İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Arap Âleminde Köstebek

Son yılların dünya ölçeğinde üzerinde en çok tartışılan konularından birisi, belki de birincisini Arap isyanları oluşturmaktadır. Turnusol işlevi görecek denli önem arz eden bu tartışma, bölgedeki cereyanın hiç dinmemesi nedeniyle güncelliğini korumaktadır. Zira ilk çatışmalar ve halk hareketlerinin yaşandığı mekânlardaki gelişmelerin yanı sıra farklı ülkelerle açılan yeni sayfalar, tartışmanın izini süren veriler sunmaktadır. Bu durumun bir diğer sebebi ise konu edilen bölgenin, dünyanın belli başlı devletlerini içine çeken bir özellik taşımasıdır. Kısacası, yakın geleceğe yön verecek derecede kritik bir alandan söz ediyoruz.

En etkili sonuçlarını Tunus ve Mısır’da üreten halk hareketleri, buralarda meydana gelen biçimsel değişimlerin farklı senaryo ve okumalara kurban edilmesi suretiyle yok sayılmaya, küçümsenmeye ve değersizleştirilmeye çalışılmaktadır. Bunlara Libya ve bir süredir de Suriye’deki gelişmelerin eklenmesiyle kendi senaryolarına pay çıkartanlar, tarihi bambaşka biçimde yazma konusunda emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmektedir. Tarihi sınıf mücadelelerinin perspektifiyle okumayanlar için, egemenlerin bütün tasarrufları tayin edici olabilmektedir. Daha önemlisi, sınıfsal bakış açısından uzaklaştıkça, kendi geleceğine müdahale etme yeteneği el çabukluğuyla halkların defterinden silinmektedir.

O durumda, belirsizliğe terk edilen ve karartılan bir geleceksizlik, kitlelere hangi koşullarda ve nasıl hareket edecekleri doğrultusunda öğüt verme densizliğini yaratmaktadır. Nesnel şartları kendi kalıplarına uygun olma ile sınayan ya da ancak muktedirlerin insafıyla yoğrulan bir olgular yığını biçiminde algılayanların, kendi kaderine hükmetme adına ortaya çıkan bütün yıkıcı unsurları yok sayması da kaçınılmaz olmaktadır. Bu durumdan kazançlı çıkanların yalnızca karşı-devrimciler olması da şaşırtıcı değildir.

Konuyu defalarca işledik ve inatla işlemeye devam edeceğiz. Tarihi yanlış okumanın, sınıf mücadelesi ve devrimler gerçeğini masa başında yazmaya çalışanların, müdahil olma adına kendini tatminden öte bir şey üretemeyeceklerini görmek durumundayız. Bu sorun kendisini pek doğal olarak ülkemiz devriminde de gösteriyor ve Kürt sorununa ait dinamikleri değerlendirirken de karşımıza dikiliyor. Bölgedeki sürece ilişkin yanlış çizgide ısrar edenlerin Kürt sorunu ve ülkemizdeki sınıf mücadelesinin seyrine dair yaklaşımlarındaki uyuşma, önemli bir bütünlük arz etmektedir.

Ezilen halk ve ulus hareketleri, özellikle de sarsıcı-yıpratıcı bir boyut almışsa, burada her zaman devrim için filizlenen unsurlar vardır ve işe bu halkanın kavranması, açığa çıkan enerjinin doğru tespit edilmesi ile başlanmalıdır. Bu kavrayış, ileriye yönelik her birikimin önemli ve değerli olduğu, yıkıcı karakterin bu nüve güçlendirilmek suretiyle oluşturulacağını bilince çıkarma yoluyla derinleştirilebilir. Devrimlerin iç dinamiği eylemsel bir süreçle gelişecektir. Ona hükmedecek bilincin ortaya çıkma ve gelişmesinin yegane yolu da budur. Bilinç dışarıdan taşınacaktır ama bilincin oluşumu ancak içsel olgulara bağlı olacaktır…

Bireylerin ya da bir avuç öncünün değil, kitlelerin yaratacağı devinimle taşınacak olan devrim, iç içe geçmiş eylemlerin toplamıdır. Çelişki süreçlerinin yön değiştirme ile sonuçlanabilmesi için bunun varlığını da kanıtlayan bir biçimde gerilme ve çatışma haline ilişkin verilerin ortaya çıkması gerekir. Bu, suni bir biçimde yaratılacak bir olgu değildir. İşte tam da o yüzden Tunus’ta bir gencin kendini yakmasına tayin edici bir misyon biçmek aldatıcı olmaktadır.

