DİN SORUNU, YABANCILAŞMA POST-MODERNİZM!

YABANCILAŞMA İLE MÜCADELE ORTADAN KALDIRILMASI YA DA AŞILMASI

Yabancılaşmayla mücadele etmek için ilk adım, “farkında olmak”tan geçmektedir. Marks insanın yabancılaşmasının aşılmasını şu şekilde ortaya koyuyor:

“Özel mülkiyetin ya da insanın kendine yabancılaşmasının olumlu şekilde aşılması dolayısıyla insani öze insan tarafından ve insan için gerçekten sahip olunması olarak komünizm: Böylece toplumsal (yani insani) bir varlık olarak insanın kendisine tam dönüşü olarak komünizm –daha önceki gelişmelerin bütün servetiyle gerçekleştirilen, bilinçli bir dönüş. Bu komünizm, tam gelişmiş doğalcılık (natüralizm) olarak hümanizmle eşittir ve tam gelişmiş hümanizm olarak da doğalcılıkla eşittir: İnsanla doğa ve insanla insan arasındaki çatışmanın gerçek çözümüdür- var oluş öz, nesneleşme ile kendini pekiştirme, özgürlük ile zorunluluk, birey ile tür arasındaki kavganın gerçek çözümüdür. Komünizm, tarihin çözülmüş bilmecesidir ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir.” (K. Marks, age, sf. 148)

Yabancılaşma, insanın özü ile var oluşunun birbirinden ayrılması ve karşı karşıya gelmesi, başka bir anlatımla, insanın bireyselliği ile toplumsallığının karşı karşıya gelmesi ise çözüm de insanın özü ile var oluşu, toplumsallığı ile bireyselliği arasındaki bu uyumsuzluğun tasfiyesi anlamına gelir. Toplumsal yaşamın zenginlik ve çok yönlülüğü, çok boyutluluğu ile bireylerin yaşamlarının sınırlılığı, tekdüzeliği ve tek boyutluluğu arasındaki zıt ve uzlaşmaz ilişkiyi çözecek tarihsel gelişmenin zemininin yaratılması anlamına gelir. Böylece yabancılaşmanın sonu, toplumsal gelişimin, insan ilerlemesinin genel düzeyinin bireylerin gelişimine bakarak ölçmek olanaklı olacak, insan türünün özgürlük ve evrenselliğinin insanların özgür ve çok yönlü yaşamlarında ifadesini bulacağı toplumsal koşulların yaratılmasıyla mümkün olacaktır.

“Bu maddi, dolaysızca duyusal özel mülkiyet, yabancılaşmış insan hayatının maddi duyusal anlatımıdır. Hareketi –üretim ve tüketim- şimdiye kadarki bütün üretim hareketinin duyusal olarak gösterilmesidir -Yani, insan gerçekliğinin gerçekleştirilmesidir. Din, aile, devlet, hukuk, ahlak, bilim, sanat vb… Sadece tikel tüketim tarzlarıdır- ve genel yasaya uyarlar. İnsan hayatına sahip çıkılması anlamında özel mülkiyetin olumlu şekilde aşılması, böylece, bütün yabancılaşmaların olumlu şekilde aşılması demektir –yani, insanın dinden, aileden, devletten vb., kendi insani yeni toplumsal var oluş tarzına dönmesi demektir. Dini yabancılaşma yalnızca bilinçlilik alanında, insanın iç hayatındadır, oysa iktisadi yabancılaşma, gerçek hayattaki yabancılaşmadır; aşılması da dolayısıyla iki görünümü birden kapsar.” (age, sf. 112)

Marks’ın bu paragrafta açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi sorunun temel noktası, özel mülkiyetin olumlu bir şekilde aşılmasıdır. Bunun ötesinde insanın özü ile var oluşu arasındaki birliğin nasıl sağlanacağı noktasında yine Marks’a kulak verelim:

“(N)esne, kendi bireyciliğinin dolaysız cisimleşmesi olduğu için, aynı anda hem öteki insan için onun kendi var oluşu, hem öbür insanın var oluşu hem de onun için bir var oluştur. Aynı şekilde, hem emek maddesi hem de özne olarak insan, hareketin gerek başlangıç noktası gerekse sonucudur (işte bu olguda, başlangıç noktasını meydana getirmeleri gerekliliğinde özel mülkiyetin tarihi zorunluluğu yatmaktadır).

Böylece toplumsal özellik bütün hareketin genel özelliği olur: Toplum nasıl insan olarak insanı üretiyorsa, o da toplumu üretmektedir. Etkinlik ve tüketim, gerek içerik gerekse var oluş tarzları bakımından toplumsaldırlar; toplumsal etkinlik ve toplumsal tüketim; doğanın insani özü ilkin yalnız toplumsal insan için vardır: Çünkü yalnız doğa onun için onun öteki için var oluşu ve ötekinin onun için var oluşu…” (age, sf. 113)

Yukarıdaki düşünce bağlamında bireyin yabancılaşmayı aşma çabasının da, ancak toplumsal olarak yabancılaşmayı aşma çabasının içinde anlamlı olduğu ortaya çıkar. Her bireye insanın özü ile var oluşu arasındaki çelişki veya insanın özünü oluşturan etmenler her bireye direkt indirgenemez, ancak toplumsallığı içinde arandığında anlamlı ve çözücü olur. Yine, tersten, bir bütün olarak bireyin kişiliğinin gelişimini direkt toplumsal çevrenin mekanik biçimde belirlediğini söylemek de yanlıştır. Marks bireyle toplum arasındaki ilişkiyi şöyle ifade eder:

“Burada bireyin gelişiminin doğrudan veya dolaylı münasebet içinde olduğu tüm diğer bireylerin gelişimiyle koşullandığı, birbiriyle ilişkiye giren çeşitli kuşakların karşılıklı bağlantı içinde olduğu, sonrakilerin, fiziksel var oluşlarında birikmiş üretici güçleri ve münasebet biçimlerini devraldıkları öncelleri tarafından koşullandığı ve böylelikle de, kendi karşılıklı ilişkileri tarafından belirlendiği kesinlikle ortaya çıkar. Kısacası, bir gelişme gerçekleşir ve hiçbir tekil bireyin tarihi, önceleyen ve çağdaş bireylerin tarihinden soyutlanamaz; ilki ikincisi tarafından belirlenmektedir.” (Aktaran S. Özbudun vd., age, 144-145)

Buradan hareketle de direkt bir indirgemecilikle, birey hiçleştirilemez. Dışsal koşulları bireyin alması, içselleştirmesi, kendi kişiliğinin bileşenlerine dönüştürmesi süreci atlanmaz. “…insan dünyanın dışında kurulup oturan soyut bir varlık değildir. İnsan insanların dünyasıdır, devlettir, toplumdur.” Dış koşullardan alınanlar, birey tarafından dönüştürülürler.

Bireyin yaşamı, bir bireyin kişisel tarihi kendi pratikleriyle toplumsal çevresinin tepkileri arasında sonsuz mücadele sonucunda belirlenmektedir. İnsan yaşamını ancak tarihsel koşulların, toplumun kendisine sağladığı malzemeden yapabilir. Ancak yabancılaşmanın hâkim olduğu, her yeri kaplar gibi göründüğü durumda dahi –yaşamını bu malzemeden- yapan bireylerin kendisidir.” Toplum böyle olduğu için biz de böyleyiz” ifadesi bu nedenle kabul edilemezdir.

Toplumun özel mülkiyetten kurtulmasının, işçilerin kurtuluşuyla olduğu doğal olarak ortaya çıkmaktadır: “(B)unun böyle olması, yalnız onların kurtuluşunun önemli oluşundan değil, işçilerin kurtuluşunun evrensel insanlığın kurtuluşunu içermesinden ileri gelmektedir ve köleliğin her ilişkisi bu ilişkinin sadece biraz değişik bir şekilde sonucudur.” (K. Marks, age, sf. 88) Buradan hareketle yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasına karşı verilen mücadele işçilerin kurtuluşu mücadelesidir, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması mücadelesidir, kapitalist sisteme karşı verilen bir mücadeledir.

Yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasının nasıl olacağını özlü bir şekilde Marks’tan dinleyelim:

“Sosyalizm, öz olarak, insanın ve doğanın pratik ve kurumsal duyusal bilincinden kalkarak yola çıkar. Sosyalizm artık dinin ortadan kaldırılması aracılığı ile meydana gelmeyen, insanın olumlu şekilde kendi bilincine varışıdır: ve gene aynı şekilde gerçek hayat insanın, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması aracılığı ile komünizm aracılığıyla meydana gelmeyen olumlu gerçekliğidir. Komünizm, olumsuzlamanın olumsuzlaması olarak konumdur. Ve dolayısıyla evredir. Komünizm yakın geleceğin zorunlu kalıbı ve dinamik ilkesidir.”  (age, sf. 123)

İnsanlığın kurtuluşu komünizmle olacaktır. Kapitalizm ve özel mülkiyet zaten karşıtı ile birlikte vardır. Emperyalist-kapitalist sistem bir tarafta sermayenin tek elde toplanmasını sağlarken diğer taraftan bir mülksüzler sınıfı yaratmaktadır. Elbette üretimin toplumsal niteliği toplumsal bilinci geliştirmektedir. Bu sisteme son verecek olan da mülksüzlerdir.

Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ile başta insanların emeklerinin ürününe yabancılaştırılması son bulacaktır. Bu zaten tüm yabancılaşmaların temelidir. İktisadi yabancılaşma son bulduğunda zamanla diğer yabancılaşmalar da tarihsel süreç içinde son bulacaktır. O zaman nasıl ki yabancılaşma sınıfların ortaya çıkması ile başlamış ise sınıflara son verilerek de ortadan kaldırılacaktır diyebiliriz.

Yabancılaşmanın kapitalist sistemde almış olduğu korkunç boyut ortadadır. Bu durum, aynı zamanda sosyalizme duyulan ihtiyaç ve zorunluluğu ortaya koymaktadır. İnsanın yabancılaşmasının bu boyuta ulaşması insanlığın kurtuluşunu daha yakıcı biçimde dayatmaktadır. İnsanın kendisine-özüne olan gereksinimi her geçen gün daha da artmaktadır…

Kapitalizm ve proleter devrimcilik

Yabancılaşmanın doruğu olarak kapitalizm ve “özel mülkiyetin ya da insanın kendine yabancılaşmasının olumlu şekilde aşılması ve dolayısıyla insani öze insan tarafından ve insan için gerçekten sahip olunması olarak komünizm” (age, sf. 111)in zorunluluğunu ortaya koyduk. Kapitalizm, insanı yabancılaştırmanın doruğudur. Lenin yoldaşın dediği gibi, “Kapitalizm bütün dünyada zafer kazanmıştır, ne var ki bu zafer işçilerin sermaye üzerindeki zaferinin sadece ön basamağıdır.” (39) Yani kapitalizm olumlu yanı olarak onun yaşamına son verecek olan proletaryayı da tarih sahnesine çıkarmıştır.

Onun ideolojisi olarak MLM de tarihsel gelişmenin belirli bir aşamasında tarih sahnesine çıkmıştır. İnsanlık tarihinden insanın özünün bilince çıkarılması ve birey ve toplum yaşamında hâkim kılmak yani insanlığın kurtuluşunu bilinçli bir şekilde amaçlayan proleter devrimcilik de tarih sahnesindeki yerini almıştır. Proletaryanın öncü kurmayı proletarya partisi kapitalist sisteme son vermek için program ve örgütlenmesiyle kapitalist sistemle savaşıp özel mülkiyete son vererek insanlığın kurtuluşun sağlamak için kurulmuştur.

Bundan dolayıdır ki PP saflarında mücadeleye başlayanların sorumluluğu büyüktür ve üstlenilen görev oldukça önemlidir. PP saflarına gelenler ilk başta egemen sistemle savaşmak için gelmektedirler. Fakat içinde bulunulan toplumdaki hâkim ideolojinin etkilerini de üzerlerinde taşıyarak gelmektedirler. Bu bir çelişkidir elbette ki. Bir tarafta yabancılaşmayı ortadan kaldırmak için savaşmak diğer taraftan yıkmayı hedefledikleri sistemin ideolojik etkisini taşımak. Karşıtı ile birlikte var olma durumu. O zaman bu önemli mücadeledeki, bu çelişkinin olumlu anlamda çözülmesi de o amacın başarılması için zorunludur.

Nasıl ki egemen sistemi yıkıp insanlığı kurtuluşu yolunda mücadele kesintisiz ve sürekli olmak zorunda ise bu mücadele için oluşturulan mekanizmanın içinde de proleter ideoloji karşıtı ideolojilerle mücadele de sürekli olmak zorundadır. Bu mücadele yabancılaşmaya karşı verilen mücadelenin bir parçasıdır. Proleter saflarda değişim ve dönüşümün sürekliliği zorunludur. Çünkü içinde yaşanılan toplumu dönüştürmek için yola çıkanların geldikleri toplumun etkilerini taşımaları bilimsel bir gerçek olarak vardır. Eğer ki bu çelişki kavranmazsa ne yabancılaşmaya karşı mücadele layığı ile yapılır ne de sağlam bir proleter devrimcilik inşa edilir.

