DİN SORUNU, YABANCILAŞMA POST-MODERNİZM!

D. DİN VE SİYASAL MÜCADELELER

Önceki bölümlerde, devletin ideolojisi ve siyasetinin dinle özdeşleşmesine ağırlık verdik. Bu bölümde ise ezilenlerin ve burjuvazinin dini nasıl bir teoriye dönüştürdüğüne ağırlık vereceğiz.

Hıristiyanlık Dünyasında Sosyal Mücadeleler

Hıristiyanlığın ortaya çıkış koşullarını önceki bölümlerde anlatmıştık. Engels, “İlk Hıristiyanlık tarihi, modern işçi hareketiyle ilginç benzerlikler gösterir: Tıpkı onun gibi, Hıristiyanlık da, köken itibariyle ezilenlerin hareketleridir; ilk olarak kölelerin ve azad edilenlerin, yoksulların ve haktan yoksunların, Roma tarafından boyunduruk altına alınmış ya da parçalanmış halkların dini olarak ortaya çıktı. Her ikisi de, işçi sosyalizmi gibi Hıristiyanlık da, kölelikten ve sefaletten gelecek bir kurtuluşu vaaz eder; Hıristiyanlık, bu kurtuluşu ölümden sonra öbür dünyadaki yaşamı cennete; sosyalizm ise bu dünyaya, toplumun dönüştürülmesine yerleştirir.” şeklinde belirleme yapmıştır (Engels, Din Üzerine, Sf: 323).

İlk Hıristiyanlar katledildiler ve baskılara maruz kaldılar. Ama kokuşmuş Roma düzeni, ezilenlerin isyanını bastıramadı ve Hıristiyanlık gelişmeye devam etti. Dinsel düşünce bu kez, ezilenlerin kılıcı olmuştur. Hıristiyanlık, Roma’nın resmi dini olur olmaz, devletle özdeşleşti. Avrupa’yı saran köylü ayaklanmaları dönemine (14. ve 16. yy.lar) kadar, feodal devletin çürümüşlüğü ile özdeş hale geldi. Ancak bu dönemle birlikte, tekrar devrimci-isyancı hareketlerin ideolojisiyle özdeşleşti.

Katolik kilisesi, Avrupa’nın büyük çoğunluğuna hâkimdi. Hem toprak sahibi hem de ruhban sınıfı olarak kitleleri sömürüyordu. Cennete gitme belgesi (tapusu!) satışından elde edilen varlıklar, kilisenin önemli gelir kalemlerindendi. Dinin mecbur kılınan Pazar ayinlerine girmeleri için bile kitlelerden para alınıyordu. Kilise neredeyse tüm ibadetleri paralı hale getiriyordu. Kilisenin bu çürümüşlüğü, açlık-yoksulluk içinde kıvranan kitlelerde büyük ve geniş tepkiler yaratıyordu.

Kilisenin otoritesi dolayısıyla, gerek kentsoyluların gerekse köylülerin ayaklanmaları, mezhep sapkınlığı olarak ortaya çıkıyordu. “Sapkınlıklar kısmen, ataerkil Alp çobanlarının üzerlerine varan feodalizme tepkisinin (Woldocular); kısmen feodalizmi aşmış şehirlerin ona karşı muhalefetinin (Albilişler, Brescialılar, Arnold vb.); kısmen de düpedüz köylü ayaklanmalarının (J. Ball, Macaristanlı Usta vb.) ifadesiydi” (Engels, age, Sf: 139).

Kilisenin dogmaları-teolojisi, feodal iktidarın tüm siyasetini yönlendirebiliyordu. Papanın dışında hiç kimse İncil’i yorumlama ve değiştirme yetkisine sahip değildi. İktidara ve kiliseye karşı çıkanlar, hemen engizisyon mahkemelerinde cadı veya şeytan ilan edilip diri diri yakılıyordu. Vergilerin ve baskıların ağırlığından dolayı açlıktan ölümler yaşanıyordu. Bunlara salgın hastalıklar da eklenince sefalet alabildiğine geniş ve derin gerçekleşiyordu. Kitleler bu durumu dinsel yorumluyorlardı. Dolayısıyla tepkileri de dinsel biçimliydi.

14. yy.da başlayan köylü ayaklanmaları içinde Tabolurlar gibi cumhuriyetçi hareketler olduğu gibi, Thomas Münzer gibi radikal devrimci-eşitlikçi hareketler de vardı. Münzer, reformcu M. Luther ile aynı dönemde (16. yy.) yaşamıştı. Münzer, Luther’den farklı olarak, halkı ve prensleri, kiliseye karşı silahlı mücadeleye çağırmıştır. Münzer, Hıristiyanlığın temellerine tümden saldırmış ve ona yeni biçimler vermiştir.

Kutsal ruhu (tanrıyı) akılla birleştiren Münzer’e göre cennet, bu yaşamda kurulmalıydı. Öbür dünya kavramına karşı çıkan Münzer, tanrı-evren özdeşliğini (vahdet-i vücud) savundu. Böylece her insan, Tanrının bir parçası olarak eşitleniyordu. Maddeciliğe yaklaşan bu teoloji, Hıristiyanlığın Batıni yorumu ile onu isyanın ve eşitlikçi bir toplumun teorik temeli haline getirmiştir.

Yeni toplumun, ancak silahlı halk ayaklanması ile mümkün olabileceğini savunan Münzer’in, Luther’le yolları bu yüzden ayrılmıştı. Luther’le kilisenin çürümüşlüğüne karşı ortak mücadele etmesi kısa sürdü ve radikalleşerek köylü ayaklanmasının genişlemesini sağladı.