Tarihin metafizik yorumunda hep kişiler ve olaylarla açıklanan bir “gelişme” ya da “ilerleme” den söz edilmesi boşuna değildir. Kahramanlar ve “mucize” kabilinden olaylarla yapılan izahın üstünü örtmeye çalıştığı en önemli olgu, yığınların rolüdür. Kitlelerin sahne aldığı çelişki süreçlerinin, yani sınıf mücadelesinin kendisi karartılmaya, tarih ondan soyutlanan varlıkların aksiyonu ile yazılmaya çalışılmaktadır.

Egemen sınıflar katındaki/arasındaki el değiştirmeler, darbeler bile aklına bunu yapmak esen bir takım kişilerin tamamen keyfi eylemlerinin eseri değildir. Tarihte elbette ki böylesi olaylar da vardır ama bunların istisnai olduğu bilinmektedir. Kaldı ki devrim gibi alt üst oluşlar, olgunlaşmanın, çelişkideki aşamanın ürünüdür ve eylemin eğiticiliğiyle donanan kitlelerin hareketi olarak meydana gelirler. Devrimlerin pek çoğu nice hamleler, nice zikzaklar, nice geri dönüşlerin/yenilgilerin ardından gelmiştir. İlk hamlelerin sonuç verip vermemesi üzerinden yapılan değerlendirmeler afakîdir, tarihsel gerçeklerle örtüşmez:

“Devrimlerin belirlenmiş bir takvimi yoktur. Karl Marks, devrimlerin büyük çaba isteyen ama güvenilmez mahiyetini anlatmak için köstebek imgesini kullanırdı. Köstebek zamanını yerin altında tüneller kazmakla geçirir ve sonra, hiç beklenmedik bir anda soluk almak için yüzeye çıkıverir. ‘İyi kazmışsın, ihtiyar köstebek’ diye yazıyordu Marks; yüzeye çıkıp serbest kalmak devrimin görünen kısmıdır, ama en önemli kısmı tünel kazmadır, yani hazırlıktır.

Köstebek ne kadar az hazırlık yapmışsa, alt edilmesi de o kadar kolay olur, çünkü toprak altındaki mekânına yeterince etkili biçimde çeki düzen verememiştir. Devrim için de bu doğrudur: Halkın yakınmalarını kavramamışsa ve karşı-devrime dayanabilecek örgütlenmeler yaratamamışsa; bu yakınmaları devrimci gücün disiplini altına alamamışsa o zaman kolaylıkla yenilgiye uğrar. Esas olan tünel kazmaktır, salt tarih sahnesine çıkmak değil.” (Vijay Prashad, Arap Baharı, Libya Kışı, Yordam yay. s.17)

Kitle hareketleri popülist bir anlayışla, fetişleştirme zaafıyla yorumlanamaz ama nihayetinde esas taşıyıcı gücün kitleler olduğu gerçeği de karartılamaz. Önderlik ve örgütlülük sorununun olduğu hemen bütün ülkelerin pratiğinde yaşanan sorun benzerlik arz eder. Öncelikle bu sorunu çözmek adına da bu eylemlere ihtiyaç vardır.

