DİN SORUNU, YABANCILAŞMA POST-MODERNİZM!

E- TÜRKİYE VE TÜRKİYE KİRDİSTANI’NDA DİN

TC, Osmanlı Devleti’nin devamıdır; Osmanlı’da yüzlerce yıllık devlet geleneği geliştirilerek TC’ye geçmiştir. Dolayısıyla Anadolu coğrafyasındaki din olgusu, farklı biçimler alsa da cumhuriyetle başlatılamaz. TC’nin dini mirası da Osmanlı’dan devralınan devlet geleneği içinden gelmiştir. Bu nedenle öncelikle kısaca da olsa Osmanlı’nın dini yapısına ve TC’ye miras bıraktığı çelişmelere bakmamız gerekir.

  1. Osmanlı Devleti’nde din

Osmanlı, teokratik bir devletti. Osmanlı’nın hemen benimsediği Sünni İslam’da, tüm mülk ve tebaa, Allah’a ve dolayısıyla onun temsilcisine aittir. Bu, merkezi bir devlet için gerekli olan sosyal-siyasal zemini fazlasıyla sunuyordu. Osmanlı’nın yeşerdiği topraklarda (ve hem doğusunda hem de batısında) özel mülkiyet gelişkin değildi. Bu durum, İslam’ın yayılmasında önemli bir rol oynamıştır; İslam’ın evrensel niteliği ile komünal mülkiyeti merkezileştiren yapısı, Osmanlılar için ideal bir din olmasını sağlamıştır.

Osmanlı, Selçuklular gibi, kuruluşundan yok olana kadar, Maturidi-Hanefi mezhebini esas almıştır. Hanefilik, diğer ehli sünnet mezheplerden (Maliki, Hanbeli, Şafi) farklı olarak, devlet alanı ile toplumsal alanı ayrıştırmaya özen gösteriyordu. Aklı, diğerlerine göre daha fazla öne çıkaran Hanefiliğe biçim veren en önemli isimlerden birisi olan Maturidi, Kuran’ın bazı hükümlerinin akla dayanarak değiştirilebileceğini veya kaldırılabileceğini savunuyordu. Bu tez, İslam’ı sürece ve farklı bölgelere uyarlamak açısından, teolojik bir zemin sunuyordu. Maturidi, “akıl, Allah’ı bulur” diyerek, aklın, imanın (inancın) tamamlayıcısı olduğunu iddia ediyordu. Maturidi’nin Halife Ömer’e dayandırdığı içtihat, şer’i hukuk altında diğer dinlerle siyasal ilişkinin zeminini genişletmiştir. Şeriatı toplumun uyması gereken geçici kurallar olarak yorumladığı için örfi hukuka da (yerel, geleneksel hukuk) devlet hukuku (şer’i hukuk, şeriat) altında geniş bir yer açmış oluyordu.

Anadolu gibi mozaikler diyarı olan bir bölgede, örfi hukuku yadsımak Osmanlı’nın sonu olurdu. Osmanlı, ilk kurulduğu dönemde tamamen göçebe-kabile tarzı örgütlenmişti ki ilk iki yönetici gazi unvanıyla anılırdı. Osmanlı, Hanefi-Sünni mezhebini hemen kabul ettiği halde, dinle özdeşleşmesi esasta I. Murat zamanında başlar, Yıldırım Beyazıt’ın (4. yönetici), ulemayı devletin bir parçası haline getirmesiyle hız kazanır. Fatih Sultan Mehmet zamanında ise, din-devlet özdeşleşmesi doruğa çıkar.

Sultan Mehmet, kul sistemini getirdiği gibi (tüm tebaa sultanın kulu sayıldı), devletin bekası için şehzadelerin (padişah çocuklarının) katlini caiz (meşru) sayarak, bunu devlet politikası haline getirmiştir. Devletin merkezileşmesi ve kurumlaşmasının doruğa çıktığı bu dönem, Osmanlı’nın genişlemeye ve güçlenmeye devam ettiği bir dönemdi. Dolayısıyla merkezileşmeyi, devletin bekası için zorunlu gören Sultan Mehmet, bu uğurda her şeyi serbest kılmıştır.

Dinle özdeş haldeki Osmanlı Devleti, bekası için dinini yaymak zorundaydı. Ancak Alevi nüfusun çokluğu ve bunlar üzerinde Şii Safavi Devletinin (İran) etkisi dolayısıyla, bu politikada esnek olması gerekiyordu. Gayri-Müslim nüfusun da çok oluşu ve bir türlü yerleşik hayatı geçirip düzenli vergi alamadığı Türkmenlerin varlığı da, bu politikada esnek olmayı zorluyordu. Türkmenlerin çoğunluğunun Alevi olması ve Osmanlı’nın ordusunun yaslandığı dinden-mezhepten farklı bir mezhebe dayandırarak ordunun savaşçı yanını artırmak istemesi gibi nedenlerden dolayı Bektaşiliği ordunun temel bir direği haline getirdi. Böylece ordunun temel direklerinden biri olan devşirmelik için, Sünniliğe göre daha esnek ve uygun mezhebe de dayanmış oldu. Osmanlı, esnek politikasının bir devamı olarak da Sufi (Batıni) bir tarikat olan Mevlevileri de sarayla iç içe geçirmiştir.

Ancak bu politika tek yönlü bir seyir izleyememiştir; izleyemez de. Çünkü Sünni tabana yaslanan Osmanlı, Aleviliğin anti-propagandasını yapmak ve kendi mezhebini yaymak zorundaydı. Zaten, kendi mezhebini mutlak doğru görmesi ve göğe çıkarması başlı başına diğer din ve mezhepleri küçümsemeyi doğurur. Diğer yandan, Alevi kesimler genelde yoksul olduğu için, uzlaşılar da geçici oluyordu. Bu nedenle, Alevilerin çoğunluğu, Osmanlı yıkılana kadar devletle çatışma içinde olmuşlardır.

Osmanlı’da mülkiyetin merkezi ve zilyet biçimi ruhban sınıfını, vakıflar yoluyla zenginleşmek zorunda bırakmıştı. Ulema (din âlimleri) bu yolla, Osmanlı’da ekonomik olarak en güçlü sınıflardan birini oluştururken, devlet-din özdeşliği dolayısıyla en güçlü siyasal aktörlerden de birisiydi. Şeyh-ül İslam’ın (İslam’ın bilgesi, din işleri başkanı) yetkisi ve etkisi padişahların kellesini koparabiliyor veya sadrazamların azledilmesini sağlayabiliyordu. Vakıflar aracılığıyla, hukuken mümkün olmayan miras hakkını, fiili olarak çocuklarına da geçirtmeyi başaran ulema, mahalli idarenin de en güçlü aktörüydü.

Ulemanın güçlenmesi, Osmanlı iktidarını yeni bir denge ile karşı karşıya getirmiştir. Osmanlı iktidarı ulemayı dengelemek için yeniçeri ordusunu Bektaşiliğe dayandırmakla yetinmemiş, onların yetkilerini kısıtlamaya yönelik birçok uygulamayı yaşama geçirmeye çalışmıştır. Ancak, merkeziyetçilikten nemalanan ulemayı zayıflatmak için yerel otoritelerin yetkilerini ve haklarını artırıp iktidarı paylaştırmak gerekiyordu.

