C. DİN İLE DEVLETİN ÖZDEŞLİĞİNİN YARATTIĞI BAZI KUTSAL ÖRTÜLER
İçindekiler
- Tanrılı dinlerin ve Teokratik Devletin Bazı Kutsal Örtüleri
Kutsal örtülerin bazılarını açıklamaya başlamadan önce, teokratik devletin temel özelliklerini vurgulamak, hem din-devlet özdeşliğini hem de kapitalist devletle teokratik devlet arasındaki temel farklardan bazılarını görmüş oluyoruz.
Teokratik devlet (Tanrının kurallarıyla yönetilen devlet), burjuva devlet gibi bireyi muhatap almaz. Birey devlet ilişkisinin siyasal düzlemde gelişebileceği bir üretim-meta sistemi yoktur. Devlet, toplumla ve topluluklarla (din, mezhep veya etnisiteye bölünmüş topluluklarla) ilişkiler üzerinden siyaset yapar. Birey, kendisini ifade ettiği ve bağımlı olduğu topluluk aracılığı ile devletle ilişkilenir. Bu özellik, komünal mülkiyetin hâkim olduğu ülkelerde, Avrupa feodalizminden daha yoğun ve katı yaşanır. Üretim birimleri, çoğunlukla dinsel birimleri de oluşturur. Topluluklar, devletle, birim olarak ilişkilenir. Bu durum, komünal mülkiyetin esas oluşundan kaynaklanır.
Komünal mülkiyetin hâkim olduğu ülkelerden farklı olarak Avrupa feodalizminde, yerel iktidarların varlığı, toplulukların ilişkisinde ikili bir nitelik yaratır; hem yerel (esasta yerel) hem de devlet iktidarı ile ilişkilenirler. Özü değişmese de komünal mülkiyetin hâkim olduğu ülkelerden farklı biçimlerde sınıf çatışmaları yaratır.
Tek tanrılı dinin hâkim olduğu Avrupa’da, muhalefet genelde yeni din yaratmaktan ziyade, var olanın farklı içtihadına (yorum) dayanan mezhep sapkınlıkları şeklinde oluşmuştur. Benzer durum, İslam coğrafyasında da geçerli olmuştur. Oysa çok tanrılı dinlerin hâkim olduğu Hindistan’da bu durum, genelde, yeni tanrıların yaratılması biçiminde gerçekleşmiştir. Hindistan’daki benzer durum Hıristiyanlık öncesindeki Ortadoğu’da da benzer şekilde yaşanmıştır.
Dinin devletle özdeşleşmesi, devletin siyasetini de dinle özdeşleştirir. Bu durum, toplumun veya toplulukların egemenlik altında tutulmasının temel biçiminin din olmasını ve siyasal ilişkilerin de dinler veya mezhepler arası ilişki gibi görünmesini sağlar. Bu durum ayrıca -burjuva devletin aksine- dinin, devletin bir aracı olarak değil; dolaysızca ideolojinin kendisi gibi görünmesini sağlar. Teokratik devlete sahip toplumlarda, din ile felsefenin de özdeşleşmesinin esas nedeni budur. Böylece teokratik devletin ideolojik biçimi, siyasal biçimi ile uyumlu ve birbirini besleyecek biçimde gelişimlerini sürdürür.
İlişkinin bu niteliği, sınıf savaşımını ve sınıf karşıtlığının algılanmasını engeller. İlişkiler ideolojik ve siyasal düzlemde din ilişkisi olarak algılanır. Daha alt düzeyde ise kültürler çatışması olarak yansır. En kaba haliyle bile ortada duran, ezen-ezilen ve sömüren-sömürülen çelişmeleri bile sınıfsal değil, dinsel olarak algılanır. Teokratik devletin dinsel örtüsü dolayısıyla, sınıf savaşımının bilimsel olarak kavranabilmesi, ancak kapitalizmde mümkün olabilmiştir. Kapitalizmin, bilimsel düşünüş çağına ait olmasından öte, devlet hukukunun, bireyi esas almasından dolayı teokratik örtünün kalkması ve birey ile devlet ilişkisinin siyasal düzleme taşınması bu kavrayışı sağlamıştır. Din, kapitalizmde de etkisini sürdürür ama bir araç olarak.
Her iki devlet biçiminde, dinin yarattığı kutsal örtüler, bir yaşam tarzı ve ideolojik bakış açısı sunar. Burada sıralayacağımız kutsal örtüler, teokratik devletin kutsal örtüleridir. Ama dinin etkisinin kapitalizmde de sürdürmesi dolayısıyla, bu kutsal örtüler, biraz biçim değiştirse de, burjuva toplumlarda da varlığını sürdürür.
Kulluk ve Biat Kültürü
Kulluk kültürü, ilk dinlerden sonra ortaya çıkmış, ataerkil zihniyetin ve çok tanrılı dinlerin gelişmesiyle birlikte hâkim hale gelmiştir. Olgunluk çağına ise, tek tanrılı dinler zamanında girmiştir. Kul, insanın tanrı karşısındaki konumunun adıdır. İnsan, tanrılara tapınmaya başladıktan sonra, kendisini tanrıya koşulsuz teslim etmiş ve buna da kulluk denmiştir. Doğa güçleri karşısındaki çaresizliğin bir ürünü olarak başlayan kulluk, devletin, din ve tanrı ile özdeşleşmesiyle birlikte, toplumla ilişkisinin temelini oluşturmuştur.
