İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Ülke Yağma, Talan ve Peşkeşin Ekonomisi

Dünyada beşinci yılını geride bırakan ekonomik krizin Türkiye’yi etkilemediği tartışmaları da “sermayeden” yeme sayesinde bir ölçüde idare edilebilen üç yılın ardından geride kalınca, ağırlık çökmeye ve durum giderek zorlaşmaya başlamıştır. Her ne kadar aksini iddia etme komedisini sürdürenler olsa da, artık kendi verileri de bütün çarpıtmalara rağmen “bozuk” bir tablo sergilemektedir. Yine de durumu daha iyi gösterme gayretleri vardır. Çünkü dünya sistemiyle entegrasyon bu gerçekler üzerinden yürümektedir.

Durumun tartışma dışı görünen konularından birisi olarak, “büyüme” ismi verilen endeks ön plana çıkmaktadır. Zira büyüme denilen olgu, kabaca ekonominin döndürülebilmesine dair dolaysız bir veri sunmakta, kapasite ve birikim hakkında fikir vermektedir. Üretim kapasitesi, yeterlilik derecesi ya da uluslararası ölçekte değer üretme yeteneğiyle ekonominin güvenilirliğine dair gösterge kabul edilmektedir. Kredibilite gücü buna bağlı olarak şekillenmekte, borçlanabilme, yabancı sermayeyi çekme ve yatırım düzeyini asgari ölçüde tutma gibi, mutlak gerekli unsurlar yerinde/dozunda tutulabilmektedir.

2012 yılının ilk 9 ayına ilişkin büyüme oranı yüzde 2.6 olarak açıklandı. Bunun, ihracat kaleminde yapılan ucuz bir sahtekârlıkla şişirilmiş olduğu açığa çıkınca asıl rakamın yüzde 1 civarında olduğu anlaşıldı. Toplam enerjinin yüzde 40’ının ithal edildiği İran’a yapılan altınla ödeme, ekstra bir ihracat işlemi olarak gösterilince bu basit ayak oyunu gerçekleşmiş oluyordu. Böylece sıcak para da azalmadı ve bir taşla iki kuş vurulmuş oldu.

Bu durum, yüzde 7-10 bandında ilerleyen ve daha fazla takati kalmayan bir ekonominin hazin sonunu yansıtmaktadır. AKP hükümetlerinin çok ciddi rakamlara ulaşan özelleştirmeler, halkın sırtına vantuz gibi yapıştırılan ve benzerine az rastlanan orandaki dolaylı vergiler ve sosyal harcamalardaki kısıntılar üzerinden sağladığı birikim büyük bir katkı sunmuştu. Halen sürmekte olsa da krizin yeni dalgalarına karşı barikat olma şansının kalmadığı görülmektedir.

Zaten bu nedenle de ekonominin kumanda mevkiine oturtulanların arasında, açıktan tartışma ve atışmalar patlak vermeye başlamıştır. Ekim 2012’de ekonomiden sorumlu bakanların ikisi (Zafer Çağlayan ile Ali Babacan) “frene basılması”, “frenin balataları sıyırması nedeniyle gaza basılması” sözleriyle kamuoyunun gündemine geldiler. Üstelik bu atışma tali bir noktaya değil, gidişata müdahale bakımından esaslı konulara ilişkindir. Aralarındaki köklü farklılık ise düştükleri durumun nasıl bir savrulma içerdiği ve yönün şaştığına kanıt oluşturmaktadır.

Kendisinden önceki süreçte yalnızca 8 milyar dolar özelleştirme yapılmışken AKP dönemindekiler 48.7 milyar doları buldu. 2012’de bile 10 milyar dolarlık özelleştirme geliri (satış ve devir işlemi tamamlanan tesis ve varlıkların sayısı 118) elde edilmiş bulunuyor. Kaldı ki özelleştirmeler önümüzdeki dönemin de en büyük güvenceleri arasında görülmektedir: “Önümüzdeki yılın bütçe açığını aşağıya çekmek için en önemli güvencemiz özelleştirmelerdir. 2B arazilerinin satışından da 4.8 milyar TL gelir bekliyoruz.” (Mehmet Şimşek, Maliye Bakanı, 15.01.13)

Türkiye’deki vergi sisteminde dolaylı vergiler yüzde 70’lik bir ağırlığa sahip ve bunlar bütünüyle temel giderlerden alınmaktadır. Kaldı ki doğrudan vergilerin de yüzde 65’i yine emekçilere ödetiliyor. Kısacası, halktan alınan vergilerin oranı yüzde 50’lerden yüzde 90’lara çıkmış durumdadır. Sermayenin ödediği vergi oranı gerçekte yüzde 10 bile değil.

