İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Görüşme/İmralı Süreci

Türk devletinin Oslo sürecinde olduğu gibi (ama bu kez daha açıktan) “barış”tan ve “çözüm”den yana olduğuna dair manipülasyonları, diz çöktürme ve teslim alma amaçlı stratejisini gizleme ve yeni bir oyalama sürecinden güçlenerek çıkma hedefine ulaşma amaçlıdır. Savaşla, imhayla ilgili giderek zorlandığı koşullar, bölgedeki gelişmeler ve 3 yıllık seçim takvimiyle birlikte AKP hükümetini yeniden “görüşme ve çözme” yanlısı görünme sürecine sokmuştur. Ancak durum o kadar ciddidir ve egemenlerin sınıfsal refleksleri perdelenemeyecek baskındır ki bırakalım pratiğini, söylemi dahi uygunsuz bir biçim arz etmektedir.

Hiçbir talep ileri sürmelerine izin verilmeyen, katliama uğratılıp da “uslu” olması, provokasyon yaratmaması tembih edilen, İmralı görüşmelerini “izin” ve “icazet” çerçevesinde devletin seçtiği kişiler eliyle ve takdir ettiği takvime bağlı olarak sürdürmesi istenen, bu arada hiç durmadan aşağılama ve suçlamaya maruz kalmak zorunda bırakılan ve her türlü psikolojik savaş taktiğine boğularak ezilenler Ulusal Hareket temsilcileridir.

Görüşecekleri biz belirliyor, uygun olanları gönderiyoruz.” (Tayyip Erdoğan, 23.01.13); “Bu iş kiminle aklıselim olarak yürüyecekse görüşmeye o gider. BDP heyeti için İmralı ile bir görüşme takvimimiz yok.” (Tayyip Erdoğan, 25.01.13); “İhtiyaç duyulan aktörlerle süreç devam eder.” (Sadullah Ergin, 25.01.13)

Devletin süreçteki tavrına dair en küçük eleştiri ya da serzeniş, ağır ithamlarla yanıtlanmakta, güçler arasında bölme ve çatıştırma taktiği güdülmektedir: “Karayılan Apo’ya racon kesiyor.” (Yalçın Akdoğan, 06.01.13). Psikolojik olarak ezme, her şeye kadir ve mutlak bir pozisyondan seslenme her türlü vesileyle kendini göstermektedir. “İmralıdakine TV verilmesini söyledim.” (Tayyip Erdoğan, 11.01.13). Verilmek istenen mesaj, muktedirin pazarlıksız bir inayette bulunduğu, bulunmaya çalıştığıdır.

Perde arkasında neler olup bittiği ise sürekli gizlenmektedir. Kendilerini hiç de rahatsız etmeyen CPT (Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi), Şubat 2010’da yaptığı ziyaretin ardından TV verilmesinden söz etmiş ve bu tavsiyeye uymak için bir sonraki görüşmeye kadar beklenmesi uygun bulunmuştur. Bir sonraki (son) görüşme, kolayca tahmin edileceği gibi Öcalan’a TV verilmesinden beş gün sonra (17.01.13) gerçekleştirilmiştir.

“Görüşme süreci” öz itibarıyla 2009’daki “açılım süreci”nin değişik argümanlarla tekrarlanmasından ibarettir. Türk devleti bu hamleyle, en kötüsü, içeride ve bölgedeki gelişmeler karşısında hem soluklanma hem de yeni propaganda malzemeleri elde ederek durumunu güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Ulusal Hareketi, son derece geri “tavizlerle” tasfiye etmek, olmazsa da açık düşürerek yıpratmak, en azından “oyun bozan”, “barıştan yana olmayan” bir pozisyonda tutmak amaçlı bu stratejinin başarılı olup olmaması büyük ölçüde hasmının tutumuna bağlıdır.

Bu konuda güven duydukları hususlar olduğunu anlayabilmek de zor değildir. Bunun başında İmralı’nın ayrıntısıyla bilinmeyen ama belli oranda anlaşılabilen tutumu vardır ki, Öcalan’ın tutsaklık koşullarında ileri sürdüğü görüşlerin seyri incelendiğinde, neyi kast ettiğimiz daha iyi anlaşılabilecektir. Nitekim devletin çarpıtmaları bir yana, kendi kaynaklarından kamuoyuna yansıyanlar, tutarsız ve sürekli gerileyen bir çizgiye işaret etmektedir.