Devlet egemenlik ve sömürü üzerine var olur. Bu da toplumun, devleti meşru görmesini ve ona biatını (itaatini) zorunlu kılar. Zaten, güçlü (devlet) ile güçsüz (insan) arasındaki ilişkide, güçsüz olan, güçlüye tapındığı sürece ortaya kulluk inancı çıkmaktadır. Kulluk inancının büyüklüğü, devletin gücünü etkiler. Bu nedenle bu inancın geliştirilmesi, her sömürücü sınıfın daimi politikalarındandır. Kulluk, biat etmeyi yani bağlı-sadık kalmayı, emir ve kurallara koşulsuz uymayı zorunlu kılar. Gerek çok tanrılı dinler, gerekse tek tanrılı dinlerde, tanrılar (devlet) her zaman ilk koşul olarak kullarına (topluma), biatı zorunlu kılar.
Çok tanrılı dinlerde, henüz devletler yeni gelişmişken, her toplum-topluluk sadece bir tanrıya biat ederdi. Ama diğer tanrılara da, genelde, saygı duyarlardı. Doğada her canlının bir yaşam alanı olduğu (ve olması gerektiği) bilinci, toplum ve devletin de böylesi bir alana sahip olması gerektiği bilincini doğurdu. Babil’in yaratılış efsanesinde, Güneş Tanrısı Mardak, Deniz Tanrısı Tramat ile dövüşür ve kazanır. Sonra denizlere sınır çeker. Karalarda da her kabileye bir sınır çizer. Bu mitoloji herkesin yaşam alanına saygıyı ve zorunlu uymayı mitolojik olarak betimler.
Başka toplumlarla yaşamsal çıkar savaşı olmadığı sürece onlarla iyi geçinmek, doğal yaşamdan dinsel yaşama geçen bir bilinçtir. Bu yüzden diğer tanrılara da saygı gösterilirdi. Ancak devletin gelişmesi ve imparatorlukların ortaya çıkmasına paralel, tanrı-krallar kendilerini dünyanın efendisi ilan ettiler; haliyle diğer tanrıları küçümsemeye, aşağılamaya başladılar. Devletin sınırları geliştikçe biat edenlerin ve etmesi gerekenlerin sayısı artıyordu. Bu durum kulluk kurumunun genişletilmesi ve geliştirilmesini zorunlu kılıyordu. Tek tanrılı dinler bunu sağlamıştır.
Tüm Sami dinlerde olduğu gibi İslamiyet’te de mutlak itaat ve biat ilk koşuldur. İslam’ın kelime anlamı “teslim olmak”tır; yani tanrıya koşulsuz teslim olmak demektir. Müslim’in (Müslüman) ise, “teslim olmuş kişi” anlamına gelir. Teslim olmadan biatın gerçekleşmesi olanaksızdır. Bu teslimiyet ve biat, Tanrı adına devlete geçer. Devlet, sınıflı toplumun ürünü olduğu ve tahakküme dayandığı için, bu biatı korkuyu kadim kılmadan yaşatamaz. Kuran’da, “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız, O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir. Saçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir” (Kur’an, Enfal Suresi 29. Ayet) denmektedir.
Kuran’da korkunun sembolü olan cehennem azabı da birçok ayette geçer (Kur’an, İbrahim 16,17/Kehf-19/Mülk-6,8,11/Müdessir-26-31 Ayetleri). Korku, kulluk kavramının temellerinden birisidir. Bu korkuyu tanrının temsilcisi devlet, her daim hissettirir. Kulluğun temellerinden birisi de ödüldür. Ancak devlet her bireyi ödüllendirirse varlık temelini yitirir. Bu nedenle ödülü, öbür dünyaya havale eder. Korku ve ödül, devletin (tanrının) belirlediği normlar-kıstaslara göre belirlenmiştir. Böylece bunlar devlet hukuku ve ahlaklarının koruyucusu rolünü oynarlar. Bu kültür tanrısız ve tanrılı tüm dinlerde aynı öze sahiptir.
Kulluk zihniyeti, sadece tanrı (devlet) ile kul (toplum) arasında sınırlı kalmaz. Devlet, ideolojisini yaşamın tüm alanlarına yaydığı için, kulluk da tüm toplumsal hiyerarşide yaşam bulur ve hâkim olur.
Dini eğitim alan müritler (öğrenci, öğrenen) mürşide (öğreten, bilen) kulluk zihniyeti ile bağlıdır. Şeyhe mutlak itaat ilk koşuldur. Din eğitimi, teokratik devletlerde, mutlak şekilde şeyhlere (mürşitlere, bilgelere) verilmiştir. “Şeyhi olmayanın, şeyhi şeytan olur” inancı, İslam’ın ehl-i sünnet kesiminde olduğu kadar, İslam’ı farklı yorumlayan Batıni (tasavvufi) kesimlerde de hâkimdir. Böylece biat, toplumun şekillenmesinde en önemli kurum olan eğitimde de hâkim kılınır. Günümüzde de öğretmene “saygının” çerçevesinin biatla örülmesi dikkat çekicidir.
Kulluk, toplumun çekirdeği olan ailede de, aynı katılıkla, yaşam bulur. Baba, “aile reisi” olarak küçük devlet ve küçük tanrıdır. Devlet-tanrı ideolojisi, baba tarafından aile efradına uygulatıldığı için baba, ayrıca küçük despottur. Ataerkil toplumların hemen hepsinde, devlete olduğu kadar, baba-ataya da mutlak itaat-biat şarttır. Babanın eşleri, çoğu bölgede ona “efendi, bey…” diye hitap eder. Devlet ve Tanrı, zaten, en büyük babalardır: Devlet baba, Tanrı baba gibi. (Baba ile gücün özdeşliği, mafya “baba”sında da görülebilir) Aile, devlet hukukunun-ideolojisinin indirgendiği en küçük toplumsal birimdir. Bu birimlerin birliği, devleti güçlü kılar. Bu açıdan kulluk, biat ve mutlak itaat, bu tür toplumlarda, bireyden devlete kadar, tüm kılcal damarlarda yaşar.
