Komünist 72’den: Dünyada ve Türkiye’de Durum – II. BÖLÜM

1. Politik Durum: Faşizmin Gemi Azıya Alması

SON ON YILIN PANORAMASI

  1. Politik Durum: Faşizmin Gemi Azıya Alması

Partimizin 8. Konferans’ını gerçekleştirmesinin ardından geçen 10 yıllık süre içinde ülkemizde yaşanan gelişim ve değişimleri incelemek, bu noktadan hareketle bir durum tespiti yapmak gerekmektedir.

Bir bütün bu değerlendirmeyi yaparken, esas olarak gelinen noktadan, bugünden bahsetmek gerekir. Diğer yandan bu on yıllık süreç esasta, 2002 yılından bu yana hükümette olan AKP’nin devlet mekanizmasına giderek daha çok hakim hale gelerek iktidarlaştığı, sistemin re-organizasyonu anlamında önemli mesafelerin kat edildiği vb bir süreç olarak değerlendirilmelidir.

Bugün açısından bakıldığında çeşitli milliyet ve çeşitli inançlardan Türkiye halkına yönelik faşist saldırganlık, saldırının kapsamı ve boyutları itibariyle 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Cuntası dönemine benzetilmektedir. Baskı, gözaltı, tutuklama, işten atmalar, grev yasaklamaları, sokağa çıkma yasakları vb. uygulamaya konulan politikalar dikkate alındığında bu benzetmede belli bir doğruluk payı bulunmaktadır.

TC devletinin “Başkanlık Sistemi”ne geçişi, yaşanan sürecin nedeni gibi görünse de tek başına bu yeterli değildir. Aslında bakılırsa, “Başkanlık Rejimi” denilen sistem, Türk hakim sınıf kliklerinin öteden beridir istediği bir yönetim şeklidir ve esasta da yönetememe krizinin bir sonucudur. Süreçte, iç ve dış konjonktürel gelişmeler hakim sınıfların bu adımı atmasını kolaylaştırmıştır. İçeride 15 Temmuz “Darbe Girişimi”, dışarıda ise emperyalist kapitalist sistemin krizi ve Türk hakim sınıflarının bu kriz karşısındaki konumlanışı bu adımın atılmasını sağlamıştır. Devlet iktidarını elinde tutan ve R.T. Erdoğan’da somutlanan hakim sınıf kliği, emperyalist kapitalist sistemin 2008’den bu yana devam eden krizini iyi kullanmıştır da denilebilir.

Kuşkusuz ki; emperyalizmin yarı-sömürgesi olarak TC devletinin, emperyalist kapitalist sistemden etkilenmemesi düşünülemez. Emperyalist-kapitalist merkezlerde yaşanan ekonomik krizin Türkiye gibi ülkelere ekonomik planda yansıması mali sermayenin daha fazla yönelimini doğurmuş, Türk hakim sınıfları da bu sömürüden kendi paylarını almıştır. Politik olarak emperyalist-kapitalist sistem, krizini aşmak adına çareyi iş başına muhazafakar, faşist, ırkçı, sovenist, cinsiyetçi vb. şahsiyetlerin getirilmesinde bulmuştur. Bu merkezlerde yaşanan ekonomik kriz, en başta göçmen karşıtlığı, ırkçı ve faşist hareketlerin yükselmesine yol açmıştır. Bu politik durumun, Türkiye gibi yarı-sömürge ülkelere yansıması ise R.T. Erdoğan şahsında ırkçı, faşist kişiliklerin işbaşında olmasını doğurmuş ve sürekliliğini sağlamaya çalışmıştır. Kuşkusuz bunda R.T. Erdoğan’ın izlemiş olduğu popülist, Kürt ve kadın düşmanı politikalar da etkili olmuş, ama özellikle de Kemalist faşizmin Türkiye halkına yönelik uygulayageldiği faşist zulmün kendi çıkarları için teşhiri de halkın önemli bir kısmını kendine yedeklemesinde belirleyici olmuştur.

