının mitolojik örtüsünü kaldırınca, bu dönemde, ilk imparatorlukların dönemi olduğunu ve tanrı ile kralın özdeşleşmesini tamamlayıp yayıldığını görürüz.

Mitolojiyi, kutsallığından sıyırdığımızda ortaya ekonomik-siyasal-kültürel mücadeleler tarihi çıkmaktadır. Tanrının cisimleşen hali olan devlet, Öcalan’ın benzetmesiyle daha iyi tanımlanabilir. “Tanrı, devlet otoritesi; melekler memurlar; peygamberler ve baş melekler ise bakanlıklar ile üst bürokrasiyi oluşturmaktadır”. (Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak, Sf: 48) Kral ya tanrı olarak ya da tanrının baş temsilcisi olarak devletin başındadır.

Tanrı hem güvenin hem de korkunun somutlaştığı bir olgudur. Bunlar, devletle doğrudan özdeşleşir. Toplum, devletten korktuğu gibi ona güvenir; en azından sınıf çelişmeleri keskinleşmeden önce güvenir. Bu güvenin zedelenip korkunun iyice büyümesi durumunda isyanlar artar. Bu da, devletin zor aygıtını daimi kılmasını zorunlu hale getirir. Sınıf karşıtlığına dayanan devlet, toplumdan bağımsızlaştıkça, zor aygıtını da güçlendirmek zorunda kalır.

Diğer taraftan da meşruluğunu sağlamak için, dinini yaymaya çalışır. Dinini yaymak ve hâkim hale getirmek için gerekirse zor kullanmaktan çekinmez; çünkü din en temel meşruluk aracıdır. Bu durum, tarih boyunca, devletler arasındaki savaşların neden din savaşları olarak görülebildiğini de açıklar. Din ile devletin özdeşliği, devletin kendi dinini korumasını ve yaymasını zorunlu kılmıştır. Kitlelerin savaştırılması açısından da tanrılık fikri başat rol oynar. Tanrılarına kurban sunan kitlelerin, tanrı için savaşması –kendini kurban etmesi- çoğu dinde zorunludur.

Dünyanın en büyük imparatorlukları ya tanrı ya da tanrı temsilcisidir. Mısır krallarının tanrısal ismi Horus’tur ve öte dünyada tanrı Osiris’e dönüşür; yani her iki dünyanın da efendisidir. (Suat Parlar, Ortadoğu “Vaat Edilmiş Topraklar”, Sf: 27) Bu yüzden krallar ölünce, öte dünyada kendilerine hizmet etmeye devam etmesi için tüm maiyetini de öldürüp kralla birlikte gömerlerdi. Firavun, Güneş Tanrısı Ra’nın oğlu sıfatıyla mühür basardı. Sultan hem şahlar şahı, hem de hakan anlamına gelir; yani dünyanın efendiliğini tanrısal güçle sağlayan kişi oluyordu.

Osmanlının başına geçen üçüncü yönetici olan I. Murat, kendisinden önceki gazi unvanının yerine “Hüdavendigar”; yani “Tanrıdan güç alan” sıfatını kullanmaya başlar. Bu, devletin güçlenmesine paralel, tanrısal güçlerin de arttığına dair tipik inanışın bir örneğidir. Çin’de hanlar, kainatın hükümdarıdır. Japon imparatoru Mikado güneş tanrısının başrahibidir. (Ramazan Yazçiçek, Milli Din Arayışı Ve Türk Müslümanlığı, Sf: 43, Ekin Yayınları) Güney Arabistan’da kurulan Sebe devletinin kralları da başrahipti. Greklerde (Yunan) kral, baş tanrı Zeus’un temsilcisidir. Nemrut ise ünlü bir tanrı kraldır…

Tanrı kral olgusunun sadece antikçağa ve çok tanrılı dinler dönemine ait olduğunu sanmak hata olur. Çünkü tek tanrılı dinlerin hâkim olduğu feodal toplumda ve sonrasında da günümüze kadar, tanrı kral özdeşliği, değişik biçimlerde etkisini sürdürmüştür. Bu süreçlerde, krallar, tanrı ismini kullanmasalar da tanrının temsilcisi sıfatıyla tanrı kralların niteliğine sahip olmuşlardır.

Hıristiyanlık resmi din olduktan sonra Katolik kilisesinin önderi olan Papa, kendisini tanrının temsilcisi ilan etmiştir. Skolâstik dönemin Avrupa’sında Katolik kilisesi, tanrı krallığı ile yeryüzü krallığı ayrımı yapıyordu. Tanrının krallığının tezahürü olarak, yeryüzü krallığının temsilcisi ise Papa idi. Hıristiyanlık Avrupa’sında kapitalizm döneminde de bu temsilcilik –etkisi ve biçimi değişse de- devam etmiştir. Daha çok ideolojik anlam taşıyan bu temsilcilikler İngiltere kraliçesinin, Protestan-Anglikan kilisesinin temsilcisi olması vb. şeklindedir.

İslam dünyasında durum farklı değildir. İslam peygamberi Muhammed, Allahın temsilcisi olarak devletin başındaydı. Kuran’da “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allaha biat etmektedir.” (Kur’an, Fetih Suresi, 10. Ayet. Tüm Yazı Boyunca Kur’an’ın, Suudi Arabistan Krallığı, Medine-i Mürevvere, Kral Fahd Kur’an’ı Kerim Baskı Kurumunun 1987 Baskısı Esas Alınmıştır.) denmektedir. Bu ayet, hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek biçimde peygamberin iktidarını, tanrıyla özdeşleştirmektedir. Peygamber sonrası dönemde de gerek halifelik gerekse hanedan halifelik döneminde bu nitelik değişmemiştir. Halifeler “Allahın en sevdiği kulu!” olarak iktidardadır ve iktidarı tanrı adına ellerinde tutuyorlardı. Birçok ehlisünnet âlimi, halife (veya imamın) hiçbir koşulda azledilemeyeceğini savunur. Halife Osman’ın dediği gibi “Allahın verdiği makamı, kendi elimle bırakmam” (Muhammed Amara, Mutezile ve Devrim, Ekin Yayınları) anlayışı hâkimdi.

Osmanlı devletinde de durum değişmemiştir. Fatih Sultan Mehmet, kulluk sistemini getirerek bu özdeşliği geliştirdi. İslam’da tüm mülk (devlet, toprak) Allaha ve dolayısıyla temsilcisine aittir. Bu bile tanrı kral özdeşliğini fiili olarak yaşatırken, Sultan Mehmet’in kulluk sistemini getirmesi ve 1517’de halifeliğin Osmanlı sultanlarına geçmesi (geçirilmesi) ile tanrı krallık özdeşliği güç kazanmıştır.

Tanrı kralların ibadethaneleri-tapınakları, tanrının evi olmaktan çıkarıp, güç-ihtişam gösterisine dönüştürmeleri, tanrının yeryüzünde cisimleştirilmesinin ürünüdür. Tanrının simgesi olan tapınak, cami, sinagog, kilise gibi ibadethaneler yapılar, tarih boyunca devletin ihtişamını göstermek için kullanılmıştır. İlk kiliseler, ilk camiler, ilk sinagoglar ve ilk tapınaklar sade ve mütevazı yapılar iken devletin elinde bu yapılar büyük ve görkemli binalara dönüştürüldü.

İktidar, işgal ettiği bölgelere ve özellikle başkentlere, gücünü sembolize eden dev ibadethaneler yaptırmıştır. İslam devleti Kudüs’ü ele geçirince, altın kubbeli cami yaptırmıştı. Bu yalnızca güç gösterisi değil, kendi dininin-tanrısının gücünü (yani kendi devletinin gücünü) göstermesi dinini yayması ve diğer dinlere baskı yapması anlamına da geliyordu. (A. Haurani, Arap Halkları Tarihi, Sf: 52, İletişim Yayınları). Budizm ve Hinduizm’de de aynı yaklaşım mevcuttu; tanrıların veya Buda (Gautama)’nın dev-altın heykelleri devletin gücünün ispatıydı.

Tanrı krallar en ihtişamlı dönemlerini köleci toplumda yaşamıştır. Çok tanrılı dinlerle özdeşleşen tanrı krallar devletin güçlenmesine paralel dinin etkisinin güçlenmesinin en çarpıcı örneklerinden birini verirler. Çok tanrılı dinlerin evrimini incelediğimizde aynı zamanda devletin evrimini incelemek zorunda kalırız. Böylece, devlet ve sınıf mücadelesinin sınırlarına hapsolan dinin, neden biçim değiştirdiğini de daha geniş görebiliriz.

b) Çok tanrılı dinlerin ve köleci devletin evrimi

Çok tanrılı dinler, site (şehir) devletlerine en uygun dini sunuyordu. Gerek Sümerlerde gerekse Greklerde (Yunan) şehir devletler (site) hâkimdi. Her site devletin, egemenlik alanını tanımlamak için, birer tanrılarının olması, merkezi bir devletin olmayışının ürünüdür. Kölelik sistemi her iki bölgede de hâkimdi; bu durum, entelektüel zeminin gelişmesi için zemin yaratmıştı. Bu da çok tanrılı dinlerin hukukunun, dinsel felsefe ile iç içe geçmesini sağlayarak, bu devletlerin güçlenmesinde ve ömürlerinin uzamasında etkili olmuştur.

Ancak site devletlerinin ömrünün çok da uzun olması beklenemez. Kaynak ile nüfus sonrasındaki çelişme ona üretim aracının (toprak) taşınamaz ve artırılamaz niteliğine sahip oluşu dolayısıyla giderek keskinleşir. Bu durum, şehir devletini yayılmaya zorlar. Sınıf çelişmelerinin de keskinleşmesi bu zorunluluğu artırır.

Sümerlerde kıt olan kereste, baharat, çeşitli madenler ilk önce doğu Akdeniz ile İndus uygarlıklarından (Hindistan) sağlanıyordu. Ancak bu da yetmez olunca, Sümerler, çevrelerindeki şehir devletlerini ele geçirerek devletin sınırlarını genişlettiler. Bu süreç, mitolojide tanrıların güçlenip dünyanın efendisi-hâkimi olmaya başladıkları bir süreç olarak geçer. Yani ilk imparatorlukların kurulmaya başladığı süreçtir. Bu süreçte tek tanrı (mutlak tanrı) fikri henüz gelişmemişti. Ancak imparatorlukların tek devlet altında dünyayı ele geçirme emelleri, tek tanrılı dinler için zemin hazırlamıştır.

Devletin genişlemesi, daha etkin ideolojik araçları zorunlu kılıyordu. Devletin genişlemesi, sömürünün de yoğunlaşıp genişlemesi anlamına geliyordu. En basitinden ordunun güçlenmesi için daha etkin ideolojik araçlar şarttı. Ordu fetihlerin (işgallerin) temel aracıydı. Bu nedenle olmazsa olmazların başında geliyordu. Ordunun güçlendirilmesi; devlet ile kitleler arasındaki çelişkileri keskinleştiriyordu. Yeni toprakların ele geçirilmesiyle de dar (lokal) bir alanda hakimiyet kuran tanrı fikri yetmez oldu. Böylece üretimin genişlemesi, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve devletin yayılması zorunlulukları birleşerek, tek devlet ve tek tanrı fikrinin oluşmasını sağlamıştır.

Tek tanrı fikrine, insanın doğa üzerindeki egemenliğinin ve bilgisinin artması bir entelektüel zemin hazırlamıştır. MÖ 2000’li yıllarda ilk imparatorluklar kurulduğunda Mısır ve Sümerler matematik ve astronomide oldukça gelişkindi. Yıldızların konumu ve yılın süresi hesaplanabiliyordu. Şu anda kullandığımız haftalara bölünmüş güneş yılı takvimi, Mısırlıların keşfidir. Mısırlılar, matematik ve mühendislikteki gelişkinlikleri sayesinde dev yapıtlar inşa edebiliyorlardı. Nil, Mezopotamya ve İndus havzalarında inşa edilen dev sulama kanalları bir mühendislik harikası olarak, doğanın sırlarının keşfedilmesi ve –sel gibi- doğal afetlerin kontrol altında tutulmaya başlanmasının ürünüdür.