Münzer’in dışındaki diğer ayaklanmalar da dini biçimliydi. Burjuvazinin feodallere karşı savaşının biçimi de dini olmuştur. Luther’in başlattığı Protestanlık, bu savaşımın reformcu kanadını oluştururken, Calvinizm ise radikal kanadını oluşturmuştur. Calvin, Hıristiyanlığa yeni biçim vererek onu mücadele teorisine dönüştürmüştür. Hıristiyanlığın feodal sistemi kutsayan tüm yorumlarını inkâr ederek, liberalizmi yücelten yorumlar geliştirmiştir. İngiltere’de başlayan Calvinist ayaklanma köylük bölgelere de sıçradı ve Hollanda, İngiltere ve İskoçya’da cumhuriyetler veya meşruti monarşiler kurulmasını sağladı.

Luther de, Roma Katolik Kilisesinin Hıristiyanlığını farklı temelde yorumlayarak, kentsoyluların mücadelesine uygun hale getirdi. İncil’i ilk defa Almancaya çevirerek (ve ilk defa Latinceden başka bir dile çevirerek), Papa’nın etkisini yerle bir etti. Papalık, kokuşmuşluğundan dolayı sürekli Tanrı korkusunu hissettirirken, Luther ise bunun zıddını, yani Tanrı sevgisini hissettiriyordu ve dinin eşitlikçi öğretisini öne çıkarıyordu. Bu temelde Papa’nın kokuşmuşluğunu teşhir etti. Eserleri geniş kitlelerce benimsendi. Kitapları yakıldı ama halkın desteği devam etti. Fikirler yayılmıştı bir kere! Geniş bir köylü desteği alan Luther, halkın silaha başvurması üzerine onlara sırt çevirdi. Şiddete karşı olduğunu her fırsatta ifade eden Luther kentsoyluydu ve prenslerle uzlaştı.

Gerek Calvinciler gerekse Protestanlar, iktidar olana kadar, en geniş kitle desteğini köylülerden almalarına rağmen, kısa bir süre sonra onlara sırt çevirdiler. Her iki hareket, Hıristiyanlığı, feodal zorbalara ve kiliseye karşı bir mücadele teorisine dönüştürdükleri halde, bu devrimci ve reformcu biçimleri karşı-devrimin hizmetine soktular. Köylüler ve proletaryaya karşı bu yeni dinleri bir manipülasyon ve egemenlik aracına dönüştürdüler. Burjuva devlet geliştikçe yeni dinlerin yorumu da gelişmiş ve günümüze kadar gelmiştir.

İslam Dünyasında Siyasal Mücadeleler

İslamiyet, kabile toplumundan feodal topluma geçişin, yeni toplumsal bir devrimin, dinsel ifadesi olmuştur. Ancak, devletle, çıkış noktasından itibaren özdeşleştiği için, devletin elinde despotluğun da ifadesi olmuştur.

İslam’ın eşitlik söylemine rağmen henüz ilk yıllarda devlet sahipleri, kişisel servetlerini büyük ölçüde artırmıştı. 3. Halife olan Osman zamanında ise hanedanlığın ilk adımları atılmış; Osman, yakın çevresini, akrabalarını iktidarda konumlandırmıştı. Sebecilerin, iktidarda hak talep eden ayaklanmaları sayılmazsa, ilk ayaklanma, çöl yaşamını ve göçebeliği terk etmeyen Haricilerin, devletin bir avuç insanla özdeşleşmesine ve servet birikimine karşı başlatılmıştı. Hariciler, Kuran’ın zahiri (dışsal, görünen, açık) yorumunu mekanik bir şekilde yapıp, göçebe yaşamlarına uydurdular ve iktidardakileri kâfir olmakla suçladılar. İlk hanedanlıklarla (M.S. 661) birlikte halk ayaklanmalarının ardı arkası kesilmemiştir.

Halk ayaklanmalarının büyük çoğunluğu, İslam’ın Batıni (içsel, tevil, gizli, mecazi) yorumuna dayanan mezhepsel sapkınlık şeklinde ortaya çıkmıştır. Batıni hareketler, homojen (aynı özelliklere sahip) bir öğreti değildir. Ancak genel hatlarıyla bir bütünlük oluşturur. Tanrı, kozmik evrendir; insan ise mikro evrendir. Tanrı, resmi İslam’ın aksine, evrenle özdeştir; evreni aşkın değildir. İnsan, evren-tanrı birliğinin bir tezahürü ve parçasıdır. Mevlana’nın “Hiçbir şey görmedim ki, Tanrıyı onda görmemiş olayım” (Aktaran, Teori-Politika, Sayı: 45, Sf: 123) sözü bunu özetliyor. Hallac-ı Mansur “Enel Hak (Ben Tanrıyım)”, Yunus Emre ise “Bir ben var benden içeri” diyerek bu özelliği ifade etmişlerdir.

Bu tanrı anlayışı ile T. Münzer’in tanrı anlayışı arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Vahdet-i Vücud (Tek Vücud, Evrenin Birliği) denen bu inanış, Budizm, Jainizm ve Konfiçyonizm gibi dinlerde, farklı söylemlerle ve tanrısız olarak bulunur; aynı öze sahiptir. Tanrısız dinler, doğanın, evrenin ve maddenin bir bütün ve bağıntılı olduğuna inanırlar; insan da bunun bir parçasıdır.