7 Haziran seçim sonuçlarının ardından HDP’nin barajı aşması ve önemli sayıda bir kitleyi harekete geçiren bir merkez olması beraberinde Türk hakim sınıflarını harekete geçirmiş; Suriye iç savaşında özellikle Kürtlerin elde ettiği kazanımlarla birlikte, bir “beka sorunu”ndan bahsedilir olmuş ve başta Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi olmak üzere, halka, ilerici, devrimci ve komünist harekete yönelik faşist saldırganlığı yükseltme yönelimi içine girmişlerdir. Amed’de HDP mitingine bombalı saldırı, Suruç’ta devrimci gençlerin katledilmesi ve 10 Ekim Ankara Katliamı bu faşist saldırganlığın giderek kitle kırımına yöneldiğini göstermektedir. Bu tarihten sonra ve özellikle 2016 Darbe Girişimi’yle faşist saldırganlık bir üst boyuta sıçratılmış; bununla da yetinilmemiş, saldırganlık sınır dışına da taşınarak önce Cerablus-Bab hattı, sonra da 2018 Ocak’ında Suriye’nin kuzeydoğusunda Kürt nüfusun yaşadığı Afrin işgal edilmiştir.

2015 yılında başlayan faşist saldırganlık ve terörle birlikte, 2016 Darbe Girişimi gerekçesiyle ilan edilen ve iki yıl sürdürülen OHAL, Temmuz 2018’de kaldırılmış olsa da Ağustos ayında çıkartılan yeni bir “terörle mücadele” yasasıyla, halka yönelik saldırganlığa ve faşist teröre tam hız devam edilmiştir. Bu yasayla birlikte, faşist kurum ve yetkililere olağanüstü hal koşullarında tanınan yetkiler devam ettirilmiştir. Örneğin valiliklerin toplanma ve seyahat özgürlüklerini engelleme yetkileri artırılmış, bunun dışında yürütmeye üç yıl boyunca hakimler de dahil olmak üzere kamu çalışanlarını idari bir kararla kamu görevinden çıkarma yetkisi verilmiş, kolluk güçlerinin yetkileri artırılarak, gözaltı süresinin 12 güne kadar uzatılmasına olanak tanınmıştır.

Bu süre boyunca, 130 bin kamu çalışanı işten çıkartılmış, KHK’larla birçok vakıf ve dernek kapatılmıştır. İşten çıkarmaları inceleyen komisyon, 36 bin kişinin başvurusundan sadece 2.300 kişiyi haklı görüp telafi yoluna gitmiş; 88 bin 600 kişiye ise yanıt dahi vermemiştir. Bu dönemde kapatılan kurumlar arasında sayıca en fazla olanlar dernek ve vakıflardır. 1.748 vakıf ve dernek KHK’larla kapatılmış durumdadır. Bu rakamlara kapatılan sendika ve federasyonlar da eklenince sayı 1.767’ye çıkmaktadır. Meselenin sadece hakim sınıf klikleri arasındaki dalaş ve darbe girişimi olmadığı, faşist saldırganlığın doğrudan halka, ilerici ve demokrat örgütlenmelere yönelik olduğu KHK ile kapatılan dernekler arasında Gülen Cemaati’yle bağlantılı olmayan, Özgür Hukukçular Derneği, Özgür Gazeteciler Cemiyeti, Gündem Çocuk Derneği, TODAY TAREM gibi örgütlenmeler olmasından da rahatlıkla anlaşılabilir. Benzer şekilde bu süreçte toplam 2.838 eğitim ve sağlık kurumunun da kapısına kilit vurulmuştur.

Yine 2018 yılı sonu itibariyle, 175 gazeteci ve medya çalışanı hapistedir. 3 yılda 2 bin basın kartı iptal edilmiştir. 2018’de 74 gazeteciye 400 yıl hapis cezası verilmiş, “terör” suçlamasıyla 1.500 avukatın da yargılanmasına başlanmıştır. Bu süreçte binlerce internet sitesine erişim engeli getirilmiş ya da kapatılmıştır. Yine binlerce kişi, sosyal medya paylaşımları nedeniyle gözaltına alınmış, kovuşturmaya uğramış ve bir kısmı tutuklanmıştır.

Gözaltı ve hapishanelerde işkence, kötü, insanlık dışı ve onur kırıcı muameleler artmış durumdadır. Adalet Bakanlığı’nın Haziran 2018 verilerine göre Türkiye hapishanelerinde 246 bin 426 tutuklu-hükümlü bulunmaktadır. Bunun beşte birine yakını, -48 bin 924 kişi- “terör” suçlamasıyla tutsak durumdadır. Bu rakamlar arasında 34 bin 241 kişi Gülen Cemaati’ne üyelik veya bağlantı suçlamasıyla tutulmakta, 10 bin 826’sının Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi ile ilişkili, 1.270’inin IŞİD ile bağlantılı olduğu, geriye kalanların büyük çoğunluğunun ise devrimci komünist örgütlenmelerle ilişkili olduğu iddia edilmektedir.

