DİN SORUNU, YABANCILAŞMA POST-MODERNİZM!

YABANCILAŞMA VE PROLETER DEVRİMCİ SAFLARA YANSIMALARI ÜZERİNE

Yabancılaşma olgusu değişik tarihsel ve toplumsal koşullar içinde hem felsefi olarak hem de ekonomik ve toplumsal boyutu ile incelene gelmiştir. Hatta denilebilir ki felsefenin temel araştırma konularından biri olmuştur. Bugün de sıklıkla karşımıza çıkan bir kavramdır. “Toplumun yabancılaştığı” ya da “insanların yabancılaştığı” sözlerini birçok yerde duyarız ki, bunlar çoğu kez, en azından bir durumun tespiti anlamında doğrudurlar. Emperyalist-kapitalist sistemin egemenliğindeki günümüz dünyasında, yabancılaşmanın tarihi bir zirve yaparak toplumları ve halkları yiyip bitiren bir olgu haline geldiği söylenebilir.

Öyle bir olgudur ki bu, politik özne olarak sistemi değiştirme iddiasındaki proleter devrimci saflarda da kendini güçlü bir şekilde hissettirebilmektedir. Hem de “sonuçta proleter devrimciler de bu toplumun içerisinde yaşıyor, onlar da maddi yaşam koşullarından etkilenecekler tabi” doğrusunun ötesinde olabilmektedir bu. Şunu tespit etmek gerekir ki, toplumdaki biçimiyle ya da yeniden üretilen haliyle yabancılaşmanın bozulmaya uğratmadığı hemen hemen hiçbir şey yoktur.

Komünistlerin ilk görevi, değiştirmek için mücadele ettikleri bu dünyayı tanımaktır; bunun için araştırma ve inceleme yapmaktır. Bunun somut adımı olarak içinde bulunduğu toplumu tarihsel süreç içinde anlamak, sorunlarını ortaya koymak, çözümlemeler yapmak ve bunlara paralel sorunlar karşısında çözümler üretmektir. Bu bağlamda, yabancılaşmanın teorik-felsefi-ekonomik ve proleter devrimci saflardaki ortaya çıkış biçimlerini analiz etmek gerekmektedir. Bu yazı, yabancılaşmanın ekonomik ve felsefi boyutunu özetle ortaya koyup, tarihsel olarak toplumdaki bazı yansımalarına değinip, proleter devrimci saflardaki yansımasını ve kökenlerini araştırmayı ve buna paralel çözümler sunmayı hedeflemektedir.

“Yabancılaşma” kavramı dinsel-ahlaki veya inanca ait ideolojilerde, hukuksal terimlerde farklı anlamlarda kullanılmasına rağmen, günümüzde en yaygın biçimde toplumsal çürümüşlük, yozlaşma, anlamsızlaşma, değersizleşme, edilgenlik, geri çekilme, katılmama, kendinden saymama gibi durumları ifade etmek; diğer yandan “ayrı düşme”, “uzaklaşma”, kendi dışında algılama amaçlarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Yabancılaşmayı ele alırken bu sözcüğün sözlüklerdeki tanımı ile başlamak yerinde olacaktır.

Türkçe sözlüklerde: “bireyin kendi ürettiği nesnelerin, emek ürünlerinin boyunduruğu ve egemenliği altında girerek kendi sorunlarına, bulunduğu ortama, toplumsal, insansal olana yabancı duruma gelmesi, emek ürünlerinin bağımsız ve ezici bir güç olarak belirmesi” (Arkadaş Türkçe Sözlük, Ali Püsküllüoğlu) olarak tanımlanmaktadır. Yabancılaşmayı farklı şekillerde tanımlayan, yorumlayan ve kavramlaştıranlar da olmuştur.

Bazılarınca, “Kişinin gizem ayinlerinde ya da esrime anında bedeninden ayrılması Romalılarca zihinsel yabancılaşma olarak görülmekteydi ve toplumsal olarak takdire değer sayılmaktaydı. İlk Hıristiyanlar için yabancılaşma insanın Tanrı’dan ayrılmasıydı; Hegel için Fenemoloji’sinde Kuşkucu ve Stoacı bilincini izleyen mutsuz bilinç (ya da Hıristiyan tini)’tir ve ‘bölünmüş doğa olarak benliğin, ikili ve çelişik bir varlığın bilinci olan Yabancılaşmış Ruh’tur.” (D. Beel’den aktaran, Yabancılaşma ve… S. Özbudun-Temel Demirer-G. Markus, sf: 14-15) Görüldüğü gibi değişik şekillerde de tanımlanıp kavramlaştırılabiliyor. Geniş bir konu ve farklı yaklaşımlar olduğunu anlatmak için bu tanımlara yer verdik.

Bizim bu konuda referans alacağımız tanım ve kavramlaştırma, yabancılaşmanın Marksist tanımı, yorumu ve kurumlaştırmasıdır. Tarihi gelişmenin belirli bir aşamasında, işbölümünün bir sonucu olarak, kafa emeği ile kol emeği ayrıştı. Bu tarihsel süreçten sonra kol emeği ile çalışan üreticiler ürünlerinin bir kısmını haraç veya vergi olarak yönetenlere vermek zorunda kaldılar.

Ürünlerin bir kısmının, haraç veya vergi olarak yöneticilere ve din adamlarına verilmesi gelişmenin belirli bir aşamasından sonra durmuş gibi algılanmaya başlandı. Böylesi bir gelişme ile birlikte emekçinin emeğinin ürününe yabancılaştığı sürecin başladığını görüyoruz. Bu süreçle birlikte artık, “Emekçi hem yarattığı ürünü, hem de üretim etkinliğini, yani insanlığın özünü oluşturan etkinliği başkalarına teslim ediyordu.” (G. Thomson, İnsanın Özü, sf. 68)

Emekçinin öz doğasının, asıl insanca yönü kendisinin değildi artık. Yalnızca var oluşsal özelliği olarak hayvanlarla ortak yönü kendisinindir artık. Yine buradan çıkan sonuç, tam da Marks’ın dediği gibi artık “Hayvansı özellikleri insanca, insanca özellikleri de hayvanca olur”un (K. Marks, 1844 El Yazmaları) gerçekleştiği görülmektedir. Artık insan en temel insani özüne yabancılaşıyor, insanın gözünde “(Y)aşamın temel gereksinmesi değil yalnızca araçtı emek: Yaşamın kendisi bir yaşam aracı olarak belirir.” (Age) Burada doğal olanın ters yüz edilmesi gerçekleşmiştir. Yaşamın algılanması değiştirilmiş, özne bir anlamı ile de, nesneleştirilmeye başlanmıştır. Yaşamın araçlaştırılması, insanın özüne yabancılaşması ile birlikte yaşamın da anlamsızlaştırılmasını beraberinde getirmiştir.

Yabancılaşmanın insanlık tarihindeki başlangıç noktası burası olmuştur. Ama o noktada durmamış, tarihsel süreç içinde, toplumsal gelişmelere paralel, yabancılaşma da gelişim seyri izlemiştir. Köleci toplumda en aşırı ölçüsüne ulaştığı söylenebilir. Buradaki fark, kölenin yalnızca emeğinin ürününe değil, kendi bedenine de yabancılaşmasıdır. Kölenin hem bedeni hem de emeğinin ürünü başkalarının malıdır.

“Dolayısıyla kölenin hem emeği hem de bedeni, onun öznesi olarak yüz yüze geldiği nesnel gerçekliğin bir parçasını oluşturur. Özne nesneyi yadsıyarak dile getirir kendini; hem de bunu, beden ile ruhun birbirine karşıt şeyler olduğu yolundaki aldatıcı görüşe sarılarak yapar.” (G. Thomson, age, sf: 68) Bu anlamı ile insanın özüne yabancılaşmasının doruğudur kölelik diyebiliriz. Modern kölelik de bundan farklı olsa bile, yabancılaşma özünden bir şey kaybetmez hatta sistemin bütünselliği içinde baktığımızda “modern kölenin” de bedenine yabancılaşıp yabancılaşmadığı tartışılmak durumundadır.

Modern köle olan işçi için de aslında durum pek farklı değildir; “İşçi ne kadar çok servet üretse, üretimin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak işçiyi de üretir ve bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir.”( K. Marks, age, sf. 75)

Bu anlatımda da görüldüğü gibi işçinin (işgücünün) metalaşması, işçiyi köleleştirmektedir. Nasıl ki kölenin bedeninde nesneleşerek kendine yabancılaşması gerçekleşiyorsa emek gücünün metalaşması da işçinin bedenine, değişik bir biçimde yabancılaşmasını beraberinde getirmektedir. “Bu olgu göstermektedir ki emeğin ürettiği nesne emeğin –ürünü- emeğin karşısına yabancı bir şey, kendini üretenden bağımsız bir güç olarak dikilir. Emeğin ürünü, bir nesneye aktarılmış maddileşmiş emektir: Emeğin nesneleştirilmesidir. Emeğin gerçekleştirilmesi, emeğin nesneleştirilmesidir.” (age sf: 75)

Bir taraftan emekçinin emeğinin ürününün kölesi olması, nesneye köle olmak, diğer taraftan emeğin gerçekleşmesi işçiler için gerçekliğin yok olması şeklinde görülür. Nesneye kölelik şeklinde yabancılaşma, mülk sahibi için de ortaya çıkar ama fark bunun olumlama olarak algılanmasındadır. Yani işçiler de, mülk sahipleri de insanın özüne yabancılaşmayı yaşarlar. Birisi yoksulluk, sefalet içinde nesnenin kölesi durumunda yaşar, diğeri ise yine nesnenin kölesi olmuştur ama bunu zenginlik, sefa içinde ve yanılsamalı olarak olumlu bir şeymiş gibi yaşar. Bu iki yabancılaşmanın özü insanın özünü oluşturan üretim etkinliğine yabancılaşmadır. Birisi ürettiğini başkasına vererek birisi de başkasının ürettiğine el koyarak insanın temel etkinliğine bir yabancılaşma yaşar. Mülk sahibinin yabancılaşmasının olumlama olarak görünmesi insanlığın yabancılaşmadan kurtulmasını uzatan, yabancılaşmayı olumsuz anlamda kışkırtan bir özellik de içerir.