Batıni hareketlerin en radikallerinden biri olan İhvan-ül Safa (Saf Kardeşlik) Fırkası, birçok eşitlikçi cumhuriyet kurmuş olan İsmaililerin, teorik-siyasi kanadını oluşturmuştur. Bu hareket, İslam’ın zahiri yorumunu inkâr ederek, peygamber ve halifeleri sahtekârlıkla suçlamıştı. İnsanların eşitliğine inanan bu hareket geniş bir coğrafyada (Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn, İran, Suriye) eşitlikçi-ortakçı devletler kurmuş; bunlardan bazıları 100 yılı aşkın yaşamıştır.

Bu hareket, eşitsizliğin kaynağı olarak şeriat sistemini görüyordu. Birilerinin servet biriktirirken, birilerinin yoksulluktan ve yoksunluktan kırılmasını ilahi adalete aykırı buluyorlardı. “Mal, mülk, toprak Allah’a aitse ve insanlar da eşit yaratılmışsa, mülkler de insanlara eşit biçimde dağıtılmalı”, diyorlardı. Bu dinsel yorum, sisteme karşı radikal bir duruş yaratmıştır. Cennet ve cehennemi inkâr eden bu anlayış, cenneti dünyada kurmayı amaçlamıştı.

İhvan-ül Safa ile birlikte hemen hemen tüm Batıni hareketlerin savunduğu ortak bir inanış da mehdiliktir. Hıristiyanlıkta Mesih olarak geçen bu inanışta, ölen liderlerin, bir gün tekrar dünyaya gelip adalet, hak ve eşitlik doğuracağına inanılır. Ruh göçü ile geri gelecek olan bu lidere mehdi denmektedir. Hem Emeviler (M.S. 661-750) hem de Abbasiler dönemindeki (M.S. 750-1250) neredeyse tüm halk ayaklanmalarında mehdilik inancı başat bir rol oynamıştır. Ezilenlerin, ideolojik özlemlerinin ve taleplerinin bir sembolü olan mehdilik inancı, savaşların ve savaşçı ruhun da temel unsurlarından biri olmuştur.

Ehl-i Sünnetin Tanrı inancı, evreni aşkındır; tanrı evrenin dışında ve üstündedir, onunla özdeş değildir. Bu tanrı inancı, hukukun katı dogmalarla örülmesinde kullanılmıştır. Gücü sonsuz olan bu tanrının kuralları açıktır ve dolayısıyla değiştirilemez. Oysa Batınilerin tanrısı mistiktir ve yeryüzüne inerek onunla özdeşleşmiştir. Bu içtihat(yorum) dinin, yeni ve farklı yorumlarına açık kapı bırakarak, kolayca devrimci bir tarza dönüşebilmiştir. Özellikle tanrı-evren özdeşliği, insanların eşitliğini mutlak kılıyordu. Bu da devrimci bir teorinin en sağlam yanını oluşturuyordu. Dolayısıyla tanrının nasıl kavrandığı-yorumlandığı, bizleri teolojinin maddi gerçekliğine götürmektedir.

Batıni öğretiler, Selçuklu ve Osmanlı döneminde de aynı sosyal-siyasal etkiyi yaratmıştır. Babailerin Selçuklulara, Şeyh Bedreddin’in Osmanlı’ya karşı ayaklanması, Batıni bir mücadele teorisi temelinde gerçekleşmiştir. Osmanlı’daki birçok ayaklanma, Batıni sapkınlık biçimde gerçekleşmiştir.

İslam-Arap devletinin, kendi içindeki iktidar mücadelesi de, elbette, dini biçimliydi. İktidardaki ile büyük ayrışma Şia-Sünni şeklinde olmuştur. Batıni hareketlerin büyük bir kısmı Şii’nin içinden çıkmıştı. Ancak, İsmaililer başta olmak üzere birçok Batıni hareket, Şianın devletle daima iç içe olmasından dolayı kendisini itina ile bu kesimden ayırmış; ismini dahi kullanmamıştır.

12 imamcı Şianın, iktidara karşı muhalefeti, Batınilerin isyanlarıyla birlikte, uzlaşıya dönüşmüştür. İran Şiasının Buveyhi kabilesi 10. yy.da Bağdat’ı işgal eder ve Halifeliği ele geçirir. Böylece Şia ilk kez iktidara gelir. Ancak ezilenleri temsil etmeyen Buveyhiler, Şiiliği çabucak devletle özdeşleştirdiler. Abbasi halifesini azletmeyip onu kukla gibi kullandılar. Selçuklular Bağdat’ı işgal edene kadar da, iktidarı fiili olarak ellerinde tuttular. Ezilenlerin ideolojik biçimi olarak çıkış yapan birçok kola ayrılmış ve birçoğu 12 imamcı Şia gibi devletçi bir karaktere dönüşmüştür. Günümüzde de 12 imamcı Şiilik, İran’ın resmi dini durumundadır.

Abbasiler, ezilenlerin fikirleri ve tepkilerini kullanarak iktidara geldiler. Emevilere karşı Şianın yanında göründüler. “Ehl-i Beyt’in intikamı” sloganını iktidarı ele geçirmek için temel slogan haline getirdiler. Batıni hareketlerden Hürremdinci Ebu Müslim ile ittifaka girecek Emevileri devirdiler. Ancak iktidara gelir gelmez, ehli beytin davasını, Şii öğretiyi bir kenara bırakıp, ehl-i sünnetin ideolojisine ve şeriata sarıldılar. Ebu Müslim’i de hile ile katlettiler.