Diğer yandan gözaltı ve tutuklama saldırısına paralel olarak “denetimli serbestlik” uygulamasıyla gerçekte çok daha fazla kişi “tutsak” durumdadır. Yukarıdaki tutuklu sayısı hapishanelerdeki nüfusla ilgilidir ve aslında iktidara şu veya bu nedenle muhalif olan herkes için bütün ülke açık bir hapishaneye çevrilmiş bulunmaktadır. Denetimli serbestlik uygulaması sadece imza verme zorunluluğu olarak değil, kişinin politik-ekonomik-sosyal bütün yaşamını denetim altına alma politikası olarak uygulanmaktadır.

Yine bu süre içinde faşizmin Kürt Ulusal Hareketi’nin demokratik alandaki çalışmalarına yönelik saldırganlığın artırdığına da tanık olmaktayız. Bu süre içinde 11 HDP’li vekil dokunulmazlıkları kaldırılarak tutuklanmış, 94 HDP/DBP belediyesine kayyım atanarak el konulmuş ve bunlar arasından 50 belediye eşbaşkanı tutuklanmış durumdadır. Toplamda ise 2 bine yakın HDP yönetici ve üyesi tutuklu bulunmaktadır. Kısacası 15 Temmuz Darbe Girişimi, Türk hakim sınıfları tarafından halk hareketine karşı kendi ifadeleri ile “Allah’ın bir lütfu” olarak görülmüş ve her alanda saldırganlığın önü açılmıştır. Valiliklere verilen olağanüstü yetkilerle her türlü toplantı ve gösterinin keyfi gerekçelerle yasaklanmasının en bilinen vakası, İstanbul’da Cumartesi Anneleri’nin, Ankara’da ise tüm LGBTİ+ eylemlerinin yasaklanması olmuştur. Bu sadece bir örnektir. Son 3 buçuk yılda toplam 11 il ve en az 51 ilçede 351 kez sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş durumdadır. Aşağıda TİHV’in hazırladığı sokağa çıkma yasaklarına ilişkin tablo aktarılmıştır.

Kaynak: https://tihv.org.tr/16-agustos-2015-1-ocak-2019-tarihleri-arasinda-ilan-edilen-sokaga-cikma-yasaklari/

Yukarıdaki tablo, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) sokağa çıkma yasaklarının süresiz veya gün boyu uygulanmaya başladığı tarih olan 16 Ağustos 2015’ten 1 Ocak 2019’a kadar geçen sürede resmi olarak tespit edilebilen sokak yasaklarını raporlaştırmasıyla oluşturulmuştur.

Tabloya göre, 204 kez sokağa çıkma yasağı ilanının yapıldığı Diyarbakır listenin en başında yer alırken, onu Mardin, Hakkari, Şırnak, Bitlis, Siirt, Muş, Bingöl, Dersim, Batman ve Elazığ takip etmiştir. TİHV Hakkari’nin Şemdinli, Bitlis’in Hizan, Güroymak, Mutki, Tatvan ve Merkez ilçelerinde saat kısıtlılıkları şeklinde en az 23 kez sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini fakat bunu rapora dahil etmediklerini de belirtmektedir.

Kemalizm’in AKP iktidarı şahsında yeniden üretilmesi

Türk hakim sınıflarının “Başkanlık Rejimi”ne geçişle birlikte, faşizm göstermelik olarak parlamentoyu açık tutmaya devam etmiş olsa da “devletin bir şirket gibi yönetilmesi” anlayışından hareketle, halka yönelik saldırı politikalarında daha hızlı hareket edilmesi sağlanmıştır. Kimi çevrelerin rejimi, otoriterleşmeden tek adam rejimine kadar geniş bir kavram çerçevesi içinde değerlendirmesi, Cumhuriyet rejiminin kurulduğu günden itibaren faşist karakterli bir yönetim anlayışına dayandığı gerçeğinin üzerini örter niteliktedir. Bilinir ki; Türk burjuvazisi, komprador karakterlidir ve bunun yanında TC devletinin kurulduğu günden beri emperyalizmin yarı-sömürgesi olması, içte ve dışta uygulanan bütün politikalara rengini vermiştir-vermektedir. Bu anlamıyla günümüzde “tek adam rejimi”yle tariflenen “şey”, örneğin M. Kemal döneminin “tek adam rejimi”nden sınıfsal olarak farklı değildir.