Demir çağının başlamasından sonra (MÖ 1000-900, Mezopotamya) başta askeri teknikler olmak üzere, zanaat, ticaret ve tarımda önemli değişimler yaşanmıştır. İnsanların dev deniz araçları yapabilmesi, ticaretin genişlemesini sağladığı gibi kültürlerin kaynaşmasını ve bilginin hızla yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bu entelektüel birikim, insanı, lokal yaşam alanından çıkarıp, kendisinin evrenin bir parçası olduğu fikrine götürdü. Zaten evren fikri-algısı, tek başına, tek tanrı fikri için geniş bir zemin sunuyorken, mevcut entelektüel birikim, sınıf mücadelesi ile birleşerek tek tanrı fikrini yaratmıştır.

Tek tanrı fikrini ilk olarak Tevrat’ta görüyoruz. Peygamber İbrahim (tahminen MÖ 1700’ler) tek tanrı fikrini ortaya atmıştır. Ancak mitolojiyi değil arkeolojiyi ve antropolojiyi esas alırsak, ilk tek tanrı fikrini Mısır’da buluruz. Mısır, Sümerlerde olduğu gibi, çok tanrılı dine sahipti. Bu durum ülke içindeki birliği tehlikeye sokuyordu. Aşağı Mısır ile Yukarı Mısır’ın birleştirilmesi, bu riski artırmıştı. Thakae’li IV. Amanotep, bu duruma son vermek için, MÖ 14. yüzyılda, Thabne’yi başkan yapar ve bu şehrin tanrısı Amon’u tek tanrı ilan ederek, diğer tanrılara tapınmayı yasaklar. Bazı kasabaların bile ayrı bir tanrısının bulunduğu Mısır’da bu kolay olmadı. Amon, güçlü Ra’nın gücünü kıramadı ve iki tanrı birleştirildi. Adına Amon-Ra dendi. (Orhan Hançerlioğlu, age)

Böylece Mısır’da ilk tek tanrı deneyimi yaşanmış oldu. Devletle dinin özdeşleşmesi sonucu, devletin ve hâkim sınıfların zenginleşme hayalleri, kendisini başka bir hayalle, yani tanrılar vasıtasıyla gerçekleştiriyordu. Mısır’dan sonraki –bilinen- ilk tek tanrılı devlet deneyimi, MÖ 1030’da kurulan İsrail krallığıdır. İlk peygamber krallara sahip olan bu devlet, çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçişte önemli bir aşamadır. Bu krallık sayesinde Yahudilik mitolojisi ve tek tanrılı din fikri tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılmıştır.

Çok tanrılı dinlerin sonunu hazırlayan en büyük siyasal ve kültürel dönemin, Helenistik dönem olduğunu söylemek yanlış olmaz. MÖ 4. yy-1. yy arasında yaşanan bu 300 yıllık dönemi Makedonyalı İskender başlatmıştır. İskender, Yunanistan’dan (Grek) Hindistan’a (İndus), güneyde Afrika’ya kadar olan geniş bir bölgede, dinlerin-tanrıların, kültürlerin-entelektüel birikim ve ekonomik biçimlerin yaygınlaşıp kaynaşmasına vesile olmuştur. Bu da zengin bir birikim yaratmıştır. Çok tanrılı dinlerin sonbaharını yaşadığı bu dönem, tarihin en büyük ve en güçlü köleci devletlerinden birinin, Roma’nın kurulmasıyla sona erer.

Roma, çoklu etnik ve dini topluluklara sahipti. Ayrıca köleci devletin en fazla olgunlaştığı ve klasik hale geldiği bir devlettir. Haliyle köle ile efendiler arasındaki çelişmenin de en fazla keskin olduğu bir ülkeydi. Bu sınıfsal çelişmelerin olgunlaşması, Helenistik dönemle birlikte gelişen entelektüel-kültürel zemin üzerinde tek tanrılı din olan Hıristiyanlığın ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Yahudiliğin devamı ve “tamircisi” olarak ortaya çıkan Peygamber İsa, geniş köle kitlesi ile yoksulları çevresine toplamakta pek zorlanmadı. “Yahudi gelenekleri ile Yunan –özellikle Stoacı- felsefenin kaynaşmasını kendine temel alan” Hıristiyanlık, “o ana kadarki dünya düzenini tersyüz etmesi ve zenginlerin, güç sahiplerinin ayrıcalıklarını aşağılaması ve bununla birlikte bütün dünyevi zevklerin aşağılanması ile şehvetin köreltilmesinin öngörülmesi” (Engels-Marks, age, Sf: 232) şeklinde bir özelliğe sahipti.

Roma, işgalci ve haraççı bir devletti. Kendisine bağımlı kıldığı ülkelere görece özerklik vererek ömrünü uzatmayı başarmıştır. Ancak devletin varlık koşullarından birisi olan merkeziyetçilik kendini dayattıkça, Roma kendi hukukunu ve ahlakını özel hukuklara dayatmak zorunda kalıyordu. Bu da toplumsal çelişmeleri keskinleştiriyordu. Yanı sıra, göçebe kabilelerin kuzeyden, Afrikalıların güneyden, İranlıların ise doğudan sık sık saldırması, daimi ve güçlü bir orduyu zorunlu kılıyordu ki bu da sömürünün yoğunlaştırılması anlamına geliyordu. Bunlar dışında, Roma’nın hiçbir zaman iç iktidar dalaşından sıyrılamadığını da eklemek gerekir. Tüm bunlar çürüyen ve temelleri sarsılan bir imparatorluk yaratmıştı.

Roma’nın bu niteliği-çürümüşlüğü, toplumsal bir değişimi zorunlu kılıyordu. Bu yeni toplumsal sistem için gereken ekonomik, siyasal ve kültürel zemin olgunlaşmıştı. Bu devrim, dönemin dinsel düşüncesi dolayısıyla kutsal bir örtü altında; yani Hıristiyanlık aracılığıyla gerçekleşmiştir. Roma, üç yüz yüzyıldan fazla bu değişime direndi. Ancak sonunda, Hıristiyanlığı, parçalanmakta olan imparatorluğu ayakta tutabilme ümidiyle, resmi din olarak kabul etti. Roma devleti ile özdeşleşen Hıristiyanlık, çok tanrılı dinlerin hukukunun yerine, tek tanrılı dinin hukukunu hâkim hale getirdi.

Bu, Roma’yı parçalanmaktan kurtaramadı; Roma ikiye bölündü. Batı Roma bir süre sonra parçalandı. Doğu Roma (Bizans) ise feodalizmin temsilcilerinden biri olarak gelişmeye devam etti. Doğu Roma, Hıristiyanlığın dünyadaki “ilk temsilci devleti” olmuştur. Roma’nın bölünmesi, antik çağın sonu, ortaçağın ve feodal toplumun başlangıcı olarak kabul edilir. Bu dönem, ayrıca tek tanrılı dinlerin dünyanın çoğunda hâkim olmaya başladığı sürecin başını ifade eder.

Köleci toplumda, çok tanrılı dinlerin uzun süre yaşayabilmesi, tamamen kendi özgüllüğünün ürünüdür. Köle sahipleri ile köleler arasındaki çelişmenin, temel çelişme olduğu bu toplum biçimi 3 bin yıldan fazla sürmüştür. Bu kadar uzun bir süre ayakta kalması, kesinlikle, salt devlet zoru ile mümkün olmamıştır. En başta kölelerin, kölelik bilinci olmaksızın bu sistem de var olamazdı. Köleler, ancak yaşam koşulları dayanılamayacak noktaya geldiği zaman isyan etmişlerdir. Köleler o noktaya gelene kadar, kölelik bilincini sağlayan en önemli etken din olmuştur.

Din, sadece devleti meşrulaştırmakla kalmamış, köleliliği de meşrulaştırmıştır. Dinin en önemli etken olduğu meşrulaştırma olmaksızın devletin var olması düşünülemezdi. Tek yanlı bir şekilde kökleri ve köleliliği, efendilerin yarattığı anlayışı doğru değildir; daha doğrusu madalyonun bir yüzüdür diğer yüzü ise kölelerin de efendiler yarattığıdır. Bu iki olgu birbirinden koparılamaz. Bunu yaratan (her iki sınıf için de) en önemli etken din olmuştur. Bunun kavranması, devleti, salt zor aracına indirgeyerek, dinin devletle özdeşleşmesinin ve yarattığı ideolojik meşruluğun kavranmasını da engelleyecektir. Dolayısıyla sınıf savaşımının çok yönlü kavranmasının da önüne geçerek günümüzün de dar-sığ yorumlanmasını beraberinde getirecektir.

Köleci toplumun incelenmesi, bize devlet ve sınıf mücadelesinin sınırları içinde hapsolan dinin evrimin görülmesini ve dolayısıyla dini biçimli sınıf mücadelelerinin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Dinin, ne olduğu ve nasıl biçimler alabildiği kavranmaksızın günümüzdeki dinin etkisinin nesnel ve çok yönlü anlaşılabilmesi zordur.

c- Tanrısız dinlerin devletle özdeşleşmesi

Hindistan’da kölecilik ve devletleşme esasta MÖ 1500’lü yıllarda başladıysa da Hindistan’da hiçbir zaman klasik bir köleci devlet kurulmamıştır. Üretim esasta küçük köylülere veya komünal köylere dayanmakta; köleler, genellikle esasta tapınak, yol, sulama kanalı gibi büyük binaların yapımı ile ev işlerinde kullanılmaktaydı. Benzer sosyo-ekonomik yapı Çin’in birçok bölgesi için de geçerliydi. Her iki coğrafyada da üretimin genelde zor doğa koşulları altında yapılması dine özgün biçimler vermiştir. Nüfusun kalabalık ve iç içe oluşu da bunu artırmaktadır.

Budizm, Jainizm ve Konfiçyonizm en yaygın olan tanrısız dinlerdir. Bu üç dinde bir tanrı yoktur; yaratılış ve ahiret inancı da yoktur. Dolayısıyla cennet-cehennem, şeytan melek vb. inancı da yoktur. Jainizm’in kurucusu Mahavira’ya göre, yoktan var oluş düşüncesi saçmadır. Budizm’in kurucusu Gautama’ya göre, evren ve öz yoktur; sadece oluş ve akış vardır. Konfiçyonizmin kurucusu Kong-Fu Tse’ye göre ölümden sonra yaşamın varlığı kesin olarak bilinemez; bu yüzden de ölümden sonrasını araştırmamak en iyisidir.

Her üç dinin kurucusu da, peygamberlik iddiasında bulunmamış, kendilerini ilahlaştırmamış ve her üçü de sade ve kıt kanaat bir yaşamı öğütlemiştir. Her üç din de, erdemi ve ahlakı öğretilerinin merkezine alır. Jainizm ve Budizm, insanların tam eşitliğini savunur; prensler ile köylüler arasında bile ayrım yapmazlar. Konfiçyonizmde ise en iyi değerli insan bilge insandır; Sokrates gibi erdeme, ancak bilgi ile ulaşılabileceğine inanılır. (Orhan Hançerlioğlu, age, Sf: 45-47)

Görüldüğü gibi her üç dinde de sınıf savaşımını veya toplumsal hiyerarşiyi kutsayan bir şey yok. Buna rağmen özellikle Budizm, uzun yıllar boyunca sınıflı devletin toplumun dinsel-kutsal örtüsünü oluşturmuştur. Dinsel düşüncenin ve sınıf savaşımının özü kavrandığında, paradoks gibi görünen bu durum açıklığa kavuşur. Dinsel düşünce, sosyo-ekonomik gelişmelerle birlikte doğa ve insan arasında çelişmenin ürünüyse, öncelikle bunları incelemek gerekir. Böylece hangi bilincin, hangi çelişmenin ürünü olarak yaşandığını ve nasıl bir dinsel örtüye büründüğünü daha iyi anlayabiliriz.

