İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Taraf ve Müdahil Olmak

Ülkemizdeki Kürt sorununun iç ve dış parametreleri ile son süreçteki gelişmelerin ortaya çıkardığı tablo bu merkezdedir. Sorunun ağırlık merkezini oluşturan noktalara yüklenerek etkili olmaya çalışanların, geliştirdiği programlara bağlı hamlelerle ilerleyen süreç, adil ve hakkaniyetli çözüm bir yana esaslı bir uzlaşmaya dahi yaklaşamamakta, sanal “barış” esintileri ve acabalar içerisinde yaratılan beklentilere de kapı açarak yol almaktadır.

Bu her şeyden önce taraf olduğumuz, taraf olmamız gereken bir süreçtir. Durum böyle kavranmalıdır. Sorunu “gerçek çözüm” adı altında devrime havale etmek, UKKT Hakkından bıktırırcasına bahsederek özgül ağırlığından koparmak ve bu yolla güncele dair politik zeminin uzağına düşmek, Türkiye devriminin çıkarları açısından kabul edilemez bir durumdur.

Sorunun, defalarca vurguladığımız gibi ülkemiz şartlarından kaynaklı, kendi dinamikleriyle çözülebilecek nitelikte olmaması, o dinamiklere aynı zamanda başka misyonların da yüklü olduğu anlamına gelmektedir. Bu yükü kaldırabilme kapasitesini giderek artıran gücü ve realitesi ışığındaki Kürt sorunu, demokratik halk devrimi mücadelemizde baş köşeye oturmuş durumdadır:

“Sosyalizmden vazgeçmeksizin, baş düşmanımıza, büyük güçlerin burjuvazisine karşı, gerici bir sınıfın ayaklanması olmadıkça, her ayaklanmayı desteklemek zorundayız. İlhak edilen bölgelerin ayaklanmasını desteklemeyi reddedersek, objektif olarak ilhakçı oluruz. Tam da başlamakta olan sosyal devrim çağı olan ‘emperyalizm çağında’ proletarya, ilhak edilen bölgenin ayaklanmasını bugün özel bir enerjiyle destekleyecektir ki, böyle bir ayaklanmayla zayıflatılmış ‘büyük’ güç burjuvazisine yarın ya da hatta aynı zamanda saldırabilsin.” (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, İnter yay. s.366)

Bunu görmek ya da anlamak istemeyenler, buna damarlarındaki şovenizm zehrini atmaya muvaffak olamadıkları için direnenler, Lenin’in bahsettiği enerjiyi göstermek istemeyenler, ama dahası bunun önünde engel oluşturmaya çalışanlar sınıf mücadelesi tarafından ya tasfiyeye uğramıştır ya da uğrayacaktır. O çok sözü edilen “tasfiye” esasen bu çatışma, bu çelişki vesilesiyle yaşanmakta, karşı-devrime sürüklenme bu yolla gerçekleşmektedir.

Ulusal Hareketin uzlaşacağı, teslim olacağı, tasfiye edileceği üzerinden feryat figan yorumlar yapanların gerçek korkusu kendileriyle, ideolojik-politik hatlarına güvenle ilgilidir ve esasen yurtseverlere nasıl da bel bağladıklarını göstermektedir. Bu olasılık Ulusal Hareket ortaya çıktığı andan itibaren vardır ve elbette savaşın ilerleyen safhalarında yerine ve durumuna göre bu hususa dikkat çekilmesi de normaldir. Ama bunu sürekli ön planda gündemleştirme hali sakat bir mantığın, sorunlu bir yaklaşımın ürünüdür.

Bir yandan Kürt halkının mücadelesi, bunun kattıkları övülecek, savaşa övgüler düzülecek diğer yandan bunun bir numaralı yaratıcısı, buna önderlik eden mekanizma sürekli teslimiyet, ihanet ve tasfiyecilikle suçlanacak. Burada ciddi bir çelişki ve kafa karışıklığı olduğu açıktır. Bir hareketin komünist formasyondan uzak olması ve sınıf hareketi vasfını taşımaması, onu emperyalizme ve yerli gericilere karşı mücadelede tutarlı ve kararlı bir hat izleme konusunda silahsızlandırır, teslimiyete ve tasfiye olmaya daha açık hale getirir. Uzun soluklu olup olamamanın nedeni budur.

Ancak bunu sürekli gündemleştirmek, “sonu belli” bir harekete güvensizlik temelinde mesafe koymaya çalışmak kesinlikle doğru değildir. Durum üç aşağı beş yukarı ne kadar komünist olmayan devrimci, ilerici, demokrat yapı varsa onlar için de geçerlidir. Küçük ve milli burjuvaziye dayanan bu hareketleri de “kaçınılmaz son” beklemektedir. Böyledir diye onlara karşı “güvensizliği” önceleyen bir yaklaşım sunmamız doğru olabilir mi? Ama durum ulusal bir hareket olduğunda farklılaşmakta ve hem mesafeli, kaygılı bir tavır takınılmakta hem de “öğreten” konumu alınmaktadır.