Dolayısıyla ana gövde bileşeni, talepleri, yönelimi, kaynağı ve hareket tarzı ile tahlil edildiğinde rejime yönelen, onun parametrelerini bozan, iradesini etkisiz kılan bütün ezilen kitle hareketleri, saygın bir yer kazanmak, önemle değerlendirilmek ve ciddiye alınmak zorundadır. Devrimlerin hareket zemini ve motor gücüyle ilgili kayıtsızlık, küçümseme, kara çalma yönlü bütün tutumlar, işçi sınıfı ideolojisine yabancıdır. Halkların ilelebet uykuda kalacağı, harekete geçmeyeceği, isyan etmeyeceğine inananların mayasında devrimcilik yoktur…

Son yıllarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da çeşitli çap ve büyüklükte patlayan ve domino etkisiyle gelişen hareketlerin ortak paydasına dikkat etmek gerekir. Nitekim isyanın boy verdiği coğrafyada, dünyanın benzer pek çok yöresinde olduğu gibi, büyük bir sömürü ve zulüm hüküm sürmekte, her türlü adaletsizlik ve baskı kol gezmektedir. Çok doğal ki, buna karşı sadece dipte kalmayan, pek çok eylem ve direnişle yüzeye vuran bir direniş ve eylemlilik süreci de vardır. Özel bir neden ve komplo senaryoları çizilmesine gerek yoktur. Her hareketin bir başlama anı, bir çıkış noktası vardır ve her şey bir zaman dâhilinde hareket eder.

Bunun arzu edilen sonuçları elde edip edememesi için tarihsel koşullar içerisinde gerekli bir dizi faktör vardır ve bunların eksikliği oranında da bambaşka sonuçların yaşanması ve farklı yollara sapılma riski her zaman vardır. Nitekim Tunus ve Mısır’da böyle olmuş pek doğallıkla emperyalistler ile yerli gericilerin müdahalesiyle rejim ayakta kalmayı başarmıştır. Bu geçici bir durumdur. Bu ne yenilgiye mahkum olunduğu ve zaferin imkansızlığını ne de eylemin farklı bir yönlendirme altında geliştiğini gösterir. Tarih, kendi eyleminden öğrenen kitlelerin mücadeleyi bırakmadığını ispatlayan hareketlenmesiyle bunun böyle olduğunu bir kere daha ispat etmiştir.

Tunus’ta İslamcı En-Nahda Partisi 23 Ekim seçimlerinde oyların yüzde 41’ini aldı. Ne var ki protesto ve eylemler durdurulamadı. Bin Ali’den sonra kurulan iki hükümet de kitlelerin asgari düzeydeki taleplerini bile yerine getirmek istemedikleri için düşürülmekten kurtulamadılar.

“Devrimin çalınması”na engel olma parolasıyla mücadeleyi sürdüren demokratik muhalefet güçleri, Demokratik Yurtseverler Partisi Genel Sekreteri Şükrü Belayd’ın öldürülmesinin (06.02.13) ardından yeniden sokaklar dökülüp polisle çatıştılar. Devamında genel grev de devreye sokulunca El Nahda’nın Başbakanı Hamadi Cibali, çareyi hükümeti feshedip seçimlere gitmekte buldu ama El Nahda buna karşı çıkarak “ulusal birlik” hükümeti çağrısı yaptı.

7 Ekim’de 12 parti ve bağımsız dernekten oluşan Halk Cephesi, halkın ilerici ve yurtsever güçlerini bir araya getirmeye çalışıyor. Bu cephenin içinde Nasırcılar, Baasçılar olduğu gibi kendisine komünist diyen grup ve partiler de var. Tunus bir devrimi değil ama o yola doğru giden önemli bir aşamayı yaşamaktadır. Bu sürecin paha biçilmez kazanımlarının Tunus emekçilerini nereye taşıyacağını tarih herkese gösterecektir.

Dünyanın en yüksek işsizlik (özellikle genç nüfus) oranlarına sahip olan bu bölgesindeki işçi hareketleri hem Tunus hem de Mısır’da önemli rol oynadı. Tunus’taki Genel Emek Sendikası eylemlerde başı çekerken Mısır’da on yıllara yayılan işçi direnişi, Mübarek’in devrilmesinde (ve şimdi de Mursi’ye karşı eylemlerde) vurucu gücü oluşturan ve 1.5 milyon kişiyi saflarına çeken Bağımsız Sendikalar Federasyonu’nu yarattı.