Yabancılaşmayı sonlandırmak için yola çıkan proleter devrimcilerin insanlığın gelişimini sağlayan ve gelişim dinamikleri olan, insanın özü ile ilişkilenmelerinin boyutu nedir? Bunları değerlendirip somut çıkarımlar yapmak zorundayız. Bu, yabancılaşmaya karşı mücadele için yola çıkanların, daha sağlam adımlarla yollarına devam etmesi için zorunludur.

Bu aynı zamanda proleter devrimcilerin yabancılaşmadan etkilenmelerini ortadan kaldırmak için de zorunludur. Mevcut sistemin olumsuz yanı her şeyi metalaştırması, yabancılaşmanın geldiği boyut olarak meta fetişizmi ve olumlu yönü ise proletarya ve onun ideolojisini bağrında yeşertmesidir. Bu karşılıklı ilişki içinde proletaryanın dezavantajı ise sistemin ideolojik etkisi altında bulunmasıdır. O zaman bu olumsuz yana karşı bilinçli bir mücadele olarak ideolojik mücadelenin önemi ortaya çıkmaktadır.

Proleter devimcilik ve bilinç

“Üç bin yılın hesabını yapmayan insan günübirlik yaşayan insandır” diye Goethe’nin ünlü bir sözü vardır. Yazar, bilinçli yaşamayan insanın günübirlik yaşadığını söylüyor. Kapitalist sistemi yıkmak için yola çıkan insanların bilimsel bir donanıma sahip olmalarının zorunluluğu ortadadır. İnsanlığın kurtuluşu için yola çıkanların insanlığın gelişiminin donanımını taşımaları zorunludur. Elbette bu MLM bilimini oluşturur.

Proleter devrimcilik, doğal olarak bilinçli bir faaliyettir. Bilinçli bir tercihtir. Dünyayı değiştirmek için yola çıkanlar güçlerini maddi dünyaya ait bilgilerinden alırlar. Bir madde hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanlar, değiştirmek istedikleri maddeyi değiştiremezler. Dünyayı değiştirmek isteyenler de onun yasalarını kavradığı oranda başarılı olurlar. Proleter devrimciliğin gücü de maddi dünya hakkındaki bilgisinden gelmektedir, gelmelidir. İnsan bilgisinin gelişmeleri MLM bağrında toplanmış ve dünyayı değiştirmenin bir aracı durumuna getirmiştir.

Yabancılaşma, bir bütün olarak, bu tarihsel süreçte, kapitalist sistemden kaynaklanır. Dolayısı ile “görünmez ve elle tutulmaz” haldedir. Bu da yanlış bilinçten öte insana ne olduğunu unutturan bilinçsizlik hali yaşatır. Bu bilinçsizlik insanın özüne yabancılaşması durumudur. Proleter devrimcilik ise tam da bu noktada bir bilinçlilik hali olarak yola çıkma durumudur. Daha önceki bölümlerde ayrıntılı bir şekilde anlattığımız gibi, burjuva-feodal sistem araştırmayan-incelemeyen, günübirlik yaşayan bilinçsiz bir toplum yaratır. Bu, sistemin uzun süreli yaşaması için gerekli olduğunu bilir. Yani devamlı bilinçsizliği ve çarpık bilinci yeniden ve yeniden üretir. Burjuva eğitim kurumlarının amaçlarından birisi budur.

Yabancılaşmayı ortadan kaldırmak için yola çıkan, bu konuda örgütlenen devrimciler/proleter devrimciler, tarihsel gelişmelerin belirli aşamalarında yabancılaşmanın bilinçsizliğine karşı bilinç olarak ortaya çıkmalarına karşın, karşıtından etkilenmekte hatta karşıtına dönüşebilmektedir. Özellikle 12 Eylül AFC sonrası Türkiye Devrimci Hareketi içinde bir dizi değerin aşınması gibi araştıran-inceleyen, toplumdaki ve doğadaki gelişmeleri takip edip buralardan sonuç çıkaran devrimci-militan kişiliğinde ciddi aşınmalar yaşanmıştır. Nerede ise devrimcilerin de günübirlik yaşadığına ve günübirlik düşündüğüne tanık olunmaktadır. Nasıl ki burjuva-feodal sistemin ideolojik aygıtları ile toplumsal ve bilimsel gelişmelerden habersiz, sorgulamayan, araştırmayan toplum yaratarak toplumu yönetmesi kolaylaşıyorsa, bu sistemi yıkmak için yola çıkanların da aynı durumda olmaları ya da ona dönüşmeleri de bu sistemin ömrünü uzatmaktadır. İnsanlığın kurtuluşunu sağlamayı amaç edinenlerin bu duruma gelmesi de bir yabancılaşmadır.

Okumayan, araştırmayan, incelemeyen devrimci maddi dünyanın hareket yasalarına vakıf olamamaktadır. Düşünüşte ve pratikte darlaşma yaşanmaktadır. Ne yazık ki proleter devrimci saflarda, değil Marksizm-Leninizm-Maoizm’i araştırmak incelemek, güncel gelişmelere bile kayıtsız kişiliklerin varlığına şahit olmaktayız. Bir tarafta parti içi yayınları bile okumayan kadrolarımız, diğer tarafta devrimci yapıların ondan da öte PP legal yayınlarını bile okumayan incelemeyen devrimci kişilikler.

Böylesi devrimci militan tipleri başarısızlığa mahkûmdur. Devrimcilik, yapılamayanlardan da öte, kapsamlı okuma, araştırma ve incelemeleri zorunlu kılmaktadır. Devrimci saflarla toplum arasında bu konuda ciddi farklar olması gerekirken, ne yazık ki gelinen aşamada bunun silikleştiğine tanık olmaktayız. Devrimci saflardaki yabancılaşma kapitalist yabancılaşmaya koşut gelişmektedir ve devam etmektedir. Bu devrimciliğin doğasına aykırıdır.

Devrimci saflara gelen insanların maddi dünyanın gelişme yasalarının bilgisine bir bütün vakıf olmasını beklemek elbette doğru değildir. Bu bir süreç işidir, hem de hiç bitmeyecek bir süreç. O noktada ise bir yöntemin olması önem kazanmaktadır. O da devrimci militanın kişiliğinin bir parçası olarak araştırma ve inceleme, okuma bilgi edinme pratiği… Parti, devrimci saflara gelen insanlara, okuyan araştıran-inceleyen kişilik kazandırmak zorundadır.

Okuma, araştırma ve inceleme boş zamanlarda yapılan bir iş değil devrimci yaşamda zorunlu olarak yapılması gereken bir iş olarak kavranmak zorundadır. Mücadelenin gelişimi için zorunludur. Ne yazık ki dar-pratikçilik içinde boğulmuş militan kişiliği bunu görememekte, işlerin yoğunluğunu bahane etmektedir. Ne var ki, aslında okuma-araştırma ve incelemeye en fazla ihtiyacın olduğu alanlar pratiğin içi, savaş alanlarıdır. O alanlarda buna zaman bulamayanlar, ayırmayanlar başka yerde zaten buna ihtiyaç duymayacaktır.

Semtlerde sistemin ürünü olarak çeteleşme yaygınlaşmaktadır. Ne var ki devrimci saflar da militanlarını semtlerden, çeteleşen sınıfsal tabakadan kazanmaktadır. Doğallığında, bir anlamı ile “çete/lümpen kültürü” devrimci saflara taşınmaktadır. Elbette burada sisteme karşı hoşnutsuz olan, ona karşı savaşmak isteyenlerin devrimci saflara gelmesinden daha doğal bir şey olamaz. Sorun bunların değiştirilmesi ve dönüştürülmesidir.

Bu başarılamadığında çeteleşmiş bir devrimciliğin oluşması hiç de uzak ve gerçekleşmeyecek bir olasılık değildir. Bu noktadan da baktığımda bilinç ve bilinçlendirmenin devrimci saflar için önemi ortadadır. Bundan dolayı sisteme karşı savaşmak için yola çıkanların bilinçlenmesinin zorunluluğunu kavramak, buna paralel, MLM sınıf mücadelesinin yasalarını, toplumun gelişim yasalarını kavramak için araştırma ve incelemeye yoğunlaşılmalıdır. Bu kapsamda bilinçlenme kampanyası yürütülmeli, bunun sürekliliği kavranmalıdır.

İnsanların sağlığı ve günlük ihtiyaçları için kendine zaman ayırması zorunludur. Parti militanının ideolojik sağlığı için de kendine zaman ayırması zorunludur. Bunun bir ayağı okumak, araştırmak ve incelemeye zaman ayırmaktan geçmektedir. Niyetimizden öte insanlığın kurtuluşunu gerçekleştirmemiz için bu gereklidir. Dağda savaşın, şehirlerde günlük faaliyetin, hapishanelerde direniş ve diğer pratiklerin, yurtdışında başka bir dizi yoğunluk ve koşturmacadan zaman bulamama bahaneleri kesinlikle kabul edilemezdir. Bu düşünce ve gerekçelerin kaynağı yaptıkları işin sorumluluğunu bilince çıkaramamadır. Proleter devrimciliğin amacını ve hedefini kavrayamamadır. Yabancılaşmaya karşı savaşımda “yabancılaşmış” bir bilinçtir.

Mücadele içinde özne olabilmek önemlidir. Elbette, sınıf mücadelesi yürüten politik öznenin kendi saflarında özne olamaması durumu bir çelişkidir. Bunu aşmanın yolu politik çalışmadan ve irade ortaya koymaktan geçmektedir. Başta MLM’yi incelemek, sınıf mücadelesinin gelişimini incelemek zorunludur. Faaliyet yürütülen alanın sınıf tahlilini yapmak, bu coğrafyada işçi sınıfını, köylülüğü ve diğer emekçi sınıfların durumunu, değişmeleri incelemek, bunlar arasındaki karşılıklı ilişkileri incelemek gerekmektedir.

Yine faaliyet yürütülen alandaki diğer devrimci örgütlerin çalışmalarını incelemek gerekir. Bunlarla birlikte hâkim sınıfların durumunu da incelemek komünist devrimciler için zorunludur. Böylesi bir incelemeyi sağlıklı yapabilmek için bilime vakıf olmak zorunludur. Ancak bu bahsini ettiğimiz çalışmaları içselleştirdiğimizde, bu tip çalışmaları devrimci kişiliğimizin bir parçası yaptığımızda mücadele içinde özne olma noktasında ciddi bir adım atmış oluruz.

Devrim düşüncesi devrimin yapılabilirliği inanca ancak bilimsellikle birleştirildiği zaman maddi bir güce dönüştürülebilir. Sosyalizm öğrenilmeden kararlı bir devrimci olunmaz. Kendiliğindenci bir beklenti içinde devrimi bilinmez bir tarihe havale etmek istemiyorsak, devrim düşüncesini ete kemiğe büründürmek istiyorsak bilgiyi donanmak, yani tarihin gelişim yasaları bilinmek zorunludur. Nasıl ki kapitalizmin kendiliğinden sosyalizme evrilmesi olanaksız ise, proletaryanın da kendiliğinden devrimin öncülüğünü üstleneceği göreve ideolojik olarak evrilmesi olanaksızdır.

Bunun için Proletarya Partisi politik özne olarak tarih sahnesinde yerini almıştır. Partili devrimciler de buna uygun bilince ulaşmak zorundadır. Kitle faaliyeti yürütmek için partimiz çağrılar yapmaktadır. Proleter devrimciler kitlelere gittiklerinde halkı anlamaları için bilgi birikimine sahip olmaları gerekmektedir. İnsanların bilgisizliklerini anlayabilmek için bilgi kaçınılmazdır. Bu olmadığında gideriz, kitleyi dinler dinler geliriz. Halkı anlayamadığımız için onların sorunlarına çözüm bulamayız, onları bilinçlendiremeyiz. Amaçsız, hedefsiz ve bilgisiz kitleye gitmek sonuç getirici olmaz. Kitle faaliyeti için nereye gidersek gidelim amacımızı hedefimizi bilmeliyiz. İnsanları anlayabilmek için bilgi birikimine sahip olmalıyız.

Kısaca anlattığımız gibi proleter devrimcilik bilinçli bir faaliyet ve bilinçliliktir. Tarihin bilinçli öznesi olma durumudur. Eğer ki bu konuda ciddi yetersizlikler varsa yabancılaşmayı aşmak için yola çıkanların, bunun için gerekli olan nitelikte yabancılaşma yaşanmış ve bu durum aşılamadığı gibi ona dâhil olma hali yaşanıyor demektir. Proleter devrimciliğin özü olan öğelerden birisi bilinçtir. Yabancılaşmanın aşılması için proleter devrimciler bu niteliklerindeki aşınmaya müdahale etmelidirler. Tarihsel ve toplumsal koşullar kaynaklı ciddi aşınmaların olduğu rahatlıkla tespit edilebilinir. O zaman ilk elden, bilinçli bir çabayla bu aşınma aşılmalıdır.