Dolayısıyla merkeziyetçiliği esas alan Osmanlı’nın, dengeleri sürekli gözetmesi gerekmiştir.
Osmanlı’da 16. yüzyıldan yıkılışına kadar halk ayaklanmaları yoğunluğunu yitirmemiştir. 19. yüzyılda kapitalizmin girmesi ve Osmanlı’nın yarı-sömürgeleştirilmesi, Osmanlı’daki dengeleri altüst etmiştir. 17. yüzyıldan itibaren bozulmaya başlayan tımar sistemi ve dolayısıyla merkeziyetçilik, yerel iktidarları güçlendirmiştir. Bunun ürünü olarak 17. yüzyılın sonunda, mültezimlik (Sipahilerin yerine gelen ve vergi toplayan yerel iktidar) getirilmiş ve 19.yy.da hâkim hale gelmiştir. Mültezimlerin, mülkiyeti, zilyetlikten özel mülkiyete çevirmeleri ve miras hakkı da kazanmaları merkeziyetçiliğe büyük darbe vurmuştur.

Osmanlı, yerel iktidarlarla olan çelişmesini, 19. yy.da yeniçeri ordusunu ve ardından mültezimliği kaldırarak kendi lehine çevirmeye çalıştı. Ancak mültezimliği iki yıl sonra tekrar geri getirmek zorunda kaldı. Ulemaya yakınlaşan yeniçeri ordusunu ise kaldırmayı başarmış ve yerine Nizam-ı Cedid ordusu kurmuştu (tabi ki binlerce yeniçerinin öldürülmesi pahasına kurulmuştur!).

Yerel iktidarlar, arkalarına yerel ulema, eşraf ve tüccarları alarak etkinlik alanını geliştirmişlerdir. Bu da iktidarla olan çelişmelerini keskinleştirmişti. Avrupalı kapitalistlerin Osmanlı’ya hâkim olmasıyla birlikte bu çelişki daha da keskinleşmiştir. Batı yanlısı Genç Osmanlılar ve halefi İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) merkeziyetçiliği ve Avrupalılar lehine düzenlemeleri savunuyorlardı. Merkeziyetçilikten nemalanan bürokrasi kesiminin de bunlara katılması ile birlikte yerel iktidarlar, merkezi iktidara ve İTC’ye savaş açtılar. Yerel iktidarlar, hasımlarını “dinden çıkmakla ve gâvurlarla işbirliği yapmakla” suçladılar. İTC ise moderniteyi savunarak, yerel iktidarların “İslam’a dönüş” propagandalarını gericilik olarak damgaladı. Böylece, iktidar dalaşı “ilerici-gerici”, “modern-şeriatçı” vb. ikiliklerle isimlendirmeye başlandı.

İTC, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganı ile şeriata karşı çıkıp, anayasal monarşi (meşruti monarşi) getirmek istiyordu. Yerel iktidarlar ise eskiye dönüşü yani “İslam’a dönüşü” savunarak yer yer ayaklanıyordu. Bu çatışma, sadece siyasal alanda değil, kılık kıyafete kadar her alana yansımıştı. 19. yy boyunca daha sık yaşanan iktidar savaşları, saray entrikaları vb. dönemin bu çelişmesinin ürünüdür.

Saltanat, hem Türk burjuvazisi yaratmaya çalışan batı işbirlikçisi İTC ile hem de yerel iktidarlarını genişletmek isteyen mültezim-ağa, ulema, esnaf ve tüccar gibi kesimlerin baskısı altındaydı. Bunun yanında batılı kapitalist devletlerin de baskısı her geçen gün daha fazla artıyordu. Saltanat, batının baskısı ile bazı reformlar gerçekleştirdiyse de bunlar, ekonomik bağımlılığın kılıfı olmaktan öteye gitmemiştir.

Stefanos Yerasimos bu süreci şöyle değerlendiriyor: “Osmanlı imparatorluğundaki ıslahat hareketlerinin evrimi, her aşamasında bu ülkedeki ekonomik sömürgeciliğin evrimini yakından izler. 1839 Tanzimat Fermanı, nasıl 1838 Ticaret Antlaşmasının arkasından gelmişse; 1858 yılında kabul edilecek olan Islahat Fermanı, 1854 yılındaki iflasın (Osmanlı devletinin mali iflası –bn) ardından gelecektir. Çünkü ekonomik bağımlılığa doğru atılan her adım, batılı güçlerin reform paravanası altında kendini açığa vuran vesayetin ağırlığını gitgide duyuracaktır.” (Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye- 3. Cilt, Sf: 50, Belge Yayınları)

Osmanlı iktidarı dağılmakta olan imparatorluğu, “Osmanlıcılık” temelinde birleştirmek istemişti. 19 yy.daki reformların bir amacı da buydu. Ümmetçilik temelinde tüm Müslümanlara mülkiyet hakkı ve güvenliği verdi. Batının baskısıyla gayri-Müslimlere de bu hakkı vermek zorunda kaldı. Osmanlıcılık girişimi, etkin kimliğe değil de dini temele dayanan bir ulusçuluk girişimi olduğu için başarısız oldu. Bunun yerine İTC’nin ırkçı temeldeki Turancılık anlayışı hâkim oldu.

İTC, çevresine batıcı aydınları, subayları, Bektaşileri ve Ermenilerin de bir kısmını alarak güçlenmişti. 1908’de meşruti monarşiyi kurmuş ve iktidarın esas aktörü haline gelmişti. Ancak, yerel iktidarlar da bu süreçte güçlenmişti. İTC’yi devirmek için 1909’da ayaklandılar. 31 Mart Vakası diye anılan bu ayaklanma, şeriat istiyordu. Bu ayaklanma, teolojik-dinsel düşünüşün hâkim olduğu bir dönemde eski güçlerini kaybetmek istemeyen güçlerin, doğallığında eski dini sisteme (şeriata) dönme istemlerinin bir ifadesiydi. Çünkü meşruti monarşi aracılığıyla İTC, bu kesimin ekonomik-siyasal gücünü kırmıştı. Dolayısıyla iktidar dalaşı, “şeriatçı-modern” adı altında silahlı çatışma ve ayaklanmaya dönüşmüştür.

İTC, bu ayaklanmayı bastırarak iktidarda kaldı. Epey güçlenmesine rağmen ne saltanatı kaldırdı ne de kaldırmayı düşündü. İTC, batılı tarzda bir burjuva ideoloji ve kültürüne sahip olmadığı gibi, Anadolu’da tek başına iktidar olabilecek bir kitle tabanından yoksundu. Bu nedenle Almanya’nın işbirlikçiliğini yaparak gücünü korumaya çalışıyordu. Bu durum, muhafazakârların (şeriatçıların, yerel iktidarların) İTC’ye yönelik propagandasında dini daha fazla öne çıkarma zemini yaratıyordu. Ancak bu kesimler İTC’yi yıkamadı ve İTC 1918’e kadar iktidarda kaldı.