Abbasiler, tüm Batıni hareketlere, özellikle İsmaililere karşı büyük bir kıyım başlattılar. Kölelikten sağlanan gelirleri, devletin en önemli gelir kalemlerinden biri haline getirdiler. Ancak baskı ve katliamlar, ayaklanmaların bastırılmasını sağlayamadı. Köleler, Hürremdinciler, İsmaililer (Karmatiler, Fatımiler, Nizariler) çeşitli zamanlarda eşitlikçi-ortakçı cumhuriyetler kurarak, Abbasilerin yıkılmasının esas nedeni oldular. Selçukluların işgali ve Moğolların son fiskeyi vurması, çürümüş bir devletin yıkılmasında tali bir rol oynamıştır.

Ehl-i Sünnetin içindeki iktidar mücadelesi esasta içtihat (Kuran ve hukukun yorumu) temelli oluyordu. Ehl-i sünnetin büyük bir kısmı Kuran’ın zahiri yorumu ile peygamberin hadislerini birleştirerek bir hukuk(fıkıh) oluşturuyordu. Kuran’ın sadece âlimlerce yorumlanabileceği inancı, aynı özle, Hıristiyanlıkta İncil için, Yahudilikte Tevrat ve Talmud için geçerliydi. Böylece, hâkim sınıfla özdeşleşen ruhban sınıfı, dogmaların (devlet hukukunun) değiştirilmesine yönelik her girişimi kâfirlik, sapkınlık olarak damgalıyordu ve cezasını ölüm olarak kesiyordu.

Bu durum, sistemin ömrünü uzatsa da nihayetinde çürümüşlüğü uzun süre örtemiyordu. Bundan dolayı iktidar sahipleri arasında da savaşım yaşanıyor ve farklı mezhepler doğuyordu. Farklı içtihat ile İslam’da 250 civarı mezhep oluşmuştur (Hümanite, Sayı: 4, Sf: 110). Tüm bu ayrılıklar dini biçimli siyasal mücadelelerdir. Mısırlı İslam profesörü Muhammed Amara bile bu ayrılıkları nesnel olarak yorumluyor: “Siyaset ve özellikle imamet, İslam’da ayrılık kıvılcımını ilk üreten etkenler olmuştur” (M. Amara, age, Sf: 59).

İslam’ın Ortadoğu’daki etkisi, 20. yy.da halkçı ve anti-emperyalist mücadeleleri de biçimlendirmiştir. İslam’ın Sünni yorumu, Celaleddin Afgani’de olduğu gibi, anti-emperyalist mücadelenin temeli olarak biçimlendirilmiştir. Benzer şekilde Sudan, Hindistan ve Mısır’daki ilk ulusal mücadeleler, İslam’ın Sünni yorumu esas alınarak gerçekleştirilmiştir. Arap milliyetçiliğine de biçim veren İslam, yeni koşullara ve sınıf mücadelesinin özgünlüğüne göre yeni biçimler alırken, aynı süreçte gerici ve işbirlikçi iktidarların da resmi ideolojisini oluşturuyordu.

İslam, Marksizm ile de harmanlanmıştır. Sultan Galiyev, İslam’ın sınıfsız bir dini öğretiye sahip olduğunu ve bu nedenle, komünizme en yakın din olduğunu savunmuştur. 3. Enternasyonale ve Bakü Kurultayı’na da (1920) katılan Galiyev, “Müslüman Komünistler Birliği” kurulmasını önermiştir. Yarı-sömürge halklarının büyük çoğunluğunun, ezildikleri ve sömürüldükleri için proleter olduklarını savunan Galiyev, emperyalizme karşı bu halkların enternasyonal birliğini kurmaya çalışmıştır. Galiyev’in bu fikirleri birçok örgütün doğmasına vesile olmuş ve etkisi 1940’lara kadar sürmüştür.

Günümüzde de Filistin, Lübnan, Afganistan ve Irak’ta emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadeleler radikal İslamcı hareketlerce yapılmaktadır. Kimisi Şii, kimisi Sünni olan bu örgütler, İslam’ı zalime karşı mücadelede esas almaktadır.

Gerek Hıristiyanlık gerek Yahudilik, gerekse de İslamiyet, kutsal kitaplarının, tüm zamanlara hitap ettiğini savunur. Gerçekten de, muğlâklıklar ve esnek bir zaman ifadesi ile yazılmış kutsal kitapları, öyle görmek isteyenlerce, rahatlıkla evrensel nitelikli olarak algılanabilmektedir. Öyle olmasaydı bile teolojik düşünüş, bu vahiyleri sürece uyarlamakta zorlanmazdı. Dogmalar, akılla ve bilimle sınanma ihtiyacı hissetmezler; mutlak ve evrenseldirler. Bu da kabullenişi kolaylaştırır.

Kutsal kitaplarda, insanların eşitliğine ve eşitsizliğine, savaşa ve barışa, aklın önemine ve önemsizliğine vb. dair birçok vahiy bulunur. Bu durum, ideolojiye göre bir içtihadın mutlaklaştırılabilmesine olanak verir. Böylece her ideoloji, sınıfsal karakterine göre bir dine ama aynı kutsal kitaba sahip olur. Sınıf mücadelelerinin, dini biçimler altında gerçekleşmesi, onun özünü karartmaz. Kutsal örtünün kaldırılması ile bu öz, rahatlıkla açığa çıkar.

Hindistan’da Siyasal Mücadeleler

Hinduizmin, ırkçılık ve dini birleştiren bir temelde, kast sistemine dayandığını belirtmiştik. Onun bu niteliği yüzyıllar boyunca, köklü ve değişime uğramadan kalmasında etkili olmuştur. Hindistan’da Hinduizme yönelik ilk reform hareketi, ancak 19. yy.da Roja Ram Mohan Roy tarafından gerçekleştirilmiştir.