Mısır’da Mübarek’in ardından yönetimi devralan YAK (Yüksek Askeri Konsey) MK ile rejimin bekası için işbirliğine girmiş ve Mursi’nin seçilmesi sağlanmıştır ama diğer yandan iktidar kavgası karşılıklı hamleler ile sürmektedir. Mursi 3 ay içerisinde ücretlerin yükseltileceği, yoksul köylülerin borçlarının iptal edileceği, çevre ve ulaşım sorunlarının çözüleceği vaadinde bulunmuştu. Ama bütün bunların ucuz birer yalan olduğu açığa çıktı ve eylemler başladı. 12 ve 19 Ekim’de yapılan büyük Tahrir mitingleri “devrim geri dönüyor” manşetlerine neden olmuştur.

Bunun tansiyonu daha geçmemişti ki Mursi yeni bir hamle yaptı ve 22 Kasım’da kendisine sınırsız yetkiler veren bir kararname çıkarttı. Onbinlerin eylemiyle Tahrir yine devredeydi ve onlarca F-16 alçaktan uçurulmasına, saldırı ve baskılara karşın geri adım atmadı ve iki hafta içinde kararname geri çekildi.

Oryantalizmin esiri olarak Arap halklarına dudak büken, karalayan ve küçümseyen bütün kesimlerin tokat yediği süreç daha büyük şoklarla devam edeceğini gösteren örnekleri peş peşe sıralamaktadır. Nüfusunun yüzde 48’i yoksulluk sınırının altında olan Mısır’daki anayasa referandumuna her iki turda da yüzde 30 dolayında katılım olmuş, katılanların yüzde 60 civarındaki oyuyla, yani gerçekte yüzde 20’lik bir oy oranıyla “evet” çıkmıştır.

MK’in başta Mübarek olmak üzere önceki dönemin mensuplarına af çıkarma girişimi de eylemlerle yanıtlandı. Ama daha büyük gösteriler Mübarek yönetiminin devrilmesinin ikinci yıldönümünde yaşandı ve Mursi aleyhindeki protestolarda 48 kişi öldü ve bini aşkın kişi yaralandı. Tahrir yine devredeydi. Devlet binalarına yürüyen, MK binalarını ateşe veren, tren yollarını söken halk, yasağa rağmen sokağa çıktı, asker ve polisle çatıştı. Mursi yönetimi, 30 yıl süren ve 2012 Mayıs’ında kaldırılan olağanüstü hali 3 şehirde 28 Ocak 2013’ten itibaren tekrar devreye sokmak zorunda kaldı.

Tıpkı Tunus’ta olduğu gibi Mısır’daki direniş güçleri de örgütlenme ve güç birliği arayışlarına girmiş durumdadır.19 Eylül 2012’de Mısır’da Devrimci Demokratik Platform kuruldu. Kendisini solcu, ilerici, sosyalist olarak tanımlayan güç ve partiler bir araya geldi. Bu platform daha sonra oluşturulan ve Nisan 2013’de yapılacak seçimlere blok olarak katılacak UKC (Ulusal Kurtuluş Cephesi)’nin de parçasını oluşturuyor.

Platform, tüm yurtsever güçleri bir araya getiremediği gibi henüz böyle bir birliği etkin kılma konusunda da yolun başındadır. Ama bu da bir deneyim olarak, bir adım olarak asıl önderlikleri yaratacak koşulları olgunlaştıracaktır. Hiçbir komünist partisinin kendilerine vahiy gelerek harekete geçen birileri tarafından bir gecede kurulduğu sanısına kapılınmasın. Her şeyin bir olgunlaşma süreci, oluşma evreleri vardır…

Bir paragrafta özetleyecek olursak; Yemen, sürecin en ciddi eylem ve direnişlerine sahne olmuştu. Ali Abdullah Salih bütün çabalarına karşın iktidarda kalmayı başaramadı ve Suudi Arabistan’a sığındı. Ancak Şubat 2012’de yapılan seçimleri yardımcısı El Hadi kazandı. El Kaide’nin önemli bir güç barındırdığı ülkede çatışmalar yer yer alevleniyor. Bahreyn’deki gösterilere karşı ise kamuoyuna pek yansımayan biçimde Suudi Arabistan’ın fiili müdahalesi oldu. Libya seçimlere ve ondan ancak 4 ay sonra kurulabilen hükümete rağmen kaosun önüne geçebilmiş değil. Önceki yönetsel yapının özgün durumu nedeniyle de bunun uzun bir süre gerçekleşme şansı bulunmuyor.

