Komünist 72’den: Dünyada ve Türkiye’de Durum – II. BÖLÜM

13. Türkiye ve Türkiye Kürdistanı Devrimci Hareketinde Durum

13. Türkiye ve Türkiye Kürdistanı Devrimci Hareketinde Durum

Gericiliğin azgınlaştığı oldukça ağır faşist saldırı koşullarında, halk hareketin kabuğuna çekilmesi, bunun yanında işçi sınıfı hareketinin parçalı, dağınık durumu, örgütlenen eylemlerin –kimi istisnalar hariç- lokal düzeyde kalışı ve en önemlisi de Türkiye devrimci hareketinin geriye çekilişi söz konusudur. Yaşanan faşist saldırganlığa karşı etkili bir karşı koyuş örgütlenememesi, beraberinde 2000’li yıllardan itibaren (daha somut olarak hapishaneler direnişi ve ölüm orucu direnişlerinden itibaren) Türkiye devrimci hareketinin sadece örgütsel anlamda değil ideolojik olarak da giderek güçten düştüğü bir duruma karşılık gelmektedir. Devrimci örgütlenmelerin giderek kitlelerle bağının kopması, güncel taktik politika üretmedeki yetersizlikler belli bir darlaşmayı getirmiş ve bu durum bırakalım öngörülü bir politika üretmeyi, var olana müdahale etme noktasında bile sıkıntılı bir duruşa yol açmıştır. Özellikle Gezi İsyanı döneminde bu somut olgu kendisini net olarak göstermiş durumdadır.

Partimizin 8. Konferans’ında tespitini yaptığı kendiliğinden kitle hareketlerinin, isyanların olabileceği (dipten gelen dalganın yüzeye vuracağı) öngörüsüne rağmen, Gezi İsyanı’ndaki pratiğimiz ve sonrasında yaşananlar bunun iyi bir örneğini oluşturmaktadır. Çarpıcı bir örnek olması açısından şu veriyi sunabiliriz: KHÜ Siyasal Sosyal Eğilimler araştırmasına göre kendisine sosyalist diyenlerin oranı: Gezi yılı sonunda yüzde 3.6 iken, 2015’te 7.3’e çıkmış, 2018’de ise yüzde 2.3 ile oldukça geriye düşmüştür. Benzer şekilde, 2015-2018 arasında kendisine sosyal-demokrat diyenlerin oranı da yüzde 12.6’dan 6.3’e düşerek yarı yarıya azalmış durumdadır. (A. Ekber Doğan, 23.02.18) Bu durum gerek Partimizin ve gerekse de devrimci örgütlenmelerin Gezi İsyanı sonrasında açığa çıkan kitle ile ilişkilenemediğini, kriterleri tartışmalı olmakla birlikte ileri kitle olarak tanımlanabilecek bu kitleyle temas kuramadığını göstermektedir.

Ancak faşizmin halk kitleleri ve özellikle de halk gençliği üzerinde kurduğu ideolojik, kültürel hegemonya beraberinde saldırıya muhatap olanların devrimci hareketlerin saflarına katılmasını da doğurmuştur. Saflara katılan bu kuşağın devrimci temelde eğitip, dönüştürülememesi beraberinde özellikle “sol mahalleler”de devrimcilik adına, çeteleşmenin, lümpenleşmenin, cinsiyetçiliğin ve daha bir dizi ideolojik problemin devrimci hareketin saflarında alabildiğine uç vermesine neden olmuştur. Partimizin 2015 sonrasında yaşadığı darbeci tasfiyeci saldırıyla birlikte ortaya çıkan kimi pratik örnekler de lümpenleşmenin, çürüme ve yozlaşmanın proletarya partisi saflarındaki etkisine işaret etmektedir.

Açıktır ki, Türkiye devrimci komünist hareketinin önderlik meselesi tayin edici önemdedir. Partimiz de dahil olmak üzere, Türkiye devrimci hareketi, işçi sınıfı ve halkın mücadelesine önderlik etmede sınıfta kalmıştır. Bu noktada özeleştirel yaklaşmak gerekmektedir. Kitle hareketleriyle ilişkilenmede, kitlelerle temas etmede sorunlar yaşamaktadır. Partimiz 8. Konferans’ından sonra kendi içinde yaptığı değerlendirmelerde sürecin bu yanına dair kimi vurgularda bulunmuş, başta kendisi olmak üzere devrimci hareketin içinde bulunduğu duruma müdahale etme, kitlelerden ve kitle hareketlerinden kopma tehlikesine işaret etmişti. Bu anlamıyla başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, kadın sorunu vb. kimi alanlarda politik açılımlar yapma, devrimci ve komünist hareketi etkisi altına alan kültürel dejenerasyon, lümpenleşme vb.ye karşı mücadele etme yönlü adımlar atılmasına rağmen, bu adımlar yetersiz kalmıştır.