Proleter devrimcilik ve toplumsallık

Proleter devrimcilik toplumsallaşma düşüncesinin en üst boyutudur. İnsan toplumsal bir varlıktır. İnsanın insana yabancılaştırıldığı noktalardan birisi de insanın toplumsallığından koparılmak istenmesidir. İnsanın bilinci, yalnızca birey ile onun doğal çevresi arasındaki bir ilişki değil, aynı zamanda en yalın biçimlerinde bile toplum ile çevresi arasındaki ilişkinin bireyde yansıyan toplumsal imgesidir. İnsanın toplumsal ilişkileri, bilgi ve kavramlar şeklinde yansımasını bulur.

Üretimin toplumsallığı insanların toplumsal bir varlık olmalarını doğurmuştur. Tarihsel süreçlerde, hep insanlar toplumsallığından koparılmaya çalışılmıştır. Bugün emperyalist-kapitalist sistem, doğası kaynaklı hep insanı toplumsallığından koparmaya çalışmaktadır. Bunu ne kadar çok başarırsa o kadar çok kârına kâr katacaklarını ve sistemlerinin uzun ömürlü olacağını bilmektedir.

Sistem toplumsallığı değil bireyciliği öne çıkarıp kutsamaktadır. Bireycileşen insan her yönüyle sistemin istediği insandır. İnsanın özü olarak toplumsallığı ile bireycilik karşı karşıya getirilir. Burada insanın bireyselliği toplumsallığın içinde anlamlıdır, toplumsallığından koparılmış ondan da öte toplumsallığı ile bireyselliğinin karşı karşıya getirildiği durum yabancılaşmadır. Ne var ki, proleter devrimci saflarda da bireycilik tüm yabancılaşmaların temelidir.

Proleter devrimci saflara gelenler insanların-insanlığın kurtuluşunun toplumsal bir şekilde olacağını kavradıkları, bilince çıkarttıkları için gelmişlerdir. Özlüce, yok tek başına kurtuluş, ya hep beraber ya hiçbirimiz, anlayışını düstur edinmişlerdir. Proleter devrimcilik toplumsal kurtuluşçuluktur. Parti kolektif bir olgu olarak toplumsallığı yansıtır.

Parti saflarına toplumsal kurtuluş gerçekleştirmek için gelen insanlar, ilk başta kolektifle bütünleşme, duyguda ve düşüncede yaşamını onun içinde inşa etmek zorundadır. Bedenen kolektifin içinde olup kafasının dışında olması, toplumsallığın, toplumsal kurtuluşun tam kavranmadığını gösterir. Demek ki proleter devrimci saflara gelenlerin bir bütün olarak toplumsallığı kavramadığı durumlar veya zamanla burjuva-feodal ideolojiden etkilenip “bireysel kurtuluş” ve bireyciliğe saptığı durumlar da yaşanmaktadır.

Parti içinde bölgecilik, alancılık, organcılık vb. gibi çıkan bir dizi sapma, militanların toplumsallığı kavramamasından ötürüdür. Burjuva sapmaların birçoğu zaten bireyin kendisini topluluktan, kolektiften farklı olduğunu düşünmesi kaynaklıdır. Değişik gerekçelerle ve görünümlerle toplumsallığın yadsınması yaşanmaktadır.

Örneğin parti içinde olmasına karşın kendisini bundan üstün görür, aslında o noktada kendisini kolektifin dışında da görmektedir. Burada gelişen, bireyciliktir. Bunların partili kimlik ve sözde parti adına yapılması bir şeyi değiştirmez. Bu durumu yalnızca bireyin partiye yabancılaşmış olması ile sınırlandırmamak gerekir. Toplumsal kurtuluşun öncüsüne karşı yabancılaşmak bir bütün emekçi halka yabancılaşmayı beraberinde getirmektedir. Kitleye yabancılaşmayla birlikte kolektife yabancılaşmak yaşanmaktadır.

Bu noktada demek ki parti, devrimci saflarda toplumsallığı iki noktada ele almak gerektiğini çıkarırız. Birincisi halkın sorunları ile bütünleşmek, ikincisi birincisinin doğal devamı olarak P. Proletaryası ile bütünleşmek şeklinde olur. Bu iki durum insanın çok önemli bir unsuru olan toplumsallığı bilinçle pratikleştirilmesidir. Partiye ve kitlelere bu bakış olmadığında ya da kavranmadığında yine kişilikte ya da pratikte olumlu bir sonucun elde edilmesi mümkün değildir.

Toplumsal kurtuluşu sağlamak için toplumsal bilincin yön vermesi sonucu politik özne olarak, kolektif bir mekanizma olarak parti. Ama nasıl ki toplumda insanlara tek başına kurtuluş olacakmış gibi bireycilik pompalanıp toplumsallıktan insanlar koparılıyor ve bunun sonucu olarak parçalanmış kişilikler oluşuyorsa, P. Partisi içine gelip de insanın bu doğal özelliğinden kopma durumları da yaşanmamaktadır.

P.Partisi içinde ortaya çıkan zaaflar, yabancılaşmalar ve yozlaşmaların kaynağı burjuva ideolojisinin bireycileştiren etkisidir. Eğer ki parti, devrimci saflarda burjuva yabancılaşmanın etkileri olarak bireycilik yaşanıyorsa, buna karşı mücadelede militanlara insanlığın gelişimi ve emperyalist-kapitalist sistem çok geniş olarak anlatılmak zorundadır. Parti, devrimci saflardaki günlük çalışmaların niçin yapıldığı, dolayısıyla günlük yaşamda “burjuvazi” militanlara gösterilmek durumundadır. Militanlar günlük yaşam içinde, bireyci değil toplumsal düşünüş verilerek eğitilmek zorundadır.

Proleter devrimcilik ve emek

Bir proleterde kendiliğinden bir biçimde var olan emekçilik, biz proleter devrimcilerde en üst biçimde var olur. Çünkü Marks’ın “Emek insanların yaşaması için zorunlu bir araç olmaktan çıkıp, yaşamsal bir amaç olduğunda, komünizm gerçekleşecek” mealinde ortaya koyduğu tutum, sadece komünizmin değil, komünist kişiliğin de gerçekleşme zeminidir. Dolayısıyla başta ustaların kendilerinde ve sonra birçok kadroda örneğini gördüğümüz “emekçilik” bizim için yaşamsaldır. Emek sarf etmek gerek, yaşamak ve ölmek için…

Proleter devrimcilik bilinçli emekçiler faaliyetidir. Doğası gereği emekçilerin kurtuluşu için bilinçli emekçiliktir Partili devrimcilik. Partili devrimci çalışmanın tüm adımı yoğun emek gerektirir. Eğer ki emeğin gaspına son vermek istiyorsak, emeğin ürününün insana yabancılaşmasına son vermek istiyorsak, tüm çalışmalarımızın da yoğun emek gerektirdiğini bilmeliyiz. İnsanın insanlaşmasında emeğin belirleyici rolü vardır. Devrimcilik ve insanın yabancılaşmadan kurtulmasında da emeğin belirleyici rolü olacaktır.

Devrim yapmak, halı dokuyan bir emekçilerin sabırla ve ilmik ilmik dokuması gibi sabır ve emek işidir. Kolaycılık, emeksiz kazanma, proleterlerin bir özelliği değilse, proleter devrimcilikte de öyledir, kolaycılık ve emeksiz kazanma yoktur. Sabırla ve emekle örülen bir iştir proleter devrimcilik. Devrimcilikte sınırlı bir emek harcama yoktur, sınırsız bir emek harcamayı gerektirir, insanlığın kurtuluşu için yola çıkmak bunu zorunlu kılar. İnsanlığın gelişiminde ve evriminde emek belirleyicidir. İnsanlığın gelişiminde hala emek, bilinçli emek belirleyici bir öğe olma durumunu korumaktadır.

Proleter devrimcilik, emekçilik olmasına karşın, bu saflarda da emeksiz başarı kazanma hayali içinde olanlar az değildir. Burjuvazinin ciddi etkilerinin ürünü olarak, genel çalışmalar içinde, yoldaşlarının emek harcadığı durumda, kendisini kolektifin dışında tutarak ya da yönetici olmanın ayrıcalığını kullanarak emek harcamadan muaf tutar. Kafa emeği ile kol emeğinin tarihsel süreç içinde ayrılması gibi proleter saflarda da benzer durumlarla karşılaşılmaktadır. Bunun sonucu olarak, proleter saflarda burjuva kişilikler ortaya çıkmaktadır. Komünistlik zor görev insanı olmaktır. Yıllarca insanlığın kurtuluşu için emek harcamaktır. Emek, değer yaratan tek şeydir. Komünistler de değer yaratmak istiyorlarsa, -ki bunu tartışmak abestir- emek harcamalarının zorunluluğu ortadadır.

Proleter devrimci önce kendine emek vermesini bilmelidir. Kendini halkın bir değeri olarak görüyorsa, ilk önce buradan başlamalıdır işe. Sonra yoldaşlarına ve partisine emek vermeyi öğrenmek zorundadır. Halkı bilinçlendirmek ve örgütlemek için emek vermeden bir beklenti içinde olmak boş hayal kurmaktır. Kendiliğindenciliktir. Parti, devrimci saflarda böyle boş hayaller kuran yoldaşlarımızın olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla “kitlelere gitmek gerekli” talimatından bir şey anlamamaktadırlar. Bunu anlamadıkları için o talimat maddi bir güce dönüşmemektedir. O zaman kitlelere gitmenin, kitleleri bilinçlendirip örgütlemek için emek verme işi olduğunu kavramalıyız.

Proleter devrimci saflarda yaratılan değerler, sınırsız emek sonucunda yaratılmıştır. Bunlar şehirdeki çalışmalarda, kırsaldaki çalışmalarda, gerillada hep böyle olmuştur. Ortaya konan düşünceye samimi şekilde inanan militanlar bunu yapmıştır. Yabancılaşmanın bir etkisi olarak toplumda, kısa yoldan, emek harcamadan yaşama hayalleri içinde olan birçok insan vardır. Burjuva ideolojinin topluma enjekte etmiş olduğu boş bir hayaldir bu.

Ne yazık ki proleter saflardaki militanlarda da faaliyetlerde yeteri kadar emek harcamadan başarı kazanmak hayali kuruluyor. Bu proleter devrimciliğin özüne ters bir durumdur. Hatta emekçiliğin bilincine varmamış yoldaşların varlığına tanık olunmakta. Küçük burjuva yaşam tarzından kopmamış dolayısıyla düşünce tarzı da öyle olan yoldaşlar vardır. Sıkça duyar olduk, “şu alanda çalışma yapılsa ciddi örgütlenmeler oluşturulur” sözünü. Ama bu çalışmayı kimin yapması gerektiği sorusu hep havada kalır. Bazı alanlarda faşist-gerici örgütlerin ısrarlı çalışmalarını gıpta ile izleriz. Ama sınıf karşıtlarımızdan bile öğrenmesini bilmeyiz.

Sonuçta, proleter devrimciliğin özünü oluşturan bir özellik de emekçiliktir. Bundan uzaklaşma, bu yönün zayıflaması, bir bozulma ve yabancılaşma halidir. Emek insanlığın özünü oluşturan bir öğedir. Bundaki bozulma insanlığı kurtuluşa ulaştırmak için yola çıkanların karşıtlarından etkilenmesi durumudur. Bu aşılmadan hedefe ulaşılamaz.

İnsanın özünü oluşturan faktörler olarak ifade ettiğimiz bilinç, toplumsallık ve emek proleter devrimciliğin de özünü oluşturur. Bunlardan uzaklaşıldığında veya kopulduğunda proleter devrimcilikten de uzaklaşma veya kopma yaşanmaktadır. Bu kapsamda toplumdaki yabancılaşmanın benzeri proleter devrimci saflarda da yaşanabilir. İnsanın özünü oluşturan noktalardan uzaklaşmalara paralel olarak proleter devrimci saflarda yabancılaşmaların ortaya çıkışını ve biçimlerini inceleyelim.