1.Emperyalist Paylaşım Savaşı, Osmanlı’nın fiili olarak parçalanmasını sağlamış ve ardından TC’nin kuruluş süreci başlamıştır. Sultan-halife, bu süreçte İngilizlerin kıblesi durumundadır. İngiltere halife ve Şeyhülislam aracılığı ile çıkarttığı fetvalarla kendini meşrulaştırmaya ve cihadı engellemeye çalışmıştır. Ancak daha sonra, emperyalistler arası dengeler sonucu Anadolu’da bir cumhuriyetin kurulması kararlaştırıldı ve İngiltere ile öteki emperyalistler, Kemalistleri desteklemeye başladılar.

Kemalistler, dini kesimlerle uzlaşarak, sosyalistleri tasfiye ettiler. Daha sonra, iyice güçlenince, 1922’de saltanatı, 1924’te de halifeliği kaldırdılar. Kemalistler, 1923’te Cumhuriyeti ilan etmelerine rağmen, ne sosyo-ekonomik yapı ne de sınıflarda köklü bir değişim yaşanmıştı. Kemalistler geniş ittifak politikası ile ne etnik ne dini kesimleri kendi taraflarına çekebildiler. Böylece ikiyüzlü politikalarla muhaliflerini parça parça tasfiye ederek iktidarlarını güçlendirdiler.

  1. TC’nin Kuruluşu ve Kemalizm’in İnşasında Din ve Laikliğin Rolü

Osmanlı İmparatorluğu, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonunda tamamen parçalanmıştı. Emperyalistler, toprakları kendi aralarında paylaştırmıştı. Bu arada ekonomi felç olmuştu. Zaten çok güdük olan kapitalist işletmelerin çoğu tahrip olmuştu. Nüfusun büyük kısmını oluşturan kırsal kesim ise savaşlar yüzünden kırıma uğramış ve tarımsal üretim iyice daralmıştı.

İTC’nin devamı olan Kemalistler, kendilerini milat yaparak İTC’nin çizgisini bazı farklarla devam ettirdiler. Dolayısıyla, Osmanlı’nın dinini, devlet geleneğini devralan Kemalistler, Osmanlı zamanından kalan, “ilerici-gerici”, “modern şeriatçı” ikiliği ile örtülmeye çalışılan iktidar dalaşının da mirasçısı oldular.

Bu çelişmede, emperyalistler çıkarları gereği Kemalistlerin tarafını tuttu. Rahatça at koşturabilecekleri ve uzlaşabilecekleri bir sistem olan cumhuriyeti desteklediler. İngiltere ve Fransa, Ortadoğu’yu din temelinde bölüp yıkarken, Anadolu’da “laiklik-sekülerlik” retoriğini yükseltmişti.

Osmanlı teokratik bir devletti ve bu nedenle sınıfsal çelişmelerin dini biçimli olması normaldi. Kemalistler de bu durumu kısa zamanda tersine çeviremeyeceklerinden dolayı bu kulvarda politika ürettiler. Erzurum ve Sivas Kongreleri ile meclis açılışında, hilafet ve saltanata bağlılıklarını ifade ettiler. Selef Kemalistlerin “ince politika” dediği bu ikiyüzlülük, Kemalistlerin güçlenmek için dini çevreleri etkileme manevrasıydı. Kemalistler aynı oyunu komünistlere de yaparak onları da tasfiye ettiler. Bunun için mecliste bir “komünist parti” bile kurduran M. Kemal’in hasımlarını zayıflatarak yok etmesi, TC’nin merkezi bir politikası olmuştur.

Kemalistler, gerek sınıfsal yapıyı gerekse devlet geleneğini Osmanlı’dan devraldıkları için, resmi dini değiştirmediler. Hanefilik, yüzyıllar boyunca devletle özdeş kalmıştı. Alevilerin desteği nasıl olsa sağlanmış ve onlara şeriattan kurtulma umudu aşılanmıştı. Bu nedenle, şeriat isteyenlerle, dindar-Sünni kitleleri kontrol altında tutmak ve peşinde sürüklemenin en etkin yolu Hanefiliği cumhuriyetle bağdaştırmaktı.

Kemalistler, bu nedenle 1921’deki anayasaya “TC’nin Resmi Dini İslam’dır” maddesini koymuştur. Ancak 1924 Anayasası’nda bu madde iptal edilerek, resmi din belirtilmemiştir. Bu bir hata veya dalgınlık değildi; “köprüyü geçene kadar…” politikasıdır. Sünni kesimin desteğine ihtiyaç duyan Kemalistler, birçok uygulama ile bu desteği asgari oranda sağlamıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra ise gerçek resmi din “laiklik” olmuş ve Hanefilik mezhebi ise bu gerçek resmi dinle kaynaştırılmıştır. Öyle ki, yüzlerce yıldır padişahı ve feodal sistemi kutsayan Hanefilik, artık, laiklik ve cumhuriyeti kutsamaya başlamıştı.

Kemalistler, yeni bir dine ve rejime geçiş yaparken, sadece siyasal düzenlemelerle yetinemezlerdi. Her şeyden önce, ideolojik meşruluk sağlamak zorundaydılar. Tepeden de dayatılsa, sayısız katliama da yol açsa bunu yapmak zorundaydılar ve yaptılar.

Kemalistlerin öncelikleri arasında, Osmanlı’nın “egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır” teolojik söylemini değiştirmek vardı. Çünkü teokratik devlette, her şey-tüm mülk, Allah’ın temsilcisi saltanatta toplanıyordu. Kemalistler, devlete sahip olmak için bu temsilciyle birlikte, temsil edileni de devletten ayırmak ve kendi ideolojik temsiliyetini hâkim kılmak zorundaydı. Böylece egemenlik tanrıdan alınarak “millete verildi.” “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şiarı, günümüze kadar TC’nin ideolojik söylemi olmuştur.

Millet, egemenliğini temsilcisi aracılığı ile gerçekleştirir. Bu da meclis ve devlettir. Hiçbir meclis, devlet dışında var olamayacağına göre, devletin erkânı, meclis paravanı (“ahırı”) ile “temsiliyetini” yürütür. Böylece egemenlik sahibi tanrıyı, saltanatın temsil etmesi gibi, tanrılaştırılan milletin temsilcisi olarak da Kemalistler, devletin esas sahibi olmuştur. “Köylü, milletin efendisi” olduğuna inanmaya çalışırken, Kemalistler de devleti yeniden kurumsallaştırarak “temsilciliğini” sağlamlaştırmıştır.

Kemalistler, egemenliğin millette olduğunu ısrarla geveleyerek, aynı zamanda, komünizme karşı da bir tampon oluşturdular. Başlarda SBKP’den yardım almak için, komünizme yakınmış gibi durup, Anadolu’daki devrimci örgütlerle ittifak kurdular. Yeterince güçlenince de onları tasfiye ettiler, katlettiler. Kemalistlerin, ikiyüzlü politikası cumhuriyetin kuruluşundan sonra da sürmüş ve SSCB’yi ürkütmemeye dikkat edilmiştir.