Mohar Roy, safiliği (kocası ölen kadının, kocasıyla birlikte diri diri yakılması) ve çocuk evliliğini kaldırmayı, kast sistemini ise yumuşatmayı amaçlayan bir reform hareketi başlatmıştır. Bir Brahman olan M. Roy, en alt kast olan dalitlerle ilgilenmemiştir. (Doğu-Batı, Sayı: 30, Sf: 103) Esasta, dünyada kapitalizmin gelişmesine paralel yayılan, “uygarlık” akımına ayak uydurmak istemiştir. Hindistan ve Hinduizmi yeniçağa uydurmaya çalışmıştır. Bu hareket, dinsel reformların da, dinsel devrimler gibi, sosyo-ekonomik koşulların ürünü olduğuna dair tipik bir örnektir.

Hindistan’da dikkate değer bir mücadele örneği de Budizm’in yeni bir yorumu (yeni bir mezhep haline getirilerek) ezilenlerin teorisine dönüştürülmesidir. Budizmin yeni yorumu “Dalitizm” haline getirilmiştir. Hindistan tarihi ve ekonomisi hakkında uzman olan Dr. Babasaheb Ambedkar, Hindistan’da Budizmi bin yıl sonra tekrar canlandırmış ve Dalitlerin kast sisteminden kurtuluşu için mücadele teorisine dönüşmesini sağlamıştı. Ambedkar, Hindistan’da -bin yıl sonraki- ilk Budist tapınağı 1954 yılında açar. (Doğu-Batı, ags, Sf: 112)

Esas amacı dalitleri kast sisteminden kurtarmak olan Ambedkar, Budizmin eşitlikçi öğretisini ön planda tutarak, bu temelde bir örgütlenmeye girişmiştir. 1956’da, sırf Nagpur şehrinde, 2 milyon dalit Budizm’e toplu geçiş yapmıştır. (Doğu-Batı, ags, Sf: 114) Ambedkar, kast sistemini meşrulaştırması dolayısıyla reenkarnasyon inancını reddetmiştir; Budizmin yeni bir mezhebi olarak tanrısız ve reenkarnasyonsuz bir dinsel öğreti sunmuştur.

Aklı ön planda tutan bu öğreti, esasta burjuva liberalizmine odaklanmıştır. Mustafa Kemal hayranı olan Ambedkar’ın amacı, cumhuriyet sistemi altında, vatandaşlık bağları ile var olan bir toplum yaratmaktı. Bu mücadelesi sonunda dalitlerin, devletin her kurumunda ve seçimlerde özel kotalara sahip olmasını sağlayabilmiştir. Hindistan’da 1950’lerde komünist hareketin zayıf olduğunu hatırlarsak, ezilenlerin neden böyle bir dini benimsedikleri daha net anlaşılabilir.

Devletle Özdeşleşememiş Bazı Dinlerin Uzlaştırıcı Nitelikleri

Dinin girdiği biçimleri daha geniş görebilmek için devletle özdeşleşememiş ama dinler arası savaşları bitirmeyi ve bazı dinlerin sentezini yapmayı hedefleyen birkaç dine kısaca değinmekte fayda vardır.

Manizm, Mezopotamya’da M.S. 3. yy.da ortaya çıkmıştır. Mani, yaşadığı Güney Mezopotamya’da yaygın olan Zerdüştlüğü, batıda etkili olan Hıristiyanlık ve doğuda etkili olan Budizm ile kaynaştırmıştır. Evreni, aydınlık ve karanlık zıtlığı üzerine tasavvur eden Mani, iyinin aydınlığı, kötünün karanlığı doğurduğunu savunuyordu. Böylece sosyal yaşamın normları, iyi ve kötü üzerinde temelleniyordu. Mani, bir süre Sasani İmparatoru tarafından himaye edildiyse de ruhban sınıfının dini haline gelmiş Zerdüştlüğü inkâr ettiği dolayısıyla, bu sınıfın hışmına uğramıştır. Zerdüşt rahipler Mani’yi hile ile gözden düşürüp idam edilmesini sağlamıştır. Ancak Manicilik bin yıl kadar yaşamıştı. (Ayrıntılı Bilgi İçin, Amin Maulf, Işık Bahçeleri)

Manizm, vahdeti vücudu değişik biçimlerde savunmuş ve insanların eşitliğini sürekli ön planda tutmuştu. Yanı sıra dinlerin sentezine karşı muhalefet ve baskı, her zaman daha fazla olmuştur. Çünkü diğer dinlerle, çıkarları temelinde siyasal bir ilişki kuran devlet, bu ilişkinin bozulmasını istemez. Dinlerin sentezi, devletin dinini değiştirmeye veya etki alanını daraltmaya zorlar, bu da devletin (ve tanrının) gücünün bölünmesi anlamına gelir. Dolayısıyla Manizm hem Sasani devletinden hem de komşu devletlerden baskı görmüştür.

Çişti Tarikatı, 16.yy.da Hinduizm ile İslamiyeti sentezleyerek yeni bir din ortaya çıkarmıştır. Adını Afganistan’daki Çişt şehrinden olan bu yeni din, yüzyıllar boyunca süren (en azından her kurban bayramında) Hindu Müslüman çatışmasına son vermek istemiştir. (Doğu-Batı, ags, Sf: 100) Hinduların tanrı saydığı (ve kutsadığı) ineğin, Müslümanlarca kurban edilmesi yüzünden bile günümüze kadar çatışmalar yaşanmıştır. Ekber Şah’ın (Ehl-i sünnetin lanetlediği şah) kısa bir süre destek verdiği bu din kısa zamanda Şah’la birlikte katliamlara maruz kalır. Dinler arası çatışmaları bitirmeyi öğretisinin merkezine koyan bu din, birçok İslam ansiklopedisinde zındıklık, kafirlik vb. olarak geçer.