Her üç dinin ortaya çıktığı dönemlerde (MÖ 6. yy) Hindistan ve Çin’de komünal mülkiyet hâkimdi. Zor doğa koşulları altında, kalabalık bir nüfusla üretim yapılıyordu. Köy komünlerinin yaygın olduğu bu dönemde, “birey, ancak böyle bir topluluğun –sözcük ya da mecazi anlamda- üyesi olduğu sürece kendisini bir mülk sahibi ya da zilyedi (geçici olarak verilen ve miras hakkı bulunmayan mülkiyet biçimi –bn)” sayar. (Marks, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sf: 63, Sol Yayınları)

Sulama sistemleri, köy komünleri için hayati öneme sahipti. Bu yüzden sulama kanallarını inşa edenler ve yönetenler, alt topluluklara karşı bir üstünlük kazanmıştır. Böylece despot bir yönetimin ekonomik temelleri oluşturulmuş oldu. Kapalı bir ekonomik sistem yaratan bu üretim tarzı, değişime en dirençli olan sistemdi. “Bu, onun dayandığı temel ilkeden, yani bireyin topluluktan bağımsız olamayışından, üretim devresinin kendi kendine yeterli oluşundan, tarımla el zanaatlarının birliğinden vb. ileri gelir.” (Marks, age, Sf: 76)

Köy komünlerinin, komünal mülkiyete dayanması, nüfusun kalabalık ve iç içe olması (Cermen tipinin aksine) ve zor doğa koşulları ahlakı biçimlendirerek çilecilik ve kıt kanaatçiliğin gelişmesini sağlamıştır. Ahlaksal açıdan en büyük erdem, iyi ahlak sahibi olmaktır. Bugün bile bu ülkelerde (Asya’da) çalışmak ve sade yaşam ibadet sayılmaktadır. Bu ahlakın yarattığı hukuk, iyi-kötü ayrımına dayanır ve referans (çıkış) noktası komündür; kolektiftir. Doğa ve doğa egemenliğinin dinsel yorumu, burada, komünün işleyişi ve varlık koşulları ile özdeşleşir. Devletleştikten sonra, devletin varlığı, komünün varlık koşullarından biri haline gelir. Böylece, ahlaka dayalı bu tanrısız dinsel öğreti, devletle özdeşleşir.

Doğaya iyice yabancılaşan tek tanrılı dinlerin aksine, burada, doğa hala dinsel düşünceye biçim vermeye devam etmiştir. Bu durum, sınıf savaşımının ve çelişkilerinin gelişkin olmamasından kaynaklanır. Kalabalık ve iç içe olan nüfusun varlığıyla birlikte bu durum, toplumsal ilişkileri, doğaya uyumlu bir iyi ahlak temelinde yükseltmeyi zorunlu kılmıştır. Komünün birliği ve varlığı buna bağlıdır. Bu, özel ahlakı (örfi ahlak) yaratır ve komünün ömrünü uzatır. Devletin buna göre biçim alması, genel bir hukuk yaratır. Devlet özel (örfi) hukuku kendi hukukuna uyarlayarak ideolojik temellerini oluşturur.

Bu açıdan, bahsi geçen üç dinin öğretisinin temelinde erdem ve iyi ahlakın bulunması anlaşılabilir. Bu tür toplumlarda bilgeler ve atalar kutsal sayılır. Her üç din de bilgiye ve ataya saygıyı ilk koşul sayar. Bu durum, karşıt sınıflara dayanan bir zihniyet yaratmasa da hiyerarşinin temellerinden birini oluşturur. Özellikle Konfiçyonizmde baba ve ataya saygı devlet sahiplerini de kapsar. Böylece bu din, devlete en yakın olma özelliğine sahip olmuş ve uzun yıllar devletle özdeşleşmiştir.

Komün halindeki toplulukların, üretim için sulama kanallarına olan ihtiyacı, bu kanalları elinde bulunduranlara karşı bir ekonomik bağımlılık yaratmıştır. Kafa ile kol emeğinin ilk ayrışma örneklerinden biri olan bu durum, devlet organının oluşmasını sağlamış ve komünlerin varlıklarını devletle ifadelendirmesini beraberinde getirmiştir. Diğer topluluklara karşı bir güvenlik aracı ve sulama kanallarının koruyucusu-düzenleyicisi olarak görülen devletin, komünlerle bütünleşmesi zor olmamıştır. Bu organ-devlet, hâkimiyetini dinsel biçimde meşrulaştırdığından dolayı komünlerin dini devletle özdeşleşmiştir. Bu da sınıfların kabulünü ve meşruluğunu sağlamıştır.

Bu üç dinin öğretilerinin merkezinde yer alan reenkarnasyon (ruh göçü) inancı devletin hukuku ve ideolojisi ile birleşince iyi ile kötünün doğru ile yanlışın ahlaksal referansı devletin ahlakı olmuştur. Böylece devletin ahlakının meşruiyeti, daha geniş bir kutsal örtünün altına girer. Budizmin kurucusu, Hinduizme tepki olarak ruh göçünü inkâr eder. Ancak, bilinç-akıl, bir oluş ve sonsuz döngüdeki bir akış olarak görüldüğü için, ismen reddedilen ruh göçü, başka isimde yaşam bulmuştur. Zaten daha sonraları onlarca mezhebe bölünen Budizm’in birçok mezhebi ruh göçünü açıktan savunmaya başlamıştır.

Ruh göçü, insan ruhunun, sonsuz sayıda, bedenden bedene geçtiği inancıdır. Her insanın yaşadığı dönemde yaptığı iyilik ve kötülüklere göre bir sonraki bedeninin biçimi ve sosyal durumu belirlenir. Çok iyilik yapanların zengin ve iyi insan bedenine; çok kötülük yapanlarınsa çeşitli hayvan bedenlerine veya yoksul insan bedenine tekrar geleceğine inanılır. Bu inanç, devletsiz toplumda iyi-kötü, doğru-yanlış ayrımının (normlarının) komüne göre belirlenmesini sağlarken, devletli toplumda esas referans, devlet ahlak ve hukuku olmaya başlar. Böylece en büyük kötülük (yanlışlık-günah) tanrılı dinlerde olduğu gibi “devlete karşı çıkmak” olmaya başlar ve cezası tek tanrılı dinlerdeki gibi ölümdür.

Bunlara ataerkil zihniyetin etkisi eklendiğinde tanrısız dinlerin devletle özdeşleşmesinin niteliği ayrıntılandırılabilir. Ataerkil zihniyet güce tapar. Doğa güçlerinin karşısındaki acizliğin ürünü olan bu bilinç, şiddeti de kutsar. Güce tapınma, gücü şiddetle özdeşleştirme, şan ve şerefin güç ile bu (bahsi geçen güç ile) tanımlanması gibi özelliklere sahip olan bu zihniyet tüm bunları, en büyük güç sayılan devletle özdeşleştirir. Böylece ataerkil zihniyet dinsel olmayan kılıflarla da devleti meşrulaştırır. Bu meşruluk dinin, devletle özdeşleşmesini hızlandırır.

Anlaşılacağı üzere tanrısız da olsa, devletle bütünleşen-özdeşleşen din, devlet ideolojisinin ve hukukunun kutsal örtüsü haline gelir. Asya devletleri geliştikçe bu kutsal örtü de genişlemiştir. Yeni biçimler aldıkça, dogmalığı ve katılığı artmıştır. Ki bir süre sonra, devletle özdeşleşen bu dinler, kurucularının öğretisinden çok farklı biçimlere evrilmişlerdir. Bu evrim içinde her üç din (öğreti) iyice fetişleştirilmiş ve kurucularının heykelleri, tapınma nesnesi haline getirilmiştir. Özellikle Gautama’nın (Buda) 5-6 metreye varan altın heykelleri, bu heykellerin sergilendiği dev ve ihtişamlı tapınaklar, devlet tarafından yaptırılmıştır. (Zaten halkların buna gücü yetmez; ihtiyaç da hissetmez!) Böylece soyut fikirler cisimleştirilerek, etkileri artırılmıştır.

Tapınak ve heykeller ilahlaştırılınca, sadece bir ahlak öğretisi olarak ortaya çıkan bu üç dinin özünden geriye fazla bir şey kalmaz. Kurucuların ilahlaştırılması, devletle özdeşleşen bu dinlerin ruhban sınıfı yaratmalarını sağlamıştır. Bu ruhban sınıfı, sosyal ve siyasal yaşamda başat bir rol oynamıştır. Bu ruhban sınıfı ve ilahlaştırma-fetişleştirme, devletle bu dinlerin özdeşleşmesini derinleştirmiştir. Çünkü tapınak ve heykellerin ihtişamı devlete aittir; onun gücünün simgesidir. Devlet, bu tapınak ve heykellerin kutsallığının tezahürü ve koruyucusu olarak görüldüğü için, bu semboller, devletle özdeşleşir. Devletin varlığı bunlara, bunların varlığı da devlete bağlıymış gibi görülür.

Böylece, sınıf karşıtlığı ve görünümüne sahip olmayan bir öğretinin bile, nasıl tanrılı dinler gibi devletle özdeşleşebildiğini ve kutsal örtüler yaratabildiğini görmüş olduk. Marks’ın deyimiyle “din dünyası, gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey değildir.” (Marks, age, Sf:170)

  1. Feodal toplumda din ve devlet

a) Hıristiyanlık Avrupa’sında din ve devlet

Feodal devlet, köleci devlete göre daha yetkindir. Kölelerin verimsiz işgücü yerine, serfler üretimin esasını gerçekleştirir. Toprağın temel üretim aracı olmaya devam ettiği feodal toplumda köylü ve serflerin varlığı feodal devletin varlık koşulunu oluşturduğu için sistem esasta serfleri toprağa bağlayacak bir hukuku esas almıştır. Bu hukukun biçimi elbette önceki toplum biçimi gibi dinseldir. Feodal devletin güçlenmesine paralel, kilise de güçlenmiştir. Kilise, ekonomik olarak basit bir feodal beyin statüsünde iken, güçlendikçe iktidarda da fazla söz sahibi olmuştur.

Kilisenin (Katolik kilisesi) önderi Papa, kendini “tanrının temsilcisi” ilan ederek, Avrupa’daki Hıristiyan kralları etkisi altına almıştır. Krallar bir yandan iktidarlarının devamı için kiliseye muhtaç olurken diğer yandan da onun üzerinde hâkimiyet kurmak için çalıştılar. Kilise (ruhban sınıfı) ile aristokrasi arasındaki mücadele ve birlik, çeşitli biçimlere girerek kapitalist sistemin hâkimiyetine kadar sürmüştür.

Skolastik dönemin (5. yy-17. yy) büyük bir kısmına yön veren Augustina, insanın-toplumun ve devletin, tamamen kilisenin yönetiminde olması gerektiğini savunuyordu. İnanç ve iradeyi, akıldan üstün tutuyor; maddenin var olmadığını ve ruhun mutlak olduğunu savunuyordu. Tanrı hukukunun tek ve mutlak hukuk olması gerektiğini savunan Augustina, yeryüzü krallığı ile tanrı krallığı arasında ayrım yapan kişidir. Bu ayrım, yaklaşık 13. yüzyıla kadar kilisede hâkim olmuştur. Ortaçağın karanlık ve zorba yanının kutsal örtüsü esasta Augustina tarafından şekillendirilmiştir. Bu dinsel öğreti sayesinde, kilise yüzyıllar boyunca hanedanları yönetebilmiş veya en azından ortak olmuştur; öyle ki kilise birçok hanedan veya feodal beyden daha güçlü hale gelmiştir.

Kilise, mülk edinme ve elde tutma biçimi dolayısıyla aristokrasi ile çatıştığı kadar uzlaşmak da zorundaydı. Yanı sıra, devletin (ve sömürüsünün, zenginliğin, gücün…) bekası için, aristokrasinin ordusunun varlığı zorunluydu. Devletin varlığının dinsel olarak algılanmasıyla birlikte kilise ile aristokrasi arasındaki rekabet geçici, uzlaşı ise esas olmuştur.

Feodal devletin başında olan aristokrasi, niteliği gereği dini dışlayamazdı. Yönetmek için olduğu kadar, meşruluk için de dine ve kiliseye ihtiyacı vardı. Çatışmalı duruma rağmen kilise ile her zaman uzlaşmak zorundaydı. Avrupa’da köylü ayaklanmaları başladıktan sonra bu uzlaşmalar artmıştır. Din, devletle özdeş olduğundan dolayı aristokrasi bu uzlaşıyı daimi kılmak zorunda kalıyordu.