Kürt Ulusal Hareketi Üzerine

Her ne kadar incelediğimiz dönem Partimizin 8. Konferans’ından bu yana geçen 10 yılık zaman dilimi olmuş olsa da Kürt Ulusal Hareketi’nin genel değerlendirmesine 2004 yılı itibariyle başlamak yerinde olacaktır. Çünkü PKK; A. Öcalan’ın tutsak edilmesinden sonra bir dizi iç tartışma ve tasfiye ile beraber, politik hattını “ekolojik, demokratik, cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması” olarak ilan etmiştir. Bu politik çizgi doğrultusunda da askeri hattını “öz savunma temelinde ‘devrimci halk savaşı’ stratejisi” olarak formüle etmiştir. Bu tarihten itibaren PKK’nin yöneliminin esas hattını, Kürt sorununun tanınması, bölgesel-yerel özerklik temelinde sorunun “demokratik çözümü”nün sağlanması ve bunun için taraflar arasında çözüm masasının kurulması oluşturmuştur. Bu politik ve askeri çizgi doğrultusunda daha önce Öcalan’ın yakalanması ile beraber esas olarak sınır dışına çekilen ve tek taraflı ateşkes ilan eden PKK, Haziran 2004’ten itibaren adına “Haziran Hamlesi” dediği bir yönelimle ateşkesi bozarak yeniden savaşı başlatmıştır. Haziran 2004’ten 2009’a kadar bir taraftan politik olarak, ulusal ve uluslararası alanda TC’yi görüşme masasına çekmeye çalışırken, diğer taraftan askeri alanda bu doğrultuda TC’yi askeri olarak geriletmek ve sorunun bir tarafı olarak masada güçlü durmak için taktik saldırılarını yoğunlaştırmıştır.

Aynı dönem askeri yönelime paralel Kürt halkı nezdinde de ileriye doğru bir hareketlilik söz konusudur. Bu dönemde Kürt illerinde ve “Batı”da büyük şehirlerde kitlesel silahlı sokak eylemleri ve Serhildanlar yaygınlık kazanmıştır. TC devletinin 2008 Şubat ayında geniş bir askeri hazırlık ve imha konsepti ile başlattığı sınır ötesi operasyon, gerillanın Zap alanında sergilediği direniş ve geliştirdiği karşı hamle ile hem boşa çıkarılmış hem de kazanılan zaferle Türk ordusu bozguna uğratılmıştır. Gerillanın bu zaferi, Türk ordusu açısından bir kırılma noktasıdır. Bununla beraber gerillanın da karşı hamle geliştirmesi bağlamında bir sıçrama tahtasıdır.

PKK’nin politik ve askeri hamleleri karşında sıkışan TC devleti, Nisan 2009’da bazı devletlerin ara buluculuğunda PKK ile resmi görüşmelere başlamıştır. Bu amaçla PKK, Nisan 2009’da tek taraflı ateşkes ilan etmiştir. TC devleti, bu ateşkese karşılık “resmi” olarak bir ateşkesle yanıt vermese de askeri anlamdaki sıkışmışlığının da etkisi ile operasyonları azaltmıştır. Aynı yıl bir “iyi niyet” göstergesi olarak A. Öcalan’ın talimatı doğrultusunda gerilla alanlarından ve Mahmur Kampı’ndan oluşturulan “Barış Grupları” ülkeye gelerek bu sürecin bir parçası olmak üzere hareket etmiştir.

