İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Devrimci “Mahalle” de Tasfiyecilik, Silahlı Reformizm ve Şovenizm

Bazı siyasi yapıların belli toplantılar vesilesiyle de olsa ellerine cetvel alıp siyasi örgütleri ölçme, hizalama ve not verme işlemine kalkışması çiğ bir davranıştır ve kendini iyi hissetmek için yapılan terapisel bir tasarruftan başka bir anlama da gelmemektedir. Hiç göstermediğimiz bu davranıştan yine uzak durup, ülkedeki ana sorunlar bağlamında ortaya çıkan sakat anlayış ve yönelimleri tartışma ve değerlendirme üzerinden çeşitli kısımlarda yaptığımız eleştirilere burada da belli oranda yer vermekle yetineceğiz.

Ülkemizdeki sınıf mücadelesi işçi ve emekçiler cephesi başta olmak üzere yaşamın her alanında kendini hissettirir biçimde sürmektedir. Genel olarak var olan önderlik sorunu, düzen partilerinin blokajı da önde gelmek üzere, işçi sınıfı ideolojisine yabancı akımların etkinliği yüzünden ağırlığını korumakta ve bu nedenle sistemi tehdit eden ve zorlayan bir mücadele dalgasının ortaya çıkması önünde en büyük engeli oluşturmaktadır. Bununla dolaysız bir bağ içerisindeki örgütlenme sorunu ise öfke ve tepkinin cisimleşmesini engelleyen bir olgu halinde kendini var ederek, çıkmazı derinleştiren rol oynamaktadır.

Durumu tersine çevirecek daha büyük dalgalara, kendiliğinden gelme hareketlerin yükseliş göstermesine ihtiyaç bulunduğu kadar, bu süreci ateşleyecek öncünün de sahneye ağırlık koyacak atılımlarda bulunmasına, bu yönde ön açacak, buzları kıracak politikalarla ileriye doğru sıçrama yapmasına da şiddetli bir gereksinim duyulmaktadır.

Bu ihtiyacın karşılanmasına yönelik atak, yine nesnel duruma yaslanmak ve oradan beslenerek gerçeklik ve fonksiyon kazanmak durumundadır. Gidilecek ve yönelinecek alan ve kesimler bellidir. Sorun bu bağın hangi politika, araç ve yöntemlerle kurulacağı noktasındadır. Bunun için doğru çözümlerde bulunmak, doğru bir öncelik sonralık ilişkisi kurmak ve doğru ittifak politikaları izlenmesi gerekir. Pratikle yoğrulacak bu yön bulma ve yön verme sürecinin, bulunduğumuz zeminde karşılık bulmaması için hiçbir neden yoktur. Tarih bunu başarabilenlerin izlerini/damgasını taşır biçimde yazılmakta, ilerleme bu şekilde gerçekleşmektedir.

Komünistleri Kürt sorunu ile ilgili özel bir politika belirlemeye iten esas neden budur. Ağırlığını giderek artıran karakteriyle, bu sorun ekseninde büyüyen çelişkiler yumağı, diğer alanları da etkisi altına alan bir derinlik yaratmış ve sistemi tehdit eden bir “öncelik” statüsüne taşınmıştır. Bu, rejime hükmeden egemenlerin bütün programlarına açıkça akseden, bütün pratikleriyle dolaylı ya da dolaysız biçimde kesişen boyutlarıyla böyledir. Büyüyen gövdesi ve sivrileşen ucuyla gerek nüfuz ederek gerekse de kuşatarak bütün çelişki alanlarını etkisi altına almış bulunmaktadır.

Faşist diktatörlüğün, savaş ikliminden beslenme yoluyla meşruiyet yaratma çabalarından, sınıf mücadelesine müdahale pratiklerindeki yöntem ve taktiklerine kadar sinen bir “düşman” olgusu üzerinden saflaştırılmaya çalışılan toplumsal kaynama kazanına esas rengini veren de Kürt sorunu olmaktadır. Bir belirleyen değil ama şiddetli ve sarsıcı biçimde etkileyen bir sorundan söz ediyoruz. Taktik sürece hizmet eden dönemsel politikanın, toplumda bulunan çelişkilerin seyrine bağlı olarak şekillenmesi gerektiğindendir ki Kürt sorununu önde tutan bir yaklaşım geliştirmek gerekli hale gelmiştir.

Bu durum, tıpkı başka politik süreçlerde olduğu gibi, geniş yığınların kendi özgül ağırlıkları bağlamında yaşanan çelişki ve çatışmaların ihmal edilmesini, bu yönde faaliyet yürütülmesini yadsıyan bir sonuç yaratmaz, yaratmamalıdır. Birbirinin karşısına koymanın asla gerekmediği koşullarda, birbirinden kopuk ele almak da bir o kadar yanlıştır. Bu kopukluğa izin verilmediği durumda da çelişkilerin toplamı olarak görüntü veren tablodaki kesişme, toplanma ve odaklanma noktalarını doğru tespit etmek gerekir.

Bugün, fabrikalardan emekçi semtlerine, amfilerden tarlalara, dağlardan sokaklara, çevre direnişlerinden hapishanelere, hak ve özgürlük mücadelesinin çok çeşitli cephelerindeki çatışmalara kadar yaşamın her alanındaki kavganın içine fokuslandığımızda; safların bir yanındaki düşman aynıdır ve o düşmanın iktidarını koruma ve yaşatma savaşında, ana gündemini hangi konu/sorun oluşturmaktadır?

Bugün bir dizi akım örneğin Suriye’ye ilişkin, patriotların konuşlandırılması vb. konularda çeşitli protesto gösterileri düzenlemektedir. Türk devletinin Suriye ile ilgili politikasının merkezinde hangi sorun bulunmaktadır? Kentsel dönüşüm saldırısının hedefi olan semtlerde, İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerin gecekondularında ağırlıklı olarak kimler oturmaktadır? İşçi ve emekçi kitlelere yönelen saldırının ekonomik nedenleri içerisinde, yani yükün katlanamaz boyutlar almasında hangi sorun büyük bir yer kaplamaktadır?