Proleter devrimcilik ve dürüstlük

Genel anlamda emperyalist-kapitalist sistem, yaşadığımız coğrafya özgülünde burjuva-feodal sistemin ilk tahrip ettiği insanlık değeri dürüstlüktür. Demek ki işe buradan başlamalıyız. Engels’in dediği gibi “her şeyin başı dürüstlüktür.” Kapitalist sistem ilk başta artı-değere, çeşitli biçimlerde el koyarak dürüst olmadığını ortaya koymaktadır. Değişik görüngüler altında bir gasp olayı yaşanmaktadır. Artı-değere el koyarken ikiyüzlülükle bu işi yapmaktadır. Dolayısıyla burjuvazi ekonomik konumundan kaynaklı dürüst olmayan bir sınıftır. Tek amacı vardır o da artı-değere el koymak veya aynı anlama gelen, kârını artırmak. Bunun için yapmayacağı şey yoktur. Özel mülkiyet, hem yabancılaşmanın ürünü olması, hem de yabancılaştıran olması nedeniyle dürüst olmamayı, samimiyetsizliği, ikiyüzlülüğü tekrar tekrar üretmektedir.

Toplumdaki egemen ideolojinin hâkim sınıfın ideolojisi olma gerçekliğinden hareketle bu karakteristik özelliğin topluma hâkim olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Yaşadığımız coğrafyadaki toplumu incelediğimizde sahtekârlığın, ikiyüzlülüğün envai çeşidini görebiliriz. (En kaba biçimiyle gazetelerin üçüncü sayfa haberleri bunların en bayağılarıyla doludur. Yine tüm TV dizilerinde, dürüst olmama özendirilerek sistemin ideolojisi tekrar tekrar üretilmektedir.) O zaman toplumda yabancılaşmanın yani insanın özüne yabancılaşmasının da bu noktada başladığını ve ilk önce insanın dürüst olma halinin bozulduğunu söyleyebiliriz.

Hem toplumda hem de KP militan, sempatizan, üye ve kadroları için işe ilk önce dürüstlükten başlamak gerekmektedir. Sözlüklerde dürüstlük; “doğruluktan ayrılmayan, işinde, sözünde ve davranışında doğru olmak” şeklinde yuvarlak tanımlarla geçmektedir. Dürüstlük, doğruluktan ayrılmama, ikiyüzlü, sahtekâr ve samimiyetsiz olmama durumudur. Yine genel olarak insanın kendi özüne yabancılaşmaması halidir. Dürüst olma samimiyetle anlam bulur. Samimiyet, içtenlikli olmak, açık yürekli, candan olma durumudur. Dürüstlük ve samimiyet pratikte, değişik şekil ve boyutlarda, hem toplumda hem de özellikle KP’de açıklık şeklinde hayata geçer. Bu kapsamda Lenin’in “kötülüğü korkmadan itiraf edebilecek durumda olunmalıdır” sözü önemlidir.

KP’nin militanlarını bu toplumdan kazandığını söyledik. O zaman önce içinde bulunduğumuz süreçte toplumdaki yabancılaşmanın boyutunu ve hangi biçimlerde ortaya çıktığını bilmeliyiz. Ekonomik nedenlerle toprağından kopmuş köylü ve yaşanan ulusal ve sınıfsal savaş/mücadele dolayısıyla köylerinden, şehirlerinden sürülüp büyük şehirlerin gecekondu mahallelerine insanlar doldurulmuştur. Geniş bir kesim çalışacak bir iş bulamamaktadır. İş bulduğunda ise karnını doyurarak ücret alamamaktadır. Semtler diye tanımladığımız kesimler böyle insanlarla doludur. Bu insanlar devrimci mücadelenin tabanını oluşturmaktadır. Ezilenlerin ve yoksulların, devrimci mücadelelerin tabanını oluşturmasından daha doğal bir şey yoktur.

Fakat bu insanların taşıdığı ideoloji önemlidir. Bir tarafta dizilerle pompalanan şaşalı hayat özlemi, diğer tarafta varlığını bile devam ettirmekte oldukça zorlanmasına neden olan ekonomik gerçekliği. Bir tarafta burjuvazinin şaşalı yaşamı, diğer tarafta geniş kitlelerin “sefil” hayatı. Böyle bir gerçeklikte, insanların varlığını devam ettirmek için bile olsa kolay para kazanma yollarını araması, çeteleşmesi, uyuşturucuya bulaşması, fuhuş batağına batması, sahtekâr olması doğru bulunmasa bile anlaşılır olmaktadır. Bir tarafta insanların varlıklarını devam ettirme sorunu, diğer tarafta insanın özünü oluşturan insanı değerlerin ayaklar altına alınması. Yani çetelerle devrimci ve komünistlerin tabanının çakışması hali. Hem devlete karşı mücadele etmekten korkmayan, vuran kıran bir halk, hem de kendi yaşamı için her işi yapabilen bir halk gerçekliği.

Böylesi bir zeminden gelen insanlar ilk başta disipline uyumda ciddi problemler yaşamaktadır. Çünkü uzun süreli bir işte çalışmamış, iş disiplini yok ve bunların bir sonucu olarak da kafasında emeğin değeri yoktur. Bir taraftan düzene karşı ama bir taraftan da düzenden kopmamıştır. Dolayısıyla birçok şey pamuk ipliğiyle bağlıdır. Şehirden gerillaya katılmış bir militan, bir gün önce düşmanla kahramanca savaşırken bir gün sonra firar edebilmektedir.

Burada açıklık, samimiyet ve dürüstlüğün olmadığını görüyoruz. Semtlerde geniş bir kesimin böyle bir ideolojik şekillenişte olduğu da bir gerçektir. İçtenliğin genel olarak rafa kaldırıldığı bir tablodan söz ediyoruz. Bu toplumsal koşullarda en ezilen kesim Kürt ulusuna mensup kitleler ama yine kapkaççı, uyuşturucu satıcısı, çeteleşen de onlar. Burada, bahsettiğimiz faktörler devreye giriyor. Hâkim ideolojinin bombardımanı sonucunda şekillenen bir tablo bu. Bizler bu kitle ile nasıl ilişki geliştirmeli, nasıl örgütlemeli, hangi ideolojik eğitimi vermeliyiz?

Artık ’80’li, hatta ’90’lı yılların, dediğini yapan, yalan söylemeyi en büyük aşağılanma sayan “delikanlı” gerçekliği yok. Şimdi durduğu yerde elli tane yalan söyleyen, çıkarları uğruna arkadaşını hemen satabilen, bunları kazasız yapabilmenin en büyük “delikanlılık” sayıldığı bir gerçeklik var. Ve bu gerçeklik üzerinden hayat bulan uyuşturucu, fuhuş ve yozlaşma! Bu durum toplumsal yapının ciddi anlamda değiştiğini ve buna paralel burjuva feodal sistem ideolojisinin toplumun önemli bir kesimine yayıldığı ve benimsendiğini gösterir.

İçinde bulunduğumuz toplumsal koşullar özetle böyle ve bu koşullar önce dürüstlüğü vuruyor. Toplum içinde bireycileşmeye, çeteleşmeye karşı yürütülecek ideolojik mücadele, bilinçlendirme, örgütleme çalışmaları başlı başına ayrı bir konu, ama KP’nin örgütlü kitlesi içinde yürüttüğü-yürüteceği ideolojik eğitim çalışması ise ayrıca ele alınmalıdır.

Komünist parti militanları için dürüstlüğün önemi

Dürüst olmama durumu insanın kendine yabancılaşma halidir. İnsanlığın kurtuluşu uğruna mücadele etmek için yola çıkmış bireyden, Komünist Partisi, gerçeğe bağlılığı ve partiye karşı dürüst olmasını ister. Dürüstlük, samimiyet ve açıklıkla anlam bulur. Örgütlü militan, üye ve kadro hiçbir zaman, herhangi bir şeyi, partiden gizleme hakkına sahip değildir. Bir militanın partiye güvenmediğinde ve davranışlarını, düşüncelerini ve duygularını ondan gizlediğinde, parti de böyle militana güven duyamaz.

Doğru olmak veya gerçeğe bağlı olmak demek, komünist ustaların yaptığı gibi her komünistin yapmak zorunda olduğu gibi, doğruyu tüm açıklığıyla ve dürüstçe parti önünde açıkça dile getirmek demektir. Dürüstlük, bir anlamıyla sınıf mücadelesi karşısındaki duruştur. Yani bizzat taraf olmayı, doğrudan yana olmayı gerektirir. Bundan başka bir de kişinin kendi içinde dürüst olma durumu vardır. Sınıf mücadelesi yürütme noktasında samimi olan tüm duygu ve düşüncelerini partiyle paylaşmaktan kaygı duymaz, paylaşır. İlk önemli olan budur.

Genelde açıklığın noksan kavrandığı durumlar olmaktadır. Tek yanlı olarak; hataların, noksanlıkların ve zaafların paylaşılması şeklinde kavranmaktadır. Elbette bu saydıklarımızı partiyle paylaşmak ideolojik gereklilikten öte örgütsel bir zorunluluktur. Bunları partiye açmamak aynı zamanda suçtur. Bunlardan öte duygu ve düşüncelerin partiyle paylaşılması, partiye açılması gerekmektedir. Eksikliklerini gizlememe tüm yoldaşlardan istenen vazgeçilmez bir taleptir. Ama mesele bununla da bitmemektedir. Parti, eksikleri ortaya çıkaran nedenlerin özenle ortaya konulması ve onların da aşılması ve çözülmesi doğrultusunda çaba gösterilmesini ister.

Parti içinde tüm zaafların yaşama zemini kapalılıktır. Basit bir yanlış veya hatanın mayalanıp zaafa dönüşme ve onun da gelişip ihanete dönüşme zemini kapalılıktır. Burjuvazinin içimizde yaşadığı yerler, esasta kapalılıklardır. Her şey küçük bir iltihaplanmadan başlar, diye bir söz vardır. Küçük bir iltihaplanma, eğer ki zamanında müdahale edilmezse bünyeyi sarabilmektedir. Kapalı olunarak partinin noksanlık, hata ve zaafa karşı mücadelesinin önü kapanmakta, burjuvaziye yaşama zemini sunan duygu ve düşünceyle savaşma olanağı partinin elinden alınmaktadır. Parti burjuvaziye karşı silahsız bırakılmaktadır.

Bütün parti çalışmaları göz önüne alındığında: mücadele/savaş içinde bir dizi eylem, etkinlik ve pratik yapılmakta, ölüm başta olmak üzere faaliyet alanının özgünlüğüne göre günlük yaşamın gerekleri dâhil birçok şey militanlarımızca paylaşılmaktadır. Ama noksanlık hata ve zaaflarımızın paylaşılmasında ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Elbette bunu yaptıran, insanın toplumsallaşmayan, yani bireyci yönüdür. Dışardan bakılınca basit gibi görünebilmektedir ama her basit olan kolayca yapılamamaktadır. Bu noktada da insanın insanlığının özünü kavramadığını o konudaki yabancılaşmanın karşımıza çıktığını görmekteyiz.

Eksikliklerle uzlaşılmamalıdır. Komünist partinin, niteliğinden dolayı eksikliklerle uzlaşmazlığı doğasında vardır. KP kendi eksikliklerini söylemekten de çekinmez. Bu da partinin samimiyetinin ve dürüstlüğünün göstergesidir. Eksiklikleri gidermek için sabırsızlık göstermek gerekmektedir. Bu da çözülmemiş sorunları açıkça görmek ve hatalara karşı gözlerimizi kapamamak, hataları partiden gizlememekle olur. Bilindiği gibi, kronikleşmemişse hataları gidermek kolaydır. Bir hata hep küçük bir şeyden başlar, gözden kaçırılırsa, partiye açılmazsa büyük hataya dönüşür. İnsanın kendisinde şu özellikleri geliştirmesi gerekir; hataları çok küçükken görme, tanıma ve partiye bildirme.

Dürüstlük konusunu ele alırken ikiyüzlülüğe de değinmek gerekmektedir. Parti ikiyüzlülüğü kabul etmez, gördüğü yerde soruşturur. İkiyüzlülük parti düşmanlarına yardımcı olan kötülüktür. İkiyüzlülük ihanetin yalanın ve sahtekârlığın tüm sıradanlığını kendisinde gösterir. İnsanların dürüstlüğü ve doğruluğu sözlerine değil, eylemlerine bakarak değerlendirilmelidir. Politikada dürüstlük, kesinlikle denetlenebilir olan “söz ve eylem arasındaki uyumluluk”tur. Söz ve eylemin birbirinden koparılması toplumda ve saflarda başlı başına yozlaşmanın, yabancılaşmanın başladığı noktadır.

Proleter devrimcilik ve bireycilik

Proleter devrimcilik toplumun kurtuluşunu sağlamak için yola çıkma durumudur. Bir anlamı ile bireyin kendini toplumun kurtuluşuna adamasıdır. Bireyin kendisini “unutması halidir.” İnsanın yabancılaşmasını incelerken bireycilikle-toplumsallığın karşı karşıya getirilmesi ve bireyciliğin kutsanması durumuna vurgu yapmıştık. Toplumda bu durum tüm çıplaklığı ile yaşanır, hatta kanıksanmış durumdadır. Bireylerin üyesi olduğu toplumun sorunlarını düşünmesi istenmez, tek başına kendi sorunları ile cebelleşmesi, daha doğrusu kendi sorunlarında boğulması istenir.