Feodal devletin gelişmesi, üretim araçları ve üretim ilişkilerinin de gelişmesini beraberinde getirdi. Sınıf çelişmelerinin keskinleşmesi, meta üretiminin gelişmesi ve artması gibi etkenler, yeni fikirlerin doğmasına neden oluyordu. Bu sürece ilk tepkilerden biri, kiliseden, artık kitleleri yönetmekte zorlanan ruhban sınıfından gelmiştir. Böylece dinsel boyunduruğun gevşetilmesini sağlayan Thomas Aquinas’ın fikirleri aydınlanma çağına kadar hâkim olmuştur.

T.Aquinas, Augustina’nın tanrısını kısmen yere indirdi. Aristo’yu Hıristiyanlıkla birleştirerek yeni biçimler verdi. Önceki dönemin (Augustina’nın) tersine, maddenin varlığını kabul etti. Aristo’nun 4 temel nedenini olduğu gibi Hıristiyanlık felsefesi ile kaynaştırdı. Akıl’ın iman ve iradenin tamamlayıcısı olduğunu savundu. Kilise (Tanrı) hukuku ile toplum hukukunun birleştirilmesi gerektiğini ve insanın, toplumsal bir varlık olduğunu savundu. Devlet ve kiliseyi bir bütünün iki parçası olarak gördü. Böylece dünyevi yaşama ve akla bir adım yaklaşmış oldu. ( Felsefe Tarihi, Sf: 150-200, Üniversite Kitap Yayınları) Ortaçağın son dönemlerine hâkim olan bu öğreti, Rönesans’ın baskısı ve meta üretiminin gelişmesinin ürünü olarak, dinin yenilenme ihtiyacından doğmuştur.

Kilise ile aristokrasi, hiçbir zaman İslam devletindeki gibi bir özdeşliğe sahip olamamıştır. Bunun temel nedenlerinden biri Avrupa feodal üretim tarzı ve devletinin özgüllüğüdür. Avrupa’da doğudaki gibi güçlü ve merkezi bir devlet hiçbir zaman kurulamadı. Avrupa devletleri en güçlü oldukları zamanlarda bile iktidarı yerel feodaller (aristokratlar) ile paylaşmak zorundaydılar. Bunun nedeni, öncelikle kölecilikten çıkmış güney Avrupa ile ilkel göçebe-kabile sisteminden feodalizme geçiş yapmış olan kuzey Avrupalıların kaynaşmış olmasıydı. Özgürlüğüne düşkün olan kabileler yeni devletler içindeki özgürlük alanlarını alabildiğince geniş tutmaya çalıştılar; bunun için de çatışmayı göze aldılar. Diğer bir nedense feodallerin klasik biçimiyle evrildiği yerin Roma olmasıydı.

Bu biçimiyle gelişen feodalizmde, ülkelerin toprakları, aristokrasi arasında paylaştırılır. Bu toprak sahiplerinin çatışması geçici değildir. Çünkü her toprak sahibi (aristokrat) aynı zamanda güç anlamına gelen, ana üretim aracı toprağa (ve üzerindeki köylüye) sahip olmak için alanını genişletmek zorundaydı. Bu çelişki feodal beyi hem içten (sınıf çelişmeleri ile) hem dıştan (işgaller ile) güçsüz kılar. Dolayısıyla bu tarz siyasal-ekonomik ilişkilerin olduğu bir yerde doğu devletleri gibi, merkezileşme yaşanmaz. Merkeziyetçiliği en fazla sağlayabilen devlet olan Doğu Roma bile, merkeziyetçiliği, Avrupa’da feodalizmin gelişmesiyle birlikte zayıflamış ve iktidarı yerel feodallerle paylaşma zorunda kalmıştır.

İktidarın dağınıklığı, kilisenin gücünün dağınık olmasına neden oluyordu. Gerek aristokrasinin gerekse ruhban sınıfının iktidar dalaşı yüzünden birçok mezhep ve tarikat doğmuştu. Ezilenlerin de kendisini dinsel ifade etmesinden dolayı mezhep ve tarikat sayısı yüzleri bulmuştu. Her yerel iktidar, ancak dinsel sapkınlık yolu ile kendini –dinsel olarak- üstün göstermeye çalışıyordu. Bunun yanında her aristokrat mutlaka belli bir sayıda ruhbanı kendisine çekmek zorundaydı.

Bunun sonucu olarak dinin ve iktidarın merkezinin neresi olacağı tartışmaları (dalaşı) Hıristiyanlığı iki büyük kampa; Katolik ve Ortodoks mezheplerine ayırdı. Daha sonra, Katolik kilisesine karşı çıkanlar Protestan mezhebi adıyla Hıristiyanlığı esnettiler ve kendi iktidar alanlarını oluşturdular. Protestanlık, yükselmekte olan burjuvazinin dini haline gelerek kitlelerle bağını oluşturmada önemli bir araç olmuştur.

Feodal Avrupa’da devlet merkezileştikçe kilisenin merkeziyetçiliği de artmıştır. Kilise, en küçük yerleşim birimlerine dahi kiliseler inşa ederek aristokrasinin askeri ve siyasal etkisinin az olduğu bölgelerde bile ideolojik hâkimiyetini kurabiliyordu. Bu şekilde en geniş kitleye tanrı sürekli hatırlatılmaktadır. Yapılan düzenli ayinlerle, tanrı ve temsilcisi devlet sürekli kutsanır. Bu sayede, toprak sahibi kilise “tanrının adına” sömürüsünü iyice yayma ve yoğunlaştırma zeminine genişçe sahip olmaktadır. Bu arada, devletin ilgili birim veya yerel iktidarla kopmaz bir bağ içine girerek sınırlarını alabildiğine genişletir.

Feodalizm döneminde devlet ile kilisenin gelişip güçlenmesi birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır, aynı kulvarda, iç içe gerçekleşmiştir. Din ve devletin özdeşliği dinin devlete bağlı olarak felsefi ve siyasal gelişimini sağlar. Devletin ve sınıf mücadelesinin sınırları içine hapsolan din, her bölgeye göre özgül biçimler alır; ama sınıflı toplumlar tarihinde bu sınırların dışına çıkmamıştır. Bunu farklı bir biçimde gelişen İslamiyet ve Ortadoğu örneğinde de görebiliriz.

b) İslam dünyasında din ve devlet

Avrupa, 4. yy’dan sonra feodalizme geçiş yaparken Arap yarımadasının orta ve güneyinde hala kabile sistemi hâkimdi. Çoğunlukla çölde yaşayan bedevilerin esas geçim kaynağı hayvancılık ve ticaretti. Coğrafi koşulların üretime olan olumsuz etkisi, bedevilerin binlerce yıl boyunca hiçbir devletin hâkimiyetine girmemelerini sağlamıştı. Bu nedenle, kabile sistemi de uzun yıllar boyunca varlığını sürdürmüştü.

Batı-kuzeybatısında Doğu Roma (Bizans), doğu-kuzeydoğusunda Sasani (İran) imparatorlukları bulunan Arap Yarımadası, bu iki devletin çatışmalarının merkezindeydi. Arap Yarımadası, dönemin en büyük ticaret yollarının üzerindeydi. Kuzeyinden İpek Yolu, batı ve güney tarafından Kızıldeniz ticaret yolu geçiyordu. Doğu Roma, Hindistan’a ticaretinde, bedevilerle işbirliği yapmak zorunda kalıyordu. Sasani devleti ise Doğu Roma’yı zayıflatmak için bedevilerle işbirliği yapıyordu. Bedeviler, bu rekabetten faydalanıp zenginleşiyor hem de sınırlardaki askeri etkinliklerini artırabiliyorlardı.

Engels, Araplar özgülünden yola çıkarak şu genellemeyi yapıyor: “Gerçekte toprakta özel mülkiyetin yokluğu, tüm doğunun anahtarıdır. Siyasal ve dinsel tarihinin özü buradadır.” (Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sf: 142) Arap kentler ticaret merkezi olmalarına rağmen, sayıları azdı ve gelişkin bir devlet mekanizması yoktu. En güçlü şehir olan Mekke bile, Kureyş kabile federasyonu ile yönetiliyordu. İlkel bir devlet aygıtını andıran ancak keskin sınıf karşıtlığından ziyade, kabile şeflerinin uzlaşma aracı olan bir mekanizmaydı.

Özel mülkiyet ve kişisel servet biriktirme, varlığını korusa da esasta komünal mülkiyet hâkimdi. Dolayısıyla kültürel ve siyasal ilişkilerde kabile ahlakı geçerliydi. Ataerkil zihniyet temelinde biçim alan bu ahlak, kabile içi ve kabileler arası hukuku belirliyordu. Çok tanrılı dinlerin hâkimiyeti söz konusuydu. Bu din, kabile ahlakı ve hukuku ile özdeşleşmişti. Hemen her kabilenin bir tanrısı bulunabiliyordu. Yahudilik ve Hıristiyanlığın yayıldığı bu coğrafyada, çok tanrılı dinin uzun yıllar varlığını sürdürebilmesi, kabile sisteminin kendine yeterliliği ve coğrafi koşulların avantajı sayesinde, değişime ve dış etkileşimlere uzun yıllar direnebilmesinden kaynaklanmıştır.

Ancak 4. yy’da Akdeniz havzasında başlayan büyük ekonomik bunalım, 6. yy’a kadar sürdü. Bu büyük bunalım sonucu Roma’nın Hindistan’la olan ticareti daraldı; bazı dönemler tamamen kesildi. Arap Yarımadası’nı da etkileyen bu ekonomik kriz, Arap kabilelerinin zayıflamasına neden oldu. Ehli Sünnetin “cahiliyet dönemi” dediği bu süreçte, kabileler arası çatışmalar arttı. Yağmanın, baskınların erdem sayıldığı bu kabile sisteminde, kıt kaynaklar ve dış kaynakların azlığı gibi nedenler çatışmaların yoğunluğunun 6. yy’ın sonlarına kadar sürmesine neden olmuştur. Bu süreçte zaten zayıf olan tarım ve zanaatçılık iyice dumura uğradı. Dolayısıyla toplumsal bir değişim kendini iyice hissettirmişti.

Arap Yarımadası’ndaki Mezopotamya, Doğu Akdeniz, Mekke, Medine, Taif ve Aden gibi önemli ticaret merkezleri, Helenistik dönem ve sonrasında Hıristiyanlığın yayılması ile birlikte, eski dünyanın kültürünü özümlemişti. Bu kaynaşma, zengin bir kültür birikimi yaratarak, İslam’ın felsefi ve teolojik zeminini hazırlamıştır. İsa’nın, Musa’nın halefi olarak ortaya çıkması gibi, Muhammed de İsa’nın halefi olarak ortaya çıkmış ve bir toplumsal devrimin öncüsü olmuştur. İslam, Hıristiyanlığın tersine, başından beri devletle özdeş bir şekilde gelişti. Devlet ve İslam birbirini geliştirmeye başladılar…

Bu özdeşliğin, devletin kuruluşuyla birlikte gelişmesi bölgenin özgüllüğünün ürünüdür. Henüz bir devlete sahip olmayan kabilelerde, komünal mülkiyet hâkimdi ve her kabile, kendi bölgesinde iktidardı. Köleler bu kabilelerde var olmasına rağmen, üretimin temel unsuru değillerdi. Üretim, hayvancılık ve kısmen de zanaat ağırlıklıydı. Tarım esasta kuzeyde (Mezopotamya) ve güneyde (Yemen) yaygındı; ama köleler burada da tarımsal üretimin temeli değildi. Köleler daha çok tapınak, sulama kanalları gibi büyük yapıların inşaatında ve ev hizmetinde kullanılıyordu. İslam devleti bu temeller üzerinde şekillenmişti.