Kast sisteminin görüldüğü Hinduizm’de kulluk, farklı bir biçim olarak, kastlar arası itaati de kapsar. Diğer birçok dinin aksine, insanların eşitliğini reddeden Hinduizm, en alt kastı (Dalitler) insan yerine bile koymaz. İrsi farklılıkların ön planda olduğu bu dinsel öğretinin kulluk öğretisi, din ile etnisitenin (ırkın, milletin) iç içe girmiş biçimine göre şekillenir. Alt kastlar, hem tanrıya yakınlık hem de irsi (kan, ten rengi vs.) olarak aşağıda görülür. Kast sisteminin bu inancı, kulluğu çift dikişle sağlamlaştırır.
Teokratik devletlerin yerine, burjuva devletlerin gelmesi, kulluk sisteminin sadece biçimini değiştirmiştir. Kulluk zihniyeti, bir yandan birlerce yıllık özünü korurken, diğer yandan da yeni tanrıya biat, hemen yaşam bulur. Yeni güç ve tanrı, paradır. Marks, “Pratik ihtiyaç, bencillik burjuva toplumun ilkesidir ve burjuva toplum, siyasi devleti tam olarak kendi içinden doğurduğu anda bu ilke hemen öne çıkar. Pratik, ihtiyacın ve özel çıkarın tanrısı ise paradır” demiştir (Marks, Din Üzerine, Sf: 82).
Dolayısıyla kulluk edilecek araç da para sahibidir. Para sahibi (kapitalist), kendisini doğa ve toplumdan iyice yabancılaştırıp üstünde durur. Tanrısal güç, paranın gücü oranındadır. Para, sahibine “itibar” kazandırır. Yeni Tanrı önünde, el-pençe dururlar; genç kızlar kurban olarak sunulur. Tanrının bir dediği iki edilmez. Ters bilinçle, işçilerin Tanrıyı yarattığı-büyüttüğü görülmez; görülen şey Tanrının kullarına iş ve ekmek verdiğidir; yani onlara hayat vermektedir. Tanrı, yeni ruhlar-kullar yarattıkça güçlenmeye devam eder. Böylece sürüp giden bu ilişki “modern-uygar” bir dünyada ve “bilim çağında” gerçekleşir.
Günah ve Şeytan
Dinsel düşünceyle örülen toplumsal ilişkiler, birer dogma olarak katı bir hukuk oluştururlar. Bu hukuk, sömürü üzerinde şekillendiğinden dolayı, birilerinin karşı çıkması kaçınılmazdır. Devlet, bu muhalefetin önünü kesmek için, Tanrının korkunç yüzünü sürekli gösterir. Bu da, günah olgusunun, dinsel örtüsünün temellerinden biri haline gelmesini sağlar.
Devlet, birliğe ihtiyaç duyar. Bunu da Tanrı ile sağladığından dolayı, en büyük günah Tanrıya (yani devlete) karşı çıkmak ve onu inkar etmektir. Hemen hemen, devletle özdeşleşen tüm dinlerde, tanrıya, dine ve devlete karşı çıkmanın cezası ölümdür. Bu, Sümerlerde de Yunanlılarda da, feodal Avrupa’da da… geçerliydi. Bu nedenle, devlete(tanrıya) karşı çıkanlar, çoğunlukla ya yeni bir tanrı bulmak zorundaydı ya da Tanrı tanımını değiştirmek.
Din ile devletin özdeşleştiği tüm toplumlarda, katı dogmalar “bir mantık birliği ve bütünlüğü” (B. Russel, Bilim ve Din, Sf:13) oluşturur. Bu nedenle, tanrıya karşı çıkmak dolaysız olarak devlete karşı çıkmak anlamına geldiği için (ve tersi de geçerli olduğu için) herhangi bir dogmaya karşı çıkmak da aynı anlama gelecektir. Dünyanın döndüğünü söyleyen Galileo’nun dinsizlikle suçlanması bunun örneğidir. Bundan dolayı devlet, günah olgusunu da çok sıkı işletir ve katı kurallara bağlar.
Devlet, hukukunu meşru kıldığı ölçüde yaşar. Sürekli zor kullanarak toplum uzun süre yönetilemez, sömürülemez. Devlet, her bireyin başına bir asker de dikemez. Bu yüzden “ideolojisinin yeniden üretimini hâkim kılarken” (L. Althusser, İdeoloji Ve Devletin İdeolojik Aygıtları) diğer yandan da korkuyu sürekli diri tutarak, insanların günah işlemesini yani hukuka aykırı davranmamalarını sağlamaya çalışır.
Korku dışında, öbür dünyaya havale edilen ödüllerin cazibesi de günah işlememeyi sağlar. Devlet sahipleri, günahlarının kefaletini bu dünyada öderken, toplumun özlemlerini öte dünyaya öderler. Böylece acıları da katlanılabilecek bir hale sokmuş olur. İnsanlar, acı çektiği ölçüde büyük bir güce ihtiyaç duyarlar. Öbür dünyayı da yöneten mutlak güç, insana, acılara-sefalete kendisi için katlanılması koşuluyla, cennet ve sonsuzluk vaaz eder. Öbür dünya, böylece günah işlenmesini engelleyen -hayali- bir araç haline gelir.