Yapılan görüşmelerin sonuçsuz kalması, TC devletinin uzlaşmaya yanaşmaması, izlediği oyalama taktiği ve askeri alanda hızlandırdığı hazırlık çalışmalarına karşı PKK, 2010 yılının bahar ayında ateşkesi sonlandırarak “devrimci halk savaşı” hamlesinin ikinci aşamasına geçtiğini ilan etmiş, bu hamle doğrultusunda daha önce izlediği taktik yönelimden farklı olarak “vur kaç” taktiğinin yerine “vur kal” taktiğini izleyerek geniş bir bölgede gerilla alanlarının yaratılarak bu alanların Türk ordusundan boşaltılması ve yerine de gerillanın yerleşerek fiili alanlar yaratılması çizgisini devreye koymuştur. Bu hamle kapsamında 2012’de Kürdistan’da bazı şehirler arası yollar, vadiler ve sınır hattı, büyük oranda gerillanın denetimi altına girmiştir. Bu durum karşısında iyice sıkışan Türk devleti, ulusal ve uluslararası alanda ilk defa Kürt sorununu tanıdığını beyan etmiş ve PKK ile kamuoyu nezdinde görüşmelere başladığını açıklamak zorunda kalmıştır. Hatırlanacağı gibi TC devleti daha önce de PKK ile görüşmeler gerçekleştirmesine karşın, bu görüşmeleri kamuoyu nezdinde gizleme gereği duymaktaydı.

Mart 2013 tarihinde bu görüşmelerin bir sonucu olarak Öcalan’ın Newroz mektubu dünyaya duyurulmuş ve karşılıklı ateşkes devreye sokulmuştur. Bu tarihten itibaren görüşmeler “diyalog ve demokratik çözüm süreci” olarak formüle edilmiş ve süreç fiili olarak işletilmiştir. “Çözüm Süreci”nin bir gereği olarak PKK, T. Kürdistanı’nda bulunan gerilla güçlerini sınır dışına çekme kararı almış ve Mayıs ayından itibaren gruplar halinde sınır dışına çekilmeyi başlatmıştır. Bununla beraber Türk devleti, aynı tarihten başlamak üzere ateşkesin mantığına ters ama kendi karakterine uygun olarak başta kalekol yapımları olmak üzere yoğun bir biçimde savaş hazırlıklarına başlamıştır. Devletin oyalama taktiği ve görüşmelerin daha ilk aylarda tıkanmasından sonra aynı yılın Ağustos ayında PKK gerilla güçlerinin sınır dışına çekmeyi durduğunu açıklayarak gönderdiği grupların bir kısmını geri çağırmıştır. Bu durum 2015’e kadar sürmüş; bununla birlikte “demokratik özerklik” temelinde öncelikle DTK önderliğinde Kürdistan’ın pek çok şehrinde fiili olarak özerklik ilanları başlatmıştır. Keza buna paralel yeni bir askeri örgütlemeye giderek YPS kurulmuştur. 2015’te Türk devleti, Sosyalist Gençlik Dernekleri’nin çağrısıyla Kobanê’ye gitmek üzere Suruç’a gelen devrimcileri katlederek ateşkesi bitirmiş ve bu tarihten itibaren savaş yeniden fiili olarak başlamıştır.

PKK, savaş başladıktan sonra da kırsal alanlarda “vur kal” taktiğine uygun bir çizgi izlemiş ve süreci bu şekilde işletmeye çalışmıştır. Şehirlerde ise “demokratik özerklik” temelinde YPS öncülünde özerklik direnişleri başlatmıştır. Sur, Nusaybin, Cizre vb. yerlerde direniş aylarca sürmüş fakat devletin yoğun saldırı ve katliamları ve de beklenen kitle desteğini bulamayınca sonlandırılmıştır.

Kırsal alanda da devlet, önceki zaaflarından ders çıkararak savaşa çok yönlü hazırlanmış ve gerilla karşısında her zamankinden farklı bir tarzda konumlanmıştır. Gerillanın “vur kal” taktiği, bu dönemde beklenen sonucu vermemiş ve boşa düşmüştür. 2016 sonbaharından itibaren ise bölge özgülünde inisiyatif esasta Türk ordusunun eline geçmiştir.