İlk ve temel sorun ise dağınık kabilelerin birleştirilmesi olmuştur. Özgürlüğüne düşkün ve savaş-baskın kültürüne aşina olan kabileler ancak güçlü bir dinin yardımıyla birleştirilebilmiştir. Merkezi ve güçlü bir yönetimin bulunmadığı bu coğrafyada Peygamber Muhammed, Allah’ın birliğini, Peygamber İsa’dan yüzlerce kez daha fazla vurgulamış, ön planda tutmuş ve İslam’ın temeli haline getirmiştir. İsa’nın esas yoğunluğu tanrının birliği (yani devletin birliği) değildi; çünkü birliği sağlayan öyle veya böyle (!) bir devlet Roma devleti vardı. İsa’nın esas çalışması kendi meşrutiyetini sağlamaktı; bu onun için ilk koşuldu. Bu yüzden kendisini tanrının oğlu olarak görmeye başladı. Böylece, kitlelerin üzerindeki etkisini artırarak onları Roma’ya karşı birleştirebilmişti.

Oysa Muhammed, dağınık ve henüz devlet oluşturamamış olan kabileleri tek bir yönetim altında toplamak zorundaydı. Bu kabilelerin birleştirilmesi ancak güçlü ve merkezi bir devletle mümkün olabilirdi. Muhammed, kendisini İsa’dan farklı ve ileri gördüğü için, bu farklılık üzerinden etkinlik kurabilirdi. Dolayısıyla tanrının oğlu değil, sıradan bir insan olması gerektiğine inanmıştır. Böylece soyun çok önemsendiği bir ortamda, tanrının tek temsilcisi olarak tarafsız görünebilme zeminini yaratmış oldu. Yeni devletin varlığı, kabilelerin birliğine bağlı olduğu için ve yeni bir toplumsal sistemi ancak böylesi bir devletin yaratabileceğini düşündüğü için, Muhammed tanrının birliğini sürekli ön planda tutmuştur.

Birliğin sağlanabilmesinin temel koşullarından birisi, kabilecilik zihniyeti ve kültürünü kırmak, en azından zayıflatmaktı. Bu nedenle Muhammed, eşitlik ve din kardeşliği söylemlerini esas aldı ve kabileciliği zayıflattı. Biçimsel de olsa bir birlik sağlayarak devleti kurdu. Bu devletin birliği –Roma devletinin tersine- tanrının birliğine dolaysız olarak bağlıydı; bu nedenle, bu inanç İslam’ın temellerinden, siyasal yaşamın ise merkezi unsurlarından biri haline gelmiştir. Böylece İslam ve Arap-İslam devleti aynı süreçte ve aynı noktadan çıkarak özdeşleşti. Hıristiyanlıktan farklı olarak bu özdeşleşme, ruhban sınıfı ile iktidardaki sınıfları da özdeş hale getirdi.

Gerek peygamber gerek halifeler gerekse hanedan halifeler, hem dini hem de siyasi liderlerdi. Şehrin yönetimleri de kırsalın yönetimi de kadı-şeyhler aracılığıyla hem siyasi hem dini otorite olan bu sınıf tarafından yönetilmiştir. Bu özdeşlik teolojik olarak da temellendirilmişti. Kuran’da “peygambere itaat Allah’a itaattir” denmiş ve bu itaat farklı ayetlerle değişik biçimlerde vurgulanmıştı. Peygamberden sonra ise devletin başına itaat, aynı özle ele alınmıştır. Halife hem tanrının temsilcisi hem de peygamberin soyunun ve dinsel özünün devamı olarak görülürdü. Osmanlıya kadar iktidardaki tüm halifeler peygamber soyundan gelmiştir (veya öyle olduklarını iddia etmişlerdir). Kısacası İslam devletinde, hiçbir zaman “Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmemiştir.”

İslam-Arap devleti, peygamber ve ilk dört halife zamanında (632-661), henüz yeterince güçlenmemiş ve merkezileşmemişti. Bu dönemlerde devlet, öncekinden daha ileri düzeyde bir kabile şefleri birliğinin mekanizması olmuştu. Şura denen bu sistem, görece merkeziyetçiliği sağlasa da, esasta, hiçbir kabilenin hanedanlaşarak kendi başına iktidarı alabilecek güce sahip olmamasından doğmuştur. Kabile şeflerinin uzlaşmasının devamı, devletin birliği için zorunluydu. Bu yüzden tanrının birliği bu dönemde “baş çelişme” olmaya devam etti.

Hanedan yönetimine geçildiği, MS 661 yılında, iktidara geçen Emeviler, halifelik sistemini sürdürmüştür. Önceki dönemden farklı olarak, ırk unsuru öne çıkarılmıştır. Devletin iyice merkezileştiği ve kişisel servet birikiminin, hanedanlar yaratmaya başladığı bu süreçte, hanedanın meşruluk temellerinden birinin ırkçılık olması, Ortadoğu ve İslam-Arap devletine özgü bir durum değildi.

Emevilerin (ve sonrasında Abbasilerin), kendilerini “Allah’ın en sevdiği kulları” olarak ilan etmesi, kendini tanrının temsilcisi olarak gören tüm iktidarların temel düşünüş biçimidir. Bu meşrulaştırma biçimi (her yerde olduğu gibi) halkların asimilasyonunu temel alır ve diğer ırklara/milletlere baskı uygular. Emevilerin, Müslüman olmayan kitleler yanında Arap olmayanlara da baskı yapmaya, onları aşağılamaya başlaması esasta, bu yaklaşımın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

Emeviler, sınıfsal çelişkilerin gelişmesi sonucu, devleti daha fazla askerileştirmiş ve merkezileştirmişlerdir. Dolayısıyla despotlukları da aynı paralelde gelişmiştir. İslam’a da buna göre biçim vermeyi ihmal etmemişler ve kendi iktidarlarını meşrulaştıran ve kutsayan İslam yorumu (içtihat) dışındakileri baskı altına almışlardır. Sadece devlete ve Emevilere en fazla muhalif olan Şiiler değil, diğer Sünni mezheplere benzer baskıyı uygulamışlar ve İslam’ı, isyancı halk teorisinin kılıfı yapan emekçi kitleleri ise sık sık katletmişlerdir. Abbasiler döneminde ise, Emevileri aratacak biçimde, bu baskı sürmüştür.

Din ile devletin özdeşliği ve dini düşüncenin tüm toplumda hâkim oluşu ile dinin sınıf mücadelesi sınırları içinde yeni biçimler alabilmesi olgusu birleşince, tüm iktidar dalaşları ve halk isyanlarının dini biçimlerde gerçekleşmesi ve İslam’ın yeni içtihat ve mezheplerini (tıpkı Hıristiyanlıktaki gibi) yaratması kaçınılmaz olmuştur.

İslam devleti, içteki ayaklanmalarla, Selçukluların işgaline kadar uğraşmış ve sonrasında Moğollar tarafından yıkılmış ve parçalanmıştır. Sonradan “İslam’ın kılıcı” Osmanlılar olmuştur ve Ortadoğu’nun büyük bir kısmına hâkim olmuşlardır.

c) Hindistan örneği: Hinduizm

Çok tanrılı bir din örneği olan Hinduizm’in, Hindistan’daki devletle nasıl ve neden özdeşleşebildiğine kısaca da olsa değinmek, konuyu ve feodal toplumu, farklı yönlerden kavramak açısından faydalı olacaktır. Hindistan’da, Aryanlar MÖ 1500’lerde, kuzeyden gelip devlet kurmuş olsalar da, bu devlet ve sahip olduğu ekonomik sistem 19. yy’a kadar köklü bir değişim yaşamamıştır. Bu nedenle onu bu bölüm içerisinde işlemeyi uygun gördük.

Kuzeyden gelerek Hindistan’ı işgal eden Aryanlar için Hinduizm ideal bir dindi. Hinduizm, en üstte din adamları Brahmanların en altta ise –insan yerine bile konmayan- Dalitlerin bulunduğu bir kast sistemine sahipti. Bu dinsel örtü altına sokulan sınıf farklılıkları çok katı bir biçimde belirlenmişti. Sami dinlere göre çok daha bağnaz ve katı olan Hinduizm’de, sınıf/kast geçişleri ve kastlar arası evlilik yasaktı. En üst kast olan Brahmanlar hem dini hem de siyasi otoriteyi oluşturuyordu. İşgal üzerine kurulan hemen her devletin dininin daha bağnaz olması veya ırkçılığın çok fazla ön planda olması (veya ikisinin birden olması), evrensel olsa gerek.

Hindistan’ın zor doğa koşulları ve kıt kaynaklar, (dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi) katı bir inanç sisteminin kabulünü kolaylaştırıyordu. Köy komünlerine dayanan ekonomik sistem ve ulaşımın zorluğu nedeniyle komünler arası iletişimin az olması, çok tanrılı dinin, uzun yıllar boyunca varlığını sürdürmesine ve yeni biçimlerinin meşru görülmesine neden olmuştur. Bu özellikler ile Aryanların zora dayanan yönetimleri sayesinde Hinduizm’in hâkim olması uzun sürmemiştir.

İktidar ve üretim için gerekli sulama kanallarını elinde bulunduran üst kastlar, bunu dini biçimde kutsayarak alt kastları baskı altında tutabilmiştir. Hinduizm’in bu baskısı ve etkisi Hindistan’da yaklaşık olarak bin yıl yaşayan Budizm’in, neredeyse tamamen Hindistan’dan silinmesini sağlamıştır (Doğu-Batı, Sayı: 30, Sf: 110). Hinduizm’in bu etkisi, 19. yy’a kadar yoğun olarak sürmüştür. Günümüzde bile Hindistan’daki hâkim sınıf partilerinin çoğu kast sistemini savunmakta ve böylece Hinduizm hala, iktidarın temel ideolojik araçlarından biri olma özelliğini korumaktadır.

  1. Kapitalist toplumda din ve devlet

Kapitalizmde, devlet ile din özdeşliğinin ortadan kalkması ve siyasetin teolojiden bağımsızlaşması, burjuva devletin dinsiz olduğu anlamına mı geliyor? Ya da gerçekten seküler (dünyevi) olup, dinden elini-eteğini çekti mi? Bu sorulara kısaca hayır demek, bilinçlerimizi yeterince aydınlatmayacaktır. Bu nedenle din ile devlet özdeşliğinin neden kalktığını ve dinin, kapitalizmde neden hala etkisini sürdürdüğünü farklı açılardan inceleyelim. Böylece, laiklik ve sekülerliği “kutsayan” burjuvazinin ikiyüzlülüğü de açığa çıkacaktır.

Devlet ile dinin bağımsızlaşması, ayrışması, kapitalist sistemin özüyle, iç çelişmesiyle dolaysız bağlantılıdır. Kapitalizm, toplumu bencil bireylere bölen, atomize eden ve bireylerin birbirini, yaşam koşulları açısından araç olarak görmesini sağlayan bir sistemdir. Komünal mülkiyetin düşmanı olan kapitalizm, bu nedenle, bireyciliği (bencillik değil, toplumculuk yerine bireyi esas alan bireyciliği) kutsar.

Feodal sistemin çürümüşlüğü, onun bağrında ortaya çıkan burjuva unsurların güçlenmesini sağlar. Ücretli bir sınıfın, yani artı-değer sömürüsünün baş “mağdurunun” serbest (özgür) olması gerekiyordu. Çünkü sermaye ancak bu özgürlük ve bunun sayesinde emek gücünün de metaya dönüşmesi ile büyüyebilir. Hukuki ve fiili olarak feodal beye ait olan serflerin, genişleyen ve toplumsallaşmasını doruğuna çıkaran meta üretiminde yerini alabilmeleri için –feodal beyden ve sisteminden- özgürleşmeleri gerekiyordu. Burjuvazinin aristokrasiye karşı savaşımının temellerinden birisi buydu. “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şiarı, serflerin, özgürleşip emek gücü metalaşan proletaryaya dönüşmesine kadar en yaygın olan şiardı.

Meta üretiminin toplumsallaşması, üretim sürecinin ayrışmasını sağlamıştır. Meta üretimindeki işbölümünün giderek daha fazla atomize edilmesi, özgür bireylerin varlığını zorunlu kılıyordu. Bu özgürlük için önce, herkes “eşit” olmalıydı. Eski toplumun bağrında, burjuva yaşamın unsurları (mülkiyet biçimi, üretim, aile vb.), toplumsal bir ayrışmayı zaten yaratmıştı. Bunlar, eski toplumun özel toplulukları olarak varlığını sürdürüyordu. Bu özel toplulukların devletle ilişkisi, esasta teolojik değil, siyasaldı. Bu siyasal ilişki, burjuva devletin varlığı ile birlikte hâkim hale gelmiştir. Böylece din, devletten ayrılmıştır.