Sosyal harcama olarak bilinen kalemlerin tümünde kısıtlamaya gidildi. Ayrıca bu alana özgülenen bütün fonlar da bütçe geliri olarak işlem görür oldu. Örneğin işsizlik ödeneği vermekle görevli olan İşsizlik Sigortası Fonu’ndan şu ana kadar 11 milyar 223 milyon TL’ye el konuldu.

Önceki yıllarda kaydedilen büyümenin reel sektörler üzerinden olmadığına vurgu yaptık. Ancak son yıllardaki düşüş başta sanayi olmak üzere genel olarak bir gerilemeye de işaret ediyor. O nedenle Türkiye ekonomisini çok daha ciddi bir süreç bekliyor. İSO Başkanı Tanıl Küçük, “Rakamlar Türkiye sanayisinin kan kaybettiğini gösteriyor. Sanayimizin GSMH içindeki yeri cari fiyatlarla 1998’de yüzde 23.9 iken 2011’de yüzde 16.2’ye, 2012 üçüncü çeyrekte yüzde 14.4’e geriledi.” şeklinde açıklama yaptı. 2009’da toparlandığından söz edilen imalat sanayinin 2010’da yüzde 14.5 ve 2011’de yüzde 11.2 olarak belirlenen büyüme oranları 2012’de yüzde 2.8’e düştü.

Duruma ilişkin büyümeyle beraber dikkat çekilecek ikinci husus, cari açıktaki tablodur. IMF verilerine göre Türkiye 2011 yılında 77 milyar 89 milyon dolar cari açıkla ABD’nin ardından ikinci sırada yer almaktadır. Bu, büyümenin daha makul göründüğü geçmiş yıllarda da benzer bir görüntüye sahipti. Esasen Türkiye ekonomisinin hiç değişmeyen istatistiklerinden birisini oluşturan, ithalat-ihracat verileri, üretimin niteliği ve ekonominin gerçek (kim için, kime yönelik işlemesi) yapısına dair güçlü bir işaret göndermektedir. Nitekim bir türlü baş edilemeyen bu açık nedeniyle 2012 için yüzde 4 olarak belirlenen büyüme oranı az önce aktardığımız gibi yüzde 1’e dahi ulaşamadı.

Şaka yapar gibi “IMF’den borç alan değil borç veren” konumuna gelmekten söz eden Tayyip’in hükümetleri döneminde hem de TCMB, Hazine Müsteşarlığı ve TÜİK’in kesinleşen rakamlarına göre 2011 sonunda dış borçlar yüzde 136.6, iç borçlar ise yüzde 202 oranında artmış durumdaydı. 2012’nin istatistikleri henüz açıklanmadı ama durumun benzer oranda sürdüğü (dış borç stokunun 340 milyar doları geçtiği ifade ediliyor) şimdiden söylenmektedir.

Burada dikkat çekmemiz gereken bir diğer nokta borçlar içerisinde “kısa vadeli” oranının son 10 yılda yüzde 13’ten yüzde 30.5’e çıkmış olmasıdır. IMF’nin her ülkeyle borç ilişkisi olmadığı gibi, tek borç veren kuruluş konumunda da değildir. Borç alınan kurumun adresi ve borç ilişkisinin şekli değişince, düze çıkma ve “IMF’ye borç veren” konum alma gibi ucuz bir sahtekârlığa başvurulabilmekte, durumun farkında olmayanlar nezdinde kafa karışıklığı yaratılmaktadır.