Tüm bu süreçlere paralel, Suriye’deki iç savaş neticesinde Ulusal Hareket önderliğinde Rojava’da 18 Temmuz 2012’de Rojava Ulusal Devrim süreci başlamıştır. 2014’te Türk devleti desteğindeki IŞİD çeteleri, Kobanê’ye saldırarak Rojava’yı işgale başlamıştır. Kobanê’de, dört parça Kürdistan ve dünyanın birçok yerinden dayanışma ve Rojava Devrimi’ni savunmak için yer alan Kürt halkı ve dostları tarafından serhildanlar gerçekleştirildi. Kürt Ulusal Hareketi’nin Rojava’daki kazanımlarına karşı TC devleti önce Cerablus-Bab hattını sonra da 2017 baharında Afrin’i işgal etti. TC devletinin Kürt Ulusal Hareketi’nin Rojava’daki kazanımlarına yönelik işgal tehditleri sürerken, Irak Kürdistanı’nda da askeri güç bulundurmaktadır. Dönem dönem hava harekatlarıyla, bu bölgeler de bombalanmaktadır.

Öncelikle Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesinin, Türkiye siyasetini doğrudan etkilediğini, hakim sınıfların kendi aralarındaki dalaşta ve yönetememe halinde önemli bir faktör olduğunu vurgulamak gerekir. TC devleti ile masaya oturma ve “yeniden çözüm süreci” vurgusu, hareketin dinanizminin önünde önemli bir engel olarak ortaya çıksa da, silahlı mücadelenin yürütülüyor oluşu bu engele karşı bir barikat işlevi gördüğü kadar, devrimci dinamikleri güçlendirmesine de yol açmaktadır.

TC devletinin kendi içinde yaşadığı süreç ve özellikle 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi beraberinde halk hareketine yönelik yoğun bir saldırı içine girilmesine yol açmış, başta OHAL uygulamaları olmak üzere, faşist saldırganlık üst boyuta sıçratılmıştır. Bu durum, Kürt Ulusal Hareketi’nin demokratik alandaki çalışmalarını da etkilemiştir. Milletvekillerinden belediye başkanlarına on binlerce Kürt politikacı tutuklanmış, bu durum toplamda kitle hareketinin geriye çekilişine yol açmıştır.

Kuşkusuz ki; bu durumda TC’nin saldırıları etkili olsa da Kürt Ulusal Hareketi’nin izlediği taktik politika da etkili olmuştur. Özyönetim direnişleri öncesi ve sırasında TC devletini askeri açıdan hafife alma ve ortaya çıkan sonuç bunu açık olarak göstermektedir. Nitekim bu süreçle birlikte Kürt demokratik siyaseti önemli bir tıkanma yaşamış, bu durum Ulusal Hareket’in tabanında da tepkilere yol açmıştır. Bunun bir örneği olarak son süreçte yerel seçimlerde “Batı”da CHP’yi destekleme politikası vb. AKP-MHP ittifakını geriletmede önemli bir adım olsa da esasta egemen sınıfların bir başka kliğinin güçlenmesine hizmet edilmesi bakımından yanlış bir politikaya tekabül etmektedir. Nitekim, bu adım da, Ulusal Hareket’in tabanındaki rahatsızlığı büyütmüş görünmektedir.

Ancak ebette son tahlilde meseleyi, bu tür yanlış taktik ve politikalar üzerinden değil, hareketin genel siyasi çizgisi, programa dair görüşleri, mücadele konusu olan soruna dair tutumu vb. üzerinden tartışmak gerekir. Çünkü gündemi her koşulda meşgul eden, Ulusal Hareket’in “ulusal devrimci” ya da “reformist” karakteri tartışmasında esas kafa karışıklığı burada yaşanmaktadır. Bilinmektedir ki; Kürt Ulusal Hareketi, Kürt ulusal sorunun “çözüm”ünü, “ekolojik, demokratik, cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması” çerçevesinde “demokratik özerklik” adı altında teorileştirip ezen ulusla bir arada yaşama olarak formüle etmektedir. Böylelikle Kürt Ulusal Hareketi, Kürt ulusal sorununun çözümünde, Lenin’in 1917’de 7. Tüm Rusya Konferansı’nda oldukça net olarak ifade ettiği “çoğu kez yanlış yorumlara yol açan kendi kaderini tayin yerine gayet tam bir kavram koyuyorum ‘özgürce ayrılma hakkı’” (Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, s. 519) formülasyonunu reddeden bir pozisyonda durmaktadır.