Proleter devrimcilik ise “yok tek başına kurtuluş ya hep beraber ya hiçbirimiz” mantığının pratikleştirilmesi durumudur. Proleter devrimci saflarda yaşatılması gereken ilke ve mantık kurgusu, “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” anlayışı üzerine gelişme göstermelidir. Bu aynı zamanda toplumsal düzen idealini yansıtmaktadır. Ama durumun böyle olmadığı ve içinden gelinen ve yaşanılan toplumun etkilerinin kırılamadığına dair daha önce bazı saptamalarımızı aktarmıştık.

Proleter saflarda yaşanan yabancılaşmanın temel nedenlerinden birisi bireycileşmedir. Bu iki anlamda yaşanır. Birincisi, geniş anlamda, bireyin kendinin var oluşsal istem ve arzularını toplumun istem ve arzularının önüne koyması, ikincisi -ki birincisiyle aslında aynı anlama gelmektedir- bireyin içinde bulunduğu proleter devrimci safların çıkarlarını değil bireysel arzu ve istemlerini ön plana almak şeklinde olur. Bu durumlar değişik görünüm ve şekilde yansır. O zaman proleter devrimci saflardaki zaafların kaynağının bireycilik olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda bireysel arzu ve istemleri, topluluğun -proleter safların- amaçları ve hedefleri ile uyumlu hale getirememe ona tabi kılamama durumunda bireycilik yabancılaşma şeklinde ortaya çıkar.

Burjuva-feodal sistem toplumu parçalara bölüp atomize ederek yönetmesini kolaylaştırmaya çalışır. Proleter devrimcilik ise örgütleyip bir güç haline getirerek toplumun kurtuluşunu sağlamaya çalışır. Proleter devrimci saflara gelen bireyler de, en azından algısal düzeyde bile olsa, bu bilinç nedeniyle gelirler. Ama niyetlerden bağımsız olarak o bilince ters olarak bireycilikler de gelişebilir. Bazen birey tamamen bireyci yola sapıp proleter devrimci saflardan kopar, bazen ise bazı pratiklerde bireyciliğe düşmektedir. Bireycileşme durumu, aslında, bireyin kendisini içinde bulunduğu topluma ait olarak görmeme halidir.

Proleter devrimciler tüm çalışmalarında toplumun çıkarlarını gözetmek zorundadır. Politikalarını bu düşünceyle oluşturmak zorundadırlar. Halkın çıkarları ile çelişen, ona ters düşen devrimci politika olmaz. Militanların partinin genel çıkarlarına aykırı olan pratikleri de devrimci değildir. Proleter devrimciler tüm yaşamlarını kolektifin düşüncelerine göre örgütlemek zorundadır. Bireycilik proleter saflardaki tüm kötülüklerin kaynağıdır. Kişinin kendi arzu ve istemlerinin esiri olma durumudur. Aslında insanın kendisiyle karşı karşıya gelme ve kendisine yabancılaşma durumudur. Tüm zaaflarda bunu görebiliriz. Proleter devrimci saflar toplumsallık noktasında devamlı eğitilmek zorundadır.

Birey ile toplum diyalektiği doğru kavranmak zorundadır. Bu diyalektik bağ koparıldığında bireycilik başlar. Bireycilik insanın insani özüne terstir. Var oluşunun bazı özelliklerinin kışkırtılması halidir. Dolayısıyla hâkim sistemin yaşamını uzatır. Birey toplumun bir parçasıdır ama toplumun tamamı değildir. Parçanın bütünün önüne geçirilmesi diyalektik gelişmeye terstir. Yinelemek pahasına bazı hususları adım adım yeniden anımsayalım; kapitalist sistem, meta üretiminin hâkim olduğu bir sistemdir. Kârın gerçekleşmesi için metaların satılması gerekmektedir. Onun için ihtiyaç ve gereklilik önemli değildir, önemli olan tüketimdir. Bunun için bireylerin var oluşsal farklarını kullanır. Farklılıkları kullanarak kar elde etmeye yönelir. Bu nedenle de farklılıklara seslenir.

Toplumdaki kişilerin kendilerini “anlamlandırdığı” nokta, bireycilikler olarak yansır. Ama insanların üretimden dolayı insanlaşan özü toplumsallıktır. Bu anlamı ile de bireycilik kapitalist sistemi yaşatan temel ideolojik argümandır. Proleter devrimciler tüm çalışmalarında bunun karşısında olmalıdır. Farklılıklar, toplumsallık içinde anlamlıdır.

Bireysel istemlerin, arzuların esiri olmak değil, onların toplumsal istemlerle uyumlu olduğunda doğru/yerinde/anlamlı olduğu bilinci geliştirilmelidir. Bütün insanlığın gelişimini reddeden birey, bireycidir. Proleter devrimciler ise bin yıllardır devam eden insanlığın gelişimini temsil ederler. Bu nedenle onların doğasına terstir bireycilik. Saflarda görüldüğü yerde şiddetle mahkûm edilmelidir.

Bireyciliğin ürünü olarak proleter devrimci saflardaki yabancılaşmalardan belli başlı olanlara kısaca değinelim:

Proleter devrimcilik ve bürokratizm

Yöneten ve yönetilenlerin olduğu bir yerde yönetilen ve yöneten çelişkisi de vardır. Bürokratizm proleter devrimci saflardaki en önemli yabancılaşmalardan birisidir. Tehlikeli bir hastalıktır. Sosyalist iktidarın yabancılaşmasının bu noktada yaşandığını düşündüğümüzde bu konunun önemi daha da anlaşılır olmaktadır.

Proletarya Partisi kongre ve konferansları, seçilmiş delegelerle toplanır. Bu delegelerin seçmiş olduğu merkezi önderlik de yukarıdan aşağıya partiyi örgütler. Örgütlerken temel alınan kıstas, kadro ve üyelerinin ideolojik-politik durumu ve deneyimleridir. Toplumun kurtuluşunu gerçekleştirmek için örgütlenmeye ve partiye ihtiyaç vardır. Bu nedenle örgütlenme bir zorunluluktur. Proletarya Partisi kararlarını hayata geçirmek için insanlara yetki verilir. Bu yetkiyi partinin amaçlarının gerçekleştirmek için kullanılmaları istenir.

Bürokratizm, yöneticilerde her şeyi kuru emir-talimatlarla yönetme ve kaba hotzotçuluk olarak kendini göstermektedir. Yöneticilerin niçin orada bulunduklarını unutmaları, genel proleter kitleden kendini farklı görmeleri, vazgeçilmez görmeleri şeklindeki bireycileşmelerinin ürünü olarak ortaya çıkar. Yönetenler, önce göreve tanınan ayrıcalığı bireycilikten kaynaklı, kişiye tanınan ayrıcalık olarak ele alırlar, sonra toplumu ve yönettikleri kitleyi anlamaktan uzaklaşırlar, doğrunun tek temsilcisi olarak kendilerini görürler. Yetkiyle doğru olmanın özdeş olduğu yanılgısına kapılırlar. Parti kitlesini küçümserler. Devrimin bir avuç öncü tarafından yapılacağını düşünürler, o nedenle için kitlenin önemi ancak sözdedir.

Çeşitli gerekçelerle hep ayrıcalıklı olmak isterler. Çalışma prensip ve ilkeleri hep yönetilenler içindir, yönetenleri ilgilendirmez! İdeolojik sorgulayıcılık yönetilenler içindir, yöneticilerin buna ihtiyacı yoktur. Bazı yoldaşlar işi o kadar abartır ki nerede ise mutlak aklın kendisi olduğunu iddia ederler. Bürokratizm proleter saflarda, genelde kitleden ve parti kitlesinden kopma şeklinde kendisini gösterir. Bürokratizm bir çalışma tarzıdır da. Çalışmalarda kitlenin düşüncelerini alıp sentezleyerek kitleye sunma şeklinde bir ele alış yoktur, kitlenin katılımı yoktur. Kitleyi çalışmalara katmayan, düşüncelerini almayan bir çalışma tarzıdır.

Bürokratizmin çıkmasının zemini amir ve memur düşüncelerinin olduğu yerdir. Bu çelişkide iki yön vardır. Birisi yöneticiler, diğer yönetilenler. Sorgulamayan “gözümü kaparım vazifemi yaparım” düşüncesi yönetilenlerdeki bürokratizme zemin sunan düşünceyi en iyi şekilde vermektedir. Sınıfsız topluma ulaşmak için mücadele edenler zamanla amaçlarına yabancılaşıp ilgili mekanizmada ayrıcalıklı bir sınıf yaratmaya çalışırlar. Bu yabancılaşmanın kökeni de kendisini toplumdan ayrıcalıklı görme, toplumsal bilinçten uzaklaşma ve emek vermeden yaşama anlayışıdır.

Sınıflı toplumu yıkabilmek için bir araca ihtiyaç vardır. Bu partidir. Partinin içinde işleri örgütlemek, başarı kazanmak için ideolojik-politik durumu ve yeteneğine göre militanlar arasında işbölümü yapmak zorunludur. Elbette işbölümü insanlığın ilk sınıflara bölünmesinin zemini ise parti saflarında da bürokratizmin zeminidir.

Bununla bilinçli bir mücadele yürütülmezse ilgili mekanizmalarda buna karşı gerekli düzenleme yapılmazsa ilgili yoldaşların, insanlığın kurtuluşu mücadelesine yabancılaşıp bürokratlaşması kaçınılmazdır. İnsanların niyetinden öte böyle bir zemin vardır. Hele illegal mücadelenin yürütüldüğü koşullarda bunun zemini daha da fazladır. Genel olarak kitleden uzaklaşmanın hem nedeni hem de sonucu olarak karşımıza çıkar bürokratizm.

Bürokratizm özgür mekanizma içinde yoldaşça ilişkilerin gelişmesine engeldir. Yoldaşça eleştiri ve özeleştirinin olmadığı, hesap verilirliğin zayıf olduğu ya da olmadığı, kitlelerle bağların zayıfladığı, örgütlü mekanizmaların değil bireylerin ön plana çıktığı, kitlenin görüşlerinin alınmadığı, kadroların görev dağılımının isabetli yapılmadığı, görev değişikliklerinin yapılmadığı, kadroların yedeklerinin oluşturulmadığı durumlarda çok daha elverişli zemin bulur.

Proleter saflarda görev almak ve sorumluluk üstlenmek, daha çok çalışmayı gerektirir. İdeolojik-politik donanımı yeterli olmayan yoldaşlar önce görevlerin kendisine tanıdığı ayrıcalıkları öğrenmekte ve bunları kullanmaktadır. Ancak bu ayrıcalıkların kişiye değil göreve olduğu unutulmaktadır. Sorumlulukların görülmeyip hakların ön plana çıkarılması, görevler ve haklar denkleminde hep ilk önce hakları ele alan, hatta hakların suni gerekçelerle genişletilmeye çalışılması bürokrat kişiliğin tipik özelliklerindendir. Eğer ki görev ve sorumluluklar unutulup, tek başına ayrıcalıklar hayata geçiriliyorsa orada burjuvalaşma başlamış demektir.

İnsanlar partili devrimciliğin aynı zamanda bilinçli emekçilik olduğunu unutmaktadır. Dolayısıyla sağa sola doğru yanlış emirler yağdırmaktan başka bir şey yapmayan bürokratlar olup çıkıyorlar. O zaman proleter saflarda yönetenlerden yönetilenlere kadar her yoldaş ilk önce emekçi olduğunu unutmamalıdır. Tüm zor şartlara rağmen görevlerini yerine getirmelidir. Parti saflarında burjuva tarzda yöneten ve yönetilen ilişkisinin gelişmesine izin verilmemelidir. Bunun için proleter ideoloji yani proletarya partisinin amaçları ve MLM doğru kavratılmak zorundadır. O zaman kimsenin ayrıcalıklı olmadığı, bugün yönetici olanın yarın yönetilen, yönetilen olanın da yönetici olacağı, olduğu kavratılmalıdır.

Bürokratizm; devrimin isimsiz kahramanları olma durumunun unutulmasıdır. İnsanlığa hizmetin, yıllarca laboratuarlarda, kimseden alkış beklemeden saçını beyazlatma, ömrünü tüketme işi olduğunun unutulmasıdır. Bürokratizm; insanın özüne yabancılaşma, insanlığın kurtuluşunu değil, bireyci yaşam tarzını önemseyen, insanın insanlaşma ve kurtuluşuna kendini adamama, bu yolda mücadele etmeden sapıp insanın var oluşsal özelliklerine teslim olmadır. Bireyciliğin gelişmesi, aracın amaçtan önce alınması ile bireyin kendine keyfi ayrıcalıklar sağlaması, kolektiften kendini ayrı düşünme ve çeşitli gerekçelerle, kolektifin emeğine üretimine el konulması insanın insanı sömürmesinin tekrar üretilmesidir. Tüm yaptıkları işlerde ayrıcalık ve saygı bekleyen bürokratlaşacaktır…

Elbette genel olarak devrimci çalışmaların zayıfladığı durumda bu yabancılaşma daha sıklıkla saflarda gözükmektedir. Biz de başlı başına bürokratizmi ele almaktan öte, yabancılaşma ile ilişkisi boyutu ile değinide bulunduk. Bürokratizmle yakın ilişkisinden dolayı burada kısaca da olsa kibir ve kendini beğenmişliğe değinmeliyiz.