Adı geçen bölge ülkelerinde özellikle de son bir yıldaki süreçte daha da açığa vuran bir Müslüman Kardeşler olgusundan söz etmek gerekir. Bir ucu Vahabilere diğer ucu Selefilere uzanan ama bu ikisinden de bağımsız biçimde örgütlenen, bir dönem İran’la da yakın ilişkilere girmekle beraber nihayetinde ABD emperyalizmiyle sıkı bir kontak kuran (üst düzey toplantılarını bu ülkede yapacak kadar) akımın her bir ülkedeki temsilcileri/uzantıları karşı-devrimin koçbaşı haline gelmiş ve birçoğunda iktidara ortak olmuşlardır:

ABD MK’lerle birlikte yaşayabilir. Liderlikleri neo-liberaldir. Temelde ABD’nin küresel politikalarının oturduğu çerçeveyi kabul ederler. ABD’nin İslami bir yönetime itirazı olmaz. ABD’nin başlıca müttefiki olan Suudi Arabistan dünyadaki en fundamentalist devlettir. En baskıcı devletlerden biridir. ABD’nin bununla bir sorunu yok. ABD’nin küresel gücünün oluşturduğu yapıyı kabul ettikleri sürece İslamcı da olabilirler başka şey de.” (Noam Chomsky, Gündem, 09.05.12)

MK’in faaliyetlerinde dikkat çekici bir devlet olarak Katar öne çıkmaktadır. Uzun bir dönemdir MK’in sesi olarak iş gören El Cezire’ye ev sahipliği yapan Katar topraklarının üçte bire yakınının ABD üslerinden oluşmasını da hatırlatmak gerekir. İsrail bir yana, ABD’nin üs devleti olarak Katar, Hamas’ın yeni karargâhı (2007’den beri Gazze’ye giden ilk devlet başkanı Katar emiri oldu 23.10.12) haline geldiği gibi Suriye Ulusal Konseyi liderliğinin de yeni ev sahibi olmuştur. Bu toplanma halinin yeni konukları ise Lübnan’daki Hizbullah ve 16 Ocak’ta ofis açacağını duyuran Taliban’dır.

Katar, Tunus ve Mısır’a ekonomik destekte ön sıralarda bulunmaktadır. Bu konuda kamuoyuna kendilerince açıklanan son icraatları, 9 Ocak 2013’de Mısır’a 5 milyar dolar (4 milyar doları kredi, 1 milyar doları bağış) yardımda bulunmaları olmuştur. En-Nahda’nın lideri Rached Ghannouchi’nin Tunus’a geri dönmeden önce Katar’a uğraması da kayda değer olaylardan biridir. 2013’de Türkiye’deki bankacılık sektörüne el atmaya hazırlandığı açığa vurulan Katar, Fransa’nın Mali işgalinde de ortaya çıkmış ve sahil bölgelerindeki petrolle ilgilenmesi kapsamında, bölgedeki İslamcı örgütlenmelerin baş finansörü olarak isminden söz ettirmeye başlamıştır.

MK, Tunus ve Mısır’daki isyan süreçlerinde adeta “pusuya yattı”. Ortalıkta görünmedi. Bin Ali ve Mübarek’in devrileceğine kanaat getirince ortaya çıktı ve öteden beri örgütlü tek güç olduğu için de yeterli bir kitle desteği olmadığı halde hükümete geldi. Öykünün görünen yüzünde bu var ama durum MK’in ABD emperyalizmiyle ilişkisinden soyutlanırsa gerçeğin tam olarak kavranabilmesi mümkün değildir. Emperyalistler, moda deyimle sürekli b hatta c ve d planlarıyla hareket etmektedir. Egemen sınıfların farklı kliklerini alternatif olarak yedeklemek, sistemin bir sigortası olarak el altında tutmak stratejik bir hesap olagelmiştir.