Kast sistemine bir tepki olarak ortaya çıkan Sihizm, Pencap’ta Sri Guru Manak (1469-1539) tarafından başlatılmıştır. Manak, tanrının birliğini savunur ve kast sistemini reddeder. Puta tapınıcılığı da reddeden Manak, tüm dinlerin aynı ve tek gerçeği öğrettiğini savunur. Bu gerçek, tanrının koruyuculuğu ve insanların kardeşliğidir. Bu görüşler Hinduizmi temel alan devletin hışmını çekmeye yetmiştir ve Sihilere karşı katliamlar başlatmıştır. Sihiler, 16. yy.dan beri bağımsızlık mücadelesi vermektedirler. (Birgün, 22.06.2008)

Bahailik de evrensel din olma iddiasıyla çıkmıştır. 19. yy.da, İranlı Muhammed Bop tarafından, Kudüs’te kuruldu. Kuruluşundan hemen sonra ikiye bölündü ve öğreti Bahailik ve Ezelilik adını aldı. Bahailik, tüm dinlerin sentezini yaratmaya çalışmıştır. Bu dinde, din adamları ve dinsel tören yoktur. Dünyada tek devlet, tek dil ve tek din olması gerektiğini savunmuştur. Tüm ülke-devlet sınırlarının kaldırılması gerektiğini savunan Bahailik sevgi ve kardeşlik temalarını öğretisinin merkezine koyar. (Faik Bulut, Ordu ve Din, Sf: 419, Tüm Zamanlar Yayınları) Hal böyle olunca sadece bir devletin değil tüm devletlerin baş düşmanları arasında yer almaktadır.

Bu dört örnekte de görüldüğü gibi dinsel düşüncenin hâkim olduğu zamanlarda ve bölgelerde sosyal-siyasal sorunların çözümü de dinsel biçimli olmaktadır. Dinin kutsal örtüsünün kaldırılması ile rahatlıkla görülebilecek sınıf çatışması, dinlere yeni biçimler vermektedir.

Din, Irkçılık ve Milliyetçilik

Irkçılığın sınıflı ve devletli toplumların bir inancı olduğunu söylersek, aşırı bir genelleme yapmış olmayız. Çünkü kendisini doğayla özdeş tutan ilk insanların, toplumsal sistemi eşitlik temelindedir. Günümüzde yaşayan ilkel kabilelerin ırkçı olmamasını buna örnek gösterebiliriz.

İlk sınıflı toplumlarda güce tapan ataerkil zihniyet, devletle; devlet de dinle özdeşleşmiştir. Gücün her şey demek olduğu bu zihniyette, hâkim sınıfın tanrı ile özdeşleşmiş olması bile, tanrı-kral ve soyunun, üstün-ırk (soy) sahibi olduğunu düşünmeye yetmektedir. Tanrılara ibadetlerde uygulanan davranış kalıpları (ritüeller), aynı şekilde krala da uygulanır. Secde etmek, tahttan aşağı bir yerde durmak, sırtını dönmemek, gözlerinin içine bakmamak, yüceltici ifadelerle hitap etmek vb. uygulamalar hem tanrılara hem de krallara uygulanırdı.

Böylece “soy”lu kral ve ailesi ile “soy”suz toplum, “tanrı tarafından” kan ve ten cinsine göre ayrıştırılmış olur. Firavunların, kendilerini Tanrının (Ra’nın) oğlu olarak görmeleri, ölümsüz olduklarına inanmaları ve sadece kız kardeşleriyle evlenmeleri, tanrı soyundan geldiklerine olan inançlarından kaynaklanmaktadır. Bu tür bir üstün ırk inancı, tamamen kutsal örtü altında yaşam bulur.

Tek tanrılı dinler ve feodalizm döneminde de bu durum sadece biçim değiştirmiştir. Hıristiyanlık âleminde, her devlet, tanrının en çok kendilerini kayırdığını savunmuştur. Mülk sahibi olmak tek başına “soy”lu olmaya yetebiliyorken, tanrının temsilcisi sıfatı bu “üstünlüğü” artırmaktadır. Bir taraftan ortak soydan (Âdem’le Havva’dan) gelindiği kabul edilirken diğer taraftan “soy”lu-“soy”suz ayrımı yapılması, birilerinin kendisini en üstte görmesi, ancak Tanrı’nın eşitsizliği savunduğu ve güç sahibini kayırdığına inanması (ve kitleyi inandırması) ile mümkündür. Kilisenin hem kendisini hem de aristokrasiyi “Tanrının en sevdiği-kayırdığı!- kulları” olarak ilan etmesi bunu mümkün kılmıştır.

Avrupa’da sömürgecilik çağında, soylulukla beraber “üstün-beyaz ırk” inancı da rağbet görmeye başlamıştır. Çünkü “ilkel, barbar, vahşi-ve beyaz tenli olmayan-kabileler”in toprakları işgal edilmeye (fetih diyenler de oluyor!) başlanmıştı ve bunu meşru görmenin en kestirme yolu ırkçılık olmuştur. 1512 yılına kadar, yerliler, Âdem-Havva soyundan kabul edilmiyor; yani hayvan sayılıyorlardı. ( Bilim-Sanat, Sayı: 10, Sf: 26) Papa 2. Paul -1512’de- yerlileri Âdem’in soyuna dâhil ettiyse de, bu, yerlilerin asimile edilmesi politikalarının ürünü olmaktan öteye gitmedi.