Dünya ekonomisini incelerken olduğu gibi Türkiye ekonomisine de bu şekilde göz atmaya, ana hatlarıyla da olsa gidişatın fotoğrafını çekmeye ihtiyaç var. Zira bu durum, yani ekonomik tablo, sınıfların hareket tarzını ve politikalarını analiz edebilmede en önemli anahtarı oluşturuyor. Belirleyici bir yerde durma gerçeği burada da kendini gösteriyor ve yönü tayin ediyor. Ekonomi, yaşamın kendisi demek. Dolayısıyla yaşam sinyalleri buradan alınıyor. Ayakta kalmak için atılacak adım ve tasarrufları bu realitenin içerisinden okumak mümkün hale geliyor.

Meselenin egemenlerden çok emekçi sınıfları ilgilendiren boyutu da bu olgular içerisinde gizli. Zira, üretim tek başına sermayenin harcı değil. Aksine esas olarak emekçilerin gerçekleştirdiği bir iş. Dolayısıyla buna ilişkin gidişat, egemenlerden çok ezilenleri ilgilendiriyor. Ancak sorun bu tabloyu saptamak ve hatta anlamakla da bitmiyor, bunun sınıf mücadelesindeki karşılıkları üzerinden yapılacak belirlemeler sayesinde, mücadele hattına doğru politikalarla müdahale şansı yaratılmış oluyor.

Ekonominin genel olarak döndürülmesinden öte, bir de gündemin ihtiyaçlarının kendini dayattığı anlar var ve kimi adımlar buna göre atılıyor. Yani ekonominin sıradan akışında çıkıntı yapan durumlar yaşanabiliyor. Durumun politikayla ilişkisi böyle bir doğrudanlığa sahip. Örnek verecek olursak;  2012 Ocak-Haziran döneminde “güvenlik ve savunmaya yönelik mal, malzeme ve hizmet alımları”nın tutarı 732.7 milyon TL iken Temmuz-Ağustos aylarının toplamı 846 milyon TL oldu. Bunu karşılamak için, benzinden, elektrik ve doğalgaza her şeye yüzde 18’lere varan zamlar yapıldı. Bu süreçteki ani yoğunlaşmanın hangi çatışma/savaş dönemine denk düştüğü hatırlardadır…

Ekonomide dolayısıyla da politik alanda, egemen sınıfların yol haritasının bir ölçüde okunabileceği bir diğer veri tablosu için yeni hazırlanan bütçelere göz atmak yararlıdır. Egemen sınıfların bütçeleri kabaca klasik tercih ve önceliklerini yansıtmaktadır. Gelir esas olarak emekçilerden temin edilmekte gider ise hem emperyalist sermaye hem de yerli uşaklarına aktarılanlardan oluşmaktadır.

Uzun bir dönemdir Türk devletinin bütçesi tipik bir savaşa endekslenmenin ürünüdür. Eğitim, sağlık vd. sosyal kalemlerde sürekli kısıtlamaya gidilmekte, sermayeye transferin yani soygunun bir diğer adı olan vergilerin payı büyütülmektedir. Nitekim 2013 bütçesinde dolaylı vergi gelirlerinde yüzde 15 artış öngörülmüş bulunuyor. 317.9 milyar TL’lik vergi gelirlerinin 218.1 milyar TL’sini dolaylı vergiler oluşturmaktadır.

Bütün kalemler içerisinde maliyeden sonra ikinci büyüklüğü oluşturan savaş ve güvenliğe ayrılan doğrudan payın yüzde 13’ü aşması durumu açıklamaktadır.  Ancak bu paya devasa bir parasal hacme sahip (bütçe dışı tutulan) ve birçok önemli tüketim kaleminden beslenen Savunma Sanayini Destekleme Fonu dâhil değil.

Genel devlet harcamalarının milli gelire oranı yüzde 36 dolaylarındadır ve 250-300 milyar dolarlık bu miktar hem yağmanın boyutunu hem de mekanizmayı güçlendirmeye ne kadar ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Ekleyelim ki bütçe yine zamlar üzerine oturmak; gelir cetveli, soygunun en yalın hesaplarından birisi olarak, iğneden ipliğe her şeye yapılacak olan yüksek orandaki zamlarla doldurulmak durumundadır. Zaten bırakalım 2012’deki zam oranı yüzde 50’lere varan doğalgaz vb. temel kalemleri, tüm maddeler için ÖTV’de yüzde 17, KDV’de ise yüzde 18 oranında artış öngörülmektedir.