Diğer bir ifadeyle, Türkiye koşullarında hakim sınıfların sınıfsal yapısı, emperyalizmle bağımlılık ilişkisi, Türkiye toplumunun ulusal ve dinsel yapısı, bir yanında soykırım olan tarihsel geçmiş, sınıfsal çelişkiler vb. kuruluşundan itibaren devletin yönetim şeklinin faşist olmasını beraberinde getirmiş; kurulduğu günden itibaren günümüze kadar birkaç kısa dönem hariç burjuva demokrasisinin kırıntılarının dahi yaşam hakkının olmadığı bir yönetim politikası izlenmiştir.

Politik olarak denilebilir ki; dünün “Kemalist faşizm”inin yerini günümüzde “İslamcı faşizm” almıştır. Kemalizm’in sınıfsal karakterinin; Türk hakim sınıflarının emperyalizme bağımlılık ilişkisi içinde işçi sınıfına, Türk-Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan Türkiye halkına düşmanlık ideolojisi olduğunun bilinmesi, günümüzde iktidarda olan ve kendisini İslamcı olarak tanımlayan hakim sınıf kliğinin de aynı sınıfsal ideolojiye sıkı sıkıya bağlı kaldığını görmek açısından önemlidir. Türkiye toplumunun son yirmi yılına damga vuran ve kendini AKP’de temsil eden İslamcı hakim sınıf kliği, Kemalizm’in özellikle halk kitlelerinin belli kesimlerine yönelik kimi kaba politikalarını törpülemiş, onun sınıfsal karakterini ise korumuş ve yeniden üretmiştir. Bu anlamıyla devletin kurucu ideolojisi olan Kemalizm, AKP eliyle yeniden üretilmiştir.

Türkiye tarihi özellikle Osmanlı geçmişi ile birlikte incelendiğinde politik arenada hakim sınıf kliklerinin kendi çıkarlarını korumak için dönem dönem kitleleri ve kitle hareketlerini örgütlediklerini ya da kendilerinden bağımsız gelişen hareketleri kendi çıkarları için manipüle etmeye çalıştıkları görülmektedir. Bu anlamıyla kitleler ve kitle hareketleri, hakim sınıflar açısından kendi iktidarlarına yönelmediği müddetçe kullanışlı bir araç olarak görülegelmiştir. Gerek seçimler ve gerekse de irili ufaklı kitle gösterileri, hakim sınıflar açısından kendi iktidarlarını meşrulaştırmanın, hakim sınıflar arasındaki klik dalaşlarında rakibini yıpratmanın ya da geriletmenin birer aracı olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Bu noktada, tek kaygıları seçimler ya da gelişen kitle hareketlerinin denetimleri dışında kendi iktidarlarına yönelmesi olmuştur. Örneğin Gezi İsyanı böyledir, AKP açısından doğrudan kendisine karşı gelişmesinin yanında, tüm çabalarına karşın faşist “muhalefet” partisi CHP tarafından da denetim altına alınamamasıyla Gezi İsyanı, bir bütün egemenler açısından kabusu dönüşmüştür. 24 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin başarısı da böyledir. Bu türden gelişmeler, Türk hakim sınıflarını kaygılandırmış ve ortak sınıf çıkarlarında buluşmalarını ve halka yönelik faşist saldırıyı tırmandırmalarını doğurmuştur.

2016 yılında yaşanan darbe girişimi, Türk hakim sınıfları içinde iki İslamcı kliğin iktidar mücadelesinin ürünü olsa da, aynı darbe girişiminde kendisine Kemalist diyen bir kesimin de olduğu ve darbe girişiminin önlenmesinden ya da başarıyla kurgulanmasından sonra ortaya çıkan iktidar tablosundan hareketle, halihazırda devlet aygıtının tek başına kendisine İslamcı diyen AKP kontrolünde olmadığı, İslamcısından, ülkücüsüne ve sosyal faşist Perinçek çevresine kadar geniş bir hakim sınıf kliği koalisyonunun oluştuğu görülmektedir. Dolayısıyla devletin kurucu ideolojisi olarak Kemalizm, kendisini bu noktada da yeniden üretmiş durumdadır. Bu tablo kendisini muhalefet diye tanımlayan faşist düzen partisi CHP’nin başarısızlığını da açıklamaktadır.