Ancak, komünizme karşı tampon oluşturmak için ideolojik manipülasyonların alanı genişletilmiştir. Kemalistler, TC’nin zaten “sınıfsız-imtiyazsız bir toplum oluşturduğu, egemenliğin millette olduğu vb.” argümanlarla komünizmin Anadolu’ya gelmesine gerek olmadığının propagandasını yapmışlardır. “Kurtuluş Savaşı”nın, dünyadaki ilk anti-emperyalist savaş olduğu manipülasyonu ile geliştirilen bu argümanlar aracılığı ile kitlelerin bilinçleri dumura uğratılabilmiştir.

Kemalistler, bu yeni örtüyü tamamlamak için “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” söylemini, ideolojik bir temel haline getirdiler. Osmanlı’da her şeyin hâkimi, her şeyi bilen ve en hakiki mürşit olan Allah’tı. Kemalistler, temsilci ile temsil edileni kaldırmak için, en hakiki mürşidi, ilim ilan etti. “Muasır medeniyetleri yakalama”, “kalkınma, sanayileşme”, “ilerleme” vb. retorikleri, ilimle ilişkilendirerek, onu yücelttiler. Böylece birçok kılığa girebilen “ilim”, yeni devletin bekasının temellerinden biri haline gelmiştir. Bu ilim Kemalistlerin elinde olduğuna göre, “en hakiki mürşit”, M. Kemal oluyordu ki bu “kudretli”, tüm tarihi yeniden “değiştirip” kendini yüceltecek tarzda yazabilmiştir.

Bu iki slogan-söylem, tüm resmi daire ve okullarda hala yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu iki slogan, dinin devletten ayrılmasında başat rol oynamıştır. Ancak bu yetersizdi. Bu nedenle laiklik daha geniş bir alanda hâkim kılınmalıydı. Kitle desteği az olduğuna göre bu ancak tepeden baskı ile yapılabilirdi; öyle de oldu. 1937’ye kadar, İstiklal Mahkemeleri ve diğer baskı aygıtlarının da yardımıyla laiklik bir yaşam tarzı olarak dayatıldı. 1937’lerden sonra ise laiklik, anayasa ve Kemalizm’in temel bir ilkesi haline getirilerek, devletin temel ilkelerinden biri olarak korundu.

Kemalistler, saltanat ve hilafeti kaldırmakla, laikliği yaymak için geniş bir zemin yarattı. Halifelik ile birlikte, hilafete bağlı olan şer’i vekilliği ve şer’i dairesi kapatıldı. Ancak, dini merkezi bir kontrol altında yönlendirebilmek için Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. Bu kurumun başı, her zaman Hanefi-Sünni olmuştur. Bu kurum, laik olduğunu iddia eden TC’de, hala diğer din ve mezheplerin vergileriyle nemalanmaktadır. 2003 yılında, 5 bakanlığın toplam bütçesine sahip olan Diyanet İşleri Bakanlığı’nın 100 bin camide 115 bin personeli bulunmaktadır. (Hümanite, Sayı: 4, Sf: 55)

Diyanet kurumu, Kemalistlerce, “halkın din işlerini yönlendirmek ve dini ehil ellere vermek olarak” sunuldu. Bu koca yalan, cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen birçok ayaklanma ile bozulmuştur. Kemalistler hala, “laik-seküler” bir devlette, böyle bir kurumun varlığını açıklamakta çekingen davranırlar.

TC, diyanet kurumundan vazgeçemezdi. Çünkü dinin yoğun etkisinin bulunduğu Anadolu’da dinsiz bir siyaset yürütemezdi. Diyanet aracılığı ile hem Sünnilere ibadet hakkını garanti ediyor hem de Alevilerin şeriat korkusunu kendi lehine kullanabiliyordu. Yanı sıra, eski gücüne kavuşmak isteyen muhafazakâr sınıfların şeriat istemlerini, hukuki olarak olduğu kadar, ideolojik olarak da bastırabiliyor ve dini yeni biçimler vererek devleti ele geçirmek isteyen diğer sınıfların kitle tabanını zayıflatabiliyordu.

Dolayısıyla, TC için laikliği hâkim kılmak ne kadar hayati bir önem taşıyorduysa, dine yeni biçim vererek, onu, en geniş alanda kullanmak da aynı hayati öneme sahipti. Gıdasını ve temelini halktan, halkın çıkarlarından almayan ve sömürücü-sınıflı toplum ideolojisine sahip olan Kemalizm’in iktidarını sağlamlaştırabilmesi ancak baskı-zor ve geniş-etkili bir manipülasyonla mümkün olabilirdi. Din ve laiklik Kemalizm’e bunları sunabilmiştir; hem baskının meşru görünmesini ve sınıfsal temelini örtmesini sağlamış hem de geniş-etkili manipülasyon ile kitleleri peşine sürükleyebilmiştir.

Diyanetin kurulmasını, 1925 yılında “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması” kanunu izlemiştir. Bu sayede kendi ideolojik manipülasyonuna daha geniş yer açan Kemalistler, bu kanunu esasta muhaliflerine uygulamışlardır. Tekke ve zaviyeler, ideolojik-siyasal-sosyal yaşamın merkezi durumundaydılar. Bir halk muhalefetinin ilk geliştiği yerlerden biriydi. Dinsel muhalefetin en güçlü olduğu yerlerde Kemalistler, cumhuriyeti kurmak için bir kısım feodal ve ulema ile işbirliği yapmışlardı. Dini tekellerine almadıkları sürece bu işbirliği bile kendi aleyhlerine dönebilirdi. Bu nedenle, diyanet kurumu ile dini kendi tekellerine aldılar ve bunu diğer uygulamalarla güçlendirdiler.

TC, dini (tam olmasa da) devletten ayrıştırdığı için, siyaseti de teolojiden ayrıştırmak zorundaydı. Bunun için vatandaşlık bağını esas hale getirmeliydi. Laikliğin yaşam bulma koşullarından birisi de buydu. Tekke ve zaviyeler ise buna engel oluyordu. Yanı sıra milliyetçiliği ve ırkçılığı ön plana alan TC’nin bu dinsel toplulukların gücünü kırması gerekiyordu. Böylece en kestirme yoldan bu dini kurumlar kapatılmıştır.

Kemalistlerin, laikliği üstten dayatma girişimlerine karşı elbette bir muhalefet gelişecekti. Bunun önüne geçmek ve bastırmak için 1925 yılında, Takrir-i Sükûn Yasası’nı çıkardılar. Cumhuriyetin kuruluşundan önce, güya, asker firarlarını önlemek için kurulan İstiklal Mahkemelerini 1929’lara kadar toplumun sükûn etmesi için kullandılar. Koyu bir faşizm uygulayan TC, ideolojisini yaymak için gerekli nesnel zemini ancak zor ve baskı yoluyla sağlayabilmiştir.

Laikliği bir yaşam tarzı haline getirebilmenin en büyük adımlarından birisi Medeni Kanun’un kabul edilmesiydi. Bu kanun, hem şer’i hukuka (şeriat) hem de şer’i yaşama büyük bir meydan okumaydı. Bu kanunla, insanların ilişki biçimleri değiştirilmiştir. Bu kanunu şapka kanunu, miladi takvimin kabul edilmesi, resmi tatilin Cuma’dan Pazar’a alınması, ağırlık ölçülerinin dahi batılılaştırılması uygulamaları takip etmiştir. Böylece düşündükleri gibi yaşama olanağı daraltılan kitleler, yaşadıkları gibi düşünmeye -kanunen- zorlanmış oldu. Bu uygulamaların her biri topluma biçim veren uygulamalar bütününün birer parçasıdır. Bu sayede Kemalist ideolojinin yayılması için daha geniş bir zemin açılmış oldu.