Bütçe bütün kalem oynatmalara karşın öyle açıklar veriyor ki kendi kontrollerindeki organların kâğıt üzerindeki denetimlerinden bile muaf tutulmaya çalışılıyor. Esas olarak bu konuya özgülenen Sayıştay’ın devre dışı bırakılmasına duyulan ihtiyaç, iflasa eşdeğer bir gerçekliği ortaya seriyor. 6085 sayılı Sayıştay kanununda yapılan değişim 29 Haziran 2012 tarihinde budandığı halde, 2012 bütçesinin denetimden kaçırılması yoluna gidilerek 2013 bütçesini görüşmeye açan AKP’nin nasıl bir açmazda olduğu açığa çıkmış durumdadır.

Türkiye ekonomisine ayna tutan bir diğer önemli gösterge, bankacılık sektörünün durumudur. Sermayenin hareketini gözlemlemek için finans piyasasının durumuna bakmak da yeterli bir fikir vermektedir. Bankacılık sektörünün merkezinde yer aldığı 2001 krizinden sonra tedbirlerin önemli bir kısmı da bu sektörü sağlama almaya yönelikti. Nitekim bu alanda sağlanan “huzur” hem önemli bir propaganda vesilesi kılındı hem de ekonominin döndürülmesinde bu durumdan hatırı sayılır oranda yararlanılmış oldu.

Ancak burada da gerçeklerin üstü örtülmekte ve ucuz bir yalan dolaşımda tutulmaktadır. İlk önce vurgulamamız gereken husus Türkiye’deki bankacılık sisteminin “yerli” karakteri görüntüde bile yitirmiş olduğu gerçeğidir. Ayakları üzerinde durur hale gelmesi ve ekonomiye kan pompalayan bir işlev görmesinin esas sebebi de budur. Sektörün bataklıktan çıkması yabancı sermayenin devreye sokulması sayesinde olmuştur. Bunun için son derece cazip bir sistem kurulmuş, mevzuat ona göre düzenlenmiştir. Kredi derecelendirme kuruluşu Fitch’in saptamasına göre,“bankacılık konsantrasyonu yüksek Türkiye’de en büyük yedi banka, mevduatın yüzde 80’ini kontrol etmektedir.”

Bankaların toplam aktifleri içerisinde öz kaynakların oranı yüzde 13’e düşmüştür. Diğer ifadeyle yüzde 87’sini yabancı kaynaklar oluşturmaktadır. Şu anda faaliyet yürüten 48 banka vardır ve bunların 23’ü tamamıyla yabancı sermayenin elindedir. Geride kalanların 12’sinde de yabancı sermaye payı ağırlık taşımaktadır. Yüzde 87’lik yabancı sermaye payı da yeterli olmamıştır. Türkiye’deki bankacılık öylesine karlı görünmektedir ki, Fitch, 2013’de yabancı bankaların Türkiyeli bankaları satın alma girişimlerinin yüksek olduğunu bildirmektedir. (15.01.13)

2012 yılında bankaların net karı 23 milyar 649 milyon TL’ye ulaşmıştır. Bu, 19 milyar 844 milyon TL karın gerçekleştiği 2011’e göre yüzde 19.2’lik bir artış anlamına gelmektedir. Krize önlem olarak ABD ve AB devletleri tarafından bankalara verilen büyük miktarlı krediler, Türkiye’deki sektöre de hâkim olan bankaları ayakta tutmaktadır. Yoksa, imtiyazlı olduğu halde ülkedeki sektörün kendi dinamiklerinden yeterince beslenmesi mümkün değildir.

