9. Türk Hakim Sınıflarının İçinde Bulunduğu Durum
İçindekiler
9. Türk Hakim Sınıflarının İçinde Bulunduğu Durum
Ekonomik kriz dönemleri varolan güç dengelerinin dönüştüğü veya yeniden şekillendiği anlar olması açısından önemlidir. Olan biteni anlamak için görünenin ardındaki nedenlere bakmak önemlidir. Bu açıdan baktığımızda her şeyden önce hakim sınıfların can suyu olan emperyalist sermayeye bağımlılık, sıcak para ve borç ilişkisi bu on yıllık süre içinde daha da artmış görünmektedir.
TCMB Ödemeler Dengesi incelendiğinde, AKP’nin hükümete geldiği tarihten itibaren günümüze kadar emperyalist sermayenin sömürüsünün artmış olduğu gözlemlenmektedir. 2003 tarihinden itibaren emperyalist sermayenin kâr ve faiz transferleri hızla artmış ve 2018 sonunda 124.4 milyar doları bulmuştur. Bu durum emperyalist sermayenin başta R.T. Erdoğan olmak üzere AKP hükümetine desteğini açıklayan bir veridir. Diğer bir ifadeyle emperyalist sermayenin Türk hakim sınıflarına yönelttikleri eleştirilerin bir kıymeti harbiyesi bulunmamakta, gerçekler sömürü ve yağmadan aldıkları payda yatmaktadır. Bu dönem içinde emperyalist sermaye öncelikle faizden kazanmıştır ve bu rakam 70 milyar dolara ulaşmış durumdadır. Emperyalistler borsadan 19 milyar, doğrudan yatırımlardan ise 35 milyar dolar kendi kasalarına aktarmışlardır. Bu rakamlar Türkiye halkının emperyalistler ve Türk hakim sınıfları aracılığıyla sömürüsüne dair oldukça net ve ikna edici rakamlardır. (Bakınız TCMB Ödemeler Dengesi Veri Tabanı, aktaran Mustafa Sönmez.)
Öte yandan açıklanan resmi verilere göre 2018 sonu itibariyle Türkiye hazinesinin toplam dış borcu 137 milyar dolar, özel sektörün dış borcu 305.8 milyar dolardır. Toplamda Türkiye’nin dış borcu 448.4 milyar dolara ulaşmış durumdadır.
TCMB tarafından önümüzdeki 12 ayda (2019) TC devletinin ödemesi gereken dış borcu 181.3 milyar dolar olarak açıklanmış durumdadır.
Ödenmesi gereken bu dış borca 40 milyar dolarlık cari açığı da eklediğinizde kısa vadeli olarak toplam ödenmesi gereken dış borç 221 milyar doları bulmaktadır. Bunun anlamı, TC devletinin kısa süre içinde borcunu ödemek için emperyalist kuruluşlardan faizle borç bulması gerektiğidir. Borcu ödemek için borç bulunamadığı koşullarda doların yükselmesi kaçınılmazdır. Ve yine kaçınılmaz olan borcun ödenmesi için uygulamaya konulacak her politikanın halkın sırtına kah vergi yükü olarak, kah enflasyondaki artış ve başta geçim araçları olmak üzere iğneden ipliğe her türlü tüketim aracına yönelik zamlar ve adaletsiz vergi artışı olarak geri döneceğidir. TC devletinin dış borcu gerçekte hakim sınıfların borcudur ancak söz konusu olan borcun geri ödenmesi olduğunda fatura, işçi sınıfı ve emekçi halka kesilmektedir. Bu gerçekliğe rağmen son on yıl içinde özellikle devlet olanaklarını elinde bulunduran hakim sınıf kliğinin giderek palazlandığına tanık olmaktayız.
Son 10 yılda AKP hükümetleri döneminde 200 milyar doların üzerinde bir kaynak aktarımı, AKP hükümetinin desteklediği şirketlere “yasal” yollardan aktarılmıştır. Bir diğer ifadeyle komprador burjuvazi, devlet olanaklarını kullanarak ihaleler yoluyla daha da güçlenmiş ve palazlanmıştır. Son 10 yıllık süre içinde gerçekleşen bu palazlanmayı net olarak tespit etmek güç olsa da sadece 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu (KİK) ve Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) anlaşmaları üzerinden bile milyarlarca dolarlık servetin, belli bir zümreye nasıl kolayca aktarıldığı görülebilir.