Köle ile işçi arasında yabancılaşma konusundaki benzerliği Marks şu şekilde anlatmıştır: “Böylece bu iki yoldan işçi kendi yarattığı nesnenin kölesi olur. Bir kere işleyerek bir nesne, yeni bir iş kabul ettiği için; ikincisi de, yaşama araçlarını kabul ettiği için. Dolayısıyla ilkin bir işçi olarak, sonra da fiziksel bir özne olarak var olur. Öylesine aşırı bir kölelik biçimidir ki bu, yalnız bir işçi olduğu sürece fiziksel özne olarak hayatta kalabilir ve yalnız bir fiziksel özne olarak işçi olabilir.” (age sf: 77)

Bir işçinin bacağı kolu gibi uzuvları kopup iş yapamaz duruma geldiğinde o insan açlığa sefalete ve ölüme mahkûm olmuş demektir. Uzuv kopunca işçi de olamıyor yaşama hakkı da tanınmıyor! Yaşayabilmesi için çalışması gerekiyor, çalıştıkça kendi köleliğini de yeniden üretiyor. Ya köleliğe boyun eğecek ya da yaşamına son verecek, yaşama olanaklarından mahrum olacak. Bu kölelik sisteminin varlığı ancak kölelerle mümkündür. Yani burjuvazi proletaryasız olamaz ve hiçtir. Kölelik çok kuvvetli ilişki sistemiyle örülmüştür. Nerede ise modern köleler bunun farkına varacak bir zaman bile bulamaz.

İşçinin emeğine yabancılaşması, yabancılaşan emeğin sahibi olarak özel mülkiyeti de ortaya çıkarmıştır. Nitekim Marks işbölümü ile birlikte özel mülkiyetin ortaya çıktığını ve işbölümü ile özel mülkiyetin özdeş olduğunu söyler. Yani özel mülkiyet de “dışlaştırılmış emek, yani dışlaştırılmış insan, yabancılaşmış insandan” (age sf: 86) doğmuştur. Buradan görüldüğü gibi, “özel mülkiyetin bir yandan dışlanmış emeğin ürünü, öbür yandan da emeğin kendini dışlaştırmasının, bu dışlaştırmanın aracı olduğu anlaşılır” (age sf: 86) Neden ve sonuç ve tekrar sonucun neden olması süreci yaşanır. İşçi çalışmazsa yaşayamaz ve özel mülkiyet ortaya çıkmaz, özel mülkiyet de tekrar işçiyi çalıştırmaya, köleliğini devam ettirmeye devam eder. İşçi, metalaşmış emeğinin kölesidir. Canlı emek cansız emeğin, birikmiş emeğin kölesidir.

Özel mülkiyet, tarihsel gelişmenin belli bir aşamasında, üretimde işbölümünün sonucu olarak ürünlerin değişime girmesi sürecinde ortaya çıkmıştır. Elbette, işbölümü ve buna bağlı olarak değişim tarzı tarihsel ve toplumsal süreçlerin hepsinde aynı olmamıştır. Yine emeğin gasp ediliş biçimi de bunların bir sonucu olarak aynı değildir. İşbölümünün gelişmesi, artı-ürünün ortaya çıktığı tarihsel süreçten bugüne değişim her toplumda olmuştur. Kapitalist toplumda ise değişimdeki ürün olarak meta, genel ve egemen bir ilişki biçimi olmuştur. Bu toplum biçiminde/sisteminde artık her şey değişime girmiştir, yani metalaşmıştır.

Yalnızca nesneler değil, güzellik, yetenek, uygun bir ses, deha, alınteri-emek gücü artık alınıp satılabilen sermayeye çevrilen birer meta olmuştur. Hatta vicdanlar bile pazara sürülüp değişime sokulmuştur. Elbette bu sistemde belirleyici olan emek-gücünün metaya dönüşmesidir. İnsanlar arası ilişkiler nesneler arası ilişkilerin arkasına gizlenmiştir. Pazarda yalnızca değişim gözükmektedir ama onun arkasında insanlar arası ilişkiler yatmaktadır. Meta üretiminin yaygınlaşması topluma egemen olması metanın gelişmesini de beraberinde getirmiştir. Bu yabancılaşmanın tarihsel süreç içinde aldığı son bir biçimdir.

Demek ki kapitalist toplumda, “insan emeğinin ürünü olan metalar, değişim alanına adım atar atmaz adeta bir bağımsız kişilik kazanıyor ve üretici insan üzerinde egemenlik kurmaya başlıyor.” Tüm toplum biçimlerinde meta üretimi vardır ama hâkim üretim biçimi değildir. Kapitalist toplumda ise egemenleşmiştir. Dolayısıyla metanın fetiş hali ile birlikte yabancılaşma da toplumun her gözeneğine nüfuz etmiştir. Toplumun her alanında yabancılaşmanın yaygınlaşmasının ekonomik temeli meta fetişizmidir.

Marks yabancılaşmayı üç sacayağı üzerine oturtmuştur. İşbölümü, özel mülkiyet ve metalaşmadır bunlar. Bu sacayaklarının durumu toplumsal gelişmelerin değişik biçimlerinde farklılık göstermektedir. Buna göre yabancılaşmanın boyutları ve şekilleri de farklılaşmaktadır. İşbölümü, sınıflı topluma geçişin önkoşulu olmuştur, ama kapitalist toplumda işbölümünün boyutu farklıdır. Yine özel mülkiyet de işbölümüne paralel gelişmiştir. Bir taraftan üretim toplumsallaşırken diğer taraftan üretim araçları üzerinde özel mülkiyet gerçekleşmiştir. Meta üretimi de her toplumsal biçimde olmasına karşın kapitalist toplumda hâkim üretim olmuştur. Marksizm yabancılaşmayı incelerken ve kavramlaştırırken bu iki faktörü incelemiş, aralarındaki ilişkiyi de ortaya koymuştur.

Yazının girişinde yabancılaşmanın birkaç tanımını verdik. Marksizm’de yabancılaşma ise, insanın var oluşu ile özünün birbirinden ayrılarak karşı karşıya getirilmesi olarak ortaya konur. Yukarıda anlattığımız gibi bir tarafta insanın özü, doğası olarak çalışma vardır ama diğer taraftan var oluşunu devam ettirebilmesi için buna zorunlu olması söz konusudur. Bu insanın özünün var oluşunun karşısına konarak kendini köleleştirmesi durumudur. Yaşamak için köle olmak… Buradan hareketle insanın özünü ele almak gerekecektir. Bu öncelikle insanın özü ile yabancılaşma ilişkisini incelemeyi gerektirmektedir.

İnsanın özü ve yabancılaşma

Marks, kısaca, insanın özünü şu şekilde tanımlıyor: “İnsanın özü tek tek her bireyle var olan soyutlama değildir. Gerçekte, insanın özü toplumsal ilişkilerin toplamıdır.” İnsanın özünü tek tek bireylerde değil, toplumsal ilişkilerde aramanın gereğine vurgu yapıyor. O zaman insanın toplumsallaşma sürecine bakmak yerinde olacaktır. İnsanın hayvanlar dünyasından ayrılışı, en az cansız maddeden canlı maddeye geçiş kadar önemlidir. Çok önemli bir tarihsel süreçtir. İnsanla hayvan o zaman tarihsel süreç içinde nasıl ayrıştı, insanı hayvandan ayıran şey nedir?

“İnsanda, kendisiyle çevresi arasındaki madde değiş tokuşu, insanın bilinçli denetimi altında gerçekleşir. İnsan işte burada ayrılır hayvandan. Hayvanlar çevrelerinin bilincindedirler, ama yalnızca edilgen bir biçimde ve çevrelerinin bir parçası olarak bilincindedirler.” (G. Thomson, age, sf. 20) “Hayvan kendi hayat etkinliği ile doğrudan doğruya özdeştir. Kendini bundan ayırt edemez. Hayvan, kendi hayat-etkinliğidir. İnsan hayat etkinliğinin kendisini isteminin (iradesinin) ve bilincinin nesnesi yapar. Bilinçli bir hayat etkinliği vardır… Bilinçli hayat-etkinliği insanı hayvanca hayat-etkinliğinden dolaysız biçimde ayırır. İşte bundan ötürü insan bir tür varlığıdır. Ya da sadece bir tür varlığı olduğu için bilinçli bir varlıktır yani kendi hayatı insan için bir nesnedir. Yalnız ondan ötürü etkinliği özgür bir etkinliktir. Yabancılaşmış emek bu ilişkiyi ters çevirir. Öyle ki insan bilinçli bir varlık oluğu için kendi hayat-etkinliğini, öz varlığını, var oluşu için basit bir araç yapar.” (K. Marks, age, sf: 81)

İnsanın özünü oluşturan, hayvandan ayıran, insanı insan yapan birincil faktör bilinçli yaşam faaliyetidir. Bilinçli bir varlık olmasıdır. Bilinçli bir varlık olmasından dolayıdır ki var oluşu için, yaşaması için, özgür etkinliğini, çalışmasını basit bir araç yapar. Bu nokta köleleşmenin de başlangıcıdır. Bir tarafta insanı insanlaştıran bir özellik olarak bilinç, diğer taraftan insanı köleleştiren bir özellik olarak da karşımıza çıkmaktadır. İnsanı hayvandan ayıran ve özgürleştiren özellik aynı zamanda köleleştirebilmektedir. Bu diyalektik bütünsellik kavranmazsa yabancılaşma da kavranamaz.

Özgürlük ve kölelik… İnsanın özü ve var oluşsal durumunun karşı karşıya getirilmesi, karşı karşıya konması. İşbölümü oluşana kadar özgürce yaşamsal etkinliği sürdürdüğünü söylemeliyiz. Bilinçli yaşam-faaliyeti üretimi, tarihsel süreç içinde üretim fazlası oluşturuyor, daha fazla üretim için işbölümünün gerekliliği bilince çıkarılıyor. Bu aynı zamanda köleleştirici; yabancılaştırıcı süreci başlatmıştır.

“İnsan, pratik etkinliğiyle nesnel bir dünya yaratırken, organik olmayan doğayı işlerken bilinçli bir tür varlığı olduğunu, yani türü kendi öz varlığı gibi ele alan ya da kendini bir tür varlığı gibi ele alan bir varlık olduğunu tanıtlar (ispatlar). Şüphesiz hayvanlar da üretirler. Arılar, kunduzlar, karıncalar ve başka hayvanlar kendilerine yuva, barınak yaparlar. Ama hayvanlar yalnızca kendilerinin ya da yavrularının dolaysız gereksinmeleri için üretirler; ürünleri tek yanlıdır, oysa insan evrensel üretimde bulunur. Hayvanlar yalnız dolaysız fiziksel gereksinmelerin zoruyla üretir, oysa insan fiziksel gereksinmelerden bağımsız olarak üretim yapar ve ancak bu gereksinmelerden kurtulduğu zaman üretir. Bir hayvanın ürünü doğrudan doğruya kendi fiziksel gövdesine bağlıdır, insan ise kendi ürününe serbestçe bakabilir. (…) Demek ki ilk olarak nesnel dünyanın işlenmesinde bir tür varlığı olduğunu gerçekten tanıtlamaktadır. Bu üretim onun etkin türsel hayatıdır. Bu üretim yoluyla ve bu üretim dolayısıyla, doğa insanın kendi eseri ve kendi gerçekliği olarak görünür. Dolayısıyla emeğin amacı, insanın türsel hayatının nesnelleştirilmesidir: Çünkü kendini yalnızca bilinçli olduğu gibi ussal biçimde değil, aynı zamanda gerçeklikte, etkin olarak bir kere daha yaratır.” (age sf. 82).