Ilımlı İslamın temsilcisi olarak üzerine son yıllarda ciddi bir yatırım yapılan MK’in isyan rüzgârını dindirmek ve açığa çıkan potansiyeli kendi potasında eritmek amaçlı hamleleri hem emperyalistler hem de rejimin ayakta kalan güçlerinden önemli destekler de görmektedir. Bunun şeklen ve belki esasen başarılı olduğu ama kontrolü bütünüyle sağlayamadığını kabul etmek gerekir. Tunus ve Mısır’daki örgütlenme süreci ve bir tür demokratik denetim mekanizması haline gelmiş eylemli protesto tarzı (Tahrir gibi meydanları) işlemeye devam ettiği sürece rejim hiçbir zaman ayakları üzerinde sağlam duramayacaktır.

“Gıda fiyatlarındaki artışın yarattığı sosyal bunalım, ulusal güvenlik devletine ve neo-liberal ekonomi politikası kurumlarına karşı uzun zamandan beri duyulan yakınmaları tetikledi. Yürekli eylemciler ve işçi hareketleri tarafından siyasal bir kültürün geliştirildiği Tunus ve Mısır gibi yerler en hızlı ileri dinamiğe sahipti. Yaşını başını almış liderler çekildi, ABD’nin ve Basra Körfezi’ndeki müttefiklerinin geçiş sürecini yönetme girişimlerine rağmen, halk kendi gündemini izlemeyi sürdürüyor. Tahrir meydanı nadiren sessiz kalıyor. Özgürlük yönündeki süreç savsaklandığı zaman, meydan yeniden dolar. Yönetim çelişkileri ivmeyi biraz yavaşlatacaktır, ama çok değil. Bu ülkelerde devrimci yazgı zincirlerinden boşanmıştır.” (Vijay Prashad, age, s.98)

Ortadoğu’daki isyan dalgasının son uğrağı Suriye’ye müdahalede işler Libya’daki kadar kolay olmamıştır. Bunda ülkedeki yapısal özellikler kadar stratejik konum da önemliydi. Nitekim başından beri hevesli Türk devleti gibi bir faktör olmasına karşın ABD, Suriye’ye Libya tarzı bir müdahaleden yana olmadı. Esad’ın direnme gücünün daha fazla olduğu biliniyordu ama esas neden, Irak’taki durum, İran’ın rolü ve Kürt sorunu gibi bağlantılı diğer konuların nazik özellikler taşımasıydı. Dolayısıyla her türlü desteklenen ve beslenen “muhalefet”in kendi göbeğini kesmesi tercih edilmiş oldu.

Bu tercih, ABD ve diğerlerinin bundan sonraki süreçte de müdahil olma şeklini değiştirmeyeceği anlamına gelmiyor. Zira savaşın sonraki safhalarında birincisi bölgedeki diğer sorunlarla ilgili gelişmeler, ikincisi çok daha ağır tablolar ve çok daha vahşi yöntemlerin devreye girmesine paralel her türlü müdahale gündeme gelebilecektir. Nitekim “askeri bir araştırma merkezini hedef alma” gerekçesiyle İsrail, 30 Ocak’ta Suriye’yi bombalama adımını da atmış oldu.

Çin ve Rus emperyalistlerinin “manevi”, İran ve Irak’ın daha yakın desteğiyle ama daha çok elinde bulundurduğu mekanizmanın bütün olanaklarıyla yüklenen Esad’ın hayli darbe almasına karşın direniyor olmasında şaşılacak bir durum yoktur. Bunun en önemli nedeni de karşısına dikilmiş olan güçlerin durumudur. Bölgede ve hatta dünyada bilinen İslamcı grupların önemli bir bölümünü başına üşüştüren muhalifler cephesi, demokratik, yurtsever kimliğe hiçbir zaman kavuşamamış ve kısa bir süre içinde de emperyalistlerin himaye ve yönlendirmesi altına girmiştir.

Umduğunu bulamasa ve iştahı biraz kesilse de, TC devleti, Suudi Arabistan ve Katar’ın verdiği yoğun desteğe karşın, halk muhalefetinden beslenmekte sorun yaşayan muhalif güçlerin parlayıp sönen durumdan daha kalıcı ve ciddi bir aşamaya sıçrayamadığı görülmektedir. Kendi bölgeleri dışında, örneğin Irak ve Türkiye kadar ağırlıkları olmadığı halde Kürtlerin Suriye denkleminde etkin kılınması ya da devre dışı bırakılması için yapılan hamleler, durumun ne kadar nazik olduğuna kanıt oluşturmaktadır.