Belirtmek gerekir ki; ezilen bir ulusun “özgürce ayrılma hakkı”ndan mahrum kalması, onun ulusal bağımlılık koşullarından tam olarak kurtulmaması anlamına gelmektedir. Zira bu hak, ulusal sorun bağlamında, ulusların tam eşitliğinin sağlanmasını, egemen ulusun tüm özel imtiyazlarının ortadan kalkmasını sağlayacak tek devrimci çözümdür.

Kürt Ulusal Hareketi’nin bu hakkı ayrılıp kendi devletini kurmanın gerçekleşmesi olarak kavraması teorik bir yanlıştır. Bu hak, tam eşitliğin gerçekleştiği bir ön kabul olarak kavranmalıdır. Ezilen ulus bu hakkı teminat altına aldıktan sonra yani kendi kaderini kendi hakimiyeti altına aldıktan sonra ayrı ya da bir arada yaşama tercihi onun özgür iradesiyle gerçekleşebilecektir. Bu nedenle, ezen ulusa bu hak kabul ettirilmeden bir arada yaşamın savunulması ezilen ulusun tam siyasal ulusal egemenliğini ya da bu sorunun devrimci temelde çözümünü içermez. Dolayısıyla Kürt ulusal sorununun gerçek anlamda çözümü için ilk ve temel şart “özgürce ayrılma hakkı”nın tanınmasıdır. Bu hak tanınmadan nihai olarak bir çözümden bahsedilemez. Bu hak tanındıktan sonradır ki, ezilen ulusun ayrılması ya da birlikte yaşaması, ezilen ulusun özgür iradesiyle gündeme gelecektir.

Peki bu doğru yaklaşımın karşılığı nedir? Öncelikle yukarıda bahsini ettiğimiz şekliyle “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı” ilkesinin “reddi”, komünist bir hareketin niteliğinin tartışmasında ve ulusal bir hareketin niteliğinin tartışılmasında farklı içerikler taşır; yani bu iki farklı hareketin karakterine ilişkin aynı kriter işlevini görmez. Bu ilkenin kabulü ya da reddi, komünist parti açısından farklı sonuçlara/değerlendirmelere, ulusal hareket açısından ise farklı sonuçlara/değerlendirmelere yol açar. Bu ilkenin komünist parti açısından reddi, doğrudan komünist çizgisinden uzaklaşmak, ezen ulus şovenizminin bir parçası haline gelmek demektir. Ancak diğer yandan Kürt Ulusal Hareketi’nin, bu ilkeden uzaklaşmasının “bağımsız devlet hedefi”nden vazgeçtiği anlamı taşımadığını tespit etmeliyiz. Bu belirleme neden önemlidir? Çünkü Stalin’in “Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürgesel Sorun” başlıklı çalışmasında da belirttiği gibi “Şu ya da bu partinin devrimci ya da reformcu karakterinin belirlenmesinde tayin edici olan, (…) siyasal hedef ve görevleridir.” (s. 267) Buradan hareketle açık bir şekilde ifade etmeliyiz ki, Ulusal Hareket, “bağımsız devlet hedefi”ni koruyarak aynı zamanda devrimci özünü korumaktadır.

Yukarıdaki alıntıda kafa karışıklığı yaratmaması için (…) olarak çıkarttığımız yerde Stalin “tek başına ‘devrimci eylemler’ değil, ama parti tarafından girişilen ve yararlanılan bu eylemlerin” demektedir. Yani mesele, tek başına Kürt Ulusal Hareketi’nin devrimci eylemlere yönelmesi, devrimci hareketle daha fazla ilişkilenmesi değildir; zira bu durum onun “ulusal devrimci karakterinin” nedeni değil, sonucudur.

Yine vurgulamakta çekinmemek gerekir ki, bu ulusal devrimci karakter, yine Stalin’e başvurarak ifade edelim: “… tıpkı tek tek bazı ulusal hareketlerin mümkün gerici karakterinin göreli ve kendine özgü olması gibi, göreli ve kendine özgüdür. Emperyalist baskı koşulları altında ulusal hareketlerin devrimci karakteri harekette mutlaka proleter öğelerin yer alması gerektiğini; hareketin devrimci ya da cumhuriyetçi bir programa, demokratik bir temele sahip olması gerektiğini ön şart koşmaz. Afganistan Emri’nin Afganistan’ın bağımsızlığı için mücadelesi, Emir’in ve mücadele arkadaşlarının monarşist görüşlerine rağmen, nesnel olarak devrimci bir mücadeledir; çünkü bu mücadele emperyalizmi zayıflatmakta, parçalamakta ve onun altını oymaktadır.” (age, s. 235)