Sınıfa yönelik saldırılarda “bölücü” faktör olarak hangi sorun işlevli kılınmaya çalışılmaktadır? Ezilenlerin çocukları hangi savaşta ölmekte, hangi nedenle yaralanma, sakat kalma ve hastalanma riski altına sokulmaktadır? Aydınlardan, sanatçılara, gazetecilerden, avukatlara, öğrenci gençlikten kadın mücadelesine, bu kesimleri mücadele içine çeken ama aynı zamanda hedef haline getiren baskın sorun hangisidir?

Faşist diktatörlüğün bütün kurumları yıllardır bütün işi gücü bırakmışçasına hangi konuya odaklanmış, hangi gündemle meşgul olmaktadır? Egemen sınıf partileri, faşizme sahip çıkma, azgınlık ve saldırganlık, imha ve inkârda hangi konuda birbiriyle hummalı bir yarış içerisindedir?  Bu sorular sayfalar dolusu çoğaltılabilir ama yanıt değişmeyecektir. Bunlar olgular, günümüzün gerçekleridir. Kimsenin bu gerçeklere yüzünü dönerek, kendi kurguladığı bir senaryo etrafında hareket etme şansı yoktur. Böyle bir şansı olduğunu sananlar, kaçınılmaz biçimde kendilerini sorunun içinde bulmakta, doğru bir yaklaşımla yola çıkmadıkları için de karşı saflara dahi sürüklenebilmektedir.

Kafayı hareketin önderliğiyle, onun sınıfsal karakteri ve çizgisiyle bozanlar samimi değildir. Aksi takdirde gerek ülkede gerekse de dünyada kimsenin “tamamdır”, “doğrudur” dediği önderlikler bulunmadığı halde desteklediği, hatta desteklemek ne kelime hayranlığını ifade ettiği, allayıp pullayıp methiyeler düzdüğü sayısız oluşum ve hareket vardır ama sıra kendi topraklarına geldiğinde, hem de kendisiyle somutta aynı düşmanla mücadele içerisinde olan bir örgüt ve hareket bulunduğunda, işler tersine dönmektedir. Öyle ki bu hareket sahiplerinin bazıları, Çavuşesku, Kaddafi, Saddam, Miloşeviç ve Esad gibi tarihin en kanlı diktatörlerini bile aziz mertebesine çıkarmış, halk kasaplarından halk kahramanları yaratmıştır.

Bu tutarsızlıkta garip bir hal yok mudur? Bir devrimci ya da ilerici örgüt, kendisinin de düşman bellediği devlete tarihinin en ağır darbelerini indiren, tabir yerindeyse kök söktüren, ulusal temelde ama içerisinde devrimci ve demokrat nüveler barındıran ve milyonlarla ifade edilen bir kitle tabanı yaratmış bir harekete neden soğuk kalmaktadır? Kıskançlıktan söz etmeyeceksek eğer işin içinde daha tehlikeli bir durum vardır ve ne yazık ki asıl gerçeklik de buradadır.

Bu gerçeklik defalarca vurguladığımız gibi “milliyetçiliğe” karşı çıkma adına “milliyetçilik” nedenlidir. Şovenizm, egemen ulusların ana zehri olarak damarlara en büyük dozda zerk edilendir. Resmi ideoloji ekseninde, yaşamın her alanında beşikten mezara sistemli olarak maruz kalınan bu zehrin defedilebilmesi için ciddi bir hesaplaşma ve arınmadan geçmek gerekir. İdeoloji bunun için vardır. Marks, “başka bir ulusu ezen ulus hiçbir zaman özgür olamaz” derken, kulağa hoş gelsin diye konuşmuyordu. Daha önce de yer verdiğimiz bir alıntıda Lenin yoldaş Marks’ın bu yaklaşımını şöyle aktarıyor:

“Başlangıçta Marks, ezilen ulusun ulusal hareketini değil, ezen ulus içindeki işçi hareketinin İrlanda’yı kurtaracağına inanıyordu. Marks ulusal hareketleri mutlaklaştırmıyor, çünkü ancak işçi sınıfının zaferinin, tüm milliyetlerin tam kurtuluşunu sağlayabileceğini biliyor. Ezilen ulusların burjuva kurtuluş hareketleriyle ezen ulus içindeki proleter kurtuluş hareketleri arasındaki tüm olası karşılıklı ilişkileri önceden hesaplamak (bugünün Rusya’sında ulusal sorunu bu kadar zorlaştıran sorun tam da budur) olanaksız bir şeydir.

Fakat olaylar öyle gelişti ki, İngiliz işçi sınıfı, oldukça uzun bir süre liberallerin etkisi altına girip onun uzantısı haline geldi ve liberal bir işçi politikasıyla bizzat kendi boynunu vurdu. İrlanda’da burjuva kurtuluş hareketi güçlendi ve devrimci biçimler aldı. Marks kendi anlayışını gözden geçirir ve düzeltir. ‘Başka bir halkı boyunduruk altına alması bir halk için nasıl bir talihsizliktir.’ İngiltere işçi sınıfı, İrlanda İngiliz baskısından kurtulmadıkça kurtulamayacaktır! İngiltere’deki gericilik İrlanda’nın köleleştirilmesiyle güçlenip besleniyor (Rusya’daki gericiliğin bir dizi ulusun köleleştirilmesiyle beslendiği gibi) (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, İnter yay. s. 250)

Ulusal kurtuluş mücadelesini milliyetçilikle damgalayanlar bunun karşısına kendi milliyetçiliklerini, ama daha önemlisi “mazereti” olan, “anlaşılır” bulunan milliyetçiliği değil, temelinde ırkçılık yatan, temelinde vıcık vıcık şovenizm yatan bir milliyetçiliği koyuyorlar. “Vatanseverlik” elbisesi bu yüzden giyiliyor, ABD için gözden düştü, eskiyip çöpe atıldı diye ABD karşıtı bir pozisyonda görünen faşist diktatörlüğün önceki dönem artıkları ve onlara destek verenlerle bu yüzden kol kola giriliyor. Bu yüzden de kimileri bakımından AKP ile yarışın “terör örgütüyle” savaşta kim tutarlı kim tavizkar ekseninde yapılması da şaşırtıcı olmuyor.