Bazı entelektüel çevrelerin iddia ettiği gibi salt, akılcı düşünce, dinsel düşünceyi yendiği için bu ayrışım gerçekleşmemiştir. Ki, aklın ve bilimsel düşüncenin hâkim hale gelişi, kapitalizmin hâkim hale gelmesinin ürünüdür ve tersi, yani biri diğerinden bağımsız olarak var olmamıştır. Rönesans ve aydınlanma dönemleri, kapitalizmin entelektüel zeminini hazırlamıştır, ekonomik zeminini değil.

Liberal burjuvazi, kapitalist devrimin, ekonomik özünden çok, düşünsel özünü öne çıkartır; böylece ters bir bilinçle, önce liberal fikirlerin var olup, sonra liberal ekonomiyi yarattığını iddia eder. Elbette Marksizm, mekanik tarzda, önce ekonomi inşa oldu ondan sonra fikirsel dünya oluştu diye bir anlayışa-darlığa sahip değildir. Marksizm, ekonomik temelin, düşün dünyasını ve entelektüel birikimi geliştirdiğini esas alır; ama aynı zamanda bunların da ekonomik temeli geliştirdiğini ve birbirini etkileyerek geliştiklerini kabul eder. Sadece birini esas alıp (ve diğerini yadsıyıp) mutlaklaştırmaz.

Burjuva toplum, bireyi hem üretim hem de tüketim için merkezine alıp kutsamak zorundaydı. Meta üretiminin yaygınlaşması ve yoğunlaşması, tüketim toplumunu da kapitalizmin temellerinden biri haline getirmiştir. Komünal mülkiyet yerine özel mülkiyetin esas alınması, ihtiyaçların ötesinde bir tüketim alışkanlığı yaratır. Bu alışkanlığı korumak ve yaymak, kapitalizmin varlık koşullarından biri haline gelir. Bireyin, özgürce tüketebilmesi için özgür olması gerekiyordu ki öyle oldu. Birey, varlık koşulu olarak toplumu-topluluğu görmeyi bırakır; böylece diğer bireyler, birer araç gibi gözükür. Bireyin devletle ilişkisi, teolojik devletin aksine topluluk aracılığı ve dini biçimlerle değil, doğrudan ve siyasal bir ilişki (vatandaşlık ilişkisi) haline gelmiştir.

Bu ilişki içinde, bireyin dindarlığı ile siyasal kimliği ayrışmıştır. Dindar insanla vatandaş arasındaki fark, tüccar ile vatandaş, gündelikçi ile vatandaş, toprak sahibi ile vatandaş, yaşayan bireyle vatandaş arasındaki farktır. Dindar insanın siyasi insanla çelişkisi, vatandaşla siyasal devletin çelişkisidir.  (Marks, Din Üzerine, Sf: 58) Birey, artık burjuva toplumun temeli “doğal nesnesidir” ve “burjuva toplumun, herkesin herkese karşı savaşımının ruhu haline gelmiştir.” (Marks, age, Sf: 59) Birey, artık devletle kendisi arasında dolaysız bir hukuka bağlıdır; artık kendisini siyasal devletle ifade eder, topluluk aracılığı ile değil. “Burjuva birey için devlet, ruhçular için dünyanın karşısında yer alan cennet gibidir.” (Marks, age, Sf: 57) Birey, kendisinin varlık koşulu ve tanımlama aracı olarak devleti görür.

Burjuva devlet, atomize olmuş burjuva toplumla, siyasal ilişkisini sürdürürken, dini de bireycileştirir. Dini, özgürlükler alanına sokarak, inanç ve vicdan özgürlüğü haline getirir. Böylece bireyin dindarlığı ile vatandaşlığı arasında bir çelişme ortaya çıkar. Siyasal devlet, bu çelişki temelinde dinlerin serbestliğini (en azından hukuki olarak!) kabul eder. Burjuva devlette, nasıl ki seçimler için mülkiyetin varlığı koşulu kaldırılınca, özel mülkiyet ortadan kalkmadıysa, devletin dinden ayrılması da ne dini ne de dindarları ortadan kaldırmıştır.

Bu din özgürlüğü, nasıl bir niteliğe sahiptir? İnsan hakları bildirgesinde (1791), “özgürlük, başkalarına zarar vermeden her şeyi yapabilmektir” deniyor. Burjuvazinin özgürlüğü, bencil bireyin başkalarının mülkiyetini esas alarak zarar vermemesiyle sınırlamaktadır. Çünkü burjuva toplumda vatandaşın en temel hakkı, mülkiyet hakkıdır. Özel mülkiyet kutsaldır. Aynı bildirgede, mülkiyet hakkı “kendi mallarından keyfince yararlanma hakkıdır” şeklinde tanımlanıyor (Marks, age, Sf: 69).

Dolayısıyla özgürlük –Marks’ın deyimiyle- “tarla sınırına konan çitler gibi bireylerin ayrışmasının adıdır.” ( Marks, age, Sf: 70) Burjuvazi, böylece özgürlüğü ayrışmaya indirgiyor. Çünkü başkasına “zarar vermeme”nin sınırı özel mülkiyettir ve dolayısıyla bireyler arasında kalın sınırlar çizilir. Kolektif ruh tamamen inkâr edilir. Bireyin topluma tabi olması gerekirken, toplum, bireyin çıkarlarına tabi olur. Birey, kendini toplum veya toplulukla ifade edip anlamlandıramadığı için, gerçeklikten koparak, özgürlükler alanını suni yaratımlarla genişletmeye çalışır. Bu çaba, ufak bir metaya sahip olmayı bile özgürlük olarak algılayabilecek düzeye gelir.

Komünal yaşamdan uzaklaşıldığı sürece, sınırsız tüketmek de özgürlükler alanına girer. Bu anlayış toplumda egemen hale geldiğinde bireyler arasındaki sınırlar da iyice genişler. Herkes sınırsız tüketemeyeceği için sınıf çatışmaları keskinleşir. Bu nedenle burjuva toplumda, bireyler arası sınırlar ancak polis ve diğer güvenlik birimleri aracılığıyla korunabilir. Komünal topluluklarda polis vb. yoktur; çünkü bireyin varlık koşulu topluluktur, komündür.

Bu temel, bireyin düşün ve pratik dünyasını komüne göre biçimlendirdiği için özgürlüğün başladığı yer ile bittiği yer yine komünün varlığıdır. Oysa bireyin diğer bireyler için araç haline geldiği burjuva toplumda, birey özünden (toplumsallığından) iyice koparılıp ayakları boşlukta olan bir bireye dönüşmüştür. Birey bu durumda daima korunmaya ihtiyaç duyar. Özgürlükler alanı ise devletin çizdiği sınırlar içinde hapsolduğu için din de bu sınırlar içinde var olabilir.

Bu bağlamda, siyasal devlet ile din ilişkisinin eleştirisi nasıl olmalıdır sorusuna Marks şöyle yanıt verir: “Eğer tam siyasi özgürlükler ülkesinde bile (Kuzey Amerika devletlerini kastediyor –bn) dinin yalnız var olmakla kalmayıp hatta canlı ve kudretli yaşadığını görürsek, bu, dinin varlığının devletin tamamlanmasına (evrimine –bn) aykırı olduğunu tanıtlar. Fakat dinin varlığı bir kusurun varlığı olduğu için, bu kusurun kaynağı ancak bizzat devletin özünde aranabilir. Din, bizim için artık dünyevi sınırlılığın temeli değil, görüngüsü olur. Bu yüzden özgür vatandaşların dini önyargılarını, onların dünyevi önyargılarıyla açıklarız. Onların dünyevi sınırlılıklarını kaldırmak için, dini dar görüşlülüklerini kaldırmalarını iddia etmeyiz. Dünyevi sorunları, teolojik sorunlara dönüştürmeyiz. Teolojik sorunları, dünyevi sorunlara dönüştürürüz… Siyasi özgürlüğün dinle ilişkisi sorunu, bizim için siyasi özgürlüğün, insan özgürlüğüyle ilişkisi sorunu haline gelir.” (Marks, age, Sf: 53)

Burjuva devlet, egemenlik araçlarını çeşitlendirmiştir: Ulus, milliyetçilik, demokrasi, insan hakları vb. Bunların yanında din de bir egemenlik aracıdır. Devlet, dinle özdeşleşmeden, ama tüm din ve mezheplerle siyasal ilişkisini –araç temelinde- sürdürür. Ama nihayetinde, bir dine yaslanır. Çünkü kitleyi yönetebilmenin en etkin araçlarından birisi dindir; yani her egemen sınıf bir kitle tabanına yaslanmak zorunda olduğu için ve bu yaslanmanın en geniş zeminlerinden birini din oluşturduğu için burjuvazi, “din”siz yapamaz.

Burjuva devlet, dini ideolojik manipülasyon ve meşruluk için olduğu kadar, siyasal bir araç olarak da kullanır. Diğer din ve mezheplere de aynı temelde yaklaşır. Burjuvazi, din ve vicdan özgürlüğünü bir egemenlik aracı olarak kullanırken, diğer yandan da dinler-mezhepler arası çelişkileri artırmak ve sınıf çelişmelerinin üzerini örtmek için kullanmaktadır. Böylece birçok yönden kazançlı çıkmaktadır. Kapitalizmin anayurdu Avrupa’da din ile devlet ilişkisine, sırf anayasal düzlemde göz attığımızda bile, “din ve vicdan özgürlüğü” ile laiklik-sekülerliğin ne anlama geldiği daha rahat görülecektir.

Katolik nüfusun yoğun olduğu Portekiz’de anayasanın 45. maddesinde “Devlet, tanrıya ve insanlara karşı olan sorumluluklarının bilincindedir” deniyor. 46. maddesinde ise “Katoliklik, Portekiz milletinin geleneksel dini olarak kabul edilir” denmektedir. İtalyan anayasasının 7. maddesinde “Devlet ve Katolik Kilisesinin münasebetleri Laterano Antlaşması ile belirlenmiştir” denmekte ve resmi din Katoliklik olarak kabul edilmektedir. İspanya anayasasının 1. maddesinde “Ülke kanunlarının ilham kaynağı… doğru inancı olan Roma Katolik Kilisesi doktrinine göre tanrının kurallarına saygı göstermenin bir şeref olarak görüldüğü…” belirtiliyor.

Protestan nüfusun yoğun olduğu İzlanda’da anayasanın 62. maddesi, Finlandiya’da 83. maddesi, Danimarka’da ise 4. maddesinde “Lutherci-Evangelist Hıristiyanlık (Protestanlık –bn) devletin resmi dinidir” denmektedir. Ortodoks Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu Yunanistan anayasasının 3. maddesinde “Egemen din Ortodoksluktur” deniyor. Laikliği anayasasına almış, nadir ülkelerden biri olan Fransa’da resmi din tanımı-kabulü yoktur ama Fransız öğrencilerin 1/7’si kilise okullarında eğitim görmekte ve Fransa devleti bu kiliseye maddi yardım yapmaktadır. (Teori-Politika, ags, Sf: 157-161)

Tüm bu örnekler yetmezse günümüz Avrupa’sında Hıristiyan Sosyal Demokratların güçlenişini ve iktidara gelişlerini (Almanya’daki gibi) hatırlatmak gerekir. AB Parlamentosunda Polonya, İspanya, İtalya ve Almanya Hıristiyan Demokratlarının AB’nin bir Hıristiyan kulübü olması için yaptıkları çalışmaları da örneklemeliyiz. Günümüzde batıda, yani laikliğin, sekülerliğin, din ve vicdan özgürlüğünün anavatanında, dini hareketler etkisini artırıyor. Devlet ile dinin, “bağımsızlaştığı” batıda, hukukun (evrensel hukuk denen şey!) bazı uygulamaları bile tanrı kutsaması altında yapılıyor: Mahkeme salonunda kutsal kitaba el basılması, evliliklerin rahiplerce kutsanması-onaylanması gibi.