Bu noktada ihale tutarlarına dair şu veriler dikkate değerdir; KİK vasıtasıyla servet transferi 2006’dan sonra artmıştır. Bu hızlı artıştaki en önemli nokta, ihale sayısıyla ihale tutarları arasında asimetrik bir ilişki olmasıdır. Miktar küçük oranda da olsa istikrarlı azalırken tutarın katlanarak artması dikkat çekicidir. Özellikle 2013’ten sonra makas, rekor düzeyde açılmaktadır. Bunun anlamı şudur: İhale sayısının azalması, en azından belli düzeyde kalmasına karşın tutardaki yükseliş, şirketlere daha fazla kaynak aktarıldığını gösterirken, diğer yandan paranın da daha az şirkette yoğunlaştığı anlamına gelmektedir. 2013 yılından sonraki sıçrama bu bakımdan önemlidir. Yapılan ihalelerin detayları incelendiğinde ise karşımıza çıkan tablo bunun nedenleri hakkında yeterli derece fikir vermektedir.
2013’ten sonra ihalelerde yaşanan artışın nedeni inşaat ihaleleridir. 2010-2018 yılları arasında artan dış borcun önemli bir kısmının inşaat şirketlerine ait olduğu düşünülürse en azından bu tarihler arasında edinilen borcun büyük bir kısmının betonlaşmaya gittiği ortadadır. Diğer iki ihale türünde ise belirgin değişim yaşanmamıştır. İhale sayıları içinde mal ve hizmetlerin toplamı yüzde 75’leri bulmaktadır. Aşağı yukarı 12 yıldır da bu oranın pek değişmediği gözlemlenmektedir. Bu ihalelerin tutarlarında da belirgin bir değişiklik bulunmamaktadır. Ancak bu iki ihale çeşidinin toplamının dörtte biri kadar ihale sayısına sahip yapım işleri ihalelerinin artışı dikkat çekicidir.
Bu tespitlerin anlamı şudur: Mal ve hizmet ihaleleri kârlı olsa da, bunların üzerinden aktarılan servet miktarı hem çok fazla şirkete bölünmekte hem de kamunun kapasitesinden dolayı kolayca artırılamamaktadır. Kuşkusuz ki, bu ihale çeşitlerinde de hakim sınıf üyelerinden birileri yüklü paralar kazanmakta, aşırı zenginleşenler olmaktadır ancak, her yıl ihalelerin tekrarlanması, mal ve hizmet üretmeyi gerektirmesi, çok parçaya bölünmesi vb. nedenlerden dolayı bu ihale çeşitleri yüklü servet transferi için nispeten tercih edilebilecek yollar değildir. Oysa yapım işi denilen inşaat ihaleleri öyle değildir. Bu ihaleler, tek kalemde büyük bir servetin kamudan şirketlere, garanti altında transfer edilmesinin en etkili yöntemlerinden biridir. Nitekim 2013 sonrasında Türk hakim sınıflarının bir kliği palazlanmak için bu yöntemi kullanmıştır. Kamu İhale Kanunu (KİK)’nun yetersiz kaldığı koşullarda devreye Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) girmiştir. (Ayrıntı için bakınız: Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/01/08/milyarlarca-dolar-kime-nasil-transfer-edildi/)
Son 10 yılda imzalanan KÖİ projelerinin sözleşme değeri 120 milyar doları bulmaktadır. Bu sözleşmelerin dağılımında havaalanları 68 milyar dolar, enerji 25.3 milyar dolar, karayolları 14 milyar dolar, şehir hastaneleri ise 10.6 milyar dolarla ilk sıralarda yer almaktadır. Hazine garantileri, kur, projelerin işletilmesinden gelecek gelir vb. ile peşkeş çekilen rakamlar muazzam boyutlara ulaşmaktadır. Dolayısıyla ihaleler yoluyla bu şirketlere aktarılan parasal değeri tahmin edebilmek için sözleşme değerlerini 2-3 katıyla çarpmak gerekmektedir.