Bu yüzden insanın kendi ürününün nesnesi koparılıp alındığında, bu yabancılaşmış emek, insanın kendinin özü de koparılıp alınmış olur, daha da öte insanın insansal etkinliği “yozlaştırılıp” bir araca indirgenir. Yabancılaşmış emek insanın özünü, fiziksel var oluşunun bir aracı yapar. Demek ki insanı hayvandan ayıran bir özellik de üretim faaliyeti, bilinçli tasarlanmış üretim faaliyetidir, çalışmadır.

İnsanın emeği ile doğayı değiştirip, kendi eseri olarak görmesini de beraberinde getirir. İnsan emeği ile aynı zamanda kendini de yeniden üretmektedir. İnsan yalnızca yaşam faaliyetinin devamını sağlayabilmek için üretmez. Hayvanlarla insanı ayıran önemli bir özelliktir bu. İnsan tasarlayıp, planlayarak her türlü üretimde bulunur. İnsan hem üretmeden önce ürününü tasarlar hem de ürettikten sonra ürünüyle uğraşmaktadır. Bu özelliği insanı özgürleştirmektedir doğal olarak. Fakat yine bu insani, insana has özellikler insanı tarihsel süreç içinde köleleşmekten kurtarmaz.

“Çalışma, her şeyden önce, hem insanın hem de doğanın katıldığı ve insanın kendisi ile doğa arasındaki maddi tepkileri rızasıyla başlattığı, düzenlediği ve denetlediği bir süreçtir” (K. Marks, Kapital) Üretimde bulunan insan hayvanlardan farklı olarak doğayı da bu çalışmayla denetimine alır. Bilinçli olarak doğayı denetime alma eylemi insanın insani, insana has bir özelliğidir. Üretim çalışmasının insanın kendine haz özü olduğu ama üretim çalışması sonucunda üretilen ürünün üreticiye tarihsel süreç içinde yabancılaşması sonucu bu insani özelliğine de yabancılaştığını görüyoruz. Bu yabancılaştırmada da insanın yaşamını devam ettirmesi için zorunlu olduğunu tarihsel süreç içinde geliştiğini görüyoruz. Bir tarafta doğal bir insani öz olarak çalışmak, diğer taraftan varlığını devam ettirmek karşı karşıya geliyor, getiriliyor.

Üretim çalışması, insanın doğa üzerindeki eylemini bilinçli bir şekilde düzenlemesini de zorunlu kılar. Buradan hareketle de elbirliği ile çalışma gelişmiştir. Bundan sonra tarihsel sürecin belirli aşamasında insanlar arası ilişkilerin bilinçli bir şekilde düzenlenmesinin gerekliliği ortaya çıkmıştır. Elbirliğinin gelişmesinden sonra üretim çalışmasının toplumsallığı daha da gelişmiştir. İnsanın tek başına üretim çalışmasında bulunması olmamıştır. İnsan ilk toplumsal ilişkiye geçmesiyle bu süreç başlamıştır ki bu karşı cinsle ilişkiyle başlar. Elbette bu üretim, yalnızca türünün geliştirilmesinden ibaret olamayışıyla da hayvanlardan ayrılmaktadır. İnsanın toplumsallığının bu üretim içinde gelişmesi de bir başka ayırt edici husustur.

“İnsanlar üretim sırasında yalnızca doğayı değil, birbirlerini de etkilerler. Ancak belirli bir biçimde işbirliği yaparak ve etkinliklerini birbiriyle değiş tokuş ederek üretimde bulunabilirler. Üretim yapabilmek için birbirleriyle belirli bağlar kurmak birbirleriyle belirli ilişkiler kurmak zorundadırlar; işte insanların doğa üzerindeki etkileri yani üretim, ancak bu toplumsal bağlar ve ilişkiler içinde gerçekleşebilir.” (K. Marks, Ücretli Emek ve Sermaye) Demek ki insanın bilinci yalnızca bireyle onun doğal çevresi arasındaki ilişki değil, aynı zamanda toplum ile çevresi arasındaki ilişkinin bireyde yansıyan toplumsal imgesidir. Bu nedenle “İnsanın varlığını belirleyen bilinci değil tam tersine bilincini belirleyen toplumsal varlığıdır.” (K. Marks, Kapital)

İnsanın toplumsal bir varlık olması, toplumsal üretim içinde olması, bilincini belirler. “İnsanın kendi emeğinin ürününden, hayat-etkinliğinden, türsel varlığına yabancılaşması olgusunun dolaysız bir sonucu, insanın insana yabancılaşmasıdır. İnsan nasıl kendi kendisiyle karşı karşıya geliyorsa, öteki insanlarla da karşı karşıya gelmektedir. İnsanın işiyle, emeğinin ürünüyle ve kendisiyle ilişkisi için geçerli plan, insanın öbür insanla, öbür insanın emeği ve emeğinin nesnesi için de geçerlidir.” (K. Marks, 1844 El Yazmaları, sf. 81) İnsanın kendi “türsel özelliğinin kendine yabancılaştırılması” bir insanın öbürüne ve her ikisinin de insanın özüne yabancılaşması anlamına gelir. İnsanın toplumsal bir varlık olması, yabancılaşmanın da toplumsallığını beraberinde getirir. Yeni insanın kendisiyle bütün ilişkileri, insanın başka insanlarla ilişkilerinde de gerçekleşir yabancılaşma.

Burada özel bir noktayı vurgulamakta fayda var. İnsanın insanla doğal ilişkisinin ilk başladığı nokta erkekle kadının doğal çoğalma ilişkisidir. Bir anlamı ile toplumsallığın ilk başladığı nokta burasıdır. Yabancılaşmanın da ilk yaşandığı noktalardan birisinin burası olması tabi ki rastlantı değildir. Özel mülkiyetin gelişmesi, işbölümünün gelişmesi süreci ile birlikte olmuştur. O süreçte kadının da özel mülk olma süreci başlamıştır. Konunun daha iyi anlaşılması için Marks’tan uzun bir alıntı yapmak yararlı olacaktır:

“İnsanla insanın dolaysız, doğal ve zorunlu ilişkisi, erkekle kadının ilişkisidir. İki cinsin bu doğal ilişkisinde insanın doğayla ilişkisi doğrudan doğruya insanın insanla ilişkisidir ve gene aynı şekilde insanla ilişkisi doğayla ilişkisidir. Böylelikle bu ilişkide, insanın özünün insan için ne dereceye kadar doğal olduğu, ya da doğanın ne dereceye kadar insan için insanın insanca özü olduğu, duygusal olarak görünür, gözlemlenebilir bir olguya indirgenir. Onun için bu ilişki ile insanın bütün gelişme düzeyi yargılanabilir.

Bu ilişkinin özelliğinden, bir tür varlığı, insan olarak insanın ne dereceye kadar kendi bilincine vardığı, kendini kavradığı anlaşılır: erkekle kadının ilişkisi, insanla insanın en doğal ilişkisidir. Bu yüzden bu ilişki insanın doğal davranışının ne dereceye kadar insani olduğunu ya da içindeki insani özün ne dereceye kadar doğal bir öz olduğunu, insani özelliğinin onun için ne dereceye kadar doğal olabildiğini gösterir. Bu ilişkide ayrıca, insanın gereksemesinin ne dereceye kadar insani bir gerekseme olduğu da görülür; dolayısıyla bir kişi olarak öteki kişinin ne dereceye kadar insanın gereksemesi olduğu insanın kendi bireysel var oluşunda aynı zamanda toplumsal bir varlık olduğunun ne dereceye kadar gerçekleştiği görülmüş olur.” (K. Marks, age, sf. 110)

Marks, insanın ilk ilişkisinden başlayarak toplumsal ilişkisini sorgulamış, analiz etmiştir. Toplumsal ilişkinin gelişiminin anlaşılması açısından doğal ve ilk ilişkiden başlanıp sorgulanması önemlidir. Hem yabancılaşmanın, insanın insana yabancılaşması olarak, hem toplumsallığına yabancılaşması olarak, hem de bunun özgün yansıması olan günümüzdeki kadın-erkek ilişkilerindeki yozlaşmanın tarihsel toplumsal kökeninin ne anlama geldiğinin anlaşılması açısından önemlidir.

İnsanın özünü nelerin oluşturduğu ve bunların insanın var oluşu ile ilişkilerini ele alıp yabancılaştırmanın gerçekleşme noktalarına değindik. Kısaca özetleyecek olursak: Marksist yabancılaşma teorisi, işbölümü, özel mülkiyet ve işgücünün metalaşması sonucu, emekçinin kendi emek süreci ve emeğinin ürünleri üzerindeki denetimi yitirmesi, iktidarsızlaşması, emek süreci ve metalaşmış ürünlerin onun karşısına dışsal ve yabancı bir güç olarak çıkması ve bu süreçlerin sonucunda emekçinin özsel vasıflarına yabancılaşması, insanın özüne yabancılaşmasını ifade eder.

Meta üretimi yabancılaşmanın ilk başlangıç noktalarından birisidir. İlkel toplum kullanım-değerleri üretimine dayanır. Meta üretiminin gelişmesi kullanım-değerinin, değişim-değeri şeklini almasıyla başlamıştır. Yani üretici, meta değişiminin başlamasıyla birlikte ürün üzerinde denetimi yitirmiştir. Üretim ile tüketim arasındaki bağ pazarda yok olmuştur. Üreticinin üretimde bulunmasındaki amaç, sonuçla sürekli çelişmeye başlar. Meta üretimi ilkel toplumdan sonraki tüm toplumlarda vardır. Bu da elbette tarihsel ve toplumsal süreçlerden şekillenerek gelir.

Kapitalist toplum ve yabancılaşma

Farklı ürünlerin, değişim sırasında değer bakımından eşitlenmesi, üretim için aranan farklı türden emeklerin, soyut insan emeği olarak eşitlenmesi şeklini alır. Yararlı bir nesnenin değerinin gerçekleşmesi değişim alanında olur. “Ne var ki biz, emeğin bu toplumsal niteliğini, ürünlerin kendilerinde, bizzat bulunan nesnel nitelikleri gibi görürüz. Marks, metalara bu gizemli fetiş niteliğinin, kapitalist üretim biçiminden, değerin en sonunda para biçiminin bile özel emeğin toplumsal niteliğini ve tek tek üreticiler arasındaki ilişkiyi aydınlığa kavuşturmak yerine bunu örtbas ettiğini” (Alaattin Bilgi, Ekonomi Politik Sözlüğü, sf. 136) söyler.