“Komünist kibir” diyordu Lenin, “(K)omünist partisine mensup olan ve henüz oradan atılmamış insanın bütün görevlerini komünist yönergecilikle çözebileceği kuruntusuna kapılması demektir. Kendisi şimdilik yönetici (…) üyesidir ve bu, onun komünist aydınlanmanın üzerine konuşması için yeter! Hiç de öyle değil. Bu komünist kurumdan başka bir şey değildir. Politik olarak aydınlanmayı öğrenmeliyiz –görev budur, ama bunu henüz öğrenemedik ve sorunu hala doğru ele almasını bilmiyoruz.” (Lenin’den aktaran K.E Kadro Sorunu Üzerine Sf: 102)

Burnu büyüklüğe ve kibre karşı mücadele etmek kadro ve militanları cesur inisiyatif ruhuyla eğitmekle olur. Kibir ve palavracılık, kendini beğenmişliğe ve ben-merkezciliğe, bürokratizme götürmektedir. Belirli tarihsel koşullarda yaptıkları başarılı faaliyet ve görevlerle öne çıkan yoldaşların aslında yaptıkları görev ve faaliyetlerin ideolojik-politik arka planı tam anlamı ile kavrayamamalarının ürünü olarak, benmerkezcilik, kibir/kurum, bürokratizm ortaya çıkabilmektedir.

Kimisi tarihsel koşullar içinde işkencede bir görev ve sorumluluk olarak direnen veya kahramanca savaşan ya da yine bir görev olarak yeteneğini yazı yazmak olarak kitleleri aydınlatmada kullanan ya da daha başka birçok alanda önemli başarılara imza atmış, emek harcamış yoldaşlar bu yaptıkları işleri komünist görev ve sorumluluğun sonucu yaptıklarını unutmakta, görev ve sorumluluklarını yapmayan yoldaşlarla kendilerini kıyaslayarak bir kibre kapılmaktadırlar. Bu durum benmerkezcilik ve bürokratizme kadar gitmektedir. Burada sorun yapılan işlerin, içine girilen pratiklerin komünist bilinçle yapılmamasıdır.

İnsanlığın kurtuluşu için yapılan pratiklerin ideolojik ve politik olarak kavranmaması sonucu, zamanla bu mücadele içinde ilgili yoldaşların yabancılaşıp mücadelenin önüne bir engel olarak çıkması çokça yaşanmaktadır. “Kadroların kendi kendilerini övmelerine”, bunun onlara yararlı bir hizmet sunacağı varsayımıyla göz yumulmamalıdır. Böyle bir görüşten daha yanlış bir şey yoktur, kadro politikasında. Militanları, kadroları ve üyeleri hatalarını gizleme yoluyla gözetme ve elde tutma, kadroları mahvetmektedir. Partiye yabancılaşmanın zeminlerinden birisi de budur.

Proleter devrimcilik ve benmerkezcilik

Proleter devrimci saflara gelen insanlar ilk başta kendisini “unutmalıdır”. Bu bireycilikten uzaklaşmış olması anlamına gelir. Fakat bu durumdan uzaklaşmayıp kendine hayran olan, ondan öte kendisine âşık olan yoldaşlara da rastlanmaktadır. Bu durum, ilk başta, MLM’yi kavramamak, sınıf mücadelesini ve sınıf mücadelesi içinde bireyin rolünü kavramamaktan kaynaklıdır.

Tarihsel süreç içinde alınan görevlerde göreceli olarak başarılı olunması ve örgütün geneldeki başarısızlığı buna zemin sunabilmektedir. Bu görevler yapılırken başarı göstermek olumludur ama buradan ayrıcalık beklemek geneli kavramamaktır. Genelde başarısızlığın olduğu bir durumda parçanın başarısının çok fazla önemi yoktur. Onun için kişinin bir başarıda kendini öne çıkarması anlamsızdır.

Amiyane tabirle bu durum, başarıyı ranta çevirme işidir. Kaldı ki öyle gerçekte başarı gösterenler bu duruma düşmezler. Bir anlamı ile Proletarya Partisi militanlarının güçsüzlüğü, başarısızlığı, bazı yoldaşlarda yanılsamalara sebep olarak kendisinin kolektiften farklı olduğu düşüncesine kapılmasına vesile olmaktadır. Dünyayı kendisinin bulunduğu yere göre değerlendirme, doğru ve yanlışın ayrıştırılmasında ve belirlenmesinde tek otorite olma şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kitleyi, Proletarya Partisini küçümseme, kendisini sınıf mücadelesi için bulunmaz sanmak da tipik özelliğidir benmerkezciliğin. Özü partiye ve halka yabancılaşmadır.

Partinin ve halkın eleştirilerine kendisini kapatır. Çünkü kendisini hiç hata yapmaz görür, diyalektiği o noktada durdurur. Benmerkezci, eleştiriye kapalıdır veya eleştirileri soyutlaştırarak “kabul eder”. Yani gerçekte eleştiri kabul etmez. Çünkü o hata yapmaz! Benmerkezci kişilikler örgütsel yaşamda militanların özgüvenlerine saldırırlar. Bundan dolayı örgütsel yaşamda özgüvenini yitirmiş, silik kişilikler yaratmak isterler. Yani güçsüz kişilik karşısında kendi “gücünü” gösterirler. Partinin ve militanların güçsüzlüğü onların yaşama zeminidir.

Güçsüz militan kitlesi üzerinde “her şeyi bilen“ ve o kitleden ayrı, yabancılaşmış bir kişilik olarak karşımıza çıkar. Benmerkezcilik, kibirliliktir. Politikada her şeyin reçetesine sahip olan doktrinercilik, örgütsel ilişkilerde yıkıcı ve insanları mücadeleden soğutan sekterlik şeklinde ortaya çıkar. Eğer ki düzeltilemezse örgütsel yapı içinde tahribatı büyük olur. Sonuçta sınıf mücadelesinden kopup burjuva bireyciliğini sistemle bütünleşerek yaşamaya başlar. Benmerkezciliğin tipik özelliğinden birisi de komploculuktur. Devrimin yapılmasından örgütsel çalışmaya kadar bu düşünceleri yansır.

Sınıf mücadelesi içindeki her birey önemlidir, değerlidir. Ama hiçbir birey de bulunmaz değildir. Partinin tarihi bunun örnekleri ile doludur. Kendisini bulunmaz Hint kumaşı sanıp kendisini eleştiriye kapatan, hatalarının ve zaaflarının özeleştirisini vermekten kaçınan yoldaşların gittikleri yer genelde düzen içi burjuva saflar olmuştur. Benmerkezciliğin kadrolarda yarattığı tahribat büyüktür. Kadrolar hatalarını gizler, olumluluklarını ise abartarak anlatırlar. Sınıf mücadelesi içinde hatalarını gizlemekten, kendi kendine övgü dizmekten, kendisiyle hoşnut olmaktan, kendine âşık olmaktan daha kötü bir şey olamaz. “Hiçbir şey, kendini beğenmiş iyimserlikten daha tatsız değildir” diyor Lenin.

Popülizm de benmerkezcilik gibi bireyin kendini ön plana çıkarması ile genel olarak halktan ve kolektiften kendini ayrı ve onların dışında görme durumudur. Kendisinin övülmesini, herkes tarafından takdir edilmesini, herkesin kendisini konuşmasını ister. Yaptıkları görevlerde hep işinin gereğini genel mücadele için önemini kavramaktan daha çok birileri tarafından görülüp takdir edilmek ve ayrıcalık kazanmak için yapar. Bireycilik kaynaklı görev yapma hâkim durumdadır. Kitleler ve parti, devrimci saflar alkışladıkça veya takdir ettikçe kişi daha fazla yanılsamalı olarak kendini kavramaya başlar. Popülizmin zirvesi benmerkezciliktir, kariyerizmdir.

Proleter devrimcilik ve kariyerizm

Parti/devrimci saflara gelen yoldaşların bazıları insanın toplumsallığını kavrayamadıkları için bireyciliğin bir yansıması olarak kariyer edinmeyi amaç edinirler. Yani gelmiş oldukları yere aykırı bir pratik içine girerek oraya yabancılaşırlar. Yaptıkları iş ve görevlerde amaç kayması yaşanır. Partili devrimciler isimsiz “kariyer”in kahramanıdır. Devrimin sıra neferleridir. Ama bu saflarda yabancılaşanlar, devrimin sıradan neferleri olmayı kabul etmezler. Aslında insanlığın gelişimini kavramadıkları gibi insanlığın kurtuluşunu da kavramadıkları ortaya çıkar.

Elbette Proletarya Partisinde de yöneticiler vardır. Ama onlar bireysel istemleri ve rahatlığı için yöneticilik yapmazlar, toplumun ve kolektifin amaçlarını en iyi şekilde yerine getirecekleri için yönetici olurlar. Yönetici olmak için her şeyi yapmayı mubah gören anlayış olarak kariyerizm ortaya çıkar. Bu tip düşünüş tendi hata ve noksanlıklarını kapamaya, kendisini olduklarından farklı göstermek ister. Başkalarının hatalarını ise daha abartarak ifade eder. Bu düşünüş insanı gerçek değerlendirmelerden uzaklaştırır. Doğal olarak bulunmuş olduğu yerin özelliklerine yabancılaşmış haldedir.

Bürokratizm gibi kariyerizm de bireycileşen kişinin tehlikeli bir yönelimi ve pratiğidir. Bir görevi hangi militan ve kadro daha iyi yapıyorsa o yoldaşın yapması genel için en doğru olanıdır. Kapitalist toplumda bireyciliği kışkırtılan kişi, bir amaç olarak kariyer-mevki edinmek ister. Proleter saflarda bir amaç olarak mevki edinmek diye bir şey olamaz. Görevlerde sorumluluk bilinci ile sorumluluk almak vardır. Sorumluluk alan yoldaşın diğer yoldaşlardan tek ayrıcalığı daha fazla sorumluluk taşıması buna paralel daha fazla çalışmasıdır.

Ne var ki proleter saflara gelen kişilerde bireyciliğin dar iktidarlaşması olarak gizli kariyerist eğilimler olabilir. Kapitalist ideolojinin etkisinden kurtulamayan yoldaşlar, faaliyetlerin özde nasıl daha iyi yapılacağından çok kendisinin aslında her şeyin en iyisini yaptığını pazarlamaya çalışabilir. İnsanın yabancılaşmasına son verilecek komünist toplumda mevki ve kariyerin yeri olmayacaktır. Bunun için yola çıkanların böyle bir yabancılaşmanın etkisine de son verilerek bu aşamaya ulaşılacaktır.

Proleter devrimcilik ve karamsarlık

Burjuva-feodal sistem gelecek umudu kırılmış, kendine güvensiz toplum yaratmak ister. Bunu başarmasının sistemin uzun ömürlü olması için gerekli olduğunu bilir. Toplumu incelediğimizde, sistemin bu konuda azımsanmayacak bir başarı kazanmış olduğunu görürüz. Toplum yarınına umutsuz ve güvensizdir. Toplumda karamsarlık hâkim durumdadır.

İçinden geçmiş olduğumuz tarihsel ve toplumsal süreçte devrimci ve komünist saflarda umutsuzluğun ve karamsarlığın, önemli bir boyutta olduğunu söylemek abartı değildir. Bu durum, bir dizi başka şeyin yanında hâkim sistemin ideolojisinden devrimci ve komünist safların etkileniş boyutunu gösterir.

Asılsız, “pembe düşlere” dönüştürülmemesi kaydıyla umut gereklidir ve iyidir. Umut, insanların, insanlık tarihinden aldığı güçle yarını kurmaya bilimsel güvenin ifadesidir. İnsanlığın kurtuluşunun gerçekleşeceğine bilimsel olarak inanan bir kişi bile kalmışsa orada umut vardır. Karamsarlığa gerek yoktur.