2013 yılından itibaren inşaat ihalelerinde yaşanan yükselişte de görüleceği üzere, bu ihaleleri hangi şirketler almışsa bu şirketlere yoğun olarak servet transferi yapılmış, şirket sahipleri devlet imkanlarıyla palazlandırılmıştır. Bu şirketler Kolin, Cengiz, MNG, Kalyon ve Limak ve de karayolu ihalelerinde söz sahibi Makyol’dur. Bunların 2017’de KİK üzerinden aldıkları pay şu şekildedir: Makyol 10.6 milyar, Cengiz Holding 7.9 milyar, Kalyon 6.9 milyar, Kolin 4.6 milyar lira. KİK kapsamında doğrudan alım ve davet usulleri hariç yapılan 100 milyar liralık ihalenin yüzde 30’u bu dört şirkete verilmiştir. KİK kapsamında verilen ihalelere KÖİ’ler üzerinden verilen ihaleleri de eklediğimizde ortaya çıkan tablo daha çarpıcıdır ve rakamlar daha da artmaktadır.
AKP hükümetleri döneminde 10 şirkete toplam 205 milyar dolarlık proje verilmiştir. Kıyaslama bakımından bu miktarın, toplam dış borcun yarısına, geçen yılın Gayri Safi Milli Hasılası’nın da neredeyse yüzde 25’ine denk geldiğini söyleyelim. Sonuç olarak 1 trilyon lirayı aşkın servet AKP döneminde 10 şirkete transfer edilmiştir. 3. Havaalanı ihalesini alan beş şirketin aldığı payın toplamı da 160 milyar dolardır. Bunlardan Cengiz-Limak-Kolin üçlüsü ayrıca enerjinin en kârlı alanı olan dağıtımda Boğaziçi, Uludağ, Akdeniz ve Çamlıbel’de de ortaklardır. Bazı liman ve otoyol projelerinde de ikili ortaklıkları bulunmaktadır. (Yukarıda aktarılan veriler için bakınız; Bahadır Özgür: “Milyarlarca dolar kime, nasıl transfer edildi?”, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/01/08/milyarlarca-dolar-kime-nasil-transfer-edildi/)
Verilen rakamlardan hareketle son 10 yıl içerisinde AKP hükümeti döneminde Türk hakim sınıflarının bir kliğine yönelik gerçekleştirilen servet transferin diğer bir ifadeyle Türkiye toplumunun ürettiği değerlerin “yasal” yollarla hangi şirketlere aktarıldığını ve bu şirket sahiplerinin palazlandırıldığını gözlemlemek mümkündür.
Ekonomik krizin komprador büyük burjuvazi için olmadığı 2018 yılı için açıklanan net satış ve elde edilen kârdan anlaşılabilir. Sabancı Holding, Kamuyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) yaptığı açıklamada 2018 yılında kombine net gelirlerinin yüzde 32 artarak 54.3 milyar liraya, ana ortaklığın net kârının da yüzde 10 artarak 3.83 milyar liraya yükseldiğini belirmektedir. Yine komprador burjuvazinin önde gelen temsilcilerinden Koç Holding de 2018 yılı bilançosunda kâr elde ettiğini duyurmuştur. 2018 yılı için Koç Holding toplam 143.2 milyar lira gelir, 5.5 milyar lira net kâr elde ettiğini açıkladı. 2017’de 99 milyar gelir elde eden Koç Grubu böylece gelirlerini yüzde 45 artırdı. Bir önceki yılki kârını da 4.9 milyar lira olarak açıklayan Koç Holding, kârını da yüzde 12 büyütmüş durumdadır. (25.02.19)
Bu rakamlar ekonomik krizin işçi sınıfı ve halk için olduğunu, komprador burjuvazi için ise bir krizden ziyade sömürü, yağma ve talandan ibaret kar artışı olduğunu göstermektedir.