Reformizme kafayı takanlar, Kürt sorunundan kadın mücadelesine bir dizi alanda ahkâm kesenlerin genel olarak Kürt sorununda da arızalı bir zeminde bulunmaları, rastlantı değildir. Silahlı mücadeleden dem vuranlar, silahlı ekonomizmin en pespaye örneklerini sergiliyor, hedefsiz, amaçsız eylemlerle kuyruklarını dik tutmaya “suni dengeyi” kırarak kitleleri hareketlendirmeye çalışıyorlar. Bunu da silahlı mücadele vermek, tavizsiz direniş sürdürmek olarak sunmaya çalışıyor, komik hallere düşüyorlar.

Tasfiyecilikten bahsedenler, ne parti ne de başka bir oluşum, esasında şekilsiz, ilkesiz bir mücadele yürütüyorlar. Bir zamanlar Dev-Yol’u suçladıkları “dergi üzerinden” örgütlenmekte, onu “merkezi yayın organı” gibi kullanmakta beis görmüyor, ama bunun tasfiyeciliğin ağababası olduğunu da bir güzel gizlemeye kalkıyorlar. Tasfiyeciliğin en berbatı, aksini yapar gibi görünmektir. Tasfiyeciliğin en tehlikelisi, başta kendi taraftarları olmak üzere kitlelere, nasıl hareket eder nasıl mücadele ederlerse hüsranla karşılaşacaklarını yani yanıltıldıklarını hissettirmektir. Tasfiyecilik budur!

Tasfiyecilik esas mücadele araçları ve biçimlerinin yerine başkalarını, tali olanları geçirmek ama bunu gizlemek için de türlü atraksiyonlar yapmaktır. Silahlı ekonomizm ve sol maceracılığın buluştuğu bu zemindeki siyasetin, mücadeleyi tali alanlar ve araçlar üzerinden yürüterek çığ gibi büyüme çığlıkları atarken yaptığı, düpedüz legalcilik ve tasfiyeciliktir. Bunu örtmenin yöntemi de kuru ve içi boş ajitasyona aracı kılınan, hedefsiz (büyük ve ulvi hedefli gibi gösterilen) eylemler olmaktadır.

Bu akımların Kürt Ulusal Hareketi’ne “milliyetçi” diye saldırması, kadın mücadelesini feminizmle damgalaması, aşağılaması ve hakaretler yağdırmasında şaşılacak bir durum yoktur. Yukarıdan tutumla, erkek egemen bakış açısı ve hâkim ulus mevkinden seslenmekle kendini ele verenlerin perdeleme araçları da bıktırıcı bir hal almıştır. Kadın, kendisini devrimci saflarda ifade ettiğinde kurtulmakta, kadına şiddet münferit vakaların abartısı olarak tanımlanmakta, Kürt sorunu da esas olarak ABD projesi olarak görülmekte ve çözümü çarpık biçimde “kavradıkları” UKKTH’na havale edilmektedir.

Sorunlara karşı olmanın, sorunlara yabancılaşmanın, daha önemlisi sorunların karşı tarafında konumlanmanın doğal karşılığı budur. Kadınlar onlara rağmen vardır ve bugün “maalesef” ciddi bir mücadele dinamiği yaratmışlardır. Kürtler, olmasa daha iyi olacak Kürtler, devrimci mücadelenin önüne “bölücü” olarak dikilmişler ve “maalesef” çok ciddi bir güç haline gelmişlerdir. Bu yaklaşımların egemen sınıfların bakış açısından öz olarak farklılık arz etmediğini söylemek gerekiyor.

Hapishaneleri esas mücadele alanı ve sanatsal faaliyeti esas mücadele biçimi olarak seçen bir anlayışın diline doladığı “vatanseverlik türküsü” ve “Anadolu” edebiyatı, şovenizmin “incelikli” (yer yer de kaba) biçimde üretilmesidir ve bu politika sabah akşam, devrimci, yurtsever ve komünist örgütlere yağdırılan küfürlerle, hakaret ve aşağılamalarla süslenmektedir.

Devrimci örgütlerin aldığı darbelerden, uğradığı yenilgilerden keyif alma hali açıklanamaz boyuttadır ve vahimdir. Dost güçleri aşağılamak, onların zaaflı hallerinden yararlanmaya çalışmak, her vesileyle saldırganlık her durumda bozgunculuk üretmek sağlıklı bir ruh halini tarif etmemektedir. “Direnmeyen çürür” türküsü, direniyormuş gibi yapanların dilinde gerçekten son derece iğreti durmaktadır.

Polisle “mücadele” etmeyi “savaş” olarak gösterme kurnazlığı yetmiyormuş gibi TSK’ya kök söktürenlere burun kıvırma ukalalığı, 40 yıllık geleneğin mensuplarına bazı olumsuz örnekler üzerinden damga vurma hadsizliği, ilerici, devrimci güçlerin herhangi bir olumsuzluğu ya da yanlışlığını kollama ve bulur bulmaz ya da kendi türetir türetmez saldırma hali, devrimci sorumluluğa, devrimci ahlaka ve devrimci duruşa tamamen yabancıdır.

Defalarca açıklama getirip mahkûm ettiğimiz “megafon” olayını mal bulmuş mağribi gibi her başları sıkıştıkça ısıtıp ısıtıp kullanmaya çalışanların aczi hüzün vericidir. Halk Gerçeği (Sayı 20, 01.07.12) isimli dergideki iftira ve çarpıtmalarını etraflı ve etkili bir yazıyla yanıtlayan, samimiyetsiz ve karalamacı tutumlarını açığa seren TKP/ML dava tutsaklarına cevap adı altında ağız dolusu hakaret edenler, yanıt vermekte çaresiz kalınca aynı türküyü çığırmışlardır: “TKP/ML Tutsakları’nın bu yazısını okuduktan sonra da diyoruz ki, öncelikle o megafonu bırakıp konuşun. O megafonla konuşmaya devam ettikçe, söylediklerinizin devrimci bir anlamı olmaz. Bırakın o megafonu elinizden, göreceksiniz ki sağcılıktan, pasifizmden başka bir kaybınız olmayacak.” (Yürüyüş, sayı 350, 03.02.13)

Halk içi çelişkilerin çözülmesinde şiddeti başlıca araç olarak belleyenler “diyalog ve çözüm” platformları kurmaya çalıştığında, bunu kötü bir şaka olarak karşılamıştık. Aynı durum, zerre kadar bir kazanım olmadığı halde, herkesi kandırmaya çalışma pahasına, 2000 ÖO eylemlerini sonlandırdıkları esnada “zafer” şarkıları söylediklerinde de yaşanmıştı. Bu yapının Türkiye devrimine kazandırdığı “şakacı” yaklaşım devam etmektedir.