Tarihsel yaklaşımlarla birebir uyarlama yapmak doğru olmamakla birlikte, bu bakış açısı üzerinden rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Kürt Ulusal Hareketi’nin programında UKKTH’nin değil, “ekolojik, demokratik, cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması” çerçevesinde “demokratik özerklik” bulunması, onun devrimci karakterini değiştirmez. Ve devam edersek, Kürt Ulusal Hareketi, emperyalizmi değil ama Türk devletini zayıflatan, parçalayan ve altını oyan pozisyonu itibariyle de devrimci bir karaktere sahiptir.

Şu gerçeğin altını bir kez daha çizmeliyiz: Politik iktidarı ele geçirmek için tüm çelişkilerin devrimci dinamiğiyle buluşmak zorunluluktur.

Sınıf mücadelesi ezilen mezhepler, ezilen ulus, ezilen cins veyahut da çevre sorunu vb. kapsar şekilde ve her birinin özgüllüğünü görerek ele alınması doğru yaklaşımdır. Lenin’in başta “Ne Yapmalı?” olmak üzere birçok eserinde bu konuya dair sayısız çözümlemesi vardır. Bu çözümlemelere dayanarak diyebiliriz ki; sınıf mücadelesi “çok yönlü bir savaşımdır”. Bir sorunun, çelişkinin sınıfsal kökenini teorik olarak çözümlemek işin sadece başlangıcıdır. Örneğin ulusal sorun tartışmasında sorunun esasını belirlemek bir adımken politik olarak baktığımızda ikinci ve esas adım dil, kültür, eğitim ve siyasi temsiliyet sorunları, fiziki baskı ve işkence, zorla göç ettirme vb.ne karşı somut örgütlenmeler yaratmak “somut koşulların somut tahlili”nden yola çıkarak politika ve hareket tarzı oluşturmaktır.

Yine Lenin’e göre Marksistler “bütün politik ve sosyal yaşama katılmalı, ilerici sınıf ve partileri gericilere karşı desteklemeli, mevcut sisteme karşı her türlü devrimci hareketi desteklemeli, her türlü ezilen ulusun veya ırkın her türlü ezilen mezhebin, haklardan yoksun cinsiyetin vs. savunucusu olmalıdır.” (Lenin, S.E., s. 507, c. 1) Sınıf mücadelesinde temel sorun Lenin’den benzetmeyle söylersek tüm derecikleri tek bir ırmakta birleştirebilme ve iktidara yöneltebilme becerisini göstermektir. Politika tamamen yaşamın içindeki çelişkiler dikkate alınarak yürütülür. Şiarlar da buradan hareketle belirlenir. Bu durumda Partimizin Kaypakkaya’dan sonra Kürt sorununa dair politik alanda tüm çelişkilerde en önde olması gerekirdi. Ama açıktır ki, Partimiz sosyal şovenizmden kimi noktalarda etkilenmiş, mesela, resmi olarak olmasa da PKK’nin “karşı devrimci” olduğu belirlemesi dahi yayınlarımızda yapılabilmiştir. (Yeni Demokrasi, Mayıs 1988, s. 14)

Tam da bu nedenle, içinden geçtiğimiz sürecin bizi tutuklaştıran, mücadeleye atılmamıza engel olan, siyaset üretemememize yol açan nedenleri ortadan kaldırmak için kullanılması önemlidir. Bu, sorun yaratan düzlemden kopuş demektir. Özellikle ulusal sorunda -ama örneğin kadın sorununda da- birincisi teorinin griliğinden kopamayışımız, ikincisi de dogmalarla hareket ediyor oluşumuz ciddi bir sorundur. Bu noktada Kürt Ulusal Hareketi “bağımsız-sosyalist Kürdistan” talebiyle ortaya çıktığını, günümüze kadar farklı aşamalardan geçtiğini tespit ediyoruz. Toplam olarak baktığımızda özelikle devlet teorisi (“devlet-demokrasi” formülasyonu) anlamında sıkıntılı tezlere sahiptir. Ancak bu “bağımsız devlet kurma” hedefinden vazgeçtiği anlamına da gelmemektedir. Bunun içindir ki  -bu hedefinin bir sonucudur ki- kurulduğu günden bu yana silahlı mücadele vermektedir ve de demokratik özerkliğin inşası durumunda dahi “öz savunma” olarak tanımladıkları silahlı birlikleri zorunlu görmektedir.