ABD ve diğerlerinin Esad’ın ömrünü uzatmasına daha fazla katlanamayacakları, bu durumdan yıpranarak zarar gördükleri ve İran’la ilgili hesapların devreye girmemesine izin veremeyecekleri anlaşılmalıdır. Suriye, Filistin sorunu ve İsrail’in güvenliği açısından birinci derecede stratejik öneme sahip ülkelerden biridir ve yalnızca bu nedenle bile mevcut durumdan çıkarılması ve “huzura” kavuşturulması gerekir. Mısır’la ilgili sürecin nazik yanlarından birisini de bu sorunun oluşturduğu unutulmamalıdır.

Çeşitli ittifaklarla kendini “yenileyen” muhalifler cephesinin Katar’da son şekli verilen örgütü Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu, 12 Aralık 2012’deki açıklamayla (“Yeteri kadar kapsayıcı olduğu, halkı yeteri oranda yansıttığına karar verdik.”) ABD Başkanı tarafından resmen tanındı. Bunu pek doğallıkla 113 devlet tarafından tanınmak izledi. Koalisyona dahil olmak isteyen radikal İslamcı El Nusra gibi örgütleri veto eden ABD’nin PYD’ye yeşil ışık yakmak zorunda kalması da doğal olarak en çok TC’yi üzmüş bulunmaktadır. Obama’nın açık desteği ve bu “tanıma” kampanyasıyla beraber askeri destek artırılmış (30’a yakın devlet silah gönderiyor), alternatif meclis ve hükümet gibi oluşumlar için çalışma başlatılmıştır.

Bunların yanıtı, yaklaşık 7 aydır kamuoyuna, kitle önüne çıkmayan Esad’ın gövde gösterisi niteliği taşıyan 6 Ocak 2013 tarihli salon/basın toplantısı düzenlemesi olmuştur. Rus basınına göre istifasını ya da çekilme takvimini sunacağı iddia edilen Esad meydan okumakla kalmadı, 2014 seçimlerinde aday olacağını da açıkladı. Bu durumun benzerlerinin yaptığı gibi nafile bir çabanın ürünü olup olmadığını zaman açığa çıkaracaktır ama bu savaşta 15 Mart 2011’den bu yana 45 bine yakın ölü (31 bini sivil) yüzbini aşkın yaralı ve on binlerce kayıp veren Suriye halkının daha büyük zararlar göreceği kesin görünmektedir.

Muhalifler Koalisyonu, işgalci bir müdahalenin olmayacağı ve kendisinin de güç yetiremeyeceğini görmesi üzerine 30 Ocak 2013’te Esad yönetimiyle görüşme kararı aldığını açıklamış ve bu yüzden kendi içindeki ayrılık da derinleşmiştir. Cilvegözü sınır kapısında 14 kişinin ölümüne neden olan bombalama eylemi TC’yi daha aktif bir müdahilliğe teşvik ya da “bahane” hanesini güçlendirme amacıyla gerçekleştirilmiştir. Bölge denetimi göz önüne alındığında bunun Esad güçlerince gerçekleştirilme olasılığı düşük görünmektedir.

Suriye’deki durumla ilgili tavrımızı daha önce açıklamış ve bu konuda özellikle de Esad diktatörlüğünden yana tutum belirleyenleri eleştirmiştik. Suriye Kürtlerinin PYD önderliğinde geliştirdiği “özerklik” hamlesinin (mahalle, köy, şehir meclisleri kuruldu, yasalar çıkarıldı, okullar açıldı) ülkemiz ve bölgemizdeki Kürt sorunun “demokratik” çözüm süreci bakımından katkı oluşturacağı gerçeğinin altını çizmek ve bu soruna yoğunlaşarak hesaplar yapan Türk devleti ve emperyalistlerin işgal planına karşı aktif tutum takınmanın gereğine vurgu yapmalıyız.