Günah kavramı, devletten önce ve devletten bağımsız bir şekilde ortaya çıkmıştır. İlkel topluluklarda, ahlak kurallarına uyulması bilinci zımni ve fiili olarak yaşam bulur. Ahlakın yarattığı bu kurallar bütünü (hukuk) toplumun bekası için kutsanır. Böylece bu hukuk dışına çıkmak günah sayılır.
Devlet, bu ilkel günah kavramını genelleştirip kendi hukukunun bir parçası haline getirir. Böylece, insanların gözünde zaten meşru olan bu olguyu sahiplenip; yeni biçimler verir ve esas normlarını kendisine (kendi hukukuna) göre belirler.
Hıristiyanlıkta (Katolik ve Ortodoks mezheplerinde) tüm insanlar, günahkâr olarak kabul edilir. Âdem ile Havva’nın (Adam ile Eva) işlediği “ilk günah” (yasak meyveyi yemek), soy ile tüm insanlığa geçmiştir. Böylece insanın birincil görevi-amacı, kendisini Tanrıya adayarak günahlarının kefaletini ödemektir. Böylece, günahkâr doğduğuna inanan kul, uysal, çileci ve ses çıkarmayan birine dönüşür. Bu sayede devlet, bütün mallarına el koyacak kadar tam tasarruf sahibi “otorite” konumundadır. Çünkü günahlarının bedelini ödediğine inanıyordur. Bu şekilde koca bir toplum -gerçek anlamda-uyuşturulur.
Buna rağmen, Hıristiyanlıkta, “ufak günah” işleyenlerin, kilisede “günah çıkartarak” affedilmesi sağlanır. Bu sayede tanrının “güzel ve affedici” gücü gösterilmiş olur. Günahın yaşanması tamamen engellenemeyeceği için (çünkü günahlar tatlı olur!), devlet hukukunu zedelemeyecek günahlar çabucak (şipşak!) affedilir. Böylece korku ve sevgi bir arada yaşatılır. “Affetmek büyüklük” olduğundan dolayı, affeden de bu sayede yücelir. Korkunun esas kalması koşulu ile sevgi de bu tür biçimlerle diri tutulur.
İslamiyet’te ilk günah yoktur. “Her koyun kendi bacağından asılır”. Camiye gidip “günah çıkartmak” da yoktur. Ancak Kuran’ın okunması, İhlâs süresinin bin kez okunması, zikir, tövbe vb. uygulamalar, kilisedeki günah çıkartmanın benzer işlevini görür. Diğer Sami dinlerde olduğu gibi İslam’da da en büyük günahkâr, kâfirdir. Kâfir, en dar anlamı ile Allah’ın dinini inkâr edendir.
Kuran’da, “senin dinin sana benim dinim bana” ( Kur’an, Kafirun-6) ve “dinde zorlama yoktur” (Kur’an, Bakara-256) dendiği halde, kâfirlik başka ayetlerde (Kur’an, Al-imran, Bakara, Nisa, Maide, İbrahim, Nahi, Lokman, Fatır ve Hucunt Sureleri) sınırsız ve muğlâk biçimde geniş tutulur. Allah’a karşı çıkmak, devlete isyan etmek, peygamber ve sahabesi gibi yaşamamak, takva sahibi (dini bütün) olmamak, vb. ehl-i sünnet tarafından, genelde, kâfirlik olarak kabul edilir.
Bazı âlimler bunları esnetse de, hepsi, Müslüman kanı dökeni de (en azından teorik ve lâfzî olarak) kâfir sayar. Kâfirlerin katli caizdir (meşru, uygun). Kuran’da kâfirleri öldürenlere, dünyada ganimet, öbür dünyada cennet, vaat edilir: “Allah, şüphesiz Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen müminlere mallarını, Tevrat, İncil ve Kuran’da söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır.” (Kur’an, Tevbe-111) Ganimeti devlet, cenneti Allah vermektedir. Böylece kâfirlere (devlet düşmanlarına) karşı, maddi ve manevi bütünlük sağlanmış olur. Devlete karşı çıkmak kâfirlik sayıldığı için tüm isyanlar, “kâfirlik, sapkınlık” olarak damgalanmıştır.
Burjuva devlet, bencilliği ve bireyciliği kutsayarak, dini devletten bağımsızlaştırır; ama teokratik devletin günah kavramını dışlamaz. Bu olguyu, kendi hukuku ve ahlakına göre ayarlar. Burjuvazinin yeni mezhebi (Protestanlık, Calvinizm) ilk günahı kaldırmıştı. Katolik kilisesinin günah saydığı faizi de caiz saymıştır. İslamiyet’le aynı şey. Faiz yerine “kâr payı” ifadesi getirilerek yapılmıştır; böylece günah ortadan kalkmıştır! Burjuvazi, en büyük günahı, özel mülkiyete karşı çıkmak olarak kabul eder. Bu yüzden, tanrısı para olan burjuvazinin gözünde, en büyük günahkâr ve kâfirler komünistlerdir.
Şeytan olgusu, günah mekanizmasının tamamlayıcısı rolüne sahiptir. Şeytan kavramı günahla özdeşleşir. Sami dinlerde en büyük günahların kaynağı şeytandır. (İblis). Tanrıya karşı çıkarak ilk insan (Âdem’in) önünde eğilmeyen şeytan, insanlığın en büyük düşmanı ilan edilir. Şeytan, intikam almak için Havva’yı (ilk kadını) kullanarak Âdem’e günah işletir ve cennetten kovulmalarını sağlar.