Kemalizm, bu uygulamalarını kalıcılaştırmak ve kurumsallaştırmak için, eğitimde birliği (tevhid-i tedrisat) sağlamayı ihmal etmedi. Dini eğitim kurumlarını kapatan Kemalistler eğitimi tekellerine alarak, ideolojilerini yayan bir merkez haline getirdiler. Eğitimin tekele alınması, en ücra kırsal bölgelere bile Kemalist ideolojinin yayılmasını sağladı.

Alfabenin, Arap alfabesinden Latin alfabesine çevrilmesi, eğitimde Kemalist ideolojiyi milat almayı kolaylaştırmıştır. Bir yazarın deyimiyle “Bir halkın kütüphanesini yaktılar”. Tarihi çarpıtarak kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yazan Kemalistler, Osmanlı’yı inkâr temelinde, kendilerini yücelttiler. Kendilerini milat yaparak, eskiye ait birçok şeyi lanetlediler. Bunun bir ürünü olarak bir halkın tarihi-geçmişi ile olan bağına büyük bir darbe vurarak, kendi ideolojilerinin yayılması için zemini genişlettiler.

1928’de ilk Türkçe hutbenin okunması (Bursa Hutbesi), 1931’de ise ezanın Türkçe okunmaya başlanması da bu zemini genişletmenin ve tepeden -baskı ile- bir Türk ulusu yaratma çabasının ve Kemalist ideolojinin hâkim kılınması gayretlerinin ürünleriydi.

Tarihte hiçbir ırkçılık akımı dinin kutsal örtüsü altına girmeden yaşayamamıştır. Kemalizm de ırkçı ideolojisini din ile kılıflandırmıştır. Bir ulus yaratmak isteyen TC, etnik ve dini mozaikler diyarı olan Anadolu’da bunu ancak baskı-zor ile yapabilirdi. Kemalistler milliyetçiliği ve ırkçılığı büyütmek ve kutsamak zorundaydı. Orta Asya’dan gelip işgal üzerine devlet kurmuş ve hala buranın esas sahibi olduğunu iddia eden bir ideolojinin, ırkçılığı yüceltip kutsaması dışında bir çaresi yoktur (İsrail, Güney Afrika, ABD vb.lerinde olduğu gibi). Kemalistler bu çerçevede tarihi, mantık sınırlarını bile zorlayacak bir biçimde yeniden yazdılar.

Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi (1931) ile neredeyse tüm dünya halkları, Türk kabul ediliyordu. Roma, Yunan, Hintli ve Mısırlıların bile içinde yer aldığı bu teori ile Türkler, dünyanın en güçlü ırkı ilan edilmişti. Bu ideoloji, Moğol ve Hun akınlarının, dönemin dünyasının nüfusunun onda birini katletmesi ve yüzlerce şehri yıkmasını, yücelik olarak yorumlamış ve sahiplenmiştir. Böylece “Bir Türk dünyaya bedeldir” lafzı hâkim oldu. Hatta Türk’üm demek mutluluk kaynağı olarak yutturuldu. Bu ırkçı zihniyet M. Kemal’i peygamber ilan etmeyi de ihmal etmedi. A. Gündüz, 1934’te yazdığı şiirde:

“Atatürk tapkınıyız

Her şey odur

Her yerde o var

Her gökte o eser…”

Diyordu. K. Kamu ise bir şiirinde:

“Ne örümcek ne yosun

Ne mucize ne efsun

Kâbe Arabın olsun

Bize Çankaya yeter” demişti. (Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 435)

Bu tür şiirlerden yüzlercesi daha yayınlanmıştır.

Din, -Marks’ın deyimiyle-, insanın, kendisini bir aracı eliyle tanımlamasıdır. TC devleti yeni “aracı” olarak kendisini ilan etti ve dayattı. Bu devletin adına da “laik devlet” dedi. Marks, “İnsan devlet aracılığıyla kendisini ateist ilan etse, yani devleti ateist ilan etse de kendisi hala dinsel önyargılı kalır; çünkü kendi kendisini dolambaçlı bir yoldan, ancak aracı eliyle tanır. Din, insanı dolambaçlı yoldan tanımanın ta kendisidir. Bir aracı eliyle.” demiştir. (Faik Bulut, Ordu ve Din)

Osmanlı’da kendisini teokratik devletle ifade eden kitlelerin, TC’de, laik devletle ifade etmeleri isteniyordu ki sömürüyü sürdürebilsinler. İnsanın, doğa ve topluma yabancılaşmasının devam etmesi, büyütülmesi, laik devletle sürdürülmüştür. Bu yabancılaşma, doğallığında, laiklik ve uygulamalarının-yaşam tarzının kutsanmasını zorunlu kılar. Çünkü her sömürücü sistem, nesnellikten uzaklaştıkça, kendini yüceltir ve kutsar. Bu kutsama kitlelerde dogma haline geldikçe sistemin ömrü uzun olur. Laikliğin yeni bir din ve ideolojik yaklaşım getirilmesi için toplumun tüm kılcal damarlarına nüfuz etmesi gerekiyordu. Tabandan bir değişim dayatılmadığı için bu tavandan yapılmalıydı! Kemalistler, böylece, laikliği tepeden yaydılar.

  1. Laikliğin TC’de Algılanışı ve Hâkim Sınıflar Arasındaki Dalaşta Rolü

TC Anayasasının (1982), 2. maddesinde, devletin esasları arasında, laiklik de sayılıyor: “…demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” deniliyor. Madde 10 ise “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir” diyor. TC’nin “özgürlükler”le dolu anayasasının 24. maddesinde ise “Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir” denmektedir. Bunların yanında, başlangıç kısmında, net bir şekilde “din ve devlet işleri ayrıştırılıyor”. Bu kısımda “…laiklik ilkesinin gereği, kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı…” belirtiliyor. Böylece TC’nin, anayasal düzlemde din ve laikliği tanımlaması genel olarak ortaya çıkıyor.

Laikliğe son biçimini verenlerden biri 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası (AFC) olmuştur. 1981’de Genelkurmay Başkanlığı tarafından bastırılan “Askerin Din Bilgisi” kitabı, tamamen, Kemalizm’in, İslam’a aykırı olmadığını, tersine onu yücelttiğini kanıtlamaya ayrılmıştır. Kitap M. Kemal’in dindarlığından ve İslam’ı yüceltmesinden başlayarak, tüm Kemalist ilkelerin, İslam’ın özüne uygun olduğunu: bunların bazılarının ise İslam’ın emri olduğunu iddia etmektedir. Cumhuriyetin İslam’ın özünde yer aldığı tezini, şura anlayışı ile temellendiriyor. Esasta Şiilerin savunduğu bu yönetim biçimi, bugün ancak İran’daki gibi bir cumhuriyet sunabiliyor.