Devrimci ve proleter devrimci saflarda başarısızlıklar, emperyalist-kapitalist sistemin ideolojik saldırıları, dünyada devrimci ve komünistlerin bir güç olamamalarından etkilenen geniş bir kesimin umudu kırılmış durumdadır. Elbette bunu tersine çevirmek bilinçli bir çabanın ürünü olacaktır. Bu noktada bir de umutsuzluk tacirlerinin ortaya çıktığını görmekteyiz. Bu umutsuzluk propagandası sözde “eleştiri” adı altında yapılmaktadır. Bilinmelidir ki yapıcılıktan koparılmış eleştiri gevezeliktir. Eleştiri ve tartışma konusu olan sözlerin eleştirisi ancak bireyin eylemiyle anlamlı olmaktadır.

Burjuvazinin anti-propagandası, devrimci ve komünistlerin hataları ve başarısızlıklarından kaynaklı umutsuzluk ve buna paralel devrimci saflarda ciddi kopuşlar, çeşitli görüntüler altında yaşanmaktadır. Bu zeminde bazı sözde kurtarıcılar da kendi güçsüzlüğünü görüp ona yönelmek yerine devrimci değerlere saldırarak umutsuzluk pompalamaktadır. Elbette insanların güçsüzlüğü, bir yere kadar anlaşılabilir ama emperyalist-kapitalist sistemin saflarda yapamadıklarını yapmaya soyunmak yabancılaşmanın zirvesi olarak karşımıza çakmaktadır.

Bu komünistler için “anlaşılır” değildir. Bu tip insanlar, kendilerini toplumsal kurtuluşun karşısına konumlandırma pratiği içine girmiş durumdadır demektir. Bir taraftan komünist saflarda yozlaşıp/yabancılaşıp uzaklaşma onunla da hızını alamayarak, bireyciliğin esiri olarak burjuvazinin değirmenine su taşıma pozisyonuna düşme durumunun sıklıkla yaşandığına tanık olmaktayız. Böylesi insanların yabancılaşma ve yozlaşma konusunda göstermiş oldukları pervasızlık tüm toplum tarafından ibretle izlenmekte ve hayretle karşılanmaktadır. Bu durum, bir olgunun karşıtına dönüştüğünde bir çelişkinin aldığı biçim olarak incelemeye değerdir.

Karamsarlıkla yakın ilgisinden dolayı proleter devrimcilerin kendilerine güvenme durumuna da kısaca değinmek yerinde olacaktır. Proleter devrimci saflara katılanların büyük çoğunluğu, bir anlamıyla sistemin kitleleri güvensizleştirmesini bir şekilde kırmış durumdadır. Fakat ciddi anlamda da bu güvensizleştirmenin etkilerini üzerlerinde taşımaktadırlar. Özellikle kadınlar burjuva-feodal sistemi yadsıyarak saflara gelmektedir. Fakat yüzyıllardır devam eden toplumda özellikle kadındaki kendine güvensizliği bir bütün olarak ortadan kaldırmanın uzun bir süreç işi olduğu kavranmak zorundadır. Parti saflarda karşılaşılan zorluklar karşısında tekrar güvensizliklerin üretildiğine tanık oluyoruz.

Güvensizliğin temeli toplumdur. Emekçilerin kendi güçlerinin farkında olamama durumu ve emeğine yabancılaşarak güçsüzleşmesidir. Bunun aşılmasının yolu da toplumsal bilincin gelişmesidir. Temel sorun da iktisadi yabancılaşmaya son verebilmektir. Bunun için yola çıkan militanların tekrar güvensizlik yaşamaları ise yabancılaşmaya teslim olmaktır. Buradan hareketle yabancılaşmaya nasıl son verileceği bilimsel olarak kavratılmalıdır. Güvensizliği ve karamsarlığı aşmanın tek yolu budur.

Proleter devrimcilik ve kanıksama

Burjuva-feodal sistem ideolojik bombardımanı ile toplumda bir kanıksama kültürü yaratmıştır. Yabancılaştırılmış insan burjuva-feodal sistemin ona dayattığı “oyun”laştırılmış yaşamı hem oynamakta, hem de izlemektedir. Bu durum öyle bir hal aldı ki, kitleler, hâkim sınıfların ideolojik bombardımanı ile yoksulluğu, yoksunluğu, emeğinin gasp edilmesini, baskıyı, zulmü vb.ni kanıksar duruma gelmiştir. Farklı bir ses çıkarmak, bu duruma boyun eğmemek, isyan etmek kitleler tarafından ayıplanmaktadır. Bu hâkim sınıfların en ciddi başarısıdır. Ve bunu ideolojik aygıtları aracılığı ile yarattığı yanılsama ve yalanlar ile yapıyor.

Devrimci ve komünist saflarda da buna benzer kanıksama durumunun varlığı gözlemlenmektedir. Öncelikle var olan durumdan hoşnut, bu durum içinde huzurlu devrimci tiplerin oluştuğunu gözlemlemekteyiz. İdeolojik yetersizlikler, noksanlıklar, politika üretememe, örgütleme oluşturamama, kitlelerle bağ kurmama bütün bunların toplamı olarak başarısızlık kanıksanmış durumdadır. İktidar bilincinin silikleştiğine tanık olunmaktadır. Hedefin bulanıklaşması kanıksamayı beraberinde getirmektedir…

Sınıf karşıtlarımızın devrimci ve komünist saflardaki etkisi olarak bu durum incelenmek ve çıkartılan sonuçlara paralel aşılmak zorundadır. Devrimcilik var olan durumu aşma pratiğidir, dolayısı ile kanıksama doğasına terstir. O zaman bu noktada devrimcilikte bir yabancılaşma olduğunu söyleyebiliriz. Kanıksama, devrimci ve komünistler için ölüm demektir. Bu nedenle kanıksamaya karşı mücadele yaşamsal bir konudur. “Huzur kölelik, rehavet ölümdür devrimciler için.” Komünistler dünyayı değiştirmek için cüreti kuşanmış insanlardır. Kanıksama durumu ise bunun tam karşıtı ve bu duruma yabancıdır. O zaman kanıksama varsa yabancılaşma da vardır.

Kanıksama durumu ile yakın ilişkide olan bir de yetinmecilik vardır. Var olanla yetinmeyi devrimcilik sanma durumudur. Bu noktada da devrimcilerin ve komünistlerin kendilerini nasıl ürettiği de sorgulanmak zorundadır. Kanıksama durumu aynı zamanda var olanla yetinmeyi ve devrimcilerin kendilerini basit bir şekilde ürettiklerini ortaya çıkarmaktadır. Devrimcilik büyük bir amaç için yola çıkma, bundan dolayı da düşünüşte ve pratikte sınırları aşma işidir. Bu anlamı ile yetinmecilik devrimcilere yabancıdır.

Sınırları aşma işi hiçbir zaman bitmeyecektir. Bu çelişki yasasıyla zaten bilimselliği ortaya konmuştur. Lenin yoldaşın komünistler için “şükür” diyecekleri bir gün olmayacağı sözü bu noktada anlamlıdır. Çünkü bir çelişkiyi çözmek için mücadele etmek sonuca ulaşmak, yeni sürecin ve yeni çelişkilerin kapısını aralamak demektir. O zaman yetinmecilik de gerileme, kendini yeniden üretememe durumudur. Yetinmecilik devrimcilik değildir ve tüm çalışma ve faaliyetlerimizden kovulmak zorundadır.

Proleter devrimcilik ve özgür aşkçılık

Devrimci saflarda, var oluşçuluğun ve post-modernizmin etkisi olarak, yozlaşma ve yabancılaşmanın başladığı noktaların başında cinsellik gelmektedir. Ülkemizin sosyo-ekonomik yapısının etkisiyle bu noktada yozlaşma ve yabancılaşma, burjuva ideolojisinin ciddi anlamda başarı kazandığı bir alandır. Başlı başına bir konu olan cinselliği yalnızca konumuz bağlamında inceleyeceğiz.

Marks, insanın toplumsallaşmasında ilk adımının, insanın insanla ilişkiye geçmesiyle başladığını, söylemektedir. Bunun ilk biçiminin de karşı cinsler arasında olduğuna vurgu yapmıştık. Yine insanın gelişmişliğinin sorgulanmasının insanın karşı cinsle ilişkisinin sorgulanması ile elde edilebileceğini söyler. Bu noktadan burjuva-feodal toplumu değerlendirdiğimizde insani yabancılaşmanın boyutunu görürüz.

İktisadi yabancılaşmaya paralel bir durum gelişmektedir. Tüm insani özelliklerin metalaştırıldığı durumda cinselliğin de metalaştığını, en insani gereksinmelerin bile ekonomik ilişkilere göre sağlandığını, ona paralel karşılandığı bir toplumda yaşıyoruz. Bu durumda gerçek sevgiden söz etmek mümkün olmamaktadır. İnsani sevgiye ve tüm sevgilere ekonomik ilişkilerin gölgesi düşmektedir.

Cinsellik insanın var oluş özelliklerinden birisidir. İnsanlığın gelişimine paralel, önce var oluşsal bu özellikle insanın özü uyum içinde gelişmiştir. İşbölümünün gelişmesinin bir aşamasında insani yabancılaşma bu konuda da yaşanmaya başlamıştır. Bir cinsin diğer cins üzerinde tahakküm kurması ile erkek egemen dönem başlamıştır. İnsanın insana yabancılaşmasının bir dizi özelliği, bu konudaki yabancılaşma incelendiğinde ortaya çıkarılabilir.

Tarihsel sürecin belirli bir aşamasında insani bir özellik olan cinsellikle, insanın özünü oluşturan toplumsal bilinç ve emek bu noktada karşı karşıya konmuştur. Özel mülkiyetin gelişmesine koşut olarak kadınlar da özel mülkiyet olarak görülmüştür. Toplumsal üretime katkıları yok sayılmış, köle gibi çalıştırılmaları yetmemiş, cinsellikleri de sömürülmeye başlanmıştır. İlkel-komünal toplumun son aşamalarından gönümüze kadın cinsi hem emeğine hem de cinselliğine yabancılaştırıla gelmiştir. Elbette bu yabancılaşmanın kökeninde de iktisadi yabancılaşma yatmaktadır. Dolayısıyla tam anlamı ile bu yabancılaşmaya son vermek de özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ile olacaktır.

Genel bir değerlendirmeden sonra cinsel yabancılaşmaya bir tepki olarak gelişen ama yine de bu yabancılaşmadan kurtulamayan özgür aşkçılığı ele alalım. Sınıflı toplumda eşitliğin ve özgürlüğün olamayacağı ortadadır. Eşitsizliğin olduğu bir yerde eşitliği savunmak özünde eşitsizliği savunma anlamına gelir. İnsanların insani gereksinmelerini insani özelliklere uygun karşılamaları gerekir. Var oluşsal bir özellik olan cinselliği, toplumsallık ve bilinçten koparıp, onların karşısına koyarsak burada yabancılaşma başlar.

Tüm insani gereksinmelerde olduğu gibi cinsellikte de toplumsal sorumluluk ve toplumsal bilinci bir kenara bırakarak “özgürce” karşılama yoluna gidilirse bu yabancılaşma olur. İktisadi yapının değiştirilmediği, iktisadi yabancılaşmanın ortadan kaldırılmadığı durumda, onu yok sayarak düşünmek bir yanılsamadır. O özgürlük burjuvazinin özgürlüğüdür. İnsanların bilinci doğrultusunda ve toplumsal gereklilikler doğrultusunda yaşamını düzenlemesi değil, güdülerine göre yaşamını düzenlemesidir özgür aşkçılık.

Açlık, susuzluk gibi cinsellik de bir ihtiyaç ve güdüdür. İnsanların çoğunluğu ve proleter devrimciler açlıklarını gidermek için hırsızlık yapmıyorsa ve hatta, gerektiğinde, var oluşumuzu sağlayan temel ihtiyacımızı bile bilincimizle yön verip açlığa ve ölüme yatıyorsak, cinsellik –ki açlık gibi birincil ihtiyaç değildir- noktasında da toplumsal bilincin yönlendirilmesi gerekmektedir.

Bilinçli hareket tarzı, dolaysız olarak insanı hayvanın yaşam faaliyetinden ayırır. O zaman özgür aşk deyip güdülerimizin esiri mi olacağız, yoksa toplumsal amaçlarımız ve bilincimiz doğrultusunda buna yön mü vereceğiz? Proleter devrimcilik yaşamın bilinçli bir şekilde örgütlenmesi işidir. Cinsellik de bundan bağımsız değildir. Kapitalist toplumda sistemin en önemli yabancılaştırma ve yozlaştırma silahlarından birisinin cinsellik olduğunu düşündüğümüzde bu konunun devrimciler açısından önemi ortaya çıkmaktadır. Dolayısı ile bunu yok sayarak geçiştiremeyiz. Onun için proleter devrimciler özgür aşka karşı olmalıdır. Aynı zamanda devrimcilerin amaçlarına, çalışmalarına paralel bir sevgi ve aşk anlayışı da ortaya koymalıdırlar. Proleter devrimci saflarda bunlar vardır.