Şimdi de bilinen bazı eylemler/pratikler üzerinden silahlı mücadele ve direnişi sürdüren yegâne örgüt olduklarını, bütün solun sivil toplumcu olduğunu, bağımsızlık kavramını yitirdiğini vs. vs. kısacası çürüdükçe çürüdüğünü, Türkiye halklarının kendilerine emanet edildiğini, Anadolu ihtilalinin öncüsü olduklarını, iktidarın tek alternatifinin kendileri olduğunu söyleyerek, sanıyoruz yine şaka yapıyorlar.

Ama bunlara Türkiye’yle ilgili ahkâm kesmek yetmemiş olacak ki ülke bentlerini de çiğneyip aşıyorlar:

“Ülkemizde ve dünyada Amerika’yı doğrudan hedef alacak başka bir örgüt de yoktur.”, “M-L çizgide silahlı mücadele veren bizim dışımızda dünyadaki tüm örgütler emperyalistler ve işbirlikçileri ile uzlaşma içinde. İdeolojik olarak büyük bir erozyona uğramış durumda. Bu yanıyla ısrarla anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim diyen biz varız. DEVRİM DE, SİLAHLA YAPILIR, SİLAHLA KORUNUR. Bunu kanıtlayan başka örnek yok.” (Yürüyüş sayı 351, 10.02.13)

Üst perdeden savurunca her şey gerçek oluyor, dünya bile dar geliyor, büyük harfle yazınca da silahlı mücadele büyüyor. Ama bakın daha önemlisi, bu anlayışın güç merkezi ve politik konumlanışını nasıl ifade ettiğidir. Nasıl ABD karşıtlığı “gözü kara” bir keskinlikle dillendirilince diğer emperyalist merkezler “istemeden” şirinleştiriliyorsa, yalnızca AKP karşıtlığı da CHP ve MHP’yi sıcak bir iklime taşıyor.

Bu yaklaşım bize şovenizmin ağababası İP’den TKP’ye çok tanıdık geliyor: “75 milyon halkımızın yarısı AKP’nin her alandaki pervasızlığına büyük bir öfke duymaktadır. Bu yanıyla güçlü olan biziz.” (Yürüyüş sayı 349, 27 Ocak 2013) “Biz” kim, AKP’ye oy vermeyenler mi? Yüzde 50’nin “her alandaki pervasızlığa” tepki duyuyor olması ne güzel, ama sanırız “her alan”a “Kürt sorunu” gibi milliyetçi sapmalar girmiyor. Daha fazla irdeledikçe iş nazik yerlere gidiyor. Bütün bunlara “şaka” diyoruz zira ciddiye alınması halinde başka şeyler söylemek, başka teşhislerde bulunmak gerekiyor ki biz bunu tercih etmiyoruz…

Ulusal sorunla ilgili son gelişmeler üzerinden yürütülen tartışmalarda da çokça yer verilen “tasfiyecilik” konusunda daha önce yapmış olduğumuz değerlendirmelere ek olarak bazı noktalar yeniden açıklık getirmek istiyoruz. Bunun başlıca nedeni, konunun yanlış tanımlanışı, yanlış kavranışı ve bundan ötürü de tasfiyecilikle mücadelenin yanlış bir zeminde ele alınmasıdır.

Marksist literatürde tasfiyecilik, devrimci saflarda ortaya çıkan, devrime yönelik esas mücadele ve örgütlenme biçimlerinden sapmayı ifade eden, reformizm temelli bir yaklaşım ve çizgiyi tarif etmek için kullanılmaktadır. Komünist partisini işlevsizleştiren bu akımın hedefinde devrimci örgütlenmenin korunmasız hale getirilmesi, fonksiyonsuz kılınması ve dağıtılması vardır. Devrimci özün yitirilmesi hedeflenerek yürütülen tasfiyecilik saldırısı karşı-devrimci niteliktedir ve sınıf işbirliği temellidir.

Bir akım olarak belirlenen tasfiyecilik ile düşmanın devrimci mücadeleyi tasfiye etmeye çalışması her ne kadar belli zeminlerde buluşsa da ayrı olgulardır ve birbiriyle karıştırılmaması gerekir. Aksi takdirde herhangi bir duruma teşhis koymak zorlaşabilecek her şey birbirine karışacaktır. Bundan kaçınmak gerekir.

Egemen sınıflar yalnız komünistler ve devrimcileri değil kendilerine muhalif bütün faaliyetleri, bütün örgüt ve oluşumları yok etmek isterler. Bu onların tabii bir refleksi, mutlak kesinlik arz eden görevidir. Düşman olanın imha edilmesi esastır. Bu manaya gelen tasfiyecilik ile komünist ve devrimci örgütlenmelerin safında boy veren ve nihai olarak etkisizleşmeyi, kimlik kaybını ve teslimiyeti getiren tasfiyecilik farklı olarak ele alınmalıdır. Bu aynılaştırma hali sonucundan başka hiçbir benzerlik taşımaz.

Bu karıştırmanın çokça yapıldığı koşullarda hedefe doğru atış yapılmaması, kullanılacak argümanların doğru seçilmemesi halinde, bundan yararlanacak olan elbette ki bu saldırıları örgütleyenler olmaktadır. Yok etme bağlamında “tasfiyeci” olarak harekete geçen devletin çeşitli görünümler altında da olsa bu yöndeki hareketi esas olarak gizlilik içermez. Oysa halk saflarında gelişen tasfiyecilik genellikle örtülü hareket eder.

