İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Sadaka Devleti, Prozak Toplumu ve Doğada Yıkım

Ekonominin doğrudan yansıma alanlarından birisi elbette ki sosyal durum. Yoksullaşma oranına yukarıda yer verdik. İşçi ve emekçi sınıfların durumuna özel başlık altında ayrıntılı biçimde yer vereceğiz. Ama bir de toplumsal yaşamı ilgilendiren diğer temel alanlar var. Bunların başında eğitim, sağlık ve çevre gibi konular geliyor.

Bunların tümünü sermayenin denetimine açan, yağma ve talanı “özgürleştiren” AKP hükümeti, sosyal devlet olgusuna uygun davranmadığı gibi, perdelemek için sadaka ekonomisini işletiyor. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün’ün “uyuşturucu etkisi yapmaya başladığı zaman, onu gözden geçirmek gerekir” diye dert yanar gibi göründüğü sosyal yardımlardan yararlanan aile sayısı 3 milyonu buldu.

Durumun gerçekten vahim olduğu ve sadaka ekonomisinin tam tekmil işlediği Bakan Fatma Şahin’in 11 Şubat 2012’deki açıklamasıyla ifşa edildi.

Kendilerince belirlenmediği için 2011yılında 9 milyona yakın yeşil kart iptal edildi. Ocak-Eylül 2012 döneminde, yeni sisteme göre yapılan “muhtaçlık” değerlendirmesiyle, aylık geliri asgari ücretin üçte birinden az olan 9 milyon 203 bin 853 kişi “muhtaç” olarak tanımlanarak sigorta priminin tamamı devlet tarafından karşılanmaya başlandı. Böylece eski yeşil kart statülü kişi sayısı “azaltma” gösterileri altında 274 bin 260 kişi artmış oldu.

Ama bundan başka, yılda 100 milyon TL’yi aşan gıda, yine o miktarı bulan eğitim yardımları, 250 milyon TL’yi aşan dul yardımları, senede 2 milyonu aşkın aileye verilen kömür yardımları (9 yılda 13 milyon 510 bin ton) ve onbinlerce aileye nakit yardımları, aşevleri vd., liste uzayıp gidiyor. Türkiye’de yasal form kapsamındaki “resmi” sosyal koruma harcamalarının GSMH’ya oranı zorlama rakamlarla yüzde 13 olarak gösteriliyor. Bunun önümüzdeki yıllarda daha da düşürüleceğine dair veriler var. AB ortalaması ise yüzde 30 dolaylarında (29.5) seyretmektedir.

Bilginin, sağlığın, havanın, suyun kısacası her şeyin metalaştırılması, piyasalaştırılması söz konusudur. Sinekten yağ çıkarmaktan öte sinek yağa dönüştürülmeye çalışılıyor. Ancak bütün bunlar yapılırken tam aksi bir algı yaratılmakta, bambaşka bir amaç güdülüyormuş gibi sunumlarda bulunulmakta, manipülasyon mekanizması son sürat çalıştırılmaktadır. Ne var ki mum, okul ya da hastane kapısına gelindiğinde üflemeden sönüveriyor…

Bunların başında spekülasyonu en yoğun yapılan konu sağlık gelmektedir. Piyasaya açmanın yolu olarak sağlığın özelleştirilmesi, topluma “daha rahat ve güvenli” hizmet sağlama adı altında bu alanda da söz sahibi haline gelen sermayenin karını artırarak büyümesini amaçlamaktaydı. Buna ulaşıldığı kısa bir zaman içinde görülmeye başlandı. Hızla çoğalan özel hastane ve sağlık kuruluşlarının söz sahibi haline gelmesi gecikmedi. Buna devlet hastanelerindeki “özel” uygulamalar da eklenince tablo tamamlanmış oldu. Toplam sağlık harcamasının 50 milyar TL olduğu Türkiye’de devletin resmi kurumlarından sağlığa ayrılan pay 17.2 milyar TL ise aradaki farkın kimden karşılandığı ortadadır.

Birinci basamak sağlık hizmetleri aile hekimliği adı altında özelleştirilmiş, sağlık ocakları kapatılmıştır. İkinci basamak sağlık hizmetlerinde katkı payı getirilmiş bu aşamada eczaneler devreye sokulmuştur. Sağlık çalışanları için performans ve döner sermaye uygulamaları getirilerek sağlık hizmeti bireysel rekabete sokulmuş, “tam gün yasası” nedeniyle hekimler özel sektöre devşirilmiştir.

Nihayet hastaneler de sınıflandırılmış ve bu tasnif toplumsal karşılık üzerinden şekillendirilmiştir. Sağlıktaki yeni sistem, sorunların TV program ve reklamları aracılığıyla son derece riskli, sakıncalı ve maliyetli bir bireysel “çözüm” alanına sürülmesine neden olmuştur. Kendini pazarlayan tıp insanları ve her derde deva ilaç şarlatanlığına itilen kitleler başka bir sömürü çarkının içerisine de çekilmiş durumdadır.