Bankaların durumu üzerinden ekonomiye dair çarpıcı ve gerçekçi okuma yapma şansımız vardır. Zira sermayenin yönlendirmesi ve buna hizmet eden biçimde teknolojinin devreye girmesiyle para hareketini büyük oranda bankalardaki duruma bakarak tespit etme imkânı olağanüstü artmıştır. Bankalararası Kart Merkezi Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre (23.11.12) dolaşımda 144 milyon kart bulunmaktadır. Bunların sayısı 2008 yılında 104 milyon idi.  2008’de 330 bin sorunlu ödemesi olan kart varken bugün sayı 850 bine çıkmıştır. Yani kartlardaki artış yüzde 40 dolaylarındayken, sorunlu olanlarındaki artış oranı yüzde 165’dir

Türkiye Bankalar Birliği’nin 2012 Eylül verilerine göre tüketici kredisi borçlu sayısı 13 milyon kişiye ulaşmıştır. Buna elbette 25 milyon kişilik kredi kartlılardan, borçlu olanlar dâhil değildir.  Ekim 2012 sonu itibarıyla batık kredi tutarı 24.2 milyar TL’dir ve bunların yüzde 36’sı tüketici batağı olarak ifade edilmektedir. Tüketicilerin 2011 sonunda 162 milyar 11 milyon TL olan bankalara tüketici kredisi borcu, 2012 sonunda 23 milyar artarak 185 milyar 905 milyon TL’ye çıktı.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK)’nun Ağustos 2012 verilerine göre bankalardaki toplam hesap sayısı 52 milyon 643 bin 612’dir. Bu hesaplardaki toplam mevduat, önceki yıla göre 44.7 milyar artışla 725 milyar 193 milyon TL’ye ulaşmıştır. Bunun yüzde 47.2’si 1 milyon TL üzerindeki 52 bin hesaba aittir. 51.5 milyon adetlik 10 bin TL’ye kadar olan toplam 34 milyar 114 milyon TL’lik hesaplar ise mevduatın ancak yüzde 4.7’sine karşılık geliyor. Milyoner hesaplarının sayısı 2011 yılının aynı dönemine göre yüzde 15.3 artış gösterdi. Bu milyonerlerin mevduat toplamındaki artış miktarı ise yüzde 7.2’dir.

Bankaların hem sermaye yapısı, hem tüketicilerle kurduğu ilişki hem de mevduat hesaplarına ilişkin veriler, gerek sömürü mekanizmasındaki rollerini gerekse de sermayeye nasıl hizmet ettiklerini göstermektedir. Bütünüyle teslim alınan halkın bu bağımlılık zincirinden çıkış şansı bırakılmamış, bu sektör yoluyla katmerli bir sömürü sistemi doludizgin işletilir olmuştur. Gelir dağılımı tablosu başka hiçbir veriye ihtiyaç duymayacak biçimde hesap tipleri ve mevduat miktarlarının tasnifinden anlaşılabilmektedir.

Bankaların kapı komşusu borsada da durum farklı değildir. Kapı komşusu derken elbette ki sermayenin bloklarını kast ediyoruz. Borsaya halkın ilgisi bütün yönlendirme çabalarına karşın mevcut ekonomik tabloda bankalara göre daha sınırlı. Buna karşın egemen sınıfların kendi kademelenmesine de vurgu bakımından dikkat çekici bir oran borsadan da yansıyor. SPK verilerine göre 1 milyonu aşan yatırımcının yüzde birini oluşturan, 3 bini yerli 7 bini yabancı yaklaşık on bin “yatırımcı”, 140 milyar TL ile toplam portföyün yüzde 90’ına sahip durumda.

Gelir dağılımına ilişkin diğer kayıtlara da yer vererek tabloyu tamamlayalım. TÜİK’in Eylül 2012 verilerine göre, 2011’de en zengin yüzde 10 ile en yoksul yüzde 10 arasında hane halkı geliri (33 bin 685 TL ile 2.337 TL) bakımından 14.4 kat fark bulunmaktadır. Bu fark, bir önceki yıl, 2010’da 13.9 kat idi. Yine bu resmi kurumun verilerine göre, en zengin yüzde 20’lik grubun payı yüzde 46.7 iken en düşük yüzde 20’lik kesimin payı ise yüzde 5.8 olarak tespit edilmektedir.