Kim ne derse desin bunun arka planında, ezen ulus komünistleri olarak/gibi şekillenişimiz vardır. Kürt sorunu, önder yoldaşımızın döneme ilişkin parlak çözümlemelerine, konuya öncelikli kapsamda/ağırlıkta yer vermesine karşın, parti olarak içeriden bir yaklaşımla ele alınamamış, buna göre örgütlenme ve konumlanma sağlanamamış, dolayısıyla uzak bir noktaya düşülmüştür. Önce bu gerçekliğin hakkını teslim etmek durumundayız.

Bu nedenledir ki bir süredir yönelim derecesinde ağırlık verip politikalar geliştirdiğimiz Kürt sorunu taraftar kitlemizde de belli düzeyde olumsuz bir reaksiyon görmekte, kadrolarımızda dahi sıkıntılı yaklaşımlar gözlenmektedir. Bu durumun nedenlerini anlamak için tarihi sürecimize göz atmak yeterince aydınlatıcı olacaktır. Şu andaki gündemimizi aşmamak için bu çok kapsamlı tartışmaya burada girmek istemiyoruz.

Her adım ve politikalarına kuşkulu bir yaklaşım sergilemek, sürekli olarak ha şimdi teslim olacaklar, ha yarın silah bırakacaklar diye hayıflanmak, aslında, onlar devreden çekilirse biz ne yapacağız demektir. Komünistler, dış koşullardan kaynaklı bu kadar kaygı yaşamazlar. Böyle bir tutumun bozgundan gayri sonucu da olmaz. Sınıf mücadelesi bizim niyetlerimizle belirlediğimiz bir güzergâhta akmadığı gibi tek tip ya da önceden rahatlıkla kestirilebilen bir yolda da ilerlemez.

Ulusal Hareket’in silahlı güçler bakımından nasıl ve ne biçimde “tasfiye” edileceğine göre oluşan şartlar da iki yönlü olacaktır, bu unutulmamalıdır. Her durumda hem avantajlı hem de dezavantajlı yanlar vardır ve komünist siyaset buna göre şekillenerek ilerleyecektir. Kendi içindeki tasfiyecilikten muzdarip olan politik hareketlerin başkası üzerinden teselli bulması dürüst bir yaklaşım değildir.

Önceki yazılarımızda işlediğimiz bir husus gözden kaçırılmaktadır. “Çözüm” denilen olay görecelidir.

“Çözüm” deyince çok tarifli bir durum yaşanmakta, kafalar karışmaktadır. Herhangi bir konuda “çözüm”, komünist ilkeler esas alınırsa sosyalist toplumda dahi yoktur, demokratik halk iktidarı ise buna tamamen uzaktır. Ama çözüm, sorununun daha spesifik ya da belli bir aşamaya karşılık gelen aşamalarıyla ilgili aranıyor ya da tarif ediliyorsa durum değişmektedir.

Dolayısıyla sorunu her vesileyle UKKTH’na bağlamak, ama hiç çözmemecesine kalın halatlarla bağlamak, en güzel kaçış yolu olmaktadır. Oysa bir savaş varsa bunun bir de sonu yani barış aşaması olacaktır. Her ne şekil ve içerikte olursa olsun, bu böyle yaşanmaktadır. Müdahil olamadığımız, demokratik halk devrimi yoluna kanalize edemediğimiz bir sürecin sonunu soğukkanlılıkla değerlendirmemiz, politikamızı ona göre belirlememiz gerekir. Hemen teslimiyet, tasfiye diye tutturmak, ortada gerçekten somut bir durumun olmadığı koşulda iyice abestir.

Ulusal Sorun dediğimiz nihayetinde haklar ve statü sorunudur. Adı üstünde sınıfsal bazda çözülecek bir sorun değildir. Nihai çözümünün sınıfsallığa bağlanmış olması onun ara “çözüm”ler üretmesi önünde engel de değildir. Çağımızdaki ulusal sorunların bazıları pekâlâ emperyalist müdahaleler ile de “çözüm”e kavuşturulmuştur. Ulusal sorunun hakların güvencesi ve kendi pazarını oluşturma bağlamında esas olarak yöneldiği devlet kurma talebi yine farklı örneklerdeki “özerklik” tercihi ile de başka bir aşamaya taşınabilir olmuştur. Zira başta dil olmak üzere toplu karakterdeki kültürel haklar ve politik statü ve örgütlenmenin sağlandığı koşullar ulusal ölçütler bakımından “ileri” bir noktayı tarif etmektedir.