Meta üretimi kapitalist toplumda genel ve egemen hale gelmiştir. Meta üretimi için iki ön koşul gereklidir. Birincisi toplumsal işbölümünün, yani çeşitli nesnelerin üretiminin farklı kimseler tarafından yapılması gerekir. İkinci koşul ise üretim araçları sahiplerinin farklı kimseler olması, üreticiler olmamasıdır. Bu iki durumun sonucunda üretilen ürün değişime sokulur ve metalaşma süreci gerçekleşir.

Kapitalist meta üretimi için de bu iki koşul gerekli olmakla birlikte artık esas olan, ücretli emeğin sömürülmesidir. “Artık, üretim araçlarının ve paranın sahibi üretime katılmaz.” Üretim araçlarını harekete geçiren emek gücü serbest emek piyasasında parayla satın alınır. Emek gücünün metaya dönüşmesi, kapitalizmde meta üretiminin yeni boyut kazanması, evrensel bir üretim biçimi haline gelmesi demektir.

Kapitalizmde, üretim sürecine katılan insanlar arasındaki ilişkiler, yani üretim ilişkileri, meta ilişkileri şeklini almıştır. İşçi, meta şeklini alan emek-gücünü kapitaliste, geçim araçlarını yani kendisi için gerekli olan metaları sağlayacak bir ücret karşılığında satar. Kapitalistle işçi arasındaki ilişki de direkt değil meta aracılığı ile kurulur. Ve meta ilişkileri niteliğine bürünür. Kapitalistlerin aynı zamanda ürünlerini birbirlerine satmalarından dolayı onlar arasındaki ilişkiler de meta ilişkileri şeklindedir.

Kapitalizmle birlikte metalar fetiş karakteri kazanmıştır. Marks meta fetişizmini; insan emeğinin, ürünün insandan bağımsızlaşarak ona hükmeder hale geldiği süreci; “insan beyninin ürünlerinin yaşamla donatılmış, birbiriyle ve insanlarla ilişkiye giren bağımsız varlıklar olarak göründüğü” dinsel dünya ile karşılaştırarak tanımlar. “Metaların fetiş karakteri, üretim sürecinin toplumsal örgütlenmesine bağlıdır. Üretim ortak amaçlar doğrultusunda, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak üzere, planlı olarak değil de piyasanın kâr yasalarına göre yürütüldüğü bir ekonomide, toplumsal karakteri gözlerden yitirmektedir. Bireylerin bu süreç üzerinde bir etkisi yoktur. Onlar para karşılığında emek-güçlerini satmakta ve ücretlerini metaları satın almakta kullanmaktadırlar. Bireyler arasındaki toplumsal ilişkiler bireyin kendisini ve başkalarını birer nesne, birer meta olarak algıladığı, toplumsal olmayan türde mübadele ilişkilerine dönüşmüştür.”

Metalar, şeyler oldukları ve şeylerin bu denli belirleyici rol oynadığına göre bireyler kendilerini artık şeylerin yönetimi ve egemenliği altında algılar, hissederler. Bu da bireylerin etkisizleşmeleri, güçten düşmeleri, iktidarsızlaşmalarıdır. Kapitalizm, üretim tarzından dolayı insanlığa yabancılaşmanın zirvesini yaşatmaktadır. Metaların şeyleşme durumu emek sürecinden kaynaklanmaktadır. Ama salt emek sürecine ait bir olgu değildir.

Üretim sürecinin toplumsal örgütlenmesinin bir sonucu olarak, bu durum, insanlar arasındaki tüm ilişki alanlarına da yansımakta, hâkim olmaktadır. Bu noktadan baktığımızda kapitalist toplumdaki yabancılaşmanın boyutu daha somut anlaşılmaktadır. Tek tek bireylerde ve bir dizi farklı alanda yaşanan yabancılaşma ve yozlaşma meta ilişkisinin toplumda hâkim olmasından kaynaklıdır.

Meta fetişizmi, şeyleşme sürecinin almış olduğu boyut, yabancılaşma ve yozlaşma olarak topluma yansımaktadır. Bu, kapitalist sistemin karakteristik bir özelliğidir; toplumun hâkim sınıf(lar)ı, egemen ideolojiyi şekillendirmektedir. Emek-gücünün yeniden üretimi yalnızca nesnelerin yeniden üretimi değildir, kapitalizmin, kapitalist ideolojinin, boyun eğmenin, köleliğin de yeniden üretimi şeklinde olmaktadır. Kapitalizmde yabancılaşmanın almış olduğu boyut budur. Burjuvazinin yaşamını devam ettirmesi ve toplumu yönetmesi için bunları yapması zorunludur. Dolayısıyla da metalaşmayı yaygınlaştırmak onun karakteridir. Tüm yabancılaşmaların kökeninde insanın emeğinin ürününe başkası tarafından el konması, yani özel mülkiyet yatmaktadır.

Bu durum, el koyucular, egemen sınıflar açısından yabancılaştırıcı ideolojileri doğurmuş ve devreye sokmuştur. Yazılı tarih boyunca bu ideolojiler, esasta üç kutsallık birimi etrafından dönüp durmuştur: din, devlet ve para. Sınıflı toplumlar tarihi boyunca ağırlıkları farklı farklı olmakla beraber, bu üç kutsallık emekçi insanlığın karşısına dikilmiştir. Din ruhban sınıfın sermayesi, devlet, asker ve sivil yönetici bürokrasi sınıfının sermayesi, para ise genelde kapitalistin sermayesi olmuştur. Sınıflı toplumun her evresinde egemen sınıflar bu üç kutsalın tarih içindeki değişik ağırlıklarda kaynaşmasından oluşmuştur. Şimdi bu üç kutsalı, başka bir deyişle üç yabancılaştırıcıyı konumuz bağlamında inceleyelim.

Din ve yabancılaşma

Dinin sözlük anlamında, örneğin Ana Britannica’da “İnsanın kutsal saydığı gerçeklikle ilişkisi; bu ilişkinin çerçevesini oluşturan inançlar, öğretiler, değer yargıları, davranış kuralları, tapınma biçimleri ve kurumsal biçimler.”şeklinde açıklamaya yer verilmektedir. Din sözcüğünün Arapçadaki karşılığı “bağlanma” anlamına gelmektedir…

Din, Marks’ın ifadesi ile insanın kendisini doğa ve toplum yasalarından soyutlayarak, dünyayı ters bir bilinçle görmesi durumudur. Bu ters bilinci Lenin şöyle ifade etmektedir: “Din, her yerde ve her durumda, sürekli başkaları için çalışmayla, yoksunluk ve yalnızlıkla ezilen halk kitleleri üzerinde manevi baskının bir türüdür. Sömürücülere karşı mücadelede sömürülen sınıfların acizliği, doğayla mücadelesinde yabanılın aczinin tanrılara, şeytana, mucizeye ve benzeri şeylere inanca yol açtığı gibi, aynı şekilde kaçınılmaz olarak öbür dünyada daha iyi bir yaşam inancını üretir. Yaşamları boyunca çalışan ve sıkıntı çekenlere din, alçakgönüllülük ve sabır göstermeyi öğretir ve cennet ödülü umuduyla avutur. Başkalarının emeği ile yaşayanlara ise, iyilik yapmayı öğretir, böylece onlara tüm sömürücü varlıklarının oldukça ucuz bir savunusunu sunar ve ilahi cennet mekân için uygun fiyata giriş kartı satar. Din halkın afyonudur. Din, sermayenin kölelerinin insani görünümlerini ve az buçuk insan onuruna yakışır bir yaşam taleplerini içinde boğdukları bir tür manevi alkoldür.”  (Lenin, Din Üzerine, sf. 8)

Dinin yaratılışını ise Marks şu şekilde ele almaktadır: “Dine karşı eleştirinin temeli şudur; dini insan yaratır. İnsanı din yaratmaz. Ve din, ya henüz kendini bulamamış ya da yeniden yitirmiş insanın öz saygısı ve öz duygusudur. Fakat insan soyut, dünyanın dışında çömelmiş bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, tersine bir dünya bilinci olan dini yaratır; çünkü onlar ters bir dünyadır. Din, bu dünyanın genel teorisi, ansiklopedik özeti, popüler biçimdeki mantığı, manevi öz savunması, coşkunluğu, ahlaki anlayışı, resmi tamamlayıcısı, evrensel avuntu ve haklılık temelidir.

İnsanın özünün hayalde gerçekleşmesidir; çünkü insanın özü somut bir gerçekliğe sahip değildir. O halde dine karşı mücadele dolaylı olarak dinin manevi aroması olduğu o dünyaya karşı mücadeledir. Din, baskı altında ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir; tıpkı ruhsuz bir durumun ruhu olduğu gibi. Din halkın afyonudur. Halkın hayali mutluluğu olarak, dinin kaldırılması, onun gerçek mutluluğunun talebidir. Yani dinin eleştirisi, özünde, halesi din olan yakınma duvarının (çile duvarının) eleştirisidir.”(Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı. K. Marks)

Dinin tanımını ve yabancılaşma boyutunu Marks ve Lenin’den uzun alıntılarla ortaya koyduk. Dinin ortaya çıkışı sınıfların doğuşuyla paralellik taşır. İlkel toplumdan köleci topluma geçiş aşamasında, Sümerlerde rahiplerin varlığına rastlanır. Dini yabancılaşma da insanın insana yabancılaşma sürecini izler. Yeni iş bölümünün ortaya çıkması, kafa emeği ile kol emeğinin ayrışımı, özel mülkiyet ve meta üretimi. Genel olarak dini yabancılaşmanın serüveni de bu yolu takip eder. Ortaya çıktıktan sonra devletle özdeşlik kurar. Bu anlamı ile devletlerin/toplumların tarihi ile gelişimi özdeştir.

Elbette dinlerin biri devlet, öteki ise halk katında görülen iki biçimi vardır. Devletin denetimindeki resmi din, sınıf sömürüsünü haklı çıkarmaya yarar. Yığınlar üzerinde yankısını bulan ve algılanan din ise, sınıf sömürüsüne karşı yerine göre avunma yerine göre başkaldırma aracı olmuştur. Sınıf savaşımlarının geliştiği durumlarda bu iki dinin çakışması söz konusudur. İktidarın yeni sınıfın eline geçmesi durumunda o sınıfın dini resmi din olacak ve halkçı niteliği kaybolacaktır.

Her iki dinin idealist olduğu da bir gerçekliktir. Din, toplumların gelişme durumuna göre şekil almış, yeni formasyonlar oluşturmuştur. Yabancılaşmanın aldığı biçim gibi… Ama yabancılaşmanın ve dini yabancılaşmanın özü değişmemiştir. Kapitalist toplumda yabancılaşmanın meta fetişizmiyle aldığı boyuta paralel bir boyuttan söz ediyoruz. Kapitalist toplumda din de metalaşmıştır. Kapitalist devlette, dinin devletle özdeşleşmesi son bulmuş olmasına rağmen, dini yabancılaşma kapitalist toplumda da devam etmektedir.