Bu süreçte bölgedeki gelişmelerin de tetiklemesiyle çatışma sürecinin eşiğine gelen Irak’taki gelişmeleri de ihmal etmemek gerekir. ABD’nin belli oranda geri çekilmesiyle iktidarda söz sahibi olma kavgasının hızlanması, Sünni, Şii ve Kürt kesimlerini açıktan karşı karşıya getirmiş bulunmaktadır. 2014 yılında seçimlerin yapılacağı Irak’taki Şii Maliki yönetimi İran ve Rusya-Çin ilişkilerini kullanarak ipleri elinde bulundurmanın avantajlarını sonuna kadar değerlendirmek ve yeni güç dengeleri üzerinden iktidarda söz sahibi olmak istemektedir. Haşimi’yle ilgili mahkeme kararından sonra Sünni Maliye Bakanı Rafi İsavi’nin korumalarının tutuklanmasıyla, eylemler, protestolar ve çatışmalar yine hız kazanmış durumdadır.

Bir denge unsuru olarak görülen Talabani’nin fiilen devre dışı kaldığı koşullarda, kazılmakta olan siperlerden hücuma hazırlanan güçlerin kanlı bir iç savaş yürütme olasılığı artmış durumdadır. KDP, peşmerge güçlerinin Kerkük ve Musul’dan -Irak ordusu çekilse bile- çekilmeyeceğini duyurmuştur.

Başta petrol olmak üzere ülke kaynakları ve stratejik hesapların ABD ve diğer güçler açısından taşıdığı önem, etnik ve mezhepsel çıkarlarla beraber Irak topraklarını yeniden çaplı bir çatışmanın eşiğine taşımıştır.

Bölgenin anahtar sorunu kabul edilen Filistin ile ilgili gelişmeler, BM’de gözlemci kuruluştan gözlemci devlete terfi ettirilme kararı ve Hamas ile El-Fetih arasındaki buzların eritilmesiyle yeni bir safhaya ulaşmıştır. Her ikisi de işbirlikçi nitelikteki Filistin önderlikleri arasındaki kah çatışmalı kah uzlaşmalı süreç, oyalama ve gerçek çözümden uzak tutmaktan başka hiçbir anlam ifade etmeyen BM kararıyla beraber danışıklı dövüşü aleni kılan veriler sunmaktadır. Ocak 2013’ün son haftasına girilirken imzalanan 6 maddeli uzlaşma anlaşması, yakınlaşmanın derecesini göstermektedir.

Filistin sorununun yeni döneminde; Gazze’deki son İsrail saldırılarının (13 Kasım’da başladı ve 8 gün içinde 27’si çocuk 109 kişi öldü, 900 kişi yaralandı) ardından sağlanan ateşkes sürecinde yıldızı parlatılan bir Mursi’li Mısır faktörü ve Katar’ın himayesinde yeni bir sayfa açan Hamas gerçeği vardır. Bölgenin öne çıkan aktörü MK, Filistin’deki sürecin de merkezindedir ve bundan sonraki aşamada daha rahat at oynatma şansını yakalamış bulunmaktadır. Bu manada, Meşal’in Gazze’ye gidişine izin verilmesi ve İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’de yeni yerleşim birimleri için düğmeye basmış olması (19.12.12) hiç de uyumsuz bir görüntü vermemektedir.

Görüldüğü üzere Ortadoğu’nun hemen her köşesi savaş, çatışma ve yüksek gerilimle doludur; patlamaya hazır bir barut fıçısını andırmaktadır. Bu, bölgenin dünya çapında oluşturduğu hayatiyetten kaynaklı alışılmadık bir durum değildir ama var olanlardan daha büyük çapta savaş ve çatışmaların yaşanacağına muhakkak gözle bakmak da yanlış değildir. Daha önemlisi, bu sürecin bölgesel nitelikle sınırlı kalmayan çatışmalara yol açma olasılığının büyüyor olması gerçeğidir. Emperyalist projeler, patlayan isyanlar, yılların biriktirdiği sorunlarla yol alan bölgenin Türkiye’yi de barındıran niteliği, durumu bizim açımızdan da yaşamsal bir seviyede tutmaktadır…