“Özgürlükler ülkesi” ABD’de Demokrat Parti adayı Obama, Müslüman olmadığını kanıtlamak için takla üzerine takla atmak zorunda kalmıştı. “Özgürlükler ve fırsatlar ülkesi” ABD’de, bugüne kadar bir kadın, bir siyah veya bir Latin başkan olmadığı gibi, hiçbir Müslüman da başkan olmamıştır. Bir Budist, Hindu, Bahaî vb.nin de olma şansı yoktur. Yani “özgürlükler ve fırsatlar” resmi dine mensuplar içindir; bunlar içerisinde de burjuva katmanlara öncelik verilmesi “normal” sayılmaktadır.

Avrupa devletleri ve ordularının başkanları da Hıristiyan olur. İngiltere’de sadece Hıristiyan olmak yetmez, Protestan da olmak gerekir; yani sekülerliğin temsilcisi İngiltere’de Protestanlık belirleyici oluyor.

Ortadoğu’da kapitalizmin en çok geliştiği ülke olan İsrail’de fiili olarak Yahudi şeriatı uygulanmakta; Yahudi olmayanlar devlet ve ordunun başına geçememektedir. Türkiye’de laikliği anayasasına almış bir ülkede, “Diyanet İşleri Başkanlığı” bulunur ve bu başkanlık, devletin resmi dini olan Hanefi-Sünni mezhebinden oluşturulur ki bu uygulama cumhuriyet tarihi boyunca geçerli olmuştur.

Tüm bu örnekleri artırmak mümkündür. Bu uygulamalar “ilerici, uygar, akılcı-bilimsel, seküler, laik, özgürlükçü vs. vs.” retoriğini yüceltenlerce yaşama geçirilmektedir. Haliyle kapitalizmde de din, etkisini koruduğu gibi gelişmeye de devam ediyor. Burjuvazi sömürüyü yoğunlaştırdıkça hem kendisi hem de kitleler dine daha fazla sarılıyor. Bunun en çarpıcı örneklerini emperyalizmin gelişme sürecinde de görebiliriz.

Emperyalizm de, tarih sahnesine çıktığından beri, dini, temel bir ideolojik-siyasal saldırı aracı olarak kullanmıştır. İngiltere ile Fransa, Ortadoğu’yu işgal etmeleri sonrasında bölge halklarını, esasta dini kullanarak böldüler. Bu iki devlet, “böl-parçala-yönet” siyasetinin merkezine dini koymuştur. Fransa, Lübnan’da mezhep ve din ayrımına dayalı olan ikrarcılık sistemini anayasa hale getirmiştir.

Böylece din savaşlarının, sınıf mücadelesini, fiili ve hukuki olarak örtmesinin zeminini alabildiğine genişletmiştir. Fransa, ayrıca Anadolu ve Suriye’de, Hıristiyan nüfusa yaslanarak, gücünü pekiştirmeye, varlığını meşrulaştırmaya çalışmış ve bu yüzden de birçok kez Müslüman-Hıristiyan çatışması yaratmıştır. Alevi ve Sünniler arasındaki çelişkileri de kullanarak, kitleleri bölmüş ve küçük –uydu- devletleri din-mezhep temelli kurmuştur.

İngiltere, Arap Yarımadası’nın sınırlarını, din temelli yeniden çizmiştir. Peygamber soyundan gelen Haşimi kabilesinin Hicaz’daki etkisini kırarak Suud kabilesine S. Arabistan’ı kurdurmuştur. Suudlar İslam’ın en bağnaz yorumlarından biri olan Vahhabi tarikatına mensuptur ki bu ülkede resmi dini hala bu tarikat belirliyor. İngiltere, Haşimilere Ürdün’ü kurdurmuş ve Irak ile Suriye’de kral olmalarını sağlamıştır. Böylece peygamber soyunun kitleler üzerindeki etkisini en üst düzeyde kullanmıştır. İngiltere Arap Yarımadası’nda dini otorite olan Haşimiler ve Suudları kullanarak cihad (kutsal savaş) ilan edilmesini de önlemiş oldu.

Anadolu’da hem sultan hem halife olan devlet yöneticisi, İngiltere’nin elindeydi. Bu haliyle de cihadın önlenmesi ve Anadolu halklarının, İngiltere ve diğer emperyalistlere karşı mücadelesinin kırılmasında –etkili bir şekilde- kullanılmıştır. Halifeyi bir süre kullanan İngiltere, emperyalistler arası dengelerin bir zorunluluğu olarak, Kemalistleri ve onların cumhuriyet rejimini desteklemeye başlar. Bir yandan Anadolu’da “laiklik ve sekülerlik” retoriğini propaganda ederken, aynı süreçte, Anadolu’nun hemen güneyinde bağnaz İslam’ı ve despot rejimleri savunmaktaydı.

İngiltere, Filistin topraklarında uydu bir devlet kurmak için Yahudi gücünü fiili ve hukuki olarak (Belfour Deklarasyonu) desteklemiştir. Dolayısıyla İsrail’in, işgal üzerine toprak kurmasında belirleyici bir rol oynamıştır. İngiltere, bu amacına ulaşmak için 1936-1939 yıllarında, Yahudi çetelere karşı ayaklanan Filistinlilerden 20 binini katletmekten çekinmemiştir. ( Filistin “Devrim Sürüyor”, Anka Yayınları) Yine İngiltere, Ortadoğu’daki etkinliğini artırmak için Mısır’daki Hıristiyanlara (Kıptiler) yaslanmış ve Asurilerin “himayecisi” olmuştur.

Bunun sonucu olarak Asurîlere (Süryani, Nesturiler ve Keldaniler) devlet sözü vermiş ve özellikle Kürtlerle çatışmalarına neden olarak binlerce Asuri’nin katledilmesine neden olmuştur. Gerek İngiltere gerek Fransa, bölge halklarının mücadelesine karşı dini etkin olarak kullanmış, fetvalar aracılığıyla teslimiyet ve pasifizm yaratmaya çalışmıştır. Günümüzdeki Ortadoğu haritası bu iki devletin dini esas alan suni sınırları belirlemesi sonucu oluşmuştur.

Emperyalizmin, II. Paylaşım Savaşı sonrası, sosyalizme karşı kullandığı en etkin araçlardan birisi yine din olmuştur. ABD, SSCB’yi “yeşil kuşak” projesi ile çevrelemiş ve İslami kesimlerin komünizmi “şeytan” ilan etmesini sağlamıştı. CIA, Katolik kilisesi ve Anglikan Protestan kilisesi ile ilişkilerini geliştirerek komünizmi karalama kampanyasında dinin etkisini merkezileştirmiştir.

Emperyalizmin 90’lardaki temel ideolojik siyasal saldırı aracı olan “Yeni Dünya Düzeni (YDD)” ve “küreselleşme” argümanlarında da dine, merkezi bir rol vermiştir. Sınıfların inkârı, “medeniyetler çatışması” tezi temelinde yansıtılarak, esas çatışma alanları dinsel olarak gösterilmiştir.

Bu paralelde geliştirilen “Ilımlı İslam Projesi” ile İslam’ın “ehlileştirilerek” geniş bir bölgede hâkimiyetin artırılması hedeflenmiştir. ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) meşrulaştırma çabasında da dini motifleri ön planda tutmuştur. Ne G.W. Bush’un BOP’u “haçlı seferi” olarak ilan etmesi, Kudüs’ü “Tanrının krallığı” olarak görmesi ne de yeni-muhafazakârların (neo-con) ırkçı ve evangelist olması tesadüf ya da gaftır.

ABD, Irak’ta Sünnilere karşı Şiileri kullanırken Lübnan’da ise Şiilere karşı Sünnileri kullanmaktadır. Çin’de ve Çin’e bağımlı olan Mynmar’da (Burma) ise Budizm’i etkinlik aracı olarak kullanmaktadır. Budistlerin bu bölgelerde azınlık oluşu ve baskı görmesini “sahiplenerek” bu kesimlerin “himayecisi” rolüne bürünmüştür. Budistlerin ruhani lideri Dalay Lama’ya kol-kanat gererek, Beyaz Saray’da 3 kez “şeref madalyası” veren de yine ABD’dir.

ABD, tüm bunları esasta “din ve vicdan özgürlüğü” retoriği ile yapmaktadır. ABD’nin kurduğu “Din Hürriyeti Komitesi (1980)” 1990’larda faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. Bu komite kendisini resmi olarak 1997’de ilan etmiştir. Komitenin varlık nedeni “Din ve Vicdan Hürriyetini tüm dünyada hâkim kılmak” olarak lanse edilmektedir. ABD, bu “hürriyetlerle” halkları atomize ederken, rakip devletleri elini zayıflatmak için etkin bir araca sahip olmaktadır.

ABD emperyalizmi, Rus emperyalizmi ile olan dalaşında da dine önemli bir rol vermiştir. Katolik kilisesi, Ortadoğu’daki etkinliğini artırmak için, Müslümanlara prim veren “çocukların arafatta kalması” anlayışını değiştirerek, artık “ölen çocukların da cennete gideceğini” müjdelemiştir. Katolik kilisesi, 2000 yıllık dini bir kuralı-inancı, sırf Müslümanları daha fazla etkilemek uğruna değiştirmiştir. Ki değişimler bununla da sınırlı kalmamıştır. Katolik kilisesi, Ortodoks kilisesi ile birleşmek için “tanrının temsilciliği”nden istifa etmiştir. ABD emperyalizmi, bölünmüş durumdaki Ortodoks kiliselerini, Rusya’nın güdümünden çıkarmak için, Katolik Kilisesi ile birleştirmeye çalışmaktadır. Papanın tanrının temsilcisi olmaktan vazgeçmesinin esas nedeni budur.

“Özgürlükler ülkesi-seküler” ABD’nin başkanı G. W. Bush, BOP’u “haçlı seferleri” olarak ilan etmekle kalmamış, BOP’un “tanrısal bir görev” olduğunu da söylemiştir. Eylül 2002’de Beyaz Saray tarafından yayımlanan Ulusal Güvenlik Stratejisini oluşturan Bush, “İnsanlık bugün düşmanlarını da özgür kılacak zaferi sağlayacak olan fırsatı avucunun içinde tutmaktadır. ABD, kendisine bahşedilen bu görevi yerine getirme sorumluluğundan gurur duymaktadır… İnsanlık onuru, vicdanı ve ibadet özgürlüğünü daha ileri götürmeye kararlıyız” demiştir. ( Cumhuriyet Strateji, 16.06.2008) Bush, Irak işgalini bile, “Tanrının rüyasına girerek emrettiğini” söylemiştir. ABD, bir taraftan akıl-bilim retoriği yaparken diğer taraftan, liberalizmin temel ilkelerinden biri olan “din ve vicdan özgürlüğü” ile dini, hegemonya politikalarının merkezinde tutmakta ve sömürüsünü yoğunlaştırabilmektedir.

Rusya da ABD’den aşağı kalmayan bir şekilde, dini hegemonya stratejisi için kullanmaktadır. Ortodoks Hıristiyan nüfusun genel nüfusa oranının % 86 olduğu Rusya’da, Moskova Kilisesi dini otoritedir. Balkanlar ve Doğu Avrupa’da da hâkim olan bu dini, Rusya etkinlik aracı olarak yüzlerce yıl kullanmış, kullanmaya da devam etmektedir. ABD’nin Rusya’yı sıkıştırmak ve Balkanlar ile Doğu Avrupa’da etkinliğini artırmak için, Katolik Kilisesi, Anglikan Kilisesi ile Fener Rum Ortodoks Kilisesi (İstanbul) arasındaki “Kutsal ittifak” esasta Rusya’yı hedeflemekte ve bu sayede kitlelerin manipülasyonu sağlanmaya çalışılmaktadır.

ABD, bu çabaları sonucu, Ortodoks nüfusun yoğun olduğu Yunanistan (% 98), Bulgaristan (% 82) ve Romanya’yı (% 87) hegemonyası altına almayı başarmıştır. Böylece Ortodoks kiliselerin bölünmüşlüğünü de derinleştirmiş olmaktadır. Rusya buna karşılık, “kutsal ittifakı” yıkmayı ve Ortodoks nüfusu, Moskova kilisesi etrafında-merkezinde toplamaya çalışmaktadır. Fener Rum Patrikhanesinin himayesine girmek isteyen Ukrayna Ortodoks Kilisesini tehdit etmesi, F. Rum Patriği Barthelemaos’un Ukrayna ziyaretini engellemeye çalışması vb. çabalar Rusya’nın dini daha etkin kullanma çabalarıdır.