Devlet ve yabancılaşma

“Ortaçağda halkın yaşamı ve devletin yaşamı özdeş yaşamlardır. Devletin gerçek ilkesi insandır, ama özgür olmayan insan… Öyleyse devlet özgürlüksüzlüğün demokrasisi, eksiksiz yabancılaşmadır. Soyut ve iyice düşünülüp tartışılan karşıtlık ancak çağdaş dünyaya ilişkindir. Ortaçağ gerçek ikiciliği, çağdaş dönemse soyut ikiciliği oluşturur.” (K. Marks, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi, sf. 51)

“Devlet, bir sınıfın diğer üzerindeki egemenliğini korumak için bir makinedir… Sınıflar olmadığı sürece, böyle bir aygıt da yoktu. Sınıflar ortaya çıkınca bu bölünmenin gelişmesi ve sağlamlaşmasıyla birlikte her zaman ve her yerde özel bir kurum ortaya çıktı; devlet.” “Devlet, bir sınıfın diğeri tarafından ezilmesi için bir makinedir, boyunduruk altına alınmış geri kalan tüm diğer sınıfları bir sınıfın hükmü altında tutmaya yarayan bir makine. Bu makinenin biçimi farklıdır.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt: 11, sf. 423-425)

“Öyleyse devlet, topluma dışardan dayatılmış bir güç değildir; Hegel’in ileri sürdüğü gibi ‘ahlak fikrinin gerçekliği’, ‘ahlak imgesi ve gerçekliği’ de değildir. Devlet, daha çok, toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasındaki ürünüdür; bu, toplumun önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır.

Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan güç, devlettir. (…)

Devlet sınıf karşıtlıklarının frenlenmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir.” (F. Engels, Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni, sf. 221-223)

Ustalar devleti özlü bir biçimde tahlil etmişlerdir. Devletin ortaya çıkışı da sınıfların, yani özel mülkiyetin ortaya çıkışına paraleldir. İşbölümünün gelişimi, özel mülkiyet yani sınıfların ve bunun kurumsallaşıp, bir sınıfın diğer sınıfı yönetmesi şeklinde devlet oluşmuştur. Devlet tarihsel süreç içinde değişik biçimler almıştır, ama özünü hiç kaybetmemiştir.

Monarşik devlet, aristokratik cumhuriyet ve hatta “demokratik cumhuriyet” şeklini almıştır. Sömürü biçimindeki değişiklikler devletlerin de değişmesini beraberinde getirmiştir. Köleci devlet, feodal devlete oradan da kapitalist devlete doğru bir değişim olmuştur. Ama sınıflı toplumun özü varlığını sürdürmüştür, toplum sınıf sömürüsüne dayanmaya devam etmiştir.

Devletin egemenlik biçimi de farklı olabilir. Sermaye gücü değişik biçimler aldıkları yerde başka tarzlarda kendini ortaya koymaktadır. Ama öz olarak iktidar, ister mal varlığına dayalı, ister oy hakkı isterse de “demokratik” cumhuriyet olsun, sermayenin elinde kalmaktadır. En demokratik cumhuriyette bile durum değişmemektedir.

Egemen sınıfların denetimini elinde tuttukları devletin toplum üzerindeki yaptırım gücünü kurumsallaştırabilmeleri, toplumu devletin kendi üzerlerinde ve güçlü olduğuna inandırmalarına bağlıdır. Burada da devletin ideolojik aygıtları devreye girmektedir. Tarihsel süreç içinde devlet her zaman gücünü anlatmak için “gizemli” bir güçle halkı manipüle etmeye ihtiyaç duymuş ve yaratmıştır. Bu durum, yabancılaşmanın yeniden ve yeniden üretimini gerektirmektedir.

Bu manipülasyonda önceleri egemen sınıfların en önemli argümanı “tanrı”dır. Ancak burjuva devrimlerini takiben proletaryanın tarih sahnesinde kendini göstermesiyle beraber yeni ideolojik aygıtlara ihtiyaç baş göstermiştir. “Hanedan geleneği”, “uygarlığın taşıyıcısı”, milliyetçilik, üstün kültür vs. yeni devletleri mistikleştirmektedir. Her durumda toplumun üstünde bir güç olarak gösterilmekte, yabancılaşma tescillenmektedir.

Tarihsel süreç içinde toplumlar, küçük bir azınlığı oluşturan egemenler, silahı, bilgiyi, dini, yönetsel gücü ve serveti tekeline alarak egemenliklerini sürdürmüşlerdir. Yabancılaşma, insanlığın, maddi ve düşünsel ürünlerini kendine ait olarak kavramaktan çıkmış, dışsal, kendi üzerinde anlaşılmaz, mutlak varlıklar olarak algılar hale gelmiştir. Bu, insanlığın tarih boyunca egemene boyun eğmesinde zemini hazırlamıştır. Bir anlamı ile yabancılaşma metaların insanlara tahakküm eden gizli-güçler olarak algılanmasını da beraberinde getirmiştir. Devlet sınıfın hâkimiyet aracıdır. Bu anlamı ile önemli bir yabancılaştırma aracıdır. Hem yabancılaşmanın bir sonucu hem de yabancılaştıran bir araçtır devlet.

Para ve yabancılaşma

“İster kendi kişiliğinde (bizzat), ister bir temsilcisi aracılığı ile dolaşım aracı olarak hizmet eden ve değer ölçüsü işlemini yerine getiren meta. Para bütün öteki metaların temsil ettiği kullanım-değerleri karşısında, biricik değişim-değerinin uygun biçimidir ve tek bir değer-biçimi olarak pıhtılaşmıştır. Her metaya doğrudan doğruya çevrilebildiği için servetin evrensel temsilcisidir.” (Alaattin Bilgi, age, sf. 158)  Değer ölçüsü işlevini yerine getiren özgün bir meta olan para o zaman; “Değer olarak bütün metalar donmuş emek-zamanın belirli kitlerinden başka bir şey değildir.” (K. Marks, Kapital, Cilt: 1, sf. 54)

“Yabancılaşmadan bağımsız olarak özel mülkiyet duygusu, gerek tat alınacak nesne, gerekse etkinliğin nesnesi olarak, insan için özsel nesnelerin var oluşudur. Dolayısıyla para her şeyi satın alabilme özelliğine sahip olduğu için en yüksek mülklenme nesnesidir. Özelliğinin evrenselliği, varlığının her şeye kadir olmasıdır; dolayısıyla her şeyden güçlü bir varlık olarak görünür. Para, gereksenmeyle nesne, insanın hayatıyla besini arasındaki araçtır. Ama benim hayatımın bana sağladıklarını, başka insanların var oluşları da sağlar bana. Benim için öteki insandır.”

Paranın işlevinin tam anlaşılması için Shakespeare’den alıntı yapmak yerinde olacaktır:

“Altın! Sarı, pırıl pırıl, halis altın! Yok tanrılar…

Şu kadarı yeter bunun çevirmeye karayı aka; eğriyi doğruya,

Kötüyü iyiye; soysuzu soyluya; kocamışı gence; yüreksizi yiğide.

 

… işte bu

Rahiplerimizi, kölelerimizi çeker alır elimizden;

Koca adamların yastıklarını alır başlarının altından;

Bu sarı köle

Bağlar, çözer dinleri; günahkâr kutsar;

Cüzamlıya bile taptırır insanı alır hırsızı

Unvan verir, nişan verir, şan verir,

Oturtur senatörle yan yana; budur

Kocamış dulu yeniden gelin eden;

Hastanenin, çıbanlarını görse kusacağı kadını

Allar pullar da bu, ilkyazına kavuşturur.

Çekil karşımdan, kahrolası çamur,

İnsanlığın ortak malı orospu, sen,

Ulusları birbirine düşüren

(…)

Olmayacakları birbirine yaklaştırıp

Öpüştüren onları! Her dilde konuşup

Her anlamda laf eden, sen göze görünür Tanrı!

Sen yürek yakan, düşün,

Kölen insan başkaldırıyor; kullan gücünü,

Birbirine ver onları, öyle ki hayvanlar

Yeryüzünde imparatorluk kursun.” (Shakespeare, Atinalı Timon, Perde 4, Sahne 3. Aktaran Marks, 1844 El Yazmaları)

Paranın özelliklerinin bir sanat eserinde parlak bir şekilde tanımladığını görüyoruz. Para doğal olarak, özel mülkiyetin yani sınıfların ortaya çıktığı süreçten sonra kullanılmaya ve işlev görmeye başladı. Daha önce takas veya trampa şeklinde değişim olmaktaydı. Ama tarihsel gelişmenin belli bir aşamasında para ortaya çıkmıştır.

Para, bir şekilde insana kendisine ait olmayan, sayısız özellikler de kazandırmaktadır. Paranın satın alabildiği, elde ettiği, elbette ki paranın sahibi olan kişidir. Kişinin gücü paranın gücüyle doğru orantılıdır. Para, kişinin ne olduğunu ve ne yapabileceğini belirlemektedir. Çirkin birisi güzel bir kadın olabilmekte, “çirkinlik” silinmektedir! Alçak, sahtekâr birisi “saygıdeğer” bir konum elde edebilmektedir! Kafasız birini de hakeza kafası “en çalışan” yapan yine paradır! Başka bir örnekseme açısından bakarsak, kafası çalışanlara da “hükmeden” para olduğuna göre bir sürü kafası çalışanı işe alan birisi para sayesinde kafasızlıktan “kurtulmuş” olmaktadır!

Yani para bütün insani ve doğal nitelikleri karşıtına çevirebilmektedir. Ve aynı zamanda evrensel bir özelliğe sahiptir. “Bütün insani ve doğal nitelikleri dönüştürmek ve değiştirmek, olanaksızlıkları birleştirmek-paranın tanrısal gücü, insan türünün yabancılaşmış, yalıtılmış (tecrit edilmiş), dışsallaştırılmış özelliği oluşunda yatar. Para insanlığın yabancılaşmış yeteneğidir (…) Onun için para bu yetilerinin her birini aslında olmadığı bir şey yapar, yani onu karşıtına dönüştürür.” (age, sf. 151)

“İnsan olarak insandan ve insan toplumu olarak insan toplumundan doğmayan, evrensel bir dışsal araç ve yeti olarak para, imgelemi gerçekliğe, gerçekliği de boş bir imgelem ürününe çevirebilme gücüne sahiptir; aynı şekilde gerçek kusurları ve fantezileri, yani yalnızca bireyin imgeleminde var olan gerçekten güçsüz yetileri, gerçek yeti ve yeteneklere dönüştürebildiği gibi, gerçek insani doğal yetileri de katıksızca soyut fikirlere, dolayısıyla kusurlara, acı veren fantezilere dönüştürebilir.” (age, sf. 152)

Evrensel bir dönüştürücü ve değiştiricidir. Dünyayı dönüştürür, bütün insani ve doğal nitelikleri değiştirir ve dönüştürür. Gördüğümüz gibi insanın yabancılaşmasında oldukça etkin bir araçtır para. Günümüzde kapitalist toplumda, her şeyin metalaşması, meta üretiminin genel ve hâkim olması, yani değişimin artık amaç haline geldiği bir süreçte, değişim değerinin temsilcisi olan özgün bir meta olarak paranın yabancılaştırıcı işlevini, toplumda ve toplumsal ilişkilerde çıplak bir şekilde görmekteyiz.