Bu tespitlere ve hatta karşı tespitlere karşın bizim esas meselemiz nedir, ne olmalıdır? Tüm analiz ve tespitleri Ulusal Hareket’e göre tanımlamak mı, yani kendi rolümüzü silikleştirip ortadan kaldıran bir şekilde hareket etmek mi, yoksa esasa kendi rolünü ve görevlerini koyarak sorumluluklarını yerine getirmek mi? Elbette biz ikincisini tercih edeceğiz, etmeliyiz.

Açık olarak ifade etmek gerekir ki, bir bütün olarak olmasa da dönem dönem meselenin ilk yönüne yoğunlaşılarak komünist partisinin öncü rolü silikleştirilmiş, Kürt Ulusal Sorunu özgülünde nesneleştirilmiştir. Dolayısıyla da dogmatizme düşülerek Kürt Ulusal Hareketi’yle ilişkilenmede üzerine düşen görevler önemli oranda yerine getirilememiştir. Oysa bizim görevimiz, sınıf mücadelesi ile Kürt ulusal mücadelesi arasına set çekmek değil, ulusal hareketin devrimci dinamikleriyle sınıf mücadelesi ekseninde ilişkilenmektir. Ve bu ilişkilenmenin esas yönü de, komünist partisidir.

Kürt Ulusal Hareketi’yle İlişki, İttifak Politikası ve HBDH Üzerine

Sürecin ağırlığı ve faşizmin saldırganlığının üst boyutta olması, beraberinde devrimci ve komünist hareketlerin birlikte hareket etmesini ikili ya da çoklu eylem birlikleri içinde süreci karşılamasını dayatmaktadır. Bu anlamıyla HBDH’yi önemli bir mevzi olarak değerlendirmek gerekir. Bilindiği üzere Proletarya Partisi’nin bu oluşum içinde yer alması, darbeci tasfiyeciliğin paslı bir silahı olarak kullanılmış, Parti iradesinin ortaya koyduğu tavır sahte belge ve açıklamalarla değiştirilmek istenmiş ve HBDH’den çıkıldığı ilan edilmiştir. Parti güçlerimiz ise Parti içi devam eden mücadelenin süreçteki önemi ve sekteye uğramaması için bu konuda kamuoyuna dönük bir açıklama yapma tutumuna girmemiş; Parti içi tartışmalarla süreci devam ettirmiş ve HBDH bileşenleri işe ilişkilenerek bilgilendirmeye ve görevlerini yerine getirmeye çalışmıştır. Tüm bunların etkisiyle HBDH’de rolümüzü hakkıyla oynayamadığımızı öncelikle ifade etmeliyiz.

Bu noktada HBDH’ye, Kürt Ulusal Hareketi’nin ittifaklar ve cephe politikasına yaklaşımımız üzerinde durmak yararlı olacaktır. Ulusal Hareket’in A. Öcalan’ın tutsak edilmesiyle gerçekleştirdiği değişim beraberinde “ekolojik, demokratik, cinsiyet özgürlükçü toplum” olarak formüle ettiği bir çizgi izlemesini getirdi. Bu paradigmanın (“Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını” yadsısa dahi) ülkemiz ve Ortadoğu koşullarında demokratik, ilerici bir talep olduğu kabul edilmelidir. Nitekim bu durum, Ulusal Hareket’in bir bütün olarak gerek Türkiye ve gerekse de Ortadoğu coğrafyasında demokratik, devrimci güçlerle birlikte hareket etmesini güçlendirmiş ve buna zemin sunan bir çizgi izlemelerine yol açmıştır.

Doğal olarak bu durum devrimci zemini besleyen ve büyüten olanakları açığa çıkarmaktadır. Nitekim böyle olduğu içindir ki; faşist devlet, T. Kürdistanı’nda ortaya konulan ve yerel yönetimler aracılığıyla pratikleştirilen uygulamalara tüm gücüyle saldırmış, “çözüm süreci”nin bitirilmesiyle “öz yönetim” direnişlerini katliamla bastırmış, belediyelere kayyum atayarak, getirilen talepleri ezme yönelimi içine girmiştir.