Kapitalist sistemde de devam eden bu inanış, Tanrının seçilmiş kulları olarak beyaz tenlileri görüyordu. Beyaz Tanrı, beyaz insanların, kızıl ve siyah derilileri katletmelerini vaaz ediyor ve karşılığında cennet öneriyordu. Tanrının (beyaz tenli tanrının) dünyanın yönetimini beyaz tenlilere bırakması “takdir-i ilahi” olarak görülüyordu. Böylece diğer tüm ırklar aşağı görülüyordu. Bu ırkçılık temelinde milyonlarca Afrikalı ve Kızılderili katledilmiştir. Beyaz adam, ancak bu katliamlardan sonra “özgürlükler ve fırsatlar ülkesini” kurabilmiştir.

İslam dini de eşitlikçi söylemlere sahip olmasına rağmen, ırkçılığın kılıfı olmuştur. İslam peygamberi “Ne Arabın Arap olmaya, ne Arap olmayanın Arap olana üstünlüğü vardır” demiştir. Ayrıca “Irkçılık için ölen bizden değildir” demiştir. (R. Yazçiçek, age, Sf: 23) Ancak, aynı peygamber, üyesi olduğu Kureyş kabilesi için özel tanımlar da kullanmıştır: “İmamlar Kureyştendir” ( R. Yazçiçek, age, Sf: 33) Yani tüm yöneticilerin-iktidarın Kureyş’ten olması uygundur demiş ve bunu pratikte uygulamıştır. Bu uygulama 1250 yılında son Kureyşli hanedan (ve İslam devleti) yıkılana kadar sürmüştür. Hicaz bölgesinin yönetimi ise Osmanlı yıkılana kadar peygamber soyundan gelenlerce (Şerifler, Kureyşliler) yönetilmiş ve Mekke’nin hac gelirlerinin esasına el koymuşlardır.

İslam peygamberi, ilk zamanlarında geniş bir birliğe ihtiyaç duyduğundan dolayı, eşitlik söylemlerini sürekli ön planda tutmuştur. İlk dört halife de bu söylemleri aynı şekilde kullandılar. Ancak Emeviler, hanedanından başlayarak, Arap ırkçılığı hâkim olmaya başladı. Emeviler “Allah, Âdemoğullarından Arapları seçti”, “Kim Arapları severse Allah’ı sever” vb. söylemleri yaydılar. (R. Yazçiçek, age, Sf: 32) Mevali denen Arap olmayan Müslümanlar ile gayri-Müslimlere karşı açıktan ırkçı uygulamalara başladılar. Mevali Müslüman olduğu halde, Araplardan kız alamaz oldu; devlet kurumlarından dışlandı ve mahkemelerdeki şahitliği bile Araplardan aşağı sayılmaya başlandı. Abbasiler de Emevilerden aşağı kalmayan bir biçimde Arap ırkçılığını sürdürdüler.

Bu süreç, aynı özle, Osmanlı’da da devam etti. Burada aktörler değişti ve “Tanrının en sevdiği kulları” Türkler oldu. Osmanlı iktidarı, Emevi ve Abbasiler gibi, gayrı Müslimlerden Cizye Vergisi (kelle vergisi) almaya, kıyafetlerini ayrı tutmaya devam etmiştir. Tüm bu örneklerde görüldüğü gibi, ırkçılık tamamen din örtüsü altında yaşam buluyor. Bunun temel nedeni, ırkçılığın yerel, dinin ise evrensel bir niteliğe sahip olmasıdır. Irkçılık, kendisini diğer insanlardan -herhangi bir mantık ve tutarlılık aramaksızın- üstün görmektir. Irkçı, bunu kendisine ve başkalarına inandırabilmek için, en büyük güç sayılan tanrıdan onay almalıdır. Güce tapan, gücün timsali sayılan, ataerkil tanrının da her zaman buna onay vermesi sorun olmamıştır.

Irkçılık emperyalizm çağında da dinsel örtüsünün altından çıkmamıştır. İngiltere, I. Emperyalist Paylaşım Savaşını, tanrının krallığı (İngiltere) ile şeytan (Almanya) arasındaki bir savaş olarak propaganda etmiştir. ABD, Kızılderilileri tanrı adına katletmeye devam ediyordu. İsrail’de Yahudiler, tanrı tarafından “seçilmiş” kavimdir. İsrail, tanrısından aldığı güçle Filistinlileri katletmektedir. Güney Afrika’daki faşist-beyaz iktidar, siyahları “Tanrının verdiği bir görev için” katletmiştir. Naziler, Tanrı tarafından korunan “saf ırk”ın “saf”lığını sürdürmek için milyonlarca Yahudi’yi katletmiştir.

Naziler Avrupa’da güçlenmeye devam ettiği gibi, ABD’de bir siyahînin başkan seçilmesi ırkçılığı bitirmemiştir; bitiremez. 1960’lara kadar eşit yurttaşlık hakkı olmayan, beyazlarla aynı okul veya lokantalara gidemeyen siyahlar, hala ırkçılığın tehdidi altında yaşamaktadırlar. Türkiye “demokrasi, insan hakları naraları” atarken hala Kürtleri aşağı görmeye ve onları katletmeye devam ediyor… Bu örnekler artırılabilir. Emperyalizm “demokrasi, bilgi çağı, sınıfsız toplumlar, sınırsız dünya…” retoriklerini dilinden düşürmezken dünyanın her tarafında katliamlarına devam ediyor. Bunu katlettiği halkları ırsi olarak aşağılamadan kendi kitlesine kabul ettirmesi zordur. Irkçılık üstün görme olduğuna göre, emperyalizm var olduğu sürece ırkçılık sürecektir.