Kitap bununla yetinmeyerek, bu temelde laikliğini de İslam’ın temellerinden biri olarak yutturmaya çalışıyor. Dayanak olarak da İslam peygamberine ait olduğu söylenen “Bana dünya işlerini sormayın; siz dünya işlerini benden iyi bilirsiniz” hadisi gösteriliyor. Ayrıca “Laiklik, İslam’ın da esasında vardı. Peygamberimiz, ilim Müslüman malıdır, onu nerede bulursanız alınız demiştir. Bu da Müslümanların ilim ve tefekkürde bir takım dini kaidelere bağlı olmadığını göstermektedir” deniyor. Evet! Görmek isteneni gösterdiği muhakkak! Çünkü kitabın yazarı, cumhuriyet rejimini de peygamber emri olarak görüyor.

Askerin Din Bilgisi kitabı, laikliğin dinsizlik olmadığını sık sık vurguluyor. Bu vurgunun sıklığı, şeriatçıların laikliği, din dışı görmelerinin ürünüdür. Bu vurguyu desteklemek için kitabın birçok yerinde, altı ilkenin İslam’la bağdaştığı kanıtlanmaya çalışılıyor. Kitap, şehitlik ve devlet için ölmenin (tabi TC için!) İslam’ın temellerinden biri olduğunu söylüyor. Milliyetçilik ve ırkçılığı da bu temelde İslam’ın kılıfına sokarak meşrulaştırıyor. Kitap kısaca, “Kemalizm, İslam’ın Türk yorumudur.” demeye getiriyor. (Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 32)

Ordunun bu içerikteki laiklik ve İslam tanımı, hem orduda hem de hâkim sınıfların en güçlüsü konumunda olan Kemalistlerde hala geçerlidir. Ancak laikliğin bu son versiyonu, laikliğin kemikleşmiş tanımını yadsımıyor; tersine onun temeli üzerinde biçim alıyor. Laiklik, F. Rıfkı Atay’a göre, Türklüğü, akıl hürriyetine kavuşturmak, dünya işlerine sadece akıl yolu ile düzen vermektir. Atay, laikliğin dini cahillerin elinden, ehil ellere vererek yücelttiğini de belirtiyor. (Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 32)

Yine has Kemalistlerden olan M. Esad Bozkurt, laikliği yüceltiyor: “Din ile devlet işleri ayrılmadığı sürece, din, devlete emirler verecek ve zalim iktidar sahipleri, dini bir tahakküm aracı olarak kullanacaktır.” ( Resmi İdeoloji Sözlüğü, Sf: 422). Her iki Kemalist kadro da, M. Kemal’i “melek ve deha” olarak görmekte, zalimliği, cumhuriyetin bekası için yapılan katliamlarla bağdaştırmaktadır. Bu kadroların laiklik tanımı ve bu temeldeki tarih anlayışı günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.

Laikliğe “küresel ve evrensel” bir içerik veren Yargıtay Başsavcısı A. Yalçınkaya’ya göre laiklik, “İnsanı kul olmaktan çıkarıp, birey haline getiren; bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünce olanakları veren bir ilkedir; uygar bir yaşam biçimidir; toplumun düşünsel ve örgütsel evriminin son aşamasıdır” (Sabah, 09.06.2008). AKP’ye kapatma davasını da açan Yalçınkaya, tanımında, “laiklik, uygar bir yaşam biçimidir” derken, elbette batının, çürümüş-asalak uygarlığını kastetmektedir.

Son aşama derken de, Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezine tapındığını göstermektedir. Liberalizm ile emperyalizmi, tarihin ve insanlığın en son aşaması olarak gören (“ama 2008’de artık bundan şüphe duyduğunu söylüyor!”) Fukuyama, liberal demokrasinin kurumlarının da ötesinin olamayacağını iddia etmiştir. Başsavcı Yalçınkaya da, “TC demokrasisi ve bu demokrasinin temel bir ilkesi laikliğin” tarihin son aşaması olduğunu ve ötesinin (şeriat veya sosyalizm) olamayacağını, “tarihsel bir ilke” olarak koyuyor.

AKP ve Ilımlı İslam’ı savunan-yenilikçi-kesimler, Yargıtay’ın ve Kemalistlerin laiklik tanımını “otoriter” olarak değerlendiriyor. AKP’nin sözcüsü Y. Şafak gazetesinde, Kemalistlere bu yönlü sürekli eleştiri getiriliyor. Bu eleştirileri getirenlerden birisi olan Murat Aksoy, Y. Şafak’taki yazısında “otoriter laiklik, sekülerleşmeye engeldir” diyor. Aksoy, laikliği, “Din ve devlet işlerinin ayrılması, devletin var olan tüm dinlere eşit uzaklıkta olması ve farklı dinsel duyarlılıkların kamusal alanda kendilerini ifade edebilmelerinin yasal güvencesinin sağlanması” olarak tanımlıyor. (Yeni Şafak, 13.06.2008) AKP’nin de savunduğu bu laiklik tanımı, İslami kesimlerin, devletin içine yani “kamusal alana” genişçe girebilme hayaliyle oluşturulmuştur.

Böylece laiklik tanımı, hâkim sınıfların iktidar dalaşında merkezi bir role sahip olmaktadır. Ki laikliğin bu merkezi rolü yeni değildir; cumhuriyetle yaşıttır. 1940’lara kadar koyu bir faşizm uygulayan TC 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası değişen emperyalistler arası dengeler sonucu, Alman emperyalizminin güdümünden, ABD emperyalizminin güdümüne geçmiştir. Bu önemli değişiklik, SSCB’nin savaştan galip çıkmasıyla birlikte, TC’yi bazı değişimleri yapmaya zorunlu kalmıştı.

Demokrasiye geçiş adı altında tek partili sistemden çok partili sisteme geçildi. ABD, kitlelerin gözünde fazlasıyla teşhir olmuş CHP yerine Demokrat Parti’yi (DP) destekledi. DP halkın dini duygularını kullanarak kitle desteğini artırdı. Ezanın tekrar Arapça okunmasını sağlaması, dini okulların açılması ve din dersinin zorunlu olarak, eğitim müfredatına konulması vb. uygulamalar ile CHP’ye olan tepkiyi iyi kullanan DP, o zamana kadarki en büyük emperyalist talanı başarıyla gizleyebilmiştir.

DP, TC’yi NATO’ya sokmuş, ABD’nin çıkarları için Kore’ye asker göndermiş ve emperyalist sermayenin ülkeye girişini rahatlatacak yasalar çıkarmıştı. Emperyalizmin, ileri bir karakoluna dönüşen TC, kitleleri din ve demokrasi retoriği ile uyuşturmuştur. Eski gücüne kavuşmak isteyen CHP, DP’ye karşı “laiklik, modernlik, ilericilik vb.” retoriklerini kullanarak 1960’ta darbe yapmıştır. Bu darbe, Kemalistlerce hala “ilerici” olarak savunulmaktadır. Ancak bu darbe faşizmi derinleştirmiştir. MGK’yı kurarak, askerin siyasete müdahalesini aleni hale getirmiş ve dini bir sömürü, baskı aracı olarak kullanırken laikliği de aynı temelde kullanmaya devam etmiştir.