Ana amaç ve kulvardan çıkmadığını dile getirmekte ve fakat önerdiği/istediği yeni yol ve yöntemlerle aynı sonuçlara ulaşmayı hedeflemektedir. Burada niyetten bağımsız bir sorgulama yapıldığı için tasfiyeciliğin karşı-devrimci bir akım olarak tanımlanması yanlış değildir. Düşmandan ya da halk saflarından gelen her olumsuzluk, her yanlış ve sapma “tasfiye” torbasına doldurulmamalıdır. Önceki yazımızdan devam edecek olursak:

[“Tasfiyecilik” denildiğinde kast edilen devrimciliğin reformizmle yer değiştirilmeye çalışılmasıdır. Devrimci özün yok edilmesini amaçlar, kimi kez gizli davranır bazen de açıktan saf tutar. İllegal yani sistem dışı mücadelenin reddi üzerine kuruludur, bunun çözümsüzlük olduğunu öğütler. Çağırdığı yerde, sistemin kucağında kulaç atmaktan başka bir işe yaramayan, etkisiz bir örgüt gerçekliği vardır. Sınıf bilincini söndürmekle amacına ulaşacağını bildiğinden, hedefinde hep o vardır. Lenin yoldaş şöyle anlatıyor:

“Tasfiyeciliğin özü, “yer altı”nın reddedilmesi, tasfiyesi, onun yerine her ne pahasına olursa olsun, yasal olarak çalışan, biçimden yoksun bir örgüt konmasıdır. Bu nedenledir ki, partinin reddettiği şey, yasal çalışma, ya da yasal çalışma gereği üzerinde ısrar değildir. Parti, eski partinin adına parti denemeyecek, biçimden yoksun “açık” bir şeyle değiştirilmesini kınamaktadır- hem de hiçbir açık kapı bırakmaksızın kınamaktadır.” (Lenin, Tasfiyecilik Üzerine, Sol yay.  s. 311)

“Tasfiyecilik sadece işçi sınıfının eski partisinin tasfiyesi (yani dağılması, yıkılması) demek değildir, aynı zamanda proletaryanın sınıf bağımsızlığının yıkılması, burjuva fikirleriyle, sınıf bilincinin baştan çıkarılmasıdır.” (age, s. 255)

Türkiye gibi illegal ve silahlı mücadelenin esas olduğu ülkelerde reformizm, çeşitli versiyonlarıyla sürekli sahnededir. Komünist partisinde, devrimci saflarda da kendini göstermekten geri durmaz. Bunun hareket ve yönelim tarzı ise tasfiyecilik biçiminde vücut bulmaktadır. Klasik değerlendirme ve yorum kapsamında tasfiyecilik, esasta sağdan, yasalcılıktan gelen bir saldırıdır ama nedense bunun “sol” göstererek hücuma kalkan kolu ihmal edilmektedir. Üstelik bu kolun dikkat çekici olan yanı, sağdan yönelen tasfiyeciliği diline dolamasıdır:

“En önde gelen ödevimiz, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni korumak, pekiştirmektir. Bu büyük ödevin başarılması, çok önemli bir öğeyi içerir: tasfiyeciliğin iki türüyle -sağdaki ve soldaki tasfiyecilikle- savaş. Sağdaki tasfiyeciler yasa-dışı bir RSDİP’e gerek olmadığını, sosyal demokrat eylemlerin özellikle ya da olabildiği ölçüde yasal olanaklar çerçevesinde toplanması gerektiğini söylüyorlar.

Soldaki tasfiyecilerse öteki aşırı uca gidiyorlar. Onlara göre parti çalışmalarının yürüyebileceği her hangi bir yasal yol yoktur. Onlar için salt yasa-dışı eylemler vardır, her ne pahasına olursa olsun yasa-dışı eylemler. Her ikisi de, aşağı yukarı aynı ölçüde, RSDİP’ni tasfiye edici eğilimlerdir.” (Lenin, age, s. 32-33)

Ülkemizde bazı çevreler açıktan, kimisi de isim vermeden partimizin dönem politikaları çerçevesinde geliştirdiği taktik adımları, “sağcılık”, “düzen içilik”, “reformizme kayış”, “tasfiyeciliğe boyun eğme” şeklinde yorumluyorlar. Bu durum Kürt meselesi ve kadın sorunu başlıkları altında bazı tartışma ve polemiklerde de kendini göstermiştir.

Demokrasi mücadelesini çarpık kavrayan, sınıf mücadelesinin akışına kayıtsız kalan, dar dünyası ve hedefleri için mücadele etmekten gayrisiyle ilgilenmeyen, kısacası devrime ilişkin perspektif kaybıyla malul çevrelerin tam da sol kulvardan geliştirdiği atak, tasfiyeciliğin bir başka versiyonunu oluşturmaktadır ve bununla da aynı titizlik ve kararlılıkla mücadele edilmesi gerekir.] (Komünist 69, Temmuz 2012, s.60-61)

Bir başka tartışma ve tahrifat konusu yapılan sorun silahlı mücadele ile ilgilidir. Başlı başına özel bir yazı konusu olan silahlı mücadele, devrim stratejisine tabi olarak anlam taşır. Basit bir ifadeyle, mücadelenin silahla yürütülmesidir ama silahın fetişleştirilmesini ve diğer mücadele biçimlerinin yok sayılmasını reddeder. Komünistleri, şiddete yaklaşım konusunda her türden burjuva anlayıştan ayıran esaslar doğru biçimde kavranmalıdır. Siyasetin kumanda etmediği bir silahlı mücadeleyi amaçlaştıran anlayışlarla aralarına set çeken komünistler, bütün mücadele biçimlerinin koşulların ürünü olduğunu savunurlar.

Faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü bizimki gibi ülkelerde illegal örgütlenmenin esas olması gibi silahlı mücadele de esas mücadele biçimidir. Ama bu bir strateji bağlamında anlam ve esaslık kazanır. O da halk savaşı stratejisidir. Bu savaş stratejisi dahi ne alan ne de dönem itibarıyla silahlı mücadeleyi mekanik bir uygulamanın aracı yapmaz. Silah, siyasete hizmet ettiği oranda vardır…

Silahlı mücadeleyi sosyo-ekonomik koşullar üzerinden şekillenen rejimin karakteri zorunlu hale getirmektedir. Yürütülme biçimi, esas ve tali alan tespiti gibi hususlar da ülkedeki koşullar ve politik durumdan soyutlanamaz. Kaldı ki siyasete hizmet meselesi, bir yandan stratejik sürecin örülmesi diğer yandan da silahlı propagandayı kapsayan boyutuyla ele alınmak zorundadır.