Emperyalizmin ve faşizmin sırf kitlesini kandırmak için, üstün ırk söylemini kullandığı, yaydığı anlayışı tek yanlı ve eksiktir. Emperyalistler, buna ilk önce kendileri inanmaktadır. Belki de emperyalistlerin ve faşistlerin samimiyetinden şüphe etmeyeceğimiz tek konu budur.

Irkçılığın dinsel düşünceyle özdeşleşmesi, tıpkı, dinsel düşüncenin doğa ve toplum yasalarından kopması gibidir. Irkçılık da, din gibi, kendisini doğa ve toplumdan koparır; onlara yabancı kılar. Irk, dinden farklı olarak, bir yere ait olma zorunluluğunun (aidiyetlik) temelinde yükselir. Hâkim sınıflar, aidiyetliği manipüle eder ve “üstünlük”lerle dolu bir nitelik atfeder. Dinsel düşünce ile örülen bu “nitelikler ve üstünlük” sayesinde “Tanrının en sevdiği kulu” olunur; böylece “en saf, zeki, güçlü, medeni” vs. olunur.

Milliyetçilik olgusu, ırkçılıktan farklıdır. Ulus devletle birlikte ortaya çıkan milliyetçilik (ulusçuluk) kendini dinden soyutlamayı başaramamıştır. Proletaryanın önderlik ettiği ulusal hareketlerin dışındaki tüm ulusal mücadelelerin neredeyse tümü dini örtünün altına girmiştir. Burjuva milliyetçiliği, dini bir araç olarak kullanmıştır. Teolojinin, siyasetin bir aracına dönüştüğü kapitalizmden de başka bir yaklaşım da beklenemez.

Liberal burjuvazi, akılcı-bilimsel söylemleri ön planda tutmasına rağmen, ulus inşa ettiği ülkelerde, dini dışlamak yerine, onu ulusçuluğu hızlandırıcı bir araç olarak kullanmıştır. Almanların uluslaşması, İncil’in Almancaya çevrilmesiyle başlar; 1870’te Bismark’ın Tanrının emri ve inayetiyle Alman devletlerini Prusya etrafında birleştirmesiyle doruğuna çıkar. İngiltere’de hâkim din olan Protestanlık ile milliyetçilik birbirinden ayrılmaz. Protestan tanrı, tanrı krallığını İngilizlere vermiştir. Benzer yaklaşımlar, burjuvazinin iktidara gelip karşı-devrim saflarına geçtiği andan itibaren neredeyse tüm Avrupa çapında farklı biçimlerde yaşanmıştır.

Sömürge ve yarı-sömürgelerde milliyetçilik, temel unsurlardandır ve daima diridir. Milliyetçi hareketlerin burjuva karakteri ve feodal nitelikleri, dinin, milliyetçilik ile çeşitli biçimlerde bağ kurmasına neden olmuştur. IRA gibi milliyetçi bir örgüt, Protestan İngiliz zorbalığına karşı, Katolik nüfusa yaslanmıştır. Ortaçağın zorbalığının dini örtüsü Katoliklik, IRA’nın elinde, anti-emperyalist bir mücadele aracına dönüşmüştür.

Cezayir ve Mısır’da gelişen anti-emperyalist, ulusçu hareketler İslam’la özdeşleşmiştir. Arap toplumunun ve Müslümanların bir ümmet (din kardeşliği) oluşturduğu inancı ve ikisinin ayrılmazlığı, bu hareketlerin çıkış noktalarından biridir. Arap milliyetçiliğini İslam’la özdeşleştiren Nasır, Ortadoğu’nun en etkili milliyetçilik hareketini başlatmıştır. “Arap sosyalizmi” tezi altında Baas Partisi kurulur ve bu parti Suriye, Irak ve Mısır’da iktidar olur. Bu tez, İslam’ın sosyalist bir sistemi savunduğunu ancak Arapların kendine özgü bir sosyalizmlerinin olması gerektiğini ve bunun da Araplıktan ayrıştırılamayacak İslam’ın merkezinde olabileceğini savunmuştur. Milliyetçilik de ırkçılık gibi lokal (yerel) bir etkiye sahiptir. Din kadar gücü yoktur. Bu yüzden milliyetçilik de din örtüsü altına girer. Ortadoğu gibi dinsel düşüncenin hala yaygın ve güçlü olduğu bir bölgede milliyetçiliğin dinden etkilenmemesi beklenemez.

’90’larla birlikte sosyalizmin itibar kaybetmesi, dini ve milliyetçi hareketleri artırmıştır. Kitleler, aidiyetlik duygusunu, kendilerini ifade etme ve tanımlama biçimlerini, din ve milliyetçilikte aramaya başlamışlardır. Açlık, işsizlik, yoksulluk vb. dinsel düşünceyi, işgaller ise milliyetçiliği büyütmüştür. Dünyada yaşanan mülteci dalgası, kapitalist ülkelerde ırkçı ve milliyetçi eğilimleri artırmıştır. Kitleler kendilerini sosyal olarak din ve millet ile tanımladıklarından ve bu ikisi her yerde, neredeyse iç içe girmiş olduğundan dolayı, siyasal alanda da birbirlerini etkilemektedirler.