Bu noktada yabancılaşmanın aşılması da var oluş özelliği olan cinsel güdü ile insanın özünün uyumsuzluğunun ortadan kaldırmakla olur. Yani var oluşsal özelliklerin bilinç ve toplumsal amaçlara uyumlu bir ele alışın geliştirilmesiyle olur. Cinsellik insanın biyolojik bir gereksinimidir ama bunun doğru tarzda giderilmesi zorunludur.

Proletarya Partisinin mücadelesinde, bulunulan faaliyet alanının özellikleri, alınan görevlerin özellik ve gereklilikleri, kişilerin bireysel gelişimleri, ideolojik-politik görevlerden bağımsız olarak sevgi ve aşk düşünülemez. Bireysel ihtiyaçlar toplumsal gerçekliğe göre ele alınıp, bilincimize paralel yönlendirilmelidir. Bunlar yok sayıldığında bireysel hazların insanları yönetme, onların esiri olma durumu yaşanmaktadır.

Bu durum partili devrimci saflarda çok açık, kaba bir şekilde ortaya çıkmaz. Daha çok duyguların partiden gizlenmesi, mücadelenin ihtiyaçları ile uyumlu olmayan ilişkilerin yaşanması şeklinde olur. Bir ilişki bitirilmeden başka bir ilişkiye başlanması, mücadelenin görevlerini duygusal ilişkiden dolayı savsaklandığı zaaflı durumlara da rastlanmaktadır.

Parti saflarında bunların yaşanmasından daha önemli olan bunların gizlenmesidir. İnsanı kişiliksizliğe mahkûm eden yabancılaşmanın, toplumu anlık zevklerin tutsağı yapması durumunun saflara yansımasıdır. Güdülere ve duygulara bilincin teslim olma hali iradesizlik olarak yansır. Bir dizi bireyci kaygı nedeniyle de partiye açılmaz. Genel anlamda kapalılıklar olmakla birlikte cinsel zaaflarda daha fazla kapalılık yaşanmaktadır. Burjuva-feodal toplumda cinselliğe tabu olarak bakılır. Bu tabu kapalılığı içinde barındırır. O kapalılık içinde bir dizi yoz ilişki yaşanır, yaşatılır. Saflarımızda bu kapsamda yaşanan kapalılıklarda toplumun bu özelliğinin de yön verdiği görülmektedir.

İlerici saflarda ise “özgür aşk” adı altında insanın var oluş özelliği olan cinsel güdülerine teslim olmanın kutsandığı şekilde ortaya çıkmaktadır. Özgürlük zorunluluğun bilincinde olma ve buna uygun pratiğe girme eylemidir. İnsanın güdülerine göre hareket etme “özgürlüğü” vardır ama bu parçalanmış kişiliğin ve insanın emeği ile hayvanlar âleminden ayrılmamış insanın özgürlüğünden öteye gitmez. İnsanın güdülerinin ve çarpıtılmış bilincinin yön verdiği pratikler yabancılaşmanın ta kendisidir.

Partili devrimcilik ve kapalılık

Partili/devrimci saflarda yabancılaşmayla mücadele kapsamında kapalılık özel olarak incelenmelidir. İnsanlarımızın hatalarını, yanlışlarını, zaaflarını bilmediğimiz zaman bunları değiştirip dönüştüremeyiz. Değişim ve dönüşüm için açıklık şarttır. Sınıf mücadelesine samimi bir şekilde atılmışsak şartsız bir şekilde her şeyimizle açık olmalıyız. Parti içinde ideolojik-politik mücadeleyi de açık bir şekilde yürütmeliyiz.

Kapalılık aynı zamanda bir dizi zaafın gelişmesinin de zeminidir. Kapalılık, içimizde burjuvaziyi yaşatmaktır. Parti saflarına gelen militanların ilk öğrenmesi gerekenlerin başında, her şeyi ile örgüte açık olması gelmektedir. Duyguda ve düşüncede örgütlü olmanın en önemli koşullarından birisi budur.

Kapalılık bazen yanlış kavranarak sanki yalnızca yapılan hata ve zaafların örgüte bildirilmesi şeklinde algılanmaktadır. Zaten bunları bildirmemek suçtur. Gelişkin devrimci kişilikten istenen ise duygu ve düşüncesi ile örgüte açık olmasıdır. Yozlaşma ve yabancılaşmayla, egemen sınıf ideolojisinin değişik etkileri ile mücadele için bu şarttır.

Kapalılıkta vurgulanması gereken önemli bir nokta da açık olmanın koşullara paralel kabul edilmesidir. Yani yapılan hata ve zaafların açık edildiğinde tolerans gösterilmesinin beklenmesidir. Bu beklenti yanlış bir beklentidir. Örgütle ilişki gönüllülük temelinde kurulmuştur. Örgüt ilk başta kişiden, koşulsuz olarak, duyguda ve düşüncede açık olmasını ister. Koşullu açıklığın beklendiği noktada başka bir zafiyet vardır. Şuna da özel vurgu yapalım, örgütlü yapı içinde hem ideolojik olarak hem de örgütsel olarak düşmanın yaşamasının en önemli zemini kapalılıktır. Örgütün örgütsel güvenliği için de açıklık şarttır.

Komünistler düşüncelerini açıklamaktan hiçbir zaman çekinmezler. Bu örgüt içinde de böyledir. Bu KP’nin kendi içindeki ideolojik mücadele için zorunludur. Proleter devrimci saflara gelen insanlar insanın yabancılaşmasına son verip insanlığın kurtuluşunu sağlamak için gelmişlerdir. Fakat çeşitli nedenlerle karşıtına dönüşebilmektedir. Bu saflara yabancılaşıp hatta yozlaşarak uzaklaşmaktadırlar.

Yabancılaşmaya karşı mücadeleye çıkanların yabancılaşmasına karşı mücadele etmek bu bağlamda hayati önemdedir. Bu mücadelenin sağlıklı yapılabilmesinin ilk koşullarından birisi açıklık ortamının sağlanabilmesidir. İllegal çalışmalarda buna daha bir önem verilmek zorundadır. İllegal çalışmanın kendine has özellikleri kapalılığa ve kapatmaya zemin sunmaktadır. Bu durum da göz önüne alınarak kapalılık sorunu çözülmek durumundadır. Bu yaşamsal bir konudur.

Burjuva-feodal toplumda her taraf kameralarla donatılarak, her şey sözde açık edilmiştir. Ama bu, insanın tamamen sahteleşmesine neden olan bir açıklıktır. Proleter militandan, saflardan beklenen kesinlikle bu değildir. Militanlara güven esastır ve ideolojik temeli kavratılmış bir açıklık da bu temelde anlam kazanmaktadır. Örgütsel denetim her koşulda zorunludur ama onunla birlikte ideolojik eğitim de zorunlu olmaktadır. İkisi bir bütünsellik içinde ele alınmalıdır. Birbirinden koparılması tek yanlılığa neden olur ki bunun örgütsel alandaki yansıması liberalizm ve sekterliktir.

En son olarak kısaca burjuva-feodal toplumda egemen olan “gibi olma” durumunun proleter devrimci saflara etkilerine değinmek yerinde olacaktır. Reklamın yabancılaştırmadaki yerini incelediğimiz bölümde toplumun reklamla nasıl “gibi olma” durumu yaşatıldığına değinmiştik. “Reklam, güzelliğin ve anlamın insani boyutlarını allak bullak ediyor. İnsani değerlerde ve insanın ruhunda onarılmaz delikler açıyor. Reklamlarla “gibileştirilmiş insancıklar da ya karikatüre dönüşüyor ya da maymunlaşıyor” demiştik.

Toplumda bu konudaki yabancılaşma devrimci saflara birebir yansımıyor ama ciddi etkilerinin olduğu bir gerçekliktir. A/p çalışmaları devrimci ve komünistler için önemlidir. Son süreçte a/p’nin reklâm gibi ele alındığında tanık olmaktayız. Devrimci ajitasyon ve propagandada özle biçim birbirinden koparılarak, biçim ön plana çıkarılıyor. Bu ise yanılsamalı bir durumun oluşmasına zemin sunuyor. Gerçekleri kitlelere söylemekte isteksizlik, yer yer de söylememe durumu yaşanıyor. Bu tarz burjuvaziye aittir. Devrimcilerin bu tarzı kabullenmeleri yanlıştır, nihayetinde bu tarz dönüp devrimcileri vuracaktır.

Bundan dolayı devrimci saflarda da “gibi olma” durumu yaşanıyor. Bu durum öyle bir hal aldı ki tüm halkın gözü önünde yaşanan bir yenilgi “zafer” diye anlatılıyor. Ciddiyet ve samimiyet ayaklar altına alınmış olunuyor. Proleter devrimci saflarda yer yer abartılı ajitasyon ve propagandaya tanık olmaktayız. Bunun kaynağı da bu burjuva yöntemden etkilenmektedir.

Komünistler, halka gerçekleri söylemekten çekinmezler, çekinmemelidir. Halka karşı açık ve samimi olmak KP’nin mücadeledeki ciddiyeti ile ilgilidir. Gerçekleri değiştirmede kendinde güç görenler gerçekleri söylemekten çekinmezler. Yenilgiler görülmeden, yenilgilerden ders çıkarılamaz. Yenilmişsek halka bunu söylemekten çekinmemeliyiz. Bunu yapmazsak emekçi halkın eleştirisinin yakıcılığının değiştirme gücünden mahrum kalırız.

Devrimcilerin ve komünistlerin “gibi olma”ya ihtiyaçları yoktur. Neyse odurlar. Devrimci ve komünistler gerçekliğin devrimciliğini rehber edinmelidir. Ajitasyon bir konunun gerçekliğinden farklı, abartılı anlatılması değildir. Bir konunun, bir olgunun ve durumun daha kısa ve çarpıcı bir şekilde ortaya konmasıdır ajitasyon. İmaj kültürü, “gibi olma” durumunun zirvesidir. Özünden farklı olarak biçimin ortaya konmasıdır.

Özünü yansıtmayan, özünden kopuk biçim sahtedir. Onun için devrimci ve komünistlerin imaja ve reklama ihtiyacı yoktur. Gerçeklerin anlatılmasına, bunların topluma anlatılıp örgütlenme oluşturmaya bugün yakıcı bir ihtiyaç vardır. Hâkim sınıfların toplumu yönetme yönlendirme araçları insanı insana yabancılaştırma araçları ile birlikte devreye sokulmaktadır. O araçlar devrimcilere yabancıdır, kullanılmamalıdır, kullananlara da şiddetle karşı çıkılmalıdır.

Sonuç

Yabancılaşmanın ekonomik ve felsefi temelini kısaca inceleyip toplumdaki ve partili/devrimci saflardaki bazı yansımalarına değindik.

Yabancılaştırıcı özellik, emperyalist-kapitalist sistemin kendisidir. Hâkim sınıfın ideolojisinde de yabancılaştırıcı özellikler en açık biçimini almış durumdadır. Buradan hareketle sistemi yıkmak için yürütülecek mücadele, insanın yabancılaştırılmasına son verecek bir mücadeledir. Bunun için bir taraftan burjuva-feodal sistemi yıkmak için devrimci savaşı örgütlemeli, diğer taraftan da toplumda, devrimci saflarda ve Proletarya Partisi saflarında burjuva düşüncelere karşı amansız bir mücadele yürütmeliyiz. İnsanlık gerçek kurtuluşuna ancak kapitalist sistemi yıkarak, kendi özüne yabancılaşmasını aşarak ulaşacaktır.

Proleter devrimci saflarda da yabancılaşmanın yansımalarına karşı önemsiz-küçük şeyler demeden mücadele etmenin zorunluluğunu kavramalıyız. İnsan olmanın, bugün onun gerçek anlamda en iyi gerçekleştirilmesi olan, proleter devrimci olmak için, yabancılaşmayı aşmak için, ekonomik yabancılaşmaya ve bunun yansıması olan diğer yabancılaşmalara karşı mücadelenin tayin edici önemini kavramalıyız. Bunu gerçekleştirecek olanlar da yalnızca biz proleter devrimciler yani Marksist-Leninist-Maoistlerdir.

Şunu iyi bilmeliyiz ki; insan, yaşamını tarihsel ve toplumsal koşullara paralel üretir. Ancak, yabancılaşmanın doruklarda olduğu dönemde dahi yaşamını bu koşullara rağmen üreden –dar sınırlarda bile olsa- bireyin kendisidir. Kimse bu tarihsel ve toplumsal koşullara rağmen yabancılaşmayı, bunun proleter devrimci saflara yansımalarını meşrulaştıramaz, mazur göremez. Tersi bir durum, insanın iradesini yok saymak, burjuva-feodal sisteme karşı savaşmayı gereksiz görmek, yabancılaşmayı kanıksamak, insanın insanlaşma sürecini kapitalizmle durdurmak olacaktır. Proleter devrimciler bunun bilincinde olarak mücadelede ideolojik mücadeleye gerekli önemi vermelidirler.