Böyle bir gelişmenin Türkiye’de yaşanmasının koşullarının bulunmadığını söylemek hiçbir şekilde doğru değildir. Egemen sınıflar “çözüm” yani barış sağlama ve Ulusal Hareket güçleriyle yürüttüğü savaşa son verme konusunu en ucuz maliyetle halletme derdindedir. Bunun için elbette çok direnecekler, mümkünse esaslı bir taviz vermeden “çözmek” isteyeceklerdir. “Çözüm” eldeki kozlarla, savaşın biriktirdikleriyle oluşan ağırlık ve güç dengesinin konjonktür tartısındaki durumuna bağlı olarak içerik kazanacaktır. Ama mümkündür ve bu bölümün başında yer verdiğimiz parametreler bu gidişata işaret etmektedir.

Bugünkü koşullar içerisinde olmasa da Ulusal Hareketin savaşı geliştirerek kendini daha güçlü dayattığı şartlarda, yani ciddi kazanımlarla “barış” yaptığı durumda ortaya çıkan koşulların yalnızca olumsuzluk getireceğini ileri sürmek de isabetli değildir. İleriye doğru her değişimin/gelişimin sınıf mücadelesini geriletici değil ilerletici rol oynayacağı gerçeğine dair ciddi bir kavrayışsızlık vardır. Bu kavrayışsızlık reformlar/iyileştirmeler eksenli bütün mücadelelere sırt çevirme sonucuna dahi vardırılmaktadır ki reform-devrim ilişkisine dair bu sakatlık, “demokrasi” mücadelesinden hiçbir şey anlaşılmadığını göstermektedir.

Bu mantıkla hareket edilecek olursa, kazanım elde edilen bütün durumlardan rahatsız olmak, sınıf çelişkisinin hafifletildiği ve nihai çözüme yani devrime doğru giden yolun uzadığı ve zorlaştığını düşünmek gerekir. Oysa tam tersi geçerlidir ve kazandıkça daha ileri bir noktadan kurulan denklemler sayesinde hedefe yakınlaşmak daha elverişli hale gelmiş olmaktadır. Bu durum sınıf mücadelesinin bütün alanları için geçerlidir. Ulusal Sorunun devrim mücadelesiyle ilişkisine dair karakteristik bütün özellikler, ileriye yönelik tüm gelişmelerin devrim lehine nasıl sonuçlar üreteceğine dair yeterince aydınlatıcı olmaktadır.

Kürt ulusal sorunu, savaş sayesinde doğurduğu sonuçlardan kaynaklı olarak, sistemi dikey ve yatay düzeyde kesen özellikleriyle, ağırlık taşıyan bir olgu haline gelmiş ve halk savaşının esas mücadele alanını kaplayan boyutuyla da sınıf mücadelesinin geleceğine/kaderine ciddi derecede etkide bulunacak bir özellik kazanmıştır. Bu gerçeklik çıkış noktası haline getirilmeden ileriye doğru yürümenin mümkün olamayacağı görülmek zorundadır.  Sorunun sistemin ana payandalarına bağlanan zincirleri sınıf mücadelesine fena halde dolanmış bulunmaktadır.

Olayların/sürecin gelişimi hangi yönde olursa olsun, izleyeceğimiz politikaları doğrudan etkileyecek düzeyde faktörler ortaya çıkacaktır. Görüşümüz, nesnel şartların yeterli bir basınç uyguladığı koşullarda, Türk devleti ile Ulusal Hareket arasında, geri bir noktada “uzlaşma” sağlanmasının düşük bir olasılık olmadığıdır. Faşist diktatörlük, demokratik cephede büyük bir gedik açılmasına izin verme niyetinde değildir. Bu nedenle, bu tarz bir uzlaşmanın kısa vadede olumsuz sonuçları olacaktır. Ancak silahlı güçlerin tasfiyesine kadar uzanacak bir “anlaşma” mücadeleyi çok geri bir noktaya savurarak yozlaştırır ki buna (bu saatten sonra) Ulusal Hareket dinamiklerinin kolaylıkla razı olacağı da düşünülemez.

Akış, daha fazla olasılıkla önceki dönemlere benzer biçimde “uzlaşma” sağlanamadan gerçekleşecek ve ilişki 4 ay önceki biçimine dönecektir. Her iki durumda da Newroz süreci çok kritik hale gelmiştir. Daha aktif ve müdahil bir politika izlemenin koşulları doğru değerlendirilmeli, ulusal sorun cephesindeki devrimci ve direnişçi potansiyelin ağırlık kazanması için çalışılmalıdır. Sorun elbette Kürt sorunudur ama aynı zamanda Türkiye topraklarında yaşanmaktadır…