Silahlı mücadele, dostlar alışverişte görsün, sağda solda adımız duyulsun, çıkan gürültüyle namımız yürüsün diye verilmez. Sınıf mücadelesinin akışından, dinamikleri ve eğilimlerinden, her şeyden önce devrimin örgütlenmesinden yani iktidar mücadelesinden kopuk biçimde ele alınan silahlı mücadele kendini tatmin aracından öteye gitmez.

Bunu bir avuç öncünün işine/görevine indirgeyen ve politik mücadelenin aracı kılmayan anlayışların sol oportünist çizgisinin arkasında sağcılığın mührü vardır. Yenilgiye, çıkmaza savrulması kaçınılmaz olan bu çizginin keskin görünen yüzü, maskeleme işlevlidir:

Yanlış olan, bizzat eylemin biçimi değildir. O eylemi yürütenlerin yani THKP-THKC ve THKO’nun bir bütün olarak ideolojileri ve politik çizgileri yanlıştır, sakattır. İktidar mücadelesinin yerini bizzat söz konusu eylemlerin almış olması, bu eylemlerin mücadelenin belkemiğini teşkil ediyor olması yanlıştır, sakattır.”, “THKO, THKP-THKC, iki küçük burjuva akımdır. Bunlar, kitlelerin sınıfsal mücadelesinin yerine, bir avuç öfkeli aydının komploculuğunu geçirmek istedikleri için, ideolojileri her bakımdan, proletarya ideolojisine, Marksizm-Leninizm’in evrensel ilkelerine aykırı olduğu için komünist değildirler.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar (Türkçe-Kürtçe), Umut Yayımcılık, s. 200-201)

Önder yoldaşın sözleri, yorumu ya da izahı gerektirmeyecek kadar açıktır. Kızıldere’den başlayarak bir takım eylem ve direnişler üzerinden ve “keskinlik-kararlılık ispatı”ndan yol alarak maceracı çizgilerine proleter/ML bir gömlek giydirmeye kalkanlar ucuz bir edebiyat yapıyorlar. “Vatanseverlik” bayrağının fena halde yakıştığı bu çizginin “silahlı mücadelesi”, silahlı ekonomizmin/reformizmin en rafine hallerinden birini temsil etmektedir.

Silahlı mücadelenin karakter kazandığı Halk Savaşı, burada uzun boylu açıklamamıza gerek olmayan içeriğiyle, bir devrim stratejisidir; demokratik halk devrimine giden yolu tarif etmektedir. Adı üstünde, bir savaş stratejisi olan Halk Savaşı, hiç kuşku yok ki düşman sınıfların otoritesine/devletine karşı şiddetin örgütlenmesi, yürütülmesi ve başarıya ulaştırılması demektir. Ama bu kör bir şiddet değildir. Yani gözü açık ve bilinçli bir biçimde yürütülmek, kullanılmak durumundadır. Bu bilinci temsil eden ideolojik-politik çizgidir. Siyasetin silahlara kumanda esprisi de burada anlam kazanmaktadır.

Bu savaş nesnel koşulların ürünüdür ve yine nesnel etkenlere bağlı da yol alacaktır ama öznenin rolü ve durumunu içeren boyut da ihmal edilemez bir yerde somutluk kazanmış durumdadır. Savaşın pratiğiyle ilgili gelişmeler, bu unsurların yerli yerinde değerlendirilmesiyle sağlıklı bir yoruma tabi tutulabilir. Bırakalım sonuçları tümüyle nesnel koşullara bağlamayı, vurgumuzun bu yönde ağırlık kazandığı durumda da kast ettiğimiz esasen bu olmaktadır.

MKP’nin 16 Kasım’da yaşanan “teslim olma” olayıyla ilgili yayınladığı açıklamada yer verdiği, “Düşman güçleriyle gerilla birliğimiz arasında 28 saat süren bu çatışma neticesinde, gerilla birliğimiz yaşadığı bütünlüklü dezavantaj ve askeri sınırlılıkların da etkisiyle maalesef savaşta zayıflık gösterdi.”, “Direniş öznesinin sergileyeceği tavırda onu çevreleyen şartlar, moral değerler, genel/özel mücadele iklimi, ideolojik-siyasi-örgütsel atmosfer ve lehte/aleyhte tüm konjonktürel koşullar etmen olarak göz ardı edilemez.” şeklindeki ifadeler, ana eksenden kaymaya yol açmaktadır.

Kendileri konuyu kamuoyuna açtıkları ve değerlendirmelerde bulundukları için aynı platformda kalmak kaydıyla, bazı hususlara ilişkin görüşlerimizi açıklama ihtiyacını hissettik. Bunu yaparken bir örgütün iç işlerine müdahale etmeme ve yenilgi ya da darbe alınan koşullarda hassas ve sorumlu davranma prensibinden ayrılmamak gerekir. Buna uygun davranmayan ama daha önemlisi konuyu “özel bir gündem” olarak manşete/kapağa taşıma halinin nasıl bir politik (dostunu pusuda bekleme) kültürün ürünü olduğuna da yukarıda değindik.

Olayla ilgili bizim özel olarak değerlendirme yapmamızı gerektiren bir neden yoktur. Elbette ciddiye alınması gereken bir durumdur, elbette bir anlık gaflet ve/ya dış koşullarla açıklayacak kadar sorumsuz davranmamak gerekir. Ve elbette, savaş koşulları içerisinde son derece ağır sonuçlarının olacağı gerçeği karşısında çok daha net bir tutum takınmayı gerektirmektedir. Teslimiyet, teslim olmayı tanımlar, teslimiyetçilik ise buna yön veren bir anlayışı ifade etmektedir. Bu yüzden her teslim olma hadisesi, teslimiyetçiliğin (ya da doğru kullanımıyla tasfiyeciliğin) ürünü değildir.