Yoksulluk ve işsizliğin, gelir dağılımı uçurumundaki derinleşmenin sonuçları “suç” oranlarına yansımakta, toplumun “akıl sağlığı” bozulmaktadır. Son 9 yılda anti-depresan kullanımı yüzde 160 arttı. TÜİK verilerine göre Türkiye’de her gün 7 kişi intihar etmektedir. Bireysel silahlanmada büyük bir artış var. Bu konuda Türkiye 178 ülke arasında 14. sırada yer almaktadır: “Son resmi verilere göre 2.5 milyon olan ruhsatlı silah sayısının 2012 bitiminde 4.5 milyona dayanmış olabileceğini öngörüyoruz. Ateşli silahlarla işlenen suçlarda yüzde 85 oranında ruhsatsız silah kullanıldığından yola çıkarsak, Türkiye’de yaklaşık 17 milyon ruhsatsız silah var diyebiliriz.” (Nazire Dedeman, Umut Vakfı Kurucu Başkanı, 28.12.12)

Sistemin toplumsal üretim aracı kıldığı şiddetten en çok nasibi alanların başında kadınlardan sonra çocuklar geliyor. Adalet Bakanlığı verilerine göre çocuklara karşı işlenen cinsel taciz, saldırı ve istismar suçları ile ilgili davaların sayısı 2009 yılında 13 bin 812 iken, 2010 yılında 18 bin 334 oldu. 2011’de ise 24 bini aştı.  Polis ve jandarmanın 1988’den günümüze öldürdüğü çocuk sayısı 567’dir. AKP yıllarının bilançosu ise 89’dur. 2012’nin ilk 9 ayında katledilen çocukların sayısı 14’ü bulmuş durumdadır.

1 milyonun üzerinde çocuğun ağır şartlarda çalıştığı ülkemizde, son dört yılda kaybolan çocuk sayısı 27 bin olarak veriliyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nün “mutluluk endeksi” raporuna göre, incelenen 34 ülke içerisinde 11-15 arasındaki çocuklar arasındaki öfke sıralamasında Türkiye birinci durumda. 2011 yılında, hakkında “suç” kapsamında polisiye işlem yapılan çocuk sayısı ise 84 bin 916.

Emperyalist-kapitalist sistemin tahrip ettiği doğa gerçeği, sömürünün en vahşi ve talanın en acımasız biçimde gerçekleştiği bizimki gibi yarı-sömürgelerde doğal olarak çok daha katmerli biçimde yaşanıyor. Faşist devlet yapılanmasına dayalı zorun üst boyutta uygulanmasının avantajı, hem doğanın katledilmesiyle ilgili projelerin devreye sokulması hem de denetimsiz üretim koşulları nedeniyle alabildiğine kullanılmaktadır.

Bunun doğal sonucu olarak, Türkiye biyolojik çeşitliliğin korunmasında 163 ülke arasında 140. sırada gösteriliyor. Yale Üniversitesi, 2012 Dünya Çevre Performansı Endeksi’ne göreyse çevre sağlığı ve doğa konusunda 132 ülke arasında 109. durumda bulunuyor. Bu yüksek performansın korunması hatta daha ileri taşınması konusunda kararlı olduğu anlaşılan Türk egemen sınıfları; toplam karbondioksit salımında yüzde 20 payla üçüncü sırada yer almasına, çevre ve insan sağlığına verdiği zararlar tespit edilmesine rağmen 47 yeni termik santrali devreye sokmaya çalışmaktadır.

120’nin üzerindeki davada iptal ve yürütmeyi durdurma kararları verildiği halde sayıları binlere ulaşan HES’lerle ilgili hazırlık ve girişimler sürdürülüyor. Her ne kadar bundan sonraki süreçte aynı oranda engel çıkmaması için yargıdaki atamalarla önlem alındıysa da, mevcutları ve olası sorunları aşmak için EPDK (Enerji Piyasası Denetleme Kurulu) ve DSİ (Devlet Su İşleri)’ye Bakanlar Kurulu tarafından Ağustos 2012’de “acele kamulaştırma” yetkisi verildi. Konuyla ilgili daha temelli bir düzenleme kapsamında, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından hazırlanan “Su Yasa Tasarı”sında tüm su kaynaklarının 49 yıllığına devredilmesi, özelleştirilmesi ve emperyalist tekellere peşkeş çekilmesi öngörülüyor.

Çevreyi tahrip etme ve katletmenin bir diğer önemli gerekçesi ise “savaşın gerekleri”. Gerilla mücadelesini alansızlaştırma taktiği kapsamında gerçekleştirilen orman yangınlarına, yargı kararlarıyla meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır. 19.07.1987’den bu yana gerçekleştirilen yangınlarla ilgili yapılan suç duyurusu için takipsizlik kararı (07.01.13) veren Tunceli Başsavcılığı, ormanların yakılmasını hem itiraf hem de tasdik etmiş, gerekçe olarak da “terör örgütleriyle mücadelede orantılı güç kullanılmasını” göstermiştir.