Böylece insanla şeytan arasındaki ezeli mücadelenin mitolojik örgüsü günümüze kadar, geliştirilerek getirilmiştir. Devlet, tanrı ile özdeşleştiğinden dolayı, devletin (tanrının) karşıtları da şeytanla özdeşleştirilmiştir. Tanrı ve devlet hukukuna karşı çıkmak, şeytanın işi olarak görülür. Böylece, dinsel örgü, birbirini besleyecek biçimde örülür.
Sami dinlerde günahkârları-kâfirleri şeytanın yönettiğine (“dürttüğüne”) inanılır. Bu inanış bir yandan devletin meşruluğunu sağlarken öte yandan, devletin güvenliğini de sağlar. Şeytan, Tanrının korkunç yüzü dışındaki en büyük korkudur. Tanrı, sevgi ile korkunun bileşimi iken, şeytan, sadece korku ile özdeşleştirilmiştir. Devlet ile tanrı özdeşliği ikili bir duyguyu (sevgi ve korku) zorunlu kılarken, devlet karşıtlığı en büyük günah sayıldığı için, şeytan sadece korkuyu temsil eder. Böylece günah, esasta şeytanla ilişkilendirilmiş olur. Bu ilişki, devletin korkunç yüzünün arka planda kalmasına da yardımcı olur. Şeytandan (ve cehennem azabından) korkmak, büyük bir güce sığınmayı gerektirir. Bu güç tanrı ve temsilcisi devlettir.
Cennet ve Cehennem
Öbür dünya kavramı-inancı, tanrı fikriyle birlikte doğmuştur. Ölümsüz olan tanrıların bir mekânı olmalıydı. Bu mekân da öte dünyadır; ruhlar âlemidir. Karşıtların insan beyninde gelişmesiyle birlikte, öte dünya da bir karşıtlık olarak zihinlerde oluşur. Tanrıların kurallarına uymak, öte dünyadaki konumu-yeri belirler. Tanrı ile özdeşleşen devlet, hukukunun normları ile öte dünyanın tapusunu belirlemeye başlar. Devlet toplumdan bağımsızlaştıkça, toplumun cennet hayali, acılarının ve özlemlerinin tezahürü olmaya başlar.
Gılgamış destanında, erkek insana biat etmeyen ilk kadına (Lilith), cehenneme gidecek ruhları taşıma cezası verilir. Yahudilerin kutsal kitabında yer alan Lilith, ilk erkek insan gibi balçıktan yaratılmış ve ona ruh üflenmiştir. Lilith’in, ilk erkek insana biat etmesi (ona karşı isyan etmemesi ve kendini onunla eşit görmesi) mitolojisi, çıkış olarak, kadının egemenliğini kaybettiği ve erkekle bu uğurda savaştığı bir döneme aittir. Lilith’in cezalandırılması sonrası ilk erkeğin kaburgasından yeni bir kadın yaratılır ve erkekten aşağı olan bu kadın “erkek”e biat eder. (Kadın egemenliğinin sonu!) Mitolojide, cennette yaşayan bu ikili, ilk günahla birlikte yeryüzüne kovulur.
Gılgamış destanında, İblisin kadın kılığında dolaşmaya başlaması, tümü ataerkil zihniyetli olan Sami dinlerde de kabul gördü. Cennet-cehennem, şeytan, günah kavramları ile kadının bastırılması da dinsel örtü altına girdi. Cennet-cehennem kavramı, olgunluk çağına, tek tanrılı dinler zamanında ulaştı. Bu dinsel örtünün çıkışı Sümerlerde başlasa da, yaratılış efsanesi ile birlikte, çeşitli biçimler altında (Sami dinlerce benimsenerek) günümüze kadar gelmiştir.
Cehennemin, ateşle özdeşleştirilmesi, ilk insanın, ateşe yaklaşımından kaynaklanmıştır. Yıldırım ve büyük yangınların her şeyi yutması, küle çevirmesi, insanların ateşi kutsamalarına neden olmuştur. Ateş, kapitalist sisteme kadar, açık veya zımni olarak kutsal ve mistik sayılmıştır. Bu yüzden ateş korkusu ve mistisizmi cehennemle özdeşleştirilmiştir; öyle ki maddi olmadığına inanılan ruhu bile eritebileceğine, ona acı çektirebileceğine inanılmıştır.
Cehennemin bekçisi ve efendisi şeytan ve zebanidir. Şeytan, günahların nedeni ve kaynağı olduğuna göre günahkârın öte dünyadaki yeri cehennem olmalıydı. Bu korku ile devlet hukuku (yani tanrı) korunur. “Çıtanın yüksek tutulması”, insanlar da, çektikleri acılar karşısında psikolojik rahatlama yaratır.
Cennet ise insanın maddi dünyada özlemini çektiği her şeyin var olduğu bir yerdir. Hayallerdeki maddi dünya, olduğu gibi cennetle özdeşleşir. Bu yüzden Eskimoların cenneti, sıcak bir yerdir. Ekvatordakilerin ise soğuk ve bol suyu olan bir yerdir. Çöllerin bol olduğu, yiyeceklerin ise kıt olduğu Ortadoğu’nun cenneti ise her türlü meyveyi (özellikle hurma), süt ve şarap akan ırmakları, altın ve gümüş kapları barındıran, yeşillikli (bol ağaçlı) bir yerdir (Kur’an, İnsan, Vakıa, Mutaffifin, Tur Sureleri). Ruhani bir dünyada, maddi ürünler sınırsız olarak bulunuyor! Bu bir çelişki değil; bir özlem, bir hayal, bir ütopyadır.