Bu tablo aynı zamanda Türk hakim sınıflarının yönetememe krizinin derinleştiğini de göstermiştir. Bu olgu, -hakim sınıfların kendi arasındaki dalaş, bölgesel gelişmeler, özellikle Suriye savaşının ortaya çıkardığı sonuçlar- hakim sınıfların bir “beka sorunu”ndan bahsetmelerine neden olmuştur. Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı ve hakim sınıfların uyguladıkları ekonomik politikalar nedeniyle bir ekonomik kriz içinde olduğu gerçeğinden bahsetmek mümkündür. Bütün bu gelişmeler, Türk hakim sınıflarının ve onların devletinin halka, ilerici, devrimci ve komünist örgütlenmelere yönelmesini doğurmuş, yönetememe krizini böylelikle öteleme politikası izlemelerine yol açmıştır.

Yönetememe krizinin derinleştiği, faşist baskı, katliam, gözaltı ve tutuklama saldırılarının olduğu yerde devrimci durumdan bahsetmek mümkündür. Devrimci durumun olduğu koşullarda, subjektif öznenin durumu ise ayrıca tartışmaya muhtaçtır. Subjektif öznenin Türkiye toplumunda yaşanan değişimleri doğru analiz edemediği, hakim sınıflar arasında yaşanan dalaşı doğru okuyamadığı ve kendisine devrimci diyen bir kısım çevrenin de muhalefette olan hakim sınıf kliğinin politikalarının arkasına yedeklendiği bir gerçektir.

Faşist Baskılardan Kaçış: Göç

Hakim sınıf klikleri arasında yaşanan klik dalaşı ve Darbe Girişimi’yle birlikte sokağa çıkma yasakları, gözaltı ve tutuklamalar, KHK’larla işten çıkarmalardan vb. sonra, kısacası faşizmin Türkiye halkına yönelik saldırganlığını artırmasıyla birlikte, yurtdışına göçün de ciddi oranlarda arttığına tanık olmaktayız.

Son iki yılda Türkiye’den yurtdışına 253 bin 640 kişinin göç etmesi ve göç edenlerin bir kısmının “beyin göçü” kapsamında olması, faşizmin Türkiye toplumuna yönelik saldırısından bağımsız değildir ve faşist baskının boyutu hakkında bir fikir vermektedir. TÜİK’in Eylül 2018’de açıkladığı verilerden hareketle, Türkiye’den göç eden kişi sayısı 2017 yılında bir önceki yıla göre yüzde 42.5 artarak 253 bin 640 olmuş durumdadır. Bu nüfusun yüzde 54’ünü erkekler, yüzde 46’sını ise kadınlar oluşturmaktadır.

Aynı verilere göre Türkiye’den göç edenlerde en fazla göç edenler yüzde 15.5 ile 25-29 yaş grubudur. Bu yaş grubunu sırasıyla yüzde 14.4 ile 20-24 ve yüzde 12.3 ile 30-34 yaş grubu izlemiştir.

Bu noktada vurgulanması gereken hususlardan birisi de bu göç verilerinin yasal olmasıdır. Türkiye’den siyasal nedenlerle “yasadışı” yollarla göç etmek zorunda kalan politik mültecilere dair bir veri bulunmamaktadır. Bunun anlamı ise gerçekte göç edenlerin sayısının aktarılan verilerden katbekat daha fazla olduğudur.

Öte yandan Türkiye’den göç edenlere dair bir başka ilginç bilgi de The New York Times’ın “varlıklı ve yetenekli Türkler kitleler halinde ülkeyi terk ediyor” başlıklı, 3 Ocak 2018 tarihli haberinde yer almaktadır. Haberde “2016 ile 2017 yılları arasında, Türkiye’nin varlıklı diliminin yüzde 12’sine denk gelen, en az 12 bin dolar milyonerinin servetlerini yurtdışına aktardığı” iddia edilmektedir. Bu rakam, Türkiye’de hakim sınıf klikleri arasında çelişkilerin sertleşmesine bağlı olarak, bir kısım hakim sınıf üyesinin de ülkeyi terk ettiği anlamına gelmektedir. Aynı zamanda hakim sınıf kliklerinin yapmış olduğu “aynı gemideyiz” propagandasının bir yalandan ibaret olduğunu da göstermektedir.