Unutmamak gerekir ki; Ulusal Hareketin “birleşik devrim”, “Türkiyelileşme” vb. söylemleri ve ele alışı, onu kendi varlık gerekçesi olan ulusal sorun dışındaki başka toplumsal sorunlara da kayıtsız kalmamaya itmektedir. Elbette ki bu sorunlara getirdiği programatik çözüm ve yaklaşımlar düzen içidir, yani reformlar düzeyindedir. Ancak bu noktada sorun, Ulusal Hareket’te değil başta komünist hareket olmak üzere devrimci hareketin zayıflığı ve güçsüzlüğündedir.

Ulusal Hareket’in halihazırda politik-pratik tutumu, üzerinden yükseldiği toplumsal tabanın siyasal köleleştirme ve kültürel kişiliksizleştirme saldırısına karşı direnişi ve özgürlük talebi, beraberinde hareketin devrimci yanına dair güçlü bir örnek oluşturmaktadır. Tam da bu niteliği dikkate alarak onunla ilişki geliştirmek ve başta HBDH gibi örnekler olmak üzere ittifak ya da eylem birlikleri geliştirmek -hele ki Türkiye devrimi açısından başlıca çelişmeler içinde ezen ulusla ezilen ulus ve milliyetler arasındaki çelişmenin var olduğu koşullarda- anın devrimci görevlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu politik yaklaşım hem Ulusal Hareket’in ulusal hak mücadelesinin devrimci dinamikleriyle güçlü bir birlik sağlayacak hem de bu zeminin gelişip güçlenmesine katkı sunacaktır.

HBDH siyasetinin ise birçok açıdan tartışılması gereklidir. Birincisi; Kürt ulusal sorunu ve Ulusal Hareketle ilişkileniş; ikincisi, ittifaklar politikamız; üçüncüsü de politik sorunlardaki dogmatizmimiz. Ve elbette bu üç başlığı da içinde bulunduğumuz somut koşullarla ele almalıyız, yoksa doğru sonuca ulaşamayız.

Altını çizmeliyiz ki, 2015 Temmuz’undan itibaren devletin tüm kurumlarıyla birlikte başta Kürt hareketi olmak üzere halka, devrimcilere, komünistlere yönelik “topyekün imha” saldırısına en zayıf yakalanan hareket Partimizdi. Bunda yaşadığımız iç tartışma sürecinin etkisi olmakla birlikte tek neden bu değildir. Politikada uyanık olmak, ortaya çıkan fırsatları kullanabilmek ve dahası içinde bulunulan durumdan çıkabilmek için fırsat yaratabilmek, zor zamanlarda ön açıcı hamleyi seçebilmek önemlidir. “Düşmanla kendimiz arasındaki kuvvetler dengesini nesnel olarak incelemeyi başaramamak”, “buna ilişin mücadele ve örgüt biçimlerini yaratamamak ya da benimsememek”, “düşmanın iç çelişkilerini anlamamak” bu zayıflığımızın nedenleri arasındadır. Tam da böylesi durumlarda önümüzdeki fırsatları doğru değerlendirmek önemlidir. Kürt hareketinin devrimci dinamikleriyle bizi buluşturacak olan ortak mücadelenin olanaklarını kullanabilmek, birlikte mücadeleyi yükseltebilmek hem şehirlerde hem kırlarda bunları gerçekleştirme pratiğine girmek önemliydi/önemlidir. Kuşkusuz birlikte mücadeleyi yükseltmenin farklı biçimleri vardır. Bunlardan biri de HBDH’dir.

Kuşkusuz ki Ulusal Hareketle girilecek ilişkilerde, ittifak ve eylem birlikleri vb.de ideolojik mücadeleyi elden bırakmamak gerekir. Bu açıdan yaşadığımız eksiklik, doğal olarak bizi ya dogmatizme ya da revizyonizme götürecektir.

Bu nedenle güçlü bir ideolojik duruş, gerektiğinde eleştirel bir tutum ve ne yaptığını bilen bir politika izlendiğinde, Ulusal Hareket’le yürütülen ortak mücadele, ittifak ya da eylem birlikleri devrimci mücadeleyi güçlendiren, faşizme darbe indiren bir özellik arz eder.