Yabancılaşmanın kapitalist toplumda meta fetişizmiyle ve üretim anarşisi ile aldığı boyut önemlidir. İnsanlık tarihinde yabancılaşmanın niceliksel durumu hiçbir zaman bu aşamaya gelmemiştir. Kapitalizm, kendini üretirken yabancılaşmayı da yeniden ve yeniden üretmektedir. Günümüzde yabancılaşmayı yaygınlaştıran araçlar nelerdir? Sistemin diğer ideolojik aygıtları nelerdir? Yabancılaşmayı bugünün toplumunda somutlamak için bunların belli başlılarını incelemekte fayda vardır.

Yabancılaşma ve medya

Medya, emperyalist-kapitalist sistemin elinden düşürmediği oyuncak gibidir. Her türlü ideolojisini yaymanın, topluma kabul ettirmenin bir aracı halini almıştır. Elbette burada kastettiğimiz hâkim medya, yani hâkim sınıfın medyasıdır. Kapitalizmin toplumsal tahribatının çapını genişletip onun bir taşıyıcısıdır medya. İnsanın yabancılaştırılıp tüketim toplumu nesnesine dönüştürülmesinin aracıdır. Kapitalist toplumda medya paranın bazı görünmez özellikleri gibi özelliklere kavuşmuştur. Örneğin yabancılaşan insan zamanla üzerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünce yetilerini dumura uğratan teknolojiyi yüceltmeye, yalana gerçek gibi inanmaya, anlık zevklerle mutlu olmaya, yaşadığı sefaleti unutmaya başlar.

“Bilgi çağı” safsatası altında insanların bilgisizliğe, gerçek olmayan bilgilere mahkûm edilmesini sağlar. Medya insanlığı öyle yabancılaştırmıştır ki, insanlar(la) saatlerce kedinin yumakla oynaması gibi oyna(n)makta,  boş bir şekilde zaman geçirmeleri sağlamaktadır. Böylesi bir ortamda gerçeklik de hep umursamazlık deryasında boğulmaktadır. İnsanı hayvandan ayıran özelliklerin başında bilinç gelmektedir. Ama medya öyle bir ters, yalancı, sahte bilinç pompalamaktadır ki topluma, insanlar “çevrelerinin bilincindedirler ama yalnızca edilgen bir biçimde ve çevrelerinin bir parçası olarak bilincindedirler.” İnsanı insan olmanın özelliğinden uzaklaştıran bir araçtır medya…

İnsanın özünü oluşturan bir özellik de toplumsal bir varlık olmasıdır. Sözde “globalleşen”, “bir köye dönüşen” dünyamızda, insan toplumsal düzeyde yalnızlaşmasını yaşamaktadır. Kendi dünyalarında, toplumsallıktan kopmuş, bencil bireyler yaratmanın en önemli aracı yine medyadır. Toplumu denetime alıp istediği gibi yönetmenin aracı olmaktadır. Yani iktidar olarak ve iktidarını devam ettirmenin en büyük aracıdır medya.

İnsanın üretken çalışması, kapitalizmin yarattığı ve durmadan körüklediği tüketim toplumu nedeniyle dumura uğratılmıştır. Bu anlamıyla da kapitalizm yabancılaşmanın ana yaratıcısıdır. Bir tarafta zenginlikler, şaşalı yaşamlar, albenili metaların reklâmlarla kutsanması ve medya aracılığı ile topluma pompalanması, diğer tarafta işsiz, aç, sefalet içinde milyonlar… İkinci grup medyada kendisine gerçek manada hiçbir zaman yer bulamaz. Aslında kapitalizmin köküne kibrit suyu dökecek çelişki de budur.

İnsanların her şeylerinin denetlendiği, yönlendirildiği, gözetim altında tutulduğu bir ortamı yaratır medya. Hem de insanlar bu duruma severek katlanmaktadır. İnsanlar hazza boğularak denetlenmektedir. Medya aracılığı ile toplum hapsedilmiştir. Bedenler ve hem de daha önemlisi, düşünceler medya aracılığı ile denetlenerek hapsedilmektedir. Yabancılaşmış insanlık da bu hapsedilmişliği severek kabul etmekte hatta ne yazık ki gardiyanlarına yaltaklanmakta sıraya girmektedir. Para her şeyi karşıtına dönüştüren evrensel bir araçtı. Günümüzde medyada her şeyi olduğundan ters bir şekilde topluma göstermeye, algılatmaya ve kabul ettirmeye muktedir bir araç olmuştur.

“Yabancılaşma ve bilinç bağlantılı iki kavramdır. Yabancılaşma sürecini yaşayan insanlar ‘yanlış bilinçlenme’den dolayı zarar görür ve acı çekerler. Kısa bir tanımlama ile yanlış bilinçlenmeyi, insanların düşüncelerini burjuvazinin işlevleri doğrultusunda bilinçlendiren ve ideoloji halini alan bilinç olarak belirtmek olasıdır. Ancak yanlış bilince ek olarak yabancılaşma, insanlara ne olduklarını da unutturan bir bilinç yoksunluğudur. Bunun bir nedeni de yabancılaşmanın herkesi kapsadığı için görünen ve elle tutulmaz hale gelmesine bağlanabilir.” (S.Özbudun vd., age, sf.67)

Bu durum büyük oranda medya aracılığı ile yapılmaktadır. Medya, insanlara fark ettirmeden sistemin ideolojisini enjekte etmektedir. “Sıradan insanlar”ın yalnızca medyanın değil gündelik hayatın dünyasından çıkacak güçleri de yoktur. “Büyük değişim” onların dışında olmaktadır. Olan değişimi de sorgulayamazlar. Onun içinde “nesne” olarak sürüklenip giderler. İnternet dünyalarına giren, cep telefonlarının bilmem hangi modeli olur, alırlar. Bunları “görünmez el” düzenler insanların yaşamına sokar. Olup biteni, hâkim sınıfların yönetmedeki dördüncü organı/gücü medya halletmektedir…

Medya içinde televizyonun özel bir yeri vardır. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte, kitap, dergi, gazete gibi basılı medya araçlarının değil görüntülü araçların hâkimiyeti başlamıştır. Tüketim kültürünün mantığında şekillenmiş, yabancılaşmış ‘uygarlık’ koşullarında TV, düşünmeyi ve sorgulamayı engelleyen bir makinedir. TV her şeyi gösteriye dönüştürmektedir.

“Kendi bütünlüğünde ele alındığında gösteri, mevcut üretim tarzının, hem sonucu hem de tasarısıdır. Gerçek dünyaya bir eklenti, ona ilave bir süs değildir. O gerçek toplumun gerçek dışılığın can alıcı noktasıdır. Gerek enformasyon ya da propaganda, gerekse reklam ya da doğrudan eğlence tüketimi biçiminde olsun, bütün özel biçimleriyle gösteri, toplumsal olarak hâkim olan yaşamın mevcut modelini oluşturmaktadır.”

TV için bir dizi programın üretimi ucuz, içeriği boş ama izleyenlerde de bağımlılık yaratmaktadır. Toplumun büyük kesimi TV’lere bağımlıdır. Bunda en ucuz “eğlence” aracı olması kilit rol oynamıştır. Önemli bir nüfus nerede ise hayatlarının sosyal ilişkiler açısından en önemli zamanını TV izleyerek geçirmektedir. Türkiye’de TV başında geçirilen ortalama zaman 5 ila 6 saat arasıdır. İnsanlar sunulan kurgusal gerçekliği izleyerek zaman doldurmaktadır. Halka, ekonomik sıkıntıları, sömürülmüşlüğü, yoksunluğu, yoksulluğu unutturulmaktadır. Dikkatli bir gözlem yaparsak Anadolu ve T. Kürdistanı’nın köylerinde en yoksul evlerde bile TV anteni bulunmaktadır. Yine şehirlerde gecekondu semtlerini çanak antenler kaplamıştır.

Halkta, dinde olduğu gibi, ters bir bilinç geliştirilir. Kendisi sömürüyü, baskıyı, yoksulluğu, ölümleri zulümleri yaşıyor ama o sihirli camın arkasında “hayatın tadını yaşayanlar”, sömürüyü, ölümü, zulmü görmeden gidenler var. O sihirli camın arkasında olanlar, gerçekte olanları unutturuyor, yanılsamalı bir dünya yaratıyor. İnsanı “rahatlatıyor”, acısını, sancısını, gamını, tasasını unutturuyor. İnsanlara TV bunu yaşatmaktadır. Böylelikle insanlar TV dışında bile olsa ama her zaman içinde yer aldığı görüntüler dünyasında bir nesne konumuna gelmiş bulunur. Ve nesnelliği önceden belirlenmiş, sürekli gözlenen, kontrol altındaki, davranışları kabullenmiş özneler (aslında nesneler) özne oldukları yanılsamasıyla gündelik yaşamlarına (güzellemelerine) devam ederler. Hâkim sınıflar, güzelleme aracılığıyla görülmeksizin “iktidarın gözüyle” gören gözlerle çalışırlar.

“Artık özneler televizyonun içinde yaşayan kurgu karakterlerden farksız. TV yayınları ne kadar renkliyse özneler o kadar siyah beyaz ve birbirinin aynı. Modern dünyanın düşünmeyi, şüphe duymayı ve sorgulaması var olmanın temel koşulu (Descartes ve 17. yüzyıl yeni düşünce sistemi) kabul ettiği günlerin ardından, günümüz postmodern dünyasının bireyi var oluşu (yok oluşumu mu demeliyiz?) gözetlenebilir bir nesne olmakla ispatlar. Düşünce ve söz tarzını görüntüye teslim eder… ‘Gözetleniyorum öyleyse varım!’” (Neşe Sever, Gözetleniyorum Öyleyse Varım, Radikal İki, 25.01.2004, sf. 7)

TV popüler kültürün ciddi bir yayıcısıdır. Bu bağlamda kısaca popüler kültüre de bakalım.