DB verilerine göre ise Türkiye’deki nüfusun yüzde 18.1’i yoksulluk sınırının altında bulunuyor. Bunu tamamlayıcı bir kayıt olarak; mahkeme kararıyla başlatılan icra takibi sayısı, AKP’nin iktidara geldiği 2002’de 611 bin 335 olarak hesaplanırken 10 yılda ikiye katlanarak 1 milyon 275 bin 810’a çıktı. Mahkeme kararı olmaksızın başlatılan icra takibi sayısı ise 8 milyondan 17 milyona yükseldi. Singapurlu araştırma şirketi Wealth-X’in 23.09.12’de yayınladığı raporda serveti 30 milyon doların üzerindeki 187 bin 380 kişinin 830’unun Türkiye’den olduğu açıklandı.

Ekonomideki genel manasıyla gerileme ve kötüleşme, sermayenin bütün sorunlarına karşın büyümediği anlamına gelmiyor. Bu durum kendi içinde farklılık yaratsa da esasta değişmemektedir. Zira hükümete yakın olmak, değişik emperyalist tekellerin uzantısı olmak gibi faktörlere karşın, yani rekabet faktörüne rağmen, nihayetinde bir “birlik”, “ortaklaşma” halinden söz etmek gerekir. Zira aynı sürecin parçası olarak egemen sınıfların ortak çıkarlarına hizmet söz konusudur. Durumun emperyalist tekeller arasındaki ilişkiye göre değişiklik arz etmesinin nedeni de devletin oluşturduğu çerçevedir.

Bundan ötürüdür ki sermayenin el değiştirmesinden anlaşılması gereken, bu gruplar arasında ilerleme ve gerilemeden daha ötesi değildir. Buna hem asıl yönetim odakları konumundaki emperyalist tekeller izin vermemekte hem de rejimin yüksek çıkarları engel oluşturmaktadır. Her ne kadar TÜSİAD, TUSKON, MÜSİAD vd. örgütler etrafında gruplaşmalar ve bunların kendi çapında oluşturduğu özel çıkar ağları yaratılabilmişse de tıpkı egemen sınıf kliklerinin aralarındaki ilişkiler gibi aynı zeminde bağlaşıklık yaratmak kaçınılmaz olmaktadır. Buradaki esas, hepsinin birlikte kazanması yani geminin yüzdürülmesidir.

Borsanın yüzde 55 yükseliş gösterdiği 25 Mayıs 2012’den bu yana sermaye şirketlerinin değeri 189 milyar TL artışla 411 milyar TL’den 600 milyar TL’ye yükselmiştir. Bu artışın 135 milyar TL’si büyük holdinglerin kasasına gitmiştir. Koç grubu AKP döneminde konsolide satışlarını yüzde 372 artırarak 11 milyar dolardan 52 milyar dolara, işletme karını da yüzde 470 artışla 600 milyon dolardan 3.4 milyar dolara çıkarmıştır. Koç bu dönemde Tüpraş’ı ve Yapı Krediyi almış ve enerji piyasasının yüzde 63’ü, otomotiv’in yüzde 14’ü, beyaz eşyanın yüzde 11’i ve finansın yüzde 8’ini elinde bulundurur duruma gelmiştir.

Durum yalnız Koç için değil, Sabancı, Eczacıbaşı, Boyner, Dinçkök, Yaşar, Doğuş, Tekfen, AEH, Borusan gibi önde gelen diğerleri için de benzer bir şekil arz etmektedir. Dahası, birbirine “düşman” gibi gösterilen sermaye grupları arasında, büyük vurgunlarda görülen ve hiç şüphesiz devletin “hakemliğinde” gerçekleşen işbirlikleridir.

Daha çok kısa bir zaman önce Koç ile Ülker’in bir Malezya firmasıyla oluşturdukları konsorsiyuma, 5.7 milyar dolara, köprü-otoyol özelleştirme ihalesi kazandırılmıştır. Yıllık yarım milyar dolar geliri olan köprü ve otoyolların 25 yıllığına işletilmesi söz konusudur. Olası zamlarla birlikte değerlendirildiğinde, en çok 5-6 yılda kendini amorti edecek bu büyük peşkeş projesinin, yaklaşık 20 yıl nasıl bir vurgun sağlayacağı ortadadır. Bu satıştan iki gün önce Rahmi Koç’un TV’de Tayyip’e övgüler düzmesi hiç de rastlantı değildi…