Rusya, bunlarla yetinmeyerek Ortadoğu’da etkinliğini artırmak için de dini kullanmaktadır. İran ve Suriye ile Ortadoğu’da etkinlik kurmaya çalıştığından dolayı ülkesindeki Müslümanlara yaklaşımı da bu yönleriyle ılımlı hale gelmiştir. Ancak Rusya, ABD’nin ılımlı İslam projesinin bir ayağı olan F. Gülen’in okullarını, Rusya çapında yasaklamayı ihmal etmemiştir. Rusya, ABD kadar etkin ve geniş olmasa da (ki bu koşullar ve güç dengesinden kaynaklıdır) dini, hegemonyası için etkin olarak kullanmaya çalışmaktadır. Özellikle Putin Rusya’sı, bu yolda çok mesafe kat etmiştir.

Burjuva devlet, insanlık tarihinde hem ekonomik hem de düşünsel olarak bir devrimi işaret eder, zorunlu kılar. Ancak, burjuvazi sömürü üzerine var olur. Bu sömürü, devletin ve hâkim sınıfların meşru görülmesini zorunlu kılar. Bu meşruiyet doğal yollardan sağlanamayacağı için, ideolojik manipülasyon temel egemenlik aracı haline gelir. Böylece burjuvazi başlattığı devrimi geri çevirmeye, en azından hızını kesmeye başlar; böylece gerici bir nitelik kazanır.

Karşı devrime geçen burjuvazinin yönetmek için kullandığı en etkin araçlardan birisi dindir. Dinin yaygınlığı ve etki gücü bunu zorunlu kılar. Dinin, bireylerin vicdan özgürlüğü olarak sunulması, burjuvaziye daha geniş bir hareket alanı yaratır. Teolojik devlet, özü gereği ancak bir dine-mezhebe yaslanabilirken, burjuvazinin böyle bir zorunluluğu yoktur. İşgal ettiği, sömürdüğü her ülkenin, özgüllüğüne göre bir dini veya mezhebi “din ve vicdan özgürlüğü” adı altında destekleyebilir veya “terörizm” adı altında ona karşı savaşabilir. Teokratik devlette (te=tanrı, krasi=yönetim) dini yoğunluğu ve baskısı daha fazla iken, burjuva devlette ise yoğunluğu daha azdır; ama etkinlik alanı daha geniştir. Din, burjuvazinin elinde bir “hamura” dönüşerek yeni biçimlere daha rahat girebilmektedir.

Kapitalizmin az-görece geliştiği yarı-sömürgelerde din ile devlet özdeşliği tam olarak kalkmaz. S. Arabistan, Kuveyt, Katar, BAE, Ürdün, İran bunların tipik örnekleridir. Bu özdeşlik hem devlet erkânında hem de kitlelerde kısmen korunur. Dolayısıyla iç içe girmiş olan ekonomik ilişkiler, dinsel düşünce ile bilimsel düşüncenin de iç içe olmasını sağlar. Bilimsel düşünce yaygındır; ama teolojinin gölgesi altındadır. Yeni teknolojiler veya üretim araçları da ancak teoloji ile uyuşturularak kullanılır. Bu tür devletlerde, siyasal ilişkilerde din hala belirleyici rol oynar. Ülke hukuku, dini kurallarla medeni kuralları iç içe geçirir. Devletin, kitle üzerindeki en büyük egemenlik aracı din olmaya devam eder.

Türkiye ise kendi özgüllüğüne sahiptir. Batı ile Doğu kültürleri arasında sıkışan Türkiye Batı kültürünü en fazla benimseyen ülkelerden birisidir. Türkiye’de ne devlet ne de kitleler, batıdaki gibi bir siyasal yaşamı oturtamamıştır. İşçi sınıfının bile kendisini dinsel kimliği ile ifade edebilmesi, “dinci” sendikaların varlığı bunlara birer örnektir. Laikliği anayasasına almış olan ve onu devletin temellerinden biri haline getiren Türkiye’nin “Diyanet İşleri Başkanlığı”na sahip olması bu özgül siyasal yapıdan kaynaklanır. Bundan dolayı Türkiye’de siyasal mücadeleler ile dini görünümlü mücadeleler iç içe geçmiştir.

TC’de gelişkin bir burjuvazi olmadığından ve feodal kültürün yoğun etkisinden dolayı, din de etkin bir konuma sahiptir. TC egemen sınıfları dini, batı burjuvazisi gibi esnek ve geniş bir alanda kullanabilecek düzeyde olmadığından (ve bu koşullara sahip olmadığından dolayı) dini, teokratik devletleri andırabilecek biçimde kullandığı olmuştur. Meşruiyeti için dine zorunlu olarak ihtiyaç duyan Türk egemen sınıfları, mozaik yapısı olan Anadolu kitlelerini asimile etmek için yıllardır baskı uygulamışlardır. Bu nedenlerden dolayı Türkiye’de dinin etkisinin, dogmatizme düşülmeden incelenmesi ayrı bir önem arz etmektedir.

Burjuva toplumlarda ve yarı-sömürgelerin bazılarında, dine tamamen karşı olan, ona karşı cepheden tavır alan radikal burjuva kesimler de bulunmaktadır. Ancak bunlar hiçbir zaman çoğunluğu oluşturmamıştır. Radikal burjuva ateizminin baş temsilcisi olan jakobenler bile (Fransa’da) kiliseyi ancak birkaç yıl yasaklayabilmiştir. Emperyalizm çağına girilmesiyle birlikte bu kesim, hiçbir zaman çoğunluğu oluşturamamış ve iktidara gelememiştir.

Burjuva devlet, sömürü üzerine var olmak zorundadır; bu onun varlık koşuludur. Dolayısıyla burjuvazi var olduğu sürece etkili bir manipüle aracı olan dini kullanmaktan geri durmayacaktır. Kapitalizme, 90’lı yıllarla birlikte yeni biçimler vermeye çalışan ve bu vahşi sistemi “insancıl” hale getirmeye çalışan bazı çevreler, dinler arası diyalogun ve uzlaşının olabileceğine inanıyor. Oysa her dinsel biçim, siyasal ve ideolojik temelin bir tezahürüdür.

Nasıl ki burjuvazi ile proletarya uzlaşamazsa, her biri dünyaya egemen olma iddiasında bulunan dinlerin de uzlaşması mümkün değildir. Geçici olarak yaratılan uzlaşılar, saygı temeline dayanan bir yaşam tarzını benimseyen kitlelerce olanaklı olabilmektedir. Ama sınıf çelişkisinin keskinleştiği her yerde dini çelişmelerin de keskinleşmesi Marksizm’in bir öngörüsü veya tahmini değildir; tarihin ve günümüz siyasal gelişmelerinin sayısız kez kanıtladığı bir gerçekliktir.

5- Sosyalizmde din ve devlet

Marks’ın şu sözleri sosyalizmi özlü biçimde ifade etmektedir: “İnsanın ve doğanın gerçek var oluşu pratik duyusal ve algılanabilir olduğuna göre –insan, insan için doğanın varlığı ve doğa, insan için insanın varlığı olduğuna göre- dışlanmış bir varlık, doğanın ve insanın üzerinde bir varlık sorunu –doğanın ve insanın önemsizliğini kabul etmeyi, ima eden bir sorun- pratikte olanaksızlaşmıştır. Bu önemsizliğin yadsınması olarak tanrıtanımazlık, artık bir anlam taşımamaktadır; çünkü tanrıtanımazlık tanrının olumsuzlanmasıdır ve insanın var oluşunu bu olumsuzlama yoluyla ortaya koymaktır; ama sosyalizm olarak sosyalizmin böyle bir aracılığa gereksinimi yoktur. Sosyalizm, öz olarak insanın ve doğanın pratik ve kuramsal duyusal bilincinden kalkarak yola çıkar. Sosyalizm artık dinin ortadan kaldırılması aracılığı ile meydana gelmeyen insanın olumlu şekilde kendi bilincine varışıdır ve yine aynı şekilde gerçek hayat insanının özel mülkiyetin ortadan kaldırılması aracılığı ile, komünizm aracılığıyla meydana gelmeyen olumlu gerçekliğidir.” (Marks, 1844 El Yazmaları, Sf: 123)

1917 Ekim Devrimi ile 1949 Çin Devrimi, bizlere, çeşitli din ve ırktan insanların, ortak ekonomik çıkarları için bir araya gelerek yeni bir ülke yeni bir yaşam kurmanın en güzel örneklerini vermişlerdir. İnsanlar geleceğe umutla ve güvenle bakmaya başladıkları-başlayabildikleri sürece dinin etkisi azalır. Dinin yok olmasının esası, eğitim değil, bu ekonomik temeldir. Bu da ancak, sınıfları ortadan kaldırmayı hedefleyen bir ekonomik sistemle mümkün olabilir.

Din, tarih boyunca, kitlelerin sınıfsal çıkarlarını, özlemlerini, duygularını ifade etme aracı-biçimi olmuştur. Ekonomik sömürü, sefalet ne kadar yoğunlaşırsa din de öylesine güçlü olmuştur. Egemen sömürücü sınıfların, dini etkin olarak kullanabilmelerinin bir nedeni de budur. Sosyalizmde bu neden ortadan kalktığı sürece dine ihtiyaç da azalır. Kitleler, kendilerini tanımlamak için bir aracıya ihtiyaç duymaz, tıpkı bir hayal dünyasına ihtiyaç duymayacakları gibi.

Sosyalist devlet, siyasal devletin tamamlanması-evrimi sürecinin bir aşaması olarak dinle bağını tamamen koparır. Dini, özel bir mesele olarak ele alan sosyalist devlet, ateist ile dindar kişi arasında ayrım yapmaz. Böylece, kitleler, ekonomik çıkarları temelinde kültürel bir kaynaşma zeminine, gerçek anlamda, sahip olur. Sosyalizmin dine yaklaşımının esasta bu şekilde olması veya bunun güzel örneklerinin yaşanması hiç hata yapılmadığı anlamına gelmez. Gerek SSCB’de gerekse de Çin’de, burjuva radikalizmini savunanlar tarafından birçok hata yapılmıştır.

SSCB’de, bazı bölgelerde Kur’an yasaklanmış, Müslümanlara zorla domuz eti yedirilmeye çalışılmıştır. Çin’de ise Tibet başta olmak üzere, Budistlere baskı uygulanmıştır. Her iki hatalı yaklaşım da Parti içindeki burjuva ateizmini savunanlarca gerçekleştirilmiştir. SBKP’de dine karşı iki farklı yaklaşım bulunuyordu. Bir uçta, yanlışı savunan, dinin gerici olduğunu ve dine karşı mücadelenin parti programına konularak, radikal bir çizgide ele alınmasını savunanlar vardır. Diğer uçta ise doğru temelde, Lenin’in de aralarında bulunduğu uçta, dine karşı mücadelenin, esas çizgisinin, ekonomik siyasal mücadeleler temelinde yükselecek bir ideolojik-siyasal mücadele ile ve dinin sönümlenerek yok olmasını hedefleyecek biçimde ele alınmasını savunanlar vardı. (Lenin, Din Üzerine)

Bu tür hataları geçmişe dönemeyeceğimiz için düzeltemeyiz. Ama ders çıkartıp, ilerde aynısının tekrarlanmamasını sağlayabiliriz. İnsanlık tarihi kadar yaşı olan dinin, yeterince kavranamaması, diğer ideolojik hastalıklarla birleşince önemli hatalara yol açabilmektedir. Dinin özünün, doğa ve topluma yabancılaşma olduğu temel alınırsa, sosyalizmde de bu yabancılaşma kalktığı sürece dinin yok olabileceğini de rahatlıkla görürüz. Dine karşı cepheden mücadele etmek, baskıyı doğuracaktır ve sosyalistleri de yıllardır uğruna mücadele ettikleri şeyin zıddına çevirecektir. Dolayısıyla din gibi hassas bir konuda netleşmek gerek günümüz mücadeleleri gerekse sosyalizm için zorunluluktur.