Popüler kültür

“Popüler kültür, dünyayı anlamaya ve anlatmaya yönelik seçkin kültür (ya da üst kültür) ile halkın öz geleneklerine bağlı kalarak ürettiği kültür (folk) arasında yer alır. Popüler kültür, en genel yaşama alışkanlıklarının görsel ve sözel olarak yeniden üretilmesini sağlar. Popüler kültürün en belirgin özelliğinin eğlenceye yönelik olduğu vurgulanabilir hemen.” (age sf. 66) Bu kültürün temel özelliklerinden birisi her şeyin içini boşaltıp piyasaya sürmesidir.

Emperyalist-kapitalist sistemin üretim ve tüketim ilkesi çerçevesinde örgütlenen günümüz toplumunda televizyon, video, sinema, magazin basını, romantik ve polisiye edebiyat, sistemin bu gerçekliğini kitlelere empoze etmekte, dolayısı ile boş zamanları da iş zamanının doğal uzantısı haline getirerek hâkim sınıfların halkın 24 saatini denetlemesi sağlanmaktadır. Çalışanlar ve emekçi kesimler çalışmaları haricindeki zamanlarını istedikleri gibi değil, “görünmez el”in istediği gibi değerlendirmektedir.

Popüler kültür yaşamın her alanında hâkim sınıfın ideolojisini üretmektedir. Bu ideolojinin içeriğini kitlelerin bilinçaltına yerleştirmektedir. Bu yerleştirmeyi olanaklı kılan yabancılaşmadır. Sistemin ürettiği yabancılaşmanın, tüketim kültürü çarklarında katmerleşmesi yaşanır. Öyle bir boyuta varır ki insanların bu durumu algılaması zorlaşır ve “insan dışı bir özellik kazanır.” Bu noktada insanları güçten düşürür, “iktidarsızlaştırır”.

Popüler kültür insanların anlık hazların peşine düşmelerini, günübirlik yaşamalarını, bireycileşmelerini sağlar. Yani ne insani bir bilinç, ne toplumun çıkarı toplumsallık, ne de emek vermenin bu kültürde bir anlamı vardır. Yabancılaşmanın zirvesi bu üç noktada yaşanmaktadır. Böylesi bir süreçte insan emeği hızla değersizleştirilirken, emekle birlikte insan da hızla değersizleşmektedir. Bireysel değilmiş gibi görünen, özneyi dıştalama nesneleştirme ideolojisi bağlamında; kapitalizmin tepkisiz, duyarsız, benmerkezci, egoist bireyler yaratmada kullandığı en etkili silahlardan birisi popüler kültürdür.

Popüler kültür “yeni değerler” yaratmada en önemli araçtır. Değerler yozlaştırılır ve çiğnenirken, popüler kültür yepyeni bir yapay değerler sistemi yaratmaktadır. Popüler kültür kapitalist sistemin aynasıdır.

Önce “biri bizi gözetliyor” türü programlar ile insanlara gözetlenmenin normal bir durum olduğu kabul ettirildi. Bilinçaltlarına denetlenmenin, hem de her an denetlenmenin normalliği aşılandı. Bir yandan da güvenlik-özgürlük bağlamında propaganda yürütüldü. Ondan sonra tüm sokaklar, meydanlar, dükkânlar ve fabrikalar kameralarla donatıldı. Hapishanelerdeki duruma devrimci tutsakların tepkisi haliyle toplumdan gelmedi.

Toplum hapishane yaşamının içine sokuldu, kimse ses çıkarmıyor. Çünkü önceden insanlara gözetlenmenin kabul ettirilmesi yapıldı. TV’lerde böyle programlar düzenledi. Binlerce insan bu programlara katılmak için yarış verdi. Sonra milyonlarca insan bunları TV’lerin karşısına geçip izledi, kabullendi, hayranlık duydu. Günlerce kamuoyunu meşgul etti. Artık toplum gözetlenmenin normal olduğu kıvama gelmişti. Şimdi toplum bir bütün olarak gözetleniyor ve gözetlenenler büyük bir umursamazlık içinde. Yani toplum bir anlamı ile teslim alındı.

Bir başka örnek olarak, “evlilik” programları ele alınabilir. İnsanlığın ayaklar altına düşürülmesinin bir başka örneği de bunlardır. İnsani değerlerin yok edilmesi amacıyla düzenlenen bu programlar ibret vericidir. İnsanlar arasındaki ilk iletişim ve bu anlamda da “sosyal ilişki” karşı cins düzleminde kurulmuştur. İnsanın toplumsallaşma serüveni de bu noktada başlamıştır.

Yabancılaşma da ilk elden insanlığın bu değerine saldırmaktadır. Evlilik kurumunun, bunun yanında karşı cinsle ilişkinin bir takım çıkarlar uğruna gerçekleştiği esası, aslında bütün çıplaklığıyla deşifre edilmektedir. İnsanların çaresizlikleri üzerinden insanlık yok ediliyor. Diğer taraftan sistem tüm özel hayatlara müdahale ederek her şeyi ben yönlendiririm mesajı da vermektedir.

Feodal kültürdeki görücü usulü ile evliliğin, burjuva-feodal düzende yeniden üretilmesi, ama insan onurunun ayaklar altına alınarak yeniden üretilmesi yoluna gidilmektedir. İnsanların en doğal gereksinmeleri böyle magazinleştirilerek milyonların gündemi yalnızca bununla dolduruluyor. İnsanların bir taraftan özel hayatına müdahale edilirken diğer taraftan insanlar toplumsal hayattan koparılıyor. Sözde bir şeyler aleni, toplumun önüne serilirken diğer taraftan bu suni toplumsallaşma ile sosyal yaşam öldürülüyor. İşsizlik, ekonomik kriz, sömürü, yolsuzluk, açlık, yoksunluk, milyonların gündeminden uzaklaştırılıyor. Temel nokta kimin kimle evleneceğidir! İnsanlığın düşkünleştirilmiş hali sergilenmektedir…

Bu programlar aynı zamanda toplumu “sevgi” ve “dayanışma” duygularından arındırmak amacı gütmektedir. Sevgisiz evlilikler tüm toplum biçimlerinde yozlaşmanın zemini olmuştur. Bu, insanlık onurunu taşıyan kadın ve erkek için kabul edilecek bir durum değildir. Televizyonlarda her gün bin bir çeşidini gördüğümüz popüler kültürün sistemin ideolojisini taşıyan önemli bir araç olduğunu bilmeliyiz.

Bunları tek tek alıp değerlendirmek de mümkündür ama bitmez bir süreç olur. Dün pop star programları vardı, onu BBG evleri sonra da evlilik programları takip etti, şimdi “yemekteyiz” türünde programlar ile seri devam etmektedir. Amaçları ve tarzlarını değerlendirmeye aldık ve iki tanesi hakkında bir şeyler söylemenin yeterli olduğunu düşünüyoruz.

Halkın medya aracılığıyla giderek görsel bir kültüre tutsak edildiği toplumda, tüketimi kırbaçlayan reklam sektörünün işlevselliği önem kazanır. Reklâmcılık, halkın daha fazla çalışıp, çok para kazanıp kendilerine daha fazla satın alma olanağı yaratmaya güdüleyen temel kurumlardan biridir. Böylece insanlar tüketime hem de çılgınca tüketime yönlendirilmektedir. Tüketim, sistemi ayakta tutan başlıca etmendir.

Sistem ancak bu yolla ayakta kalabilir. Marks’ın dediği gibi: “Herkes kendini yeni fedakârlıklara zorlayan, yeni bağımlılıklara yönelten, yeni zevklere sahip olmak için ayartan ve bu yolda da kendini ekonomik bir yıkıntı haline getiren yeni tüketilmiş gereksinmeler düşünebilir. Herkes, kendi bencil gereksinmelerini tatmin için bir diğeri üzerinde yabancılaştırıcı güç de kurabilir.” (aktaran, Sibel Özbudun vd., age, sf. 68)

Bu bağlamda reklama da kısaca değinmekte fayda olduğunu düşünüyoruz.

İnsanlığa bir saldırı ve yabancılaştırma aracı olarak reklam

“Hans Magnus Enzerberg, ‘Bilinç Endüstrisi’ adlı kitabında, pazarlamacılık ile ilgili yazdığı zihnin endüstrileşmesi bölümünde ‘zihnin endüstrisinin ana gövdesi satışı hedefleyen ürünü satmak değildir.  Görev var olan düzenin ‘satış’ını sağlamak, insanın insan tarafından egemenliği altına alınması mücadelesindeki galibiyetin kalıcılığını sağlamaktır. Toplumu kimin ne yaparak yönlendirdiği önemsizdir. Temel görev bilincin, sömürülerek kıvama getirilmesi için, harcanması ve eğitilmesidir.” (aktaran, Sibel Özbudun vd., age, sf. 68-69)

Meta üretiminin yaygınlaşması ile metanın üretici üzerindeki egemenliğinin sınırları da genişliyor. İnsanoğlu metalar dünyasında ne yapacağını bilemez duruma geliyor. Bir gün A marka otomobil ihtiyaçtan çok moda olduğu için piyasayı kaplıyor, ama ertesi gün çıkartılan B marka otomobil onun pabucunu dama atıyor. Bütün beyin yıkama araçları şu ya da bu meta için tüketiciyi koşullandırıyor. Meta kişilikleri oluşturan bir öğe olarak benimsetiliyor. Reklam bu aşamada devreye giriyor. Bir dizi para, tüketiciden alınarak reklam için harcanıyor.

Reklâm tüketimi körükleyip, tatminsizlikler yaratır, böylece var olan yabancılaşma körüklenir. Reklâmın amacına ulaşmak için uğruna yapmayacağı hiçbir şey, kullanmayacağı araç, işe koşmayacağı hiçbir olanak yoktur. Tüm değerleri amacı için kullanarak içini boşaltır. Amacına ulaşmak için cinselliği ayağa düşürme, kadın bedenini kullanma, çocukların saflığını kullanma, şiddet, şovenizm, hümanizm, akla gelecek her şeyi kullanır.

Reklam temelde insanların dikkatlerini siyasal ve toplumsal konulardan alıp kendini beğenmişlik gibi bireyci konulara yönlendirir. Bireysel zevkler bir tutku haline getirilerek toplumsallık duygusu zayıflatılıp yabancılaşma kuvvetlendirilir. Bu anlamı ile reklam yol gösterici bir araç değildir. Günlük yaşamı denetim altına alan, toplumsal ilişkilere egemen olan bir araçtır. Reklâmlar tüketicilere sembolik hazlar sunarak, toplumsal olarak arzulanan değerlerler reklam yapılarak bu sağlanır.