Devlet hukukunda yasaklanmış her şey, cennette serbesttir. Ataerkil zihniyetin olduğu gibi yansıtıldığı rahatça görülür (Bilim ve Gelecek, Sayı: 5, 2004). Erkeklere sayısız huri ve sonsuz erkeklik gücü verilir! Kadına ise yine kocasına eş olmak düşer. Erkeklere ve kadınlara hizmet etmesi için Gılmanlar (gürbüz oğlanlar) verilir (Kur’an, İnsan, Vakıa Sureleri). Bu, köleciliğin yansımasıdır. Hurilerin de cariyelerin yerini aldığı düşünülürse, cennetin, ataerkil zihniyetin tezahürü olduğu daha net görülür.
Cennet, maddi dünyanın acılarına katlanmanın ödülü olarak sunulur. Sömürüye, baskıya, sefalete vb. her türlü acıya katlanılması için psikolojik rahatlama ve dayanma gücü verir. Diğer yandan da “bütün alçaklıkların giderilmesi cennete havale edilir ve böylece bu alçaklıkların yeryüzünde sürmesi haklılık kazanır.” (Marks, age, Sf: 129). Cennet, “ruhsuz dünyaya ruh katar”, özlem ve umut yayar; teselli eder. Bu şekilde tüm alacaklılar “Tanrıya havale edilir.”
Cenneti gökte değil de yerde arayan Batınicilerin (tasavvufçular) yorumu dikkate değerdir. Hıristiyanlığın Batıni yorumunu yapan T. Münzer; İslamiyeti Batıni yorumlayan İhvan-ül Safa (Saf Kardeşlik Örgütü), resmi (Ortodoks) dinin, birçok temelini inkâr ettikleri gibi cennetin de gökte değil, yerde olduğunu savunuyorlardı. Tanrı ile evreni-doğayı özdeşleştirdiklerinden dolayı, cennetin yeryüzünde olduğuna ve ancak zorba sistemlere karşı savaşılarak yaratılabileceğine inanıyorlardı. Bu cennet tanımı her iki hareketin, radikal devrimci duruşuyla bağıntılıdır. Cennet ve cehennemin etkisi, günümüzde de etkisini koruyor. Bu etki, dinin gücüne bağlı olarak varlığını sürdürmektedir. Ve hala alçaklıkların “Tanrıya havale edilmesi” işlevini yerine getirmektedir.
Kader
Kader inancı, ölümsüz ruhların, insan aklının üstünde bir akla (mutlak akıla) sahip olduğu bilinciyle birlikte doğmuştur. Gılgamış destanında tanrıların, “can sıkıntılarını gidermek için” insanı yarattığı söylenir. Çok tanrılı dinlerin de aynı özle paylaştığı bu inanışa göre tanrılar, insanın yaşamına müdahale etmeye başlar ve bazılarınınkini tamamen belirler; buna kader denmiştir.
Tek tanrılı dinlerde ise kader inancı, sınırsız bir şekilde geniş tutulmuştur. Her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, duyan Tanrı, insanın her davranışını ve duygusunu da bilir; ancak ona seçme hakkı verir. Tanrının her şeyi bilmesi (yani kaderinin zaten belli olması) ile insana seçme hakkı verilmesi arasındaki bağın tutarsız-anlamsız oluşu, kader inancının önünde engel değildir; etkisini azaltmaz. Ancak, kutsal kitapların içtihadında farklılıklar yaratır. İradeciler-imancılar, tüm davranışların tanrı tarafından belirlendiğine inanır. Skolâstik çağa damgasını vuran Augustina, ehl-i sünnetten El Eşari, İbn Hanbeli vb.leri bunu savunur. Aquines ile İslam’ın Mutez ile Maturidi Okulu ile Batıniciler ise kaderde insanın söz sahibi olduğuna inanır ve aklı öne çıkartırlar.
Hangi biçimde olursa olsun kader inancı, devletle özdeşleşmiş dinsel düşünceyi tamamlayıcı bir rol oynar. İnsanın dünyada çektiği acıların ödülünün cennet olacağını bilmesi yetmez olunca, kader inancı bu boşluğu doldurur; böylece devlet, tanrısal egemenliğini her yandan sağlama alır.
Devlet, ilkel kader anlayışını kendi hukukuna uydurur ve biçim verir. Bir süre sonra, devlet-toplum ilişkisi, tamamen kader olarak algılanmaya başlanır. İnsan, bu kadere karşı çıkacak gücü olmadığını düşünür. Doğa güçlerinin devletle özdeşleşmesi sonucu, insan, devlet karşısındaki çaresizliğini, güçsüzlüğünü de kader olarak sineye çeker. Bu algının büyüklüğü devletin bekası için önemlidir; bu yüzden bu inancın büyümesini sağlamaya çalışır.
İnsanın çaresizliği azaldıkça, kader inancı zayıflar; insan kendi kaderini belirleme cüreti gösterir. Batıni hareketlerin radikal devrimci duruşu kader inancını zayıflatmıştır. İşçi sınıfı da, aynı cüretle, kendi kaderini belirlemek üzere siyasal örgütsel mücadeleye girmiştir; böylece tarihi boyunca, kendi kaderini belirleyerek, bu kutsal örtüyü yırtmıştır.
- Tanrısız Dinlerin Bazı Kutsal Örtüleri
Tanrısız dinlerin özdeşleştiği devletin niteliği ile bu tür din ve devlet özdeşliğinin niteliğinin değişmediğini belirtmiştik. Dinin, coğrafi koşullar ve sosyo-ekonomik yapıya göre nasıl biçimler alabildiğini ve farklılaştığını ancak özünü aynen koruduğunu görebilmek için tanrısız dinlerin kutsal örtüler bize güzel örnekler sunmaktadır.