1970’lere gelindiğinde dünyada geniş çaplı işçi ve öğrenci hareketleri ortaya çıkmıştı. Bu süreç sosyalizm ve silahlı mücadelelerin en itibar gördüğü dönemlerden birisidir. Emperyalistler bu dalgayı kırmak için, faşist örgütlenmelerle beraber dini de yaygın olarak kullandılar. Mezhep çatışmalarını körükleyerek veya üreterek halkları dini temelde böldüler. Dinci legal ve illegal örgütlenmeler aracılığı ile komünistlere, devrimcilere saldırılmasını sağladılar. Bu süreci (kontra eylemleriyle beraber) AFC için bahane olarak kullanan ordu, “anarşi ile terörü bitirmek için darbe yaptı.”

70’lerde, iktidarda olan Kemalistlere karşı, Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi’nde kümelenen ve İslami motifleri daha fazla öne çıkaran kesimler, tekrar, “İslam’ın özüne dönüş”, “laiklik dinsizliktir” vb. suni tartışmaları gündeme getirdiler. Halk hareketlerinin yükselmesi dolayısıyla devlet, dinci örgütlenmelere geniş olanak yaratmıştı. İktidarı ele geçirmek isteyen bu kesimler de Sünni kesime yaslanarak kitle desteklerini artırmak istediler. Bunun için en kısa ve etkili yol iktidardakilerin “dinden çıktığını” ilan etmekti.

Ancak AFC, dinin devlet dışı çıkışına izin vermedi. 24 Ocak Kararları denen neoliberal politikaları hayata geçirmek için darbe yapan AFC, sol hareketlere balyoz indirirken, devletin içinde dini örgütlenmelerin-tarikatların etkisinin artmasını sağladı. Din dersini zorunlu hale getiren ve İmam Hatip Okullarının sayısını artıran AFC, tarikatların legal alanda genişlemesini sağlayarak, hem neoliberal politikalara olan tepkiyi nötralize etmeyi hem de dinin kendi kontrolünden çıkmamasını sağlamaya çalıştı.

Aynı politikayı ANAP sürdürdü. Başbakan T. Özal, Cumhuriyet tarihinde ilk kez tarikat şeyhlerini başbakanlıkta ağırladı. Kardeşi de bir Nakşibendî olan T. Özal, tarikatların burjuva siyasal partiler içinde kümelenmesini sağladı. ANAP diğer taraftan ise AFC’nin başlattığı Alevi köylere cami yaptırma vb. asimilasyon politikalarına hız verdi. Halk hareketlerinin ve sosyalist hareketlerin büyümesini sadece demir yumrukla engelleyemeyeceğini iyi bilen TC. bu konuda dini en geniş şekilde kullanmıştır. Tüm bunları yaparken de “laik, demokratik hukuk devleti” retoriğini de ağzından düşürmemiştir. TC bu sayede 1987-89 sürecine kadar, -tabiri caizse- dikensiz bir gül bahçesi yaratmış ve neo-liberal politikaların hâkim hale gelmesini sağlamıştır.

TC, 90’lı yıllara gelindiğinde, tarikatların legal olanaklarını genişletmiştir. Bunda en büyük etken, güçlenen Ulusal Kurtuluş Hareketi’ni (KUH) bastırmak için dini etkin olarak kullanma isteğiydi. TC, Türkiye Kürdistanı’nda legal dini örgütlenmeleri yaymakla kalmamış, Hizbullah gibi dini kılıflı kontra örgütlerle Kürt ulusunun bağımsız mücadelesini bastırmaya çalışmıştır. Kürt illerinde Refah Partisi’nin örgütlenmesi sağlanarak, KUH’u hem legal hem de illegal yollarla bastırmaya çalışmıştır.

90’lar, Avrupalı emperyalistlere yaslanan ve “Yeşil Sermaye” diye isimlendirilen kesimlerin görece güçlendiği bir dönem olmuştur. MÜSİAD (Müstakil İş Adamları Derneği), İslami söylemleri önde tutan bir burjuva kliğidir. İktidardaki ABD yanlısı Kemalistleri, zayıflatmanın en kestirme ve en etkili yolu, kitlelerin dini duygularını kullanmaktı. Refah Partisi’nin temsilciliğini yaptığı bu kesimler, Kemalizm’in ilkelerini dinsizlikle suçlayarak, kitle tabanlarını güçlendirmeye çalıştı. Alevi kesimlere de hitap etmeyi ihmal etmeyen Refah Partisi, bu sayede tabanını genişletmişti.

Devletin, bir süreliğine bu kesimin güçlenmesine izin vermesi, çıkarları gereği olmuştur. Refah Partisi sadece Kürtlerin bastırılması ve asimile edilmesi için kullanılmıyordu; aynı zamanda İsrail ile ilişkilerin aleniyete kavuşturulması için de kullanıldı. 1991’de İsrail’le diplomatik ilişkiler geliştirilmişti. Ancak, askeri ve ticaret işbirliğinin aleni biçimde yapılması Refah-Yol hükümeti döneminde gerçekleşmiş; bu süreçte İsrail’le 6 antlaşma imzalanmıştı. 27 Aralık 2008’de Gazze’yi bombalayan pilotlar, Refah Partisi döneminde imzalanan askeri işbirliği antlaşması sonucu olarak Konya’da eğitim görmeye ve tatbikat yapmaya başlamıştı ki hala buna devam edildiği Genelkurmayca da açıklanmıştı.

Refah Partisi, uzun süre laikliğe saldırmış; ancak “iktidarın kanlı mı kansız mı alınacağı” sorusunu sorana kadar dokunulmamıştı. 28 Şubat 1997’de uşak medyanın “postmodern darbe” olarak isimlendirdiği müdahale ile Refah Partisi hükümetten uzaklaştırılmış, birçok dini kurum kontrol altına alınarak din tekrar devlet sınırları içinde hapsolmuştu. TC’nin bu operasyonun meşruluğu için kullandığı temel argüman “laikliğin korunması”ydı. Kendisini “laikliğin yılmaz bekçisi” ilan eden ordu, demokratik olduğunu iddia eden bir devlette en güçlü söz sahibi olabilmekteydi…

2000’lere gelindiğinde ABD’nin Ortadoğu’daki açılımına uygun bir parti olan AKP yaratılmıştı. ABD’nin “Ilımlı İslam Projesi’nin ürünü olarak çıkan AKP’ye hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’da halkları manipüle etme, direnişleri teslim alma misyonu verilmişti. Kendisini “muhafazakâr demokrat” ilan eden AKP, neo-liberal politikaların zirveye taşınmasıyla yetinmemiş, cumhuriyet tarihindeki en büyük emperyalist sermaye girişini (ve talanını!) sağlamıştır.

AKP, ayrıca radikal İslamcı kesimlerin zayıflatılmasında, etkin bir aktör olduğu gibi, Irak işgali dolayısıyla İslami kesimlerin tepkilerini nötralize etmiş ve TC-İsrail ilişkilerini en üst düzeye taşımıştır. Sırf AKP döneminde İsrail’le 60’a yakın ikili antlaşma imzalanmıştır. AKP, Kafkaslar ve Ortadoğu’da da ABD dışişleri bakanlığının aktif bir üyesi gibi çalışarak, başta Filistinliler olmak üzere, halkların manipüle edilmesinde ve ABD’nin politikalarının yaşama geçirilmesinde etkili bir rol üstlenmiştir.