Bu ikisini birbirine karıştırmak, masumane durumlar dışında bilinçli bir iştir, sağlıklı hareket etmeyenlerin sıklıkla başvurduğu bir yöntem haline gelmiştir. Bir hareketin politik sürecini, elemanlarının çeşitli pratiklerdeki tavrı ancak bir bütüne etki edecek boyutlar çerçevesinde tanımlayabilir. Gruplar ihtiva etse de tekil örnekler üzerinden vezir ya da rezil ilan edilmek haksızlıktır.

Ama tekil örnekleri kendi pratiğinde ölçü olarak lanse etmeyi politik felsefe haline getirenlerin, başka tekil örnekler üzerinden de “çürüme” tespiti yapması doğal olmaktadır. Bunun tabii sonucu, en küçük hatanın bile yaşanmadığı kusursuz, mükemmel ötesi bir pratik karşısında “diğer sol”un her şeyiyle çürüyen ve dökülen, neredeyse hiçbir olumlu yanı olmayan “berbat” hali bulunmaktadır.

Olayları ve olanları dış şartlara havale etmek ve öznenin payını ortadan kaldırmak ya da gölgelemek ne kadar yanlışsa her şeyi “ihanet” jargonuyla değerlendirmeye kalkmak da bir o kadar yanlıştır. “İhanetin kol gezdiği ortam”da mücadele etmek daha yüce bir iş gibi tarif edilme şansı bulmakta, kendine güven pompalamak için her aksayan, yanlış yapan ve olumsuzluk içerisinde bulunan “ihanet” parantezine alınmaktadır. Bunun da kendisiyle ilgili bir problemden kaynaklandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Kendisini komünist olarak ifade edenlerin mücadelesini “insan merkezli” olarak tanımlamak yanlıştır. Bu tanım üzerinden soyutlama yapılması halinde, insanı doğanın efendisi olarak ilan etmekten, sınıf olgusunu yok saymaya kadar uzanan (ve hümanizmle buluşan) düzlemde bir dizi sorunla karşılaşılacaktır. İnsanlığın, bütün canlıları ve diğer varlıkları ile doğanın da kurtulmasını hedefleyen mücadele, bugün için sınıf merkezlidir ve bunun çok uzun bir zaman böyle sürmesi de olmazsa olmazdır. Bu yolculuk boyunca kriterleri yaratacak ve belirleyecek olan sınıfın çıkarları, sınıfın refleksleri ve sınıfın tavrıdır.

Burada hata ya da yanlışın hafifsenmesi, asıl bağlamından koparılarak uzlaşma yoluna gidilmesi söz konusudur. İnsanın dönüşebileceğine dair vurgu ve “ciddi hatalar yapsa da” ifadesi, “neticede insandır” olağanlaştırma ve sıradanlaştırmasına bağlanmak istenmiştir. Bir önceki cümlede “savaştır bu, her şey olur, normaldir’’ anlayışında olmadıklarına dikkat çekilmesine karşın, “Ancak insan merkezli siyaset yapan Partimiz, ciddi hatalar da yapsa insanın uygun şartlar altında dönüşebileceğine inancı kesindir.” denmek suretiyle konu yanlış bir yere bağlanmıştır.

Bu açıklama vesilesiyle değinmemiz gereken bir başka husus da egosantrik bakış açısıdır. Burada kendi payını, öznenin oynadığı rolü gölgeleme çabası vardır. Düşman, kendisine karşı oluşturulan bütün mevzileri dağıtmak, bütün güçleri imha etmek ya da etkisiz kılmak için başta şiddet olmak üzere her türlü yöntemi kullanmaktadır. Bu onun sınıfsal tavrıdır ve varlık koşulunun tabii sonucudur. “Tasfiye etme” çabası bu çerçevede kavranmalıdır.

Hedefine aldığı bütün noktalara yönelmekte, yürüttüğü savaş içerisinde bütün fırsatları değerlendirmeye çalışmaktadır. Bu kapsamda gelişen saldırılar, özel bir yönelimin parçası olabileceği gibi her cephedeki savaşın “olağan” bir ürünü olarak da gündemleşebilmektedir. Her çatışma ve olaya özel anlamlar yüklemek, dış koşullara öznelci bir yaklaşım için gerekçe haline getirilebilmekte, böylelikle kendisiyle ilgili abartılı bir konum tarifine ulaşılmaktadır. Nesnel olmak, öznelcilikten titiz biçimde uzak durmanın başarılabilmesi halinde gerçeklik kazanır.

Gerilla birliğimizin 24 üyesinin esir alınması biçiminde cereyan eden bu durum açıkça düşmanın tasfiyeci saldırı konseptinin bir parçası veya tasfiye oyununun bir perdesidir.” dendiğinde, yukarıda belirttiğimiz nesnel temelden uzaklaşılmış, özel bir operasyondan söz etme gayretine girilmiş olmaktadır. Her operasyon kendi içinde özeldir ama bunun sözü edilen güçleri özel olarak hedeflediğini söylemek gerçekçi değildir. Bunu gerçekçi kabul etmek için genelde ve özelde buna uygun bir durum tarifi yapmak gerekir. Oysa iyi bilinmektedir ki Ulusal Hareket dışında düşman için özel gündem oluşturacak bir süreç yaşanmamaktadır.

Bu yaklaşım tarzı MKP’ye mahsus değildir. Birçok örgüt, yaşadıkları ve hatta genel ya da bölgesel olarak yaşananları kendisini merkeze koyarak açıklamaya çalışmaktadır. F tipi saldırısının esas olarak bir örgütü hedefleyerek gerçekleştirildiğini iddia edenler, düşmanın indirdiği darbeleri “önemsenme” derecesine tahvil edenler, bunun üzerinden yaratmaya çalıştıkları kurguyla propaganda yürütmektedir. Doğrusu, sınıf mücadelesine etki gücü kapsamında, hayatın her alanına tesirde bulunma seviyesine bakılarak saptama yapmaktır.