Tanrısız dinler, komünal mülkiyetin hâkim olduğu ve despot rejimlerin var olduğu bölgelerde ortaya çıkıştır. Kapitalizmin gelişine kadar da bu bölgelerde varlığını sürdürmüş ve kapitalist ilişkilerle iç içe geçmişlerdir. Dolayısıyla, komünal mülkiyetin hâkimiyeti, özel mülkiyetin hâkimiyetinin bulunduğu bölgelere göre farklı kutsal örtü biçimleri yaratan en temel özelliktir.
İnceleyeceğimiz tanrısız dinler olan Budizm ve Jainizm Hindistan’da Konfiçyonizm ise Çin’de ortaya çıkmıştır. Daha sonra ise Asya’nın büyük bölümüne dağılmışlardır. Bu dinlerin ortaya çıkış dönemlerindeki mülkiyet ilişkileri ile devlet yapısını, kısaca da olsa, önceki bölümlerde açıklamıştık. Burada, Konfiçyonizmin, 2 bin yıl önce birliğini sağlayabilmiş olan Çin devleti ile özdeşleştiğini hatırlatmak gerek.
Konfiçyonizmin, devlet sahiplerini, ataları ve bilgileri öne çıkaran özelliği ile Çin devletine daha uygun bir din olmuştur. Özü değişmemekle birlikte, diğer tanrılı dinler ve tanrısız dinlerden farklı kutsal örtüler yarattığı aşikârdır. Ancak konumuzu dağıtmamak adına, Konfiçyonizmin, Budizm ve Jainizm’le ortaklaştığı kutsal örtüleri ele alarak bu üç dinin kutsal örtülerinden bazılarını ortak işleyeceğiz.
Kulluk ve Biat
Kulluk ve biat kültürü tanrısız dinlerde aynı özle ortaya çıkmış, ancak despotik rejimlerin varlığı dolayısıyla tek tanrılı dinlerinkine göre çoğunlukla daha katı ve ağır yaşanmıştır. Bu farklılık, özel mülkiyetin fazla gelişmediği İslam devletinde de benzer özellik taşır. Özel mülkiyetin, sınırlı da olsa var oluşu iktidarın merkezileşmesini, dolayısıyla devletin gücünün dağınık olmasını doğurur. Bu kulluk ve biat kültüründe gedikler açar. Özellikle Avrupa feodalizminde, yerel iktidarlar ile görece özgür küçük köylülerin var olabilmesi bu gediklerin daha büyük olmasını sağlamıştır. Oysa doğu toplumlarında, mesela Hindistan’da, 19. yy.a kadar, kapalı bir ekonomiye ve despot hükümdarlara sahip olduğu için kulluk ve biat kültürü çok fazla değişime uğramamıştır.
Tanrısız dinler, bir tanrı veya temsilcisine biatı önkoşul görmediğinden dolayı, kulluk, güç ilişkileri temelinde, doğa egemenliği altındaki güçsüz insanın, güçlü devlete biat etmesi sonucu yaygınlaşır. Bilge ve din adamlarının, ayrı bir sınıf ve tabaka oluşturması, kulluk ve biat kültürünün yaygınlaşmasını kolaylaştırır. Bilge ile din adamlarının çoğunlukla özdeşleştiği bu dinlerde, İslam veya Hıristiyanlıkta olduğu dini otoriteyi bu kesimler oluşturur; eğitim de bunların elindedir. Buna, ataerkil zihniyetin hâkimiyetinin, ailede de varlığını sürdürmesi eklenince kulluk kültürü böylece toplumun tüm kılcal damarlarına nüfuz eder.
Reenkarnasyon (Ruh Göçü) İnancı
Ruh göçünü, önceki bölümlerde kısaca açıklamıştık. Burada kısaca açıp, tanrılı dinlerin kutsal örtüleri ile benzeşmelerine vurgu yapmakla yetineceğiz.
Ruh göçü, tanrılı dinlerdeki cennet ve cehennemin yarattığı korku-ödül duygusunu yaşatır. Cennet, ödül ve acılara-sefalete katlanma aracı iken, cehennem de devlet (tanrı) hukukuna uymamanın yaratacağı ceza ve bedelleri temsil eder. Ruh göçünde ise bir sonraki bedenin içinde yaşanabilecekler, ödül ve cezayı aynı özle içerir. Böylece, ruh göçü inancı da devlet hukukunu korumanın temel aracı-kutsal örtüsü haline gelir. Ruh göçü inancı, doğru ile yanlışın iyi ile kötünün referanslarının esasını devlet hukukundan aldığı için, devleti koruyan bir kutsal örtüdür.
İblisler, daha sonradan bahsi geçen tanrısız dinlere girdiyse de, tanrılı dinlerdeki şeytanın işlevini görmeye başlamıştır. Sömürünün olduğu her yerden kitlelere korkunun sürekli hissettirilmesi gerekir. Bu nedenle bu tür korkular dini olarak pompalanır. Tanrısız dinlerin, sınıf savaşımının gelişkin olmadığı yerlerde, doğadan etkilenmeye devam ettiğini belirtmiştik. Ruh göçü inancı, evrenin birliği inancının da etkisi ile bedenler arası geçişi hayvan ve insan bedenleri arasında özdeşlik kurarak yapar. Bu, dinin sınırlarının sadece devlet ve sınıf savaşımı içine hapsolmadığının göstergelerinden birisidir.
Çilecilik ve Kader
Doğu toplumlarının karakteristik bir özelliği çileciliğin çok yaygın olmasıdır. Zor doğa koşulları ve kıt kaynakların yarattığı çilecilik, tanrısız dinlerde öğretinin merkezinde yer alır.