ABD’nin Türkiye için planladığı yeni değişimler, ırkçı bir zihniyeti ve merkezi bir devlet geleneğini bırakmak istemeyen Kemalist kesimlerce hoş karşılanmadı. Ancak, TC’nin ABD’ye göbekten bağımlı olması dolayısıyla daha fazla kırıntı koparma telaşına düştüler. Bunun ilk adımı olarak da AKP’nin zayıflatılması işine giriştiler. Böylece 2000’lerin başında AKP’yi ve Erdoğan’ı yere göğe sığdıramayan uşak medya, bu sefer AKP’yi “laiklik düşmanı, şeriatçı, gerici ve takiyyeci” ilan etti. CHP, TÜSİAD ve ordunun da elbirliği ettiği bu zayıflatma politikası AKP’yi kapatma davası ile uyarmaya kadar vardı. Ancak ABD’nin politikaları için AKP’ye ihtiyaç vardı ve bu yüzden (öncelikle ordu olmak üzere) AKP ile uzlaşmaya varıldı.

60’lardan 2000’lere kadar olan tüm iktidar mücadelelerinin merkezinde din ve laikliğin bulunması, hâkim sınıfların karakteri ve yaslandığı tabanla ilintilidir. Hâkim sınıfların dini, ırkı yoktur; tek amaçları sömürüyü yoğunlaştırarak daha fazla güçlenmektir. Bu hem işbirlikçi sınıflar hem de emperyalistler için geçerliliği sayısız kez kanıtlamış mutlak bir doğrudur. Türk hâkim sınıfları da bir gerçeklikten bağımsız değildir. S. Yerasimos’un çok doğru biçimde belirlediği gibi, ekonomik vesayet arttıkça reform palavraları artmıştır. Osmanlı’dan beri değişmeyen bu gerçekliğe, bu tür dönemlerde dinin ve laiklik anlayışının da aynı yoğunlukla ve aynı amaçla kullanıldığını eklemek gerekmektedir.

TC, iddia ettiği gibi hiçbir zaman din ile devleti ayrıştırmamış; tersine günümüze kadar dini yoğun ve geniş bir şekilde kullanmıştır. Tüm din ve milliyetleri kanun önünde eşit tuttuğunu iddia eden TC’nin, alevi ve Kürt katliamları ile yaptıkları, kendisini yalanlamaktadır. Hiçbir gayri-müslim devletin veya ordunun başına gelmediği gibi hiçbir Kürt (veya başka milletten biri), kimliğini inkâr edip Türklüğü övmeden başa gelememiş, devletin içinde konumlanamamıştır. TC, din ve laikliği, kitleleri uyuşturmak, bilinçlerini dumura uğratmak ve peşine sürüklemek için kullanmıştır. Kullanmaya da devam edecektir.

  1. Laik TC’nin Ilımlı İslamı

Ilımlı İslam Projesi, 1990’larda, sınıf savaşımını inkâr temelinde oluşturulan “medeniyetler çatışmasının” bir ürünüdür. Amacı, radikal İslam’ın ve gelenekçilerin, “modern-laik” yani ehlileştirilmiş hale getirilmesidir. Tıpkı uşak AKP’de olduğu gibi, dini radikalleştirmeyen “din ve vicdan özgürlüğü” sınırları içinde tutan, yani dini “siyasallaştırmayan” dindarlar yaratılmak istenmektedir.

AKP bu konuda epey yol kat etmiştir. 2004 yılında Büyük Ortadoğu Projesi’nin aktif bir elemanı olacağını ilan eden AKP, bu uşaklığından dolayı batı medyasından da övgüler almaktadır. Amerikan, Newsweek Dergisi, “İslam’ın Yeni Vizyonu Türkiye’de” başlığıyla verdiği haberde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, “zararlı, yanlış” hadisleri ayıklama faaliyetini, “Entelektüel ve teolojik olarak en iddialı çalışmalardan bir kısmı, merkezi Ankara’da bulunan bir grup tarafından yapılıyor” şeklinde vermiştir. Devamında “Ne Bin Ladin, ne de ondan önceki gelenekçilerin vizyonu olmayan, İslam’ın yeni vizyonu şekilleniyor” demiştir. Dergi, R. T. Erdoğan ve AKP’yi de överek örnek göstermiştir. (Cumhuriyet, 02.06.2008)

TC, diyanet kurumu aracılığıyla yaptığı bu çalışmada, radikallere teorik (teolojik) temel oluşturan hadisleri ayıklarken, Alevileri de Sünniliğe ve devlete yakınlaştırma çabasındadır. AKP’nin “Alevi açılımı” da bu hedefin bir ayağıdır. F. Gülen’in, Alevileri ve Aleviliği öven açıklamalarının aynı sürece denk gelmesi tesadüf olmasa gerek. TC AKP aracılığıyla hem dinin sınırlarını yeniden biçimlendirerek Ilımlı İslam’a uygun hale getirmekte, hem de asimilasyon için zeminini genişletmektedir.

Diyanet İşleri Başkanı A. Bardakçıoğlu, hadis ayıklamanın bir reform olmadığını; çünkü İslam’ın reforma ihtiyacı olmadığını belirtse de, sadece kendini ve şürekâsını ikna edebilmektedir. Bu çalışmalara paralel, F. Gülen’in ABD ve AB tarafından tanıtılma çabaları da Ilımlı İslam’ı yayma çabalarının ürünüdür. “Moderniteyi İslamla buluşturan insan” sıfatı ile anılan F. Gülen, şiddete ve silahlı mücadelelere karşı oluşuyla da bilinir. Uysal Müslümanlar yaratmakta oldukça etkili olan F. Gülen hareketi, Orta Asya’da İslam’ı en fazla yayan hareketlerden biri olması dolayısıyla Rusya’da yasaklanmıştır.

Laik TC, İspanya ile birlikte başını çektiği “medeniyetler ittifakı” hareketinin, “medeniyetler çatışması” tezi çerçevesinde, din merkezli olarak faaliyet yürütmesi ve emperyalizmin ideolojik saldırılarına zemin hazırlanması için aktif olarak çalışmaktadır. Dini siyasete alet etmediklerini iddia eden TC erkânı ve AKP, Ortadoğu’da Müslüman kimliği kullanarak, direnen halklara teslimiyeti vaaz etmektedir. “Medeniyetler İttifakı” ile de, emperyalizme karşı tepkilerin nötralize edilmesi, batı-burjuva kültürünün yaygınlaştırılması ve laiklerin dini olarak bölünmüşlükleri pekiştirilmeye çalışılmaktadır.

TC, laikliği kapitalist-emperyalist devletlerde olduğu gibi, hem dini daha geniş ve etkin olarak kullanabilme hem de sınıf savaşımını örtmenin bir aracı olarak kullanmaktadır. Bunu, cumhuriyet tarihi boyunca yapmıştır.