Bu arkadaşlara son olarak söylemek istediğimiz, fırsatçı bir tutumla Dersim’deki olayı kapağa ve ana gündemlerine taşıyarak, heybelerindeki her şeyi hezeyan içinde dökenlere yanıt amacıyla kaleme aldıkları yazıdaki (Halkın Günlüğü, sayı 58, 1-10 Şubat 2013) “olgun” tutumlarının hem yanlış olduğu hem de fena halde yanlış anlaşılacağıdır. Dostane bir tutumla zerre kadar alakası olmayan tavrın sahiplerine döne döne “dostlar” biçiminde seslenmek, yalnızca “silahlı mücadele ve devrim” söylemlerine dayanarak, (TKP/ML dışında) “en yakın hareket” konumunda tarif etmek yanlış olmuştur.

Bu elbette kendi tercihleri ve kendi bilecekleri bir iştir. Ama yazı içerisinde haklı biçimde vurgu yaptıkları, “çizgi” sorunu ve daha önemlisi bunun uzun yıllardır aldığı biçimi göz ardı ederek hareket etmek ve konum belirlemek, bu sakat anlayışa taviz vermek, bu son derece zararlı yaklaşımla uzlaşmaktır. Herkes hak ettiği karşılığı görmelidir. Hem de bunlar size hak edilmedik bir biçimde ve yıkıcı bir tarzda yöneliyorsa. Dost tatlı değil acı söylemelidir. Hele ki söylediği dost “acı” söylemden, aşağılama ve hakaret etmeyi anlıyorsa, bu acılık derecesi yakıcı bir hal almalıdır…

Silahlı mücadeleye bazı anlayışlar çerçevesinde değindik. Ama bununla bağlı başka bir konu üzerinde de durmak gerekiyor. Bu da silahlı biçim içermeyen “barışçıl” mücadele biçimleridir ki bunları “demokratik alan” şemsiyesi altında toplamak da mümkündür. Savaşın, silahlı mücadelenin ve devrimin propaganda edilmesini içerecek boyutta genişleyen, ama esas olarak demokratik, ekonomik, akademik vb. taleplerle düzen içi çerçeveye sıkışabilecek bir form alan, ama elbette ki bu kalıpları da zorlayan ve sistemi aciz bırakarak bir de bu yolla teşhire uğratan bir içerikten söz ediyoruz.

Demokratik talepler uğruna mücadele şiddeti kullanan biçimler de içerebilir ama bunun propaganda karakteri baskındır ve savaş stratejisine eklemlenme biçimi dolaylı olmaktadır. Demokratik mücadele yasal sınırlara hapsedilemediği gibi bu sınırları aşmak suretiyle meşruiyet yaratma, alan ve mevzi kazanma amacını da gütmektedir. Ancak bu mücadelenin yasal düzlemdeki yürüyüşünün hedefi de kazanımlar yaratmak olduğu için aynı cephede buluşma söz konusudur.

Bunun devrim mücadelesinin önemli bir parçası olduğunu belirtmek ve devrim mücadelesinin kendisi olduğunu söylememek, kafa karışıklığı yaratmaktadır. Nasıl silahlı mücadele yalnız başına iktidar mücadelesi gibi ele alınamazsa, demokratik alan mücadelesi de öyle kavranmak, politik iktidar mücadelesiyle beraber değerlendirilmek zorundadır.

Komünistlerin/devrimcilerin önderlik ettiği zeminde bu mücadele alanının ufkunda da devrim olmalıdır. Zira devrime yatırım sağlamak esastır ama nihayetinde ulaştığı erim, sistemi aşan nitelikte değildir. Kaldı ki demokratik mücadele alanında olup bitenler zaten sistem tarafından dahi “hak arama mücadelesi” parantezine alınmış durumdadır. Bu iç içe geçmişlik halinin pek doğal sonucu devrim mücadelesiyle demokratik alan mücadelesinin birbirine karıştırılması birbiri yerine ikame edilmesi olmaktadır.

Devrim ile reform ilişkisi olarak da tanımlayacağımız bu durum, biçimsel ile özsel değişimlere işaret etmektedir. Biçimsel düzeydeki değişimlerin, öze yönelik mücadeleden bağımsız olduğunu düşünmek yanlıştır. Zira, biçimin değişime uğratılma hadisesi, sistem içerisindeki çelişki alanlarına müdahaledir ve ilişkinin yeni biçimleriyle kurulmasını koşulladığı oranda da, öze yönelik genel gidişatı ciddi oranda etkileyen sonuçlar doğurmaktadır.

Reformizm, reformlar uğruna mücadeleyi mutlaklaştıran, bunu yeterli ve çözücü gören, nihayetinde özle derdi olmayan bir yaklaşımı açıklamaktadır. Devrimci ideoloji reformizmi kökten reddeder ama reformlar uğruna mücadeleden asla vazgeçmez. Çünkü devrim, saray darbesiyle olmayacağı gibi, bir olgunlaşma, bir birikim ve bir süreç işidir. Bütün bu altyapıyı oluşturacak süreçte yürütülen mücadelenin kendisi pek doğal ki reformlar için verilmekle birlikte, politik öncünün devrede olduğu koşulda devrim mücadelesi olarak da adlandırılmaktadır.

Tümünün genel başlığı olan sınıf mücadelesi, siyasi iktidarı hedefleyen bir iradenin devreye girdiği koşulda devrim mücadelesi haline gelmektedir ve bu mücadele elbette ki demokratik alanın çok sayıda cephesinde yürütülen bütün reform mücadelelerini de kapsamaktadır.

Gerçeklik kısaca buyken, sınıfsal çıkarların belirlediği zeminde, sözde nasıl ifade ederse etsin, devrim mücadelesiyle bağını kopartan, bu perspektiften çıkan her akımın ilk yuvarlandığı havuzun tabelasında reformizm yazmaktadır. Bu durum ulusal karakterli mücadele yürütenler için de silahlı mücadeleyi “savunanlar” için de geçerlidir. Söylem ne olursa olsun, rejimin kökleriyle esaslı bir hesaplaşmaya girmemenin konaklayacağı yer kaçınılmaz biçimde sistemin içidir. Reformizmin silahlı ya da silahsız olması ne yazık ki hiçbir şeyi değiştirmemektedir…

 

Komünist, Sayı: 70, Şubat 2013