Devlet, artık ürüne el koyabilmek ve sömürüyü yoğunlaştırabilmek için (zaten dar olan üretimi genişletemediğinden dolayı) kitlelerin daha azla geçimini sağlamasına çalışır. Dolayısıyla zor doğa koşulları ve kıt kaynaklar, despot iktidarın zulmü ile çileciliği bir yaşam tarzı haline getirir. Devlet de, özdeşleştiği din sayesinde, bu yaşam tarzını över ve yaygınlaştırır. Devletin sahipleri ihtişam ve lüks içinde yaşarken, tebaasına çileciliği öğütler. Çilecilik, en büyük erdemler arasında yer aldığı için devletin, kitleler üzerindeki etkisi genişler.
Bu inanış, İslam’da derviş; Hindistan’da Hint Fakiri, Budizm-Jainizm ve Konfiçyonizmde rahiplerce sembolize edilir. Anadolu’da diğer adıyla fakir, çileci demektir. Günümüzde yoksul anlamında kullanılan fakirler ile rahipler her dönem kutsal sayılmış ve iktidarların bile onlara dokunması yasaklanmıştır. Bir despot bile bir fakiri veya rahibi öldürmeye çoğunlukla cesaret edemezdi. Günümüzde bazı bölgelerde hala, fakirlerin giydiği hırka veya entari bile kutsal sayılır ve ele-yüze sürülerek şifa dilenir.
Bundan dolayı çilecilik, sefalete katlanmayı erdem haline getirmiş ve devletin ömrünü uzatmıştır. Devlet için gereken uysallık, çilecilikle geniş oranda sağlanır. Mevlevi tarikatı, birçok tarikatın aksine, devlete karşı çıkmamayı, öğretisinde açıkça savunarak çileciliği, daha aleni biçimde devlete tabi kılmıştır. Ve bunun “ödülü” olarak Mevleviler de, Osmanlı yıkılana kadar saray erkânı ile yakın ilişkiler içinde olmuşlardır. Mevlevilik, tanrılı bir dinin ürünü de olsa, çok bilinen olması ve tanrısız dinlerin çileciliği ile özdeş olması dolayısıyla çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.
Çilecilik, aynı zamanda kader inancını da besler. Çünkü “katlanmak” erdem sayıldığı için bunun insanın bir kaderi olarak algılanması kaçınılmaz olmaktadır. Böylece kadere katlanmak da büyük bir erdem sayılmaktadır.
Kader, tanrılı dinlerde, tanrının ve tanrıların seçtiği yaşam tarzıdır ve katlanılması farzdır. Tanrısız dinlerde ise evrenin birliği dolayısıyla ruhların sonsuz sayıda ama bir denge içinde hareket etmesi kader inancını da bu denge ve döngü temelinde var eder. Seçme hakkı tek tanrılı dinlere göre oldukça fazla olsa da bu denge, devletin varlığı ile özdeşleştiği durumlarda, kaderin sınırları da sınıf savaşımı içine hapsolur. Çilecilik ile de beslenen kader inancı, var olan sistemi meşrulaştırmak için kullanılan en etkin kutsal örtülerden biri haline gelir.
Kıt Kanaatçilik ve Çalışmanın İbadet Sayılması
Çileciliği yaratan koşullar, kıt kanaatçi bir yaşamı da doğurur ve çileciliğin kutsanması ile kıt kanaatçilik de kutsanır. Çoğu Asya halkının, çok az yiyecekle günlerce geçinebildiğini hepimiz duymuşuzdur. Elbette bunda doğa koşulları ve kıt kaynakların belirleyici bir rolü vardır. Devlet ise bunun devamını ve geliştirilmesini sağlamaya çalışır. Devlet, daha fazla artık ürün gasp edebilmek için, kitlelere az vermesi gerekir. Tüm kitleyi çileci yapamayacağı için kıt kanaatçiliği, din yardımıyla kutsar ve böylece sömürüsünü yoğunlaştırma zemini yaratır.
Devlet, aynı nedenden dolayı çalışmayı da kutsal sayar. Zor doğa koşulları ancak çok yoğun emek ile üretimi zorunlu kılıyor. Buna rağmen artık ürün az olabiliyor. Dolayısıyla artık ürünün miktarının artmasının temel yollarından birisi kitleleri daha fazla çalıştırmaktır. Bu nedenle, çalışmak bahsi geçen dinlerde ibadet olarak görülmüş ve devlet tarafından günümüze kadar muhafaza edilmiştir.
Çalışmanın ibadet sayılması, çok çalışmanın yarattığı tepkileri de yok eder veya en azından nötralize eder. Bu yüzden, bu tür toplumlarda, isyanlar çok sık görülmemiştir. İsyanlar, ancak açlık veya işgal gibi durumlarda patlak vermiştir. Yani son noktaya gelmeden, isyan etmek, din tarafından engellenmektedir.
Kutsal örtünün elemanları bunlarla sınırlı değildir elbette. Buraya kadar saydıklarımız en yaygın ve en etkili alanlardır. Bunlar, dinsel düşüncenin, toplumun tüm kılcal damarlarına nasıl nüfuz edebildiğinin çarpıcı örnekleridir. Kutsal örtüleri, “boş, hurafe” veya bazı aydınlanmacılar gibi “Ortaçağ kalıntısı” gibi saymak hatalı bir yaklaşımdır. Her “hurafe” ve her dini biçim, bir sosyal-siyasal öze sahiptir. “Bilim, görüngülerin ardındakini ve özünü ortaya çıkarmaksa” (Engels) ve siyasetimiz bilim temelinde yükselecekse, bu “hurafe”lere de diyalektik materyalist temelde yaklaşmak zorundayız.