“Reklâmcılık, insanlara ‘… gibi olma…’ çağrıları çıkarır. Gerçeği göz ardı eden, ‘…gibi olma” kışkırtıcılığıyla insan(lar)ı, ‘star’ların düşsel dünyasına özendirip gündelik tüm değerlerine el atar. Oysa insan(lar)ın ekonomik gerçeği nedir? Reklâmcı aldırmaz buna, umurunda değildir bunlar!” (age sf. 70) Reklâm bir imaj sunar. Ondan da öte imaj kültürü yaratır. İmajın gerçekte olup olmamasının hiç önemi yoktur. Tek tip, kategorik, tüketici insanlar yaratır reklam. Her şeyde “gibi olma” durumu yaşatıyor, yaşatılıyor.

Reklâm güzelliğin anlamını, insani boyutlarını allak bullak ediyor. İnsani değerlerde ve insan ruhunda onarılmaz yaralar açıyor. Reklamlarla “gibileştirilmiş” insanlar, insan karikatürüne dönüştürülüyor. Taklitçilik, yani sahtelik topluma hâkim oluyor. Yalan söyleyen, taklit yapan bir toplum şekilleniyor. Böylelikle hâkim sınıfların kültür ve karakteri topluma empoze edildi. Egemenlerin ikiyüzlülüğü ve yalancılığı topluma sindirildi, kabul ettirildi. Güzellikler sahteleşti. Günlük yaşamda insanlar, filmlerde oynayan oyuncular gibi rol yapmaya başladı. Burada, kültür-sanat ve yabancılaşma konusuna değinmek yerinde olacaktır.

Kültür sanat ve yabancılaşma

Sanat, insanların gerçekliği farklı boyutta algılamasını sağlar. Bilimsel ve siyasal kavrayışla bir bütünlük oluşturur. Gerçeklik kavrayışımızı zenginleştirip derinleştirir. “Sanat, bireyin doğa ve toplumla, kendisiyle düşsel duyusal ilişkisini geliştirir. Yaşamı, olayları, çelişki ve nüanslarıyla anlamamızı olanaklı kılar, dolayısı ile daha incelikli, zengin, derin ve güçlü bir kavrayışın kapılarını açar.(…) Tek tek bir birey olarak kalmaktan, ‘parça insan’ olmaktan çıkıp kurtulmanın, toplumsallaşmanın olanaklarını açar.” Bir anlamı ile insanın özsel gelişimidir sanat. Toplum ve sınıflar için de geçerlidir bunlar. Onların ufkunu genişletir. Bilmek, bilimle mümkündür. Sanat ise duygusal dünyayı genişletir, geliştirir. Bilmek, zengin ve derin kavrayışa ulaşmanın önünü açar. Bununla birlikte toplumu değiştirip dönüştürebilme gücünü de artırır.

Yukarıda anlatmış olduklarımız, sanatın gerçek tarihsel rolüne ilişkindir. Kapitalizm tüm alanlarda olduğu gibi kültür sanatta da kendi ideolojisine uygun bir şekillendirme yapmıştır. Kültür ve sanatı da metalaştırmıştır. Diğer taraftan sanat-edebiyat-müzik-sinemanın gücüyle toplumda gerici ideolojisini yaymaktadır. Sanatın içi boşaltılıp, içerikten yoksun kurgu ve tasarım üzerine zaman ve mekanın bağının koparılması ile biçim ve içerikten koparılıp biçimi içeriğin önüne geçirme ile sanallaştırılma yaygınlaştırılmaktadır.

“Teknolojinin olanakları kullanılarak, uygun türler, fantastik, bilim-kurgu ve polisiye film-roman vb. yaygınlaştırılmakta. Böylece edebiyat, müzik-sinema anlamsızlaştırılmakta, yalnızca bir oyun derekesine indirilmektedir. Bireylerin dünyasında ise ‘ortamda kaybolmayla birlikte ‘ben’i mistik arayışlar içerisinde bulma ve gönül rahatlığı sağlamak ya da kör, verimsiz iç bunaltı ve patlamalar, kendini rehabilite etmeler döngüsü…” “Kabullenme, boyun eğme, kaçış ve çürümenin kültür haline gelebilmesi; yabancılaşmanın çarpımsal gelişimi, sanat ve kültürün, katmanlı egemenlik oluşturmanın, etkin bir araç olarak kullanımı” (Kapitalizm Geleceksizlik ve Belirsizlik Felsefesi) yapılmaktadır. Sözde felsefe ve bilimlerle bu yaptıklarına da inandırıcılık zemini oluşturmaya çalışır sistem.

Sanat ve kültürde de aslında tek amaç için -sistemin varlığının devamı için- üretimi yaygınlaşmıştır. İnsanlar nedensiz, ilke ve değer tanımayan, bir sorumluluk taşımayan, yaşamın rastlantısal olduğuna inandırılmıştır. Bireyler böyle bir yaşama mahkûm edilerek gelecek umutları da kırılmaktadır. Sanat ve kültürde sözde birey olma, bireycileşme kutsanırken aslında bireyler yok sayılmakta, insanlar silikleştirilmektedir. Bireyselleşme ve bireycilik kutsanarak bireyin yok edilmesi yaşanmaktadır.

Sanat ve kültür ürünleri de günübirlik tüketilen, geride bir iz bırakmayan ürünlere dönüştürülmüştür. Fast-food kültürünü sanat ve kültür alanında da kendini bulmuştur. İçeriği boş, okuyup bitirdikten sonra hiçbir iz bırakmayan romanlar, politik içerikten yoksun, müzik-sinema ürünleri: şizofrenik tiplerin işlenmesi ve bu ürünlerin çok satanlar ve çok izlenen filmlerde ilk sırayı alması vb. gibi… Toplum gerçek sorunlarından uzaklaştırılmış, yabancılaşmış bir âleme taşınmaktadır. Yalnızca bir değini olarak ele aldık, aslında daha geniş ve tek işlenecek bir konudur. Biz konumuz bağlamında kısaca ele aldık.

Yabancılaşma ve eğitim

Eğitim çok genel anlamda insanların toplum yaşamında yer edinebilmeleri için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları edinme sürecidir. İnsanlara belirli amaçlar doğrultusunda belli konularda bilgi ve beceri kazandırarak yetiştirme ve geliştirme işidir. Bu eğitim süreci karmaşık bir süreçtir. Bir kimseyi, grubu, toplumu fiziksel, ussal ve duygusal gelişmesini etkileyerek belirlenmiş amaçlara göre bilgi beceri kazandırarak, biçimlendirmek, belli yönde gelişmesini sağlamaktır.

Eğitimde temel argüman amacın ne olduğudur. Kapitalist sistemde amaç nedir? Öncelikle sistemin ideolojisini vermektir. Yani her şey kâr içindir. Kapitalist eğitimin görünürde böyle olmadığı söylense bile, kolektif bilinci geliştirmez. Çünkü bu kapitalizmin doğasına terstir. Kolektif bilinci gelişen birisi ilk başta hemen soracaktır; “niçin üretim araçları kolektif değil de üretim kolektiftir? Onun için burjuva eğitim kurumları toplumsallığı değil bireyciliği geliştirir. Öğrencilerde ve toplumda hep bireycilik geliştirilmeye çalışılır. Okullarda mümkün olduğunca öğrencilerin toplumsal sorunlardan uzak durmaları öğretilmeye çalışılır. Toplumsal sorunlarla ilgilenen öğrenciler dışlanır.

Burjuva-feodal eğitim kurumları öğrencilere sınırlı bir bilgi taşır, daha doğrusu gerçek olmayan bilgiler ezberletilir. Diğer taraftan toplumsal yaşamda lazım olmayacak bilgiler öğretilir. Öğrencilerin bilgileri öğrenmeleri değil, ezberlemeleri istenir. Bu anlamıyla öğrenciler bilgi edinmez, bilgisiz bir şekilde okullardan mezun olurlar. Bilimsel bilgi öğretilmez. Burjuva feodal eğitim kurumlarında temel amaç diploma almaktır. Sistem için bilimsel bilgiye vakıf bilgili, araştıran, soran insanlar tehlikelidir.

Burjuva-feodal sisteme bu tip insanlar lazım değildir. Araştıran ve soran insanlar, kolay kolay boyun eğmez, baskı sömürü ve yoksulluğu sorgular. Bu durum ise sistem için en tehlikeli iştir. Burjuva eğitim vurdumduymaz, “bana ne lazım”cı tipler yetiştirir. Eğitim kurumları bilimsel bilgiyle donatılmış insanlar yetiştireceğine okumuş cahiller yetiştirir. Gelinen aşamada eğitim de bir ticarethaneye dönüşmüştür zaten. Parası olanlar burjuva eğitim kurumlarından eğitim alabilmektedir. Kapitalistlerin üretim alanında ihtiyaç duyduğu tipte insanlar yetiştirmekteler, eğitim kurumları. Bundan dolayı daha çok teknik bilgi verilmektedir.

Yabancılaşmanın üretildiği en önemli kurumların başında eğitim kurumları gelmektedir. Sistemin ideolojik olarak yeniden üretilmesini sağlayan temel kurumlardır. İnsanlığın özü olan toplumsallaşmadan insanları uzaklaştırıp bireycileştirmesiyle, yine insanlığın özü olan bilimsel bilgiyle donatmaması, bilgi veriyormuş gibi yaparak bilgisiz insanlar yetiştirmesiyle, milyonlarca genç insanı üretimden koparıp her gün yeni bir sınavla onları oyalaması ile yabancılaşmayı üretmektedir. İnsanlığın sorunlarına ve insanların kendilerine bile duyarsız insanlar yetiştirmektedir.

Eğitim ve yabancılaşmada önemli bir noktaya değinmek gerekmektedir. İnsanların toplumsallaşmasında dil önemli bir yer kaplar. Belirli bir yaşa kadar sözlü dil olarak anadili ile iletişim kuran çocuğun, okula başlayınca anadilinin dışında, zorla başka bir dille eğitim alması ciddi anlamda anlama ve yorumlama zorluğu ile karşı karşıya kalmasını beraberinde getirir.

İşte ezilen ulusa (ve ulusal azınlığa) mensup çocuğun o yaştan itibaren karşılaştığı bir diğer yabancılaşma unsuru da budur. Anadilinde eğitim almayan çocuk, temel bilgileri, duygularını ve düşünme yeteneğini geliştirip derinleştiremez. Burjuva-feodal eğitim aynı zamanda insanların geçmişiyle insanlığın gelişim süreciyle bağını koparır. Tarihsel hafıza olsun istemez.

Buraya kadar yabancılaşmayı ve sistem kurumları çerçevesinde/ilişkisiyle aldığı biçimle günümüzde toplumsal alandaki ortaya çıkma şekillerini inceledik. Şimdi kısaca yabancılaşmanın ne zaman ve nasıl son bulacağına da değinelim.