Tayyip’in “Şu anda İmralı beklentilerimize cevap verecek noktaya doğru bir defa adımlarını atıyor. Nedir o? Bizim şu anda gördüğümüz şey, o da silahların bırakılmasından yana bir tavrın içerisine girmiş. Çünkü bakıyor ki, bu işin artık çıkışı bu.” (01.02.13) sözleri dikkate alınmalıdır.

En az bunun kadar önemli olan bir diğer gerçeklik ise Kandil olarak adlandırılan Ulusal Hareket’in fiili önderliğinin çizgisi ve buna uygun tutumudur. Bu çizgi, AKP’nin son yıllarda izlediği kör kör parmağım gözüne politika ve uygulamaları sayesinde belli bir olgunluk geçirmiş ama yine de sınıfsal karakteri gereği doğru ve tutarlı bir hatta oturamamıştır. AKP’ye bütün yaşananlardan sonra, hala demokratik adım atabilecek bir misyon biçilip bel bağlanabilmektedir.

Bir yandan “AKP hükümeti, TC tarihinin en sinsi, en kapsamlı, en derin soykırım savaşını yürütüyor” tespitinde bulunulmakta ve “Görülen şey, daha çok Özgürlük Hareketi’ni zayıflatacak ve devre dışı kılacak bir formülasyonun uygulanmasıdır.” denilmekte, ancak diğer yandan “Madem devlet ve hükümet Türkiye’nin bu temel sorununu çözme kararı almışsa ve çözecek olan kendisiyse” ve “Tayyip Erdoğan hükümeti kardeşim dediği Kürtlerle görüşse, Kürt sorununu çözse, biraz demokratik zihniyet içine girseydi Türkiye’yi daha iyi savunurdu, Türkiye daha güvencede olurdu.” denmek suretiyle hayalci bir beklenti dillendirilmektedir:

“AKP hükümeti, TC tarihinin en sinsi, en kapsamlı, en derin soykırım savaşını yürütüyor. Kendinden önceki hükümetlerin yürüttüğü özel savaş uygulamalarından gereken dersleri çıkartarak ve kendi sinsi, aldatıcı, demagojik konumunu da buna ekleyerek kirli özel savaş uygulamalarını çok derin ve kapsamlı hale getirmiş bulunuyor.” (Duran Kalkan, Demokratik Ulus, 01/06.01.13)

“NATO’dan Patriot’u isteyeceğine Tayyip Erdoğan hükümeti kardeşim dediği Kürtlerle görüşse, Kürt sorununu çözse, biraz demokratik zihniyet içine girseydi Türkiye’yi daha iyi savunurdu, Türkiye daha güvencede olurdu. Böylece Türkiye çok daha büyük bir güç sahibi olur; ne NATO’nun ve ABD’nin desteğine ihtiyacı kalırdı ne de bölgede bu kadar itilen, kakılan bir konuma düşerdi. Tam tersine her şeyi kendi özgücüyle yürütebilen güçlü, demokratik bir ülke haline gelirdi.”  (Duran Kalkan, Demokratik Ulus, 08/14.01.13)

“Madem devlet ve hükümet Türkiye’nin bu temel sorununu çözme kararı almışsa ve çözecek olan kendisiyse, evvela pratik bir adım atmalı ve bununla birlikte çözüm projesini ortaya koymalıdır.”, “Bu temelde ilk atılacak olan adım Önderliğin İmralı’daki pozisyonunun değiştirilmesidir.”, “Görülen şey, daha çok Özgürlük Hareketi’ni zayıflatacak ve devre dışı kılacak bir formülasyonun uygulanmasıdır.”, “ Devlet öyle yapıyor ki sanki Önderlikle bir diyalog oldu ve artık yeni bir süreç başladı gibi göstermeye çalışıyor. Böyle bir şey yok. Bu bir aldatmacadır. Bu bir psikolojik savaş propagandasıdır.”, “ Ama bugün ortada bir şey yok. Henüz hiçbir şey söz konusu değilken ortamı bu kadar toza dumana boğmak bizde çok ciddi kuşkular yaratıyor.”  (Murat Karayılan, Demokratik Ulus, 08/14.01.13)

Ama sorun AKP’yle ilgili yalpalama ile sınırlı değildir. Emperyalistlerle ilgili duruş da öteden beri olumsuz sinyaller vermektedir. Konu, Öcalan başta olmak üzere hareketin bütün önderleri tarafından, beklentiler çerçevesinde hep dillendirilmiş, zamanında Obama için kutlama telgrafları yayınlayacak denli aymazlıklar sergilenmişti. Bu çizgiden uzaklaşmadıklarını gösteren örnekler yine yaşanmaktadır:

“ABD şimdiye kadar sorunun bir parçası olarak müdahildi. Bundan sonra çözümün bir parçası olarak bu soruna müdahil olacaktır.” (Aysel Tuğluk, DTK ve BDP’den oluşan heyetin ABD ziyareti sonrası, 31.05.12)

ABD emperyalizminin böyle bir sürece uzak kalması elbette düşünülemez. Sorunun bölgenin geleceğini belirleme kapasitesini en iyi bilenlerden ABD’nin nasıl bir “çözüm”den yana olduğu da, bırakalım yapısal karakterini, izlediği politikalar ve pratiğiyle de sabittir. Nitekim günümüzdeki gelişmelerle ilgili açıklamaları da duruma ışık tutmaktadır: “Türkiye’yi teşvik ediyoruz.” (11.01.13) “Genel Anlamda pozitif bir gelişme” (ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, 12.01.13)

Savaş yürüten güçlerin düşmanla görüşme yapması, barış süreçleri yaşaması, karşılıklı ya da tek taraflı ateşkeslere girmesi son derece olağandır ve tarihte komünistler başta olmak üzere, çeşitli ulusal ve sosyal kurtuluş hareketi önderlikleri bu tip tasarrufta bulunmuşlardır. Bütün bunları, devrim ve kurtuluş hedefine tabi kılındığı, o esastan ve yoldan ayrılınmadığı sürece savaşa hizmet eden taktikler ve taktik aşamalar olarak değerlendirmek gerekir.

Ancak pek çok örnekte olduğu gibi, bu görüşmeler yoldan çıkmanın, reformizm bataklığında çırpınmanın, hedefsiz kalmanın sonucu olarak gündemleştirildiği takdirde, ortaya çıkacak sonuçlar baştan bellidir. Pazarlık ve uzlaşma, elde edilen kazanımların ucuza harcanması, acze düşmenin belgelenmesi ve teslimiyetin tescil edilmesi sonuçlarını doğurduğunda, bunun görüşmelerde ya da barış süreçlerinde aranması doğru değildir. Hiçbir olgu durduk yerde ortaya çıkmaz ve hiçbir süreç tek adımla sonuçlanmaz. Buna yön veren gelişmeleri, gidişatı sağlıklı biçimde yorumlamak gerekir.

Bu koşulda dahi yenilgi ve teslimiyeti peşinen ilan etmek doğru değildir. Doğru ve dostane olan tutum yanlış politikaların eleştirilmesi, doğru hattan ayrılanların eylem ve mücadele çizgisine çekilmeye çalışılmasıdır. Küçük ya da milli burjuva önderlikler altında, oportünist, revizyonist ya da reformist hatta yürüyenleri peşinen kaybedilmiş görmek, onların sürecinden devrime ve kurtuluşa dair hiçbir kazanım elde edilemeyeceğini ileri sürmek sınıf mücadelesi gerçeklerine yabancıdır.

Önderliklerinden bağımsız tüm hareketler içerisinde, sınıf mücadelesinin bütün izleri vardır. Bunun iki çizgi mücadelesinde olduğu gibi komünist bir çizgi etrafında cisimleşmiş bir karşılığının bulunmaması, ileriye taşımak isteyen dinamikleri temsil eden görüş, anlayış ve birikimlerin de olmayacağı anlamına gelmez. Çok iyi bilinmektedir ki komünist çizginin yeşerdiği koşullar için en elverişli zemin egemen sınıflarla kıyasıya mücadelenin verildiği alanlardır. Dolayısıyla, müdahil olmanın her şeyden önce komünist nüveyi her alanda geliştirmek, ortaya çıkarmak ve beslemek için gerekli olduğu bilinmek zorundadır.

İşin gerçeği, bugün Ulusal Hareket’le Türk devleti arasında, bilinen ölçülerde pazarlık ve tartışmaları içeren tarzda ve tescilli bir nitelik arz eden görüşme yapılmamaktadır. Örneklerin hemen hepsinde olduğu gibi hakem (ya da gözlemci) koltuğunda oturan bir otorite/güç/kurum yoktur ve tarafların en azından birbirine yakın koşullarda bulunması da söz konusu değildir. Tutsak edilen ve temsil ettiği güçlerle teması özenle kesilen bir kişi üzerinden, bu kısıtlılık ve baskı koşullarında, üstelik bu söylem ve pratikle sürdürülmesi istenen görüşmelerin, amacı çok açık olmalıdır. Durum pekâlâ Ulusal Hareket’in yöneticileri tarafından da görülmekte ve açık biçimde dillendirilmektedir:

“Başbakanın mevcut durumda bize dayatmak istediği şey ancak tamamen yenilmiş, mücadele ile kazanma şansını kaybetmiş bir örgüte ve halka dayatılacak olan şeylerdir. Yani tek taraflı bir biçimde, ‘gideceksiniz, silahlı mücadeleyi bırakacaksınız, bırakana kadar da bizim size karşı saldırılarımız devam edecektir’ tarzındaki üslup, sorunu çözme üslubu değil, işi yokuşa sürme üslubudur.” (22.01.13)

Bu duruma itiraz eden Kandil’deki yetkililer ve BDP sözcülerinin görüşlerine şiddetle tepki gösteren faşist Türk devleti temsilcilerinin tavrı, bu niyetin bir diğer göstergesi olarak okunmalıdır. Bu “görüşme” komedisi altında, Kürt Ulusal güçlerinin legal temsilcilerini İmralı’ya gönderme konusunda dahi “tayin eden” konumda bulunan ve bunun altını sert vurgularla çizen Türk devletinin, bırakalım uzlaşma ve taviz verme, asgari kriterlere uygun bir “görüşme” yapma niyeti dahi olmadığını görmek gerekir.

Faşist diktatörlüğün Kürt sorununa yaklaşım tarzında, bazı temsilcileri rol paylaşımı çerçevesinde kimi zaman empati içerir gibi gözüken “sempatik” mesajlar verse de, kin ve nefret dili egemenliğini sürdürmektedir. Bu konuda egemen sınıf kliklerinin tam bir uyum içerisinde hareket ettiklerini söylemek gerekir. Laikçi Kemalistlerin tanınmış isimlerinden ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde insan hakları dersleri veren Prof. Dr. Anıl Çeçen “Kürtlere doğum kontrolü uygulansın, gösterilere füze atılsın” önerilerinde bulunmaktadır (12.01.12).

Ama daha da önemlisi bu kliğin temsil edildiği parti olan CHP’nin süreçteki tutumudur. Vitrine koyduğu Kürt menşeli bazı milletvekilleriyle ve çapsız bir politikacı olan Kılıçdaroğlu liderliğinde ucuz bir “yeni”liğe soyunan CHP, iğreti bir duruş sergilemekte ve Tayyip’in oyuncağı olmaktan başka bir işlev görmemektedir. Bu beceriksiz sahtekarlıktan hoşlanmayan esas damarın temsilcileri sık sık sahne almakta ve yolunu şaşırır gibi görünen Aygün vd.lerine ayar vermektedir. En son Baykal’ın grup toplantısında “özel” olarak konuşma yapmasına da neden olan bu belkemiksiz hale müdahale amacıyla kürsüye çıkan Birgül Ayma(z) Güler’in konuşması enteresan tepkiler almıştır.

“Kürt milliyetçiliğini bana ilericilik ve bağımsızlıkçılık diye yutturamazsınız. Türk ulusu ile Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz.” (24.01.13) diyen Güler, samimi bir itirafta bulunmakta ve devletinin resmi tezleri doğrultusunda başta kendi partilileri olmak üzere tüm meslektaşlarına mesaj vermektedir. Bunu bir ırkçı-faşistin söylemi olarak ele almayı tercih eden, ama CHP’den öte faşist rejimle bağlantısını kuramayanlar, “Kürt milliyetçiliği”ne karşı tavrın gerçek yüzüyle karşılaşmaktan hoşnut olmamışlardır. CHP içerisindeki bir takım unsurlardan başlayarak çeşitli politik çevrelere kadar, gösterilen tepkiler bu yanıyla değerlendirilmek zorundadır.

Güler’in sarf ettiği iki cümleden birincisini kullanan çok sayıda devrimci, demokrat, ilerici çevre vardır ve bunlar fotoğraflarının net biçimde göründüğü ikinci cümleyi sarf etmekten kaçınmaktadır. Yalnızca ikinci cümleyi eleştirmekle uğraşanların samimiyetsizliği ve ikiyüzlülüğü, birinci cümleye yaklaşımlarında gizlidir.

Ezilen ulus milliyetçiliğinin ilerici karakteri, ulusal sorunun mihenk noktasını oluşturmaktadır. Buna itiraz eden nice solcu ve devrimci, ikinci cümleyi yadsıyan sözlerle durumu gizlemeyi tercih etmektedir. İşte bu yüzden Güler’in sözleri önemlidir, istemeden de olsa kritik bir noktaya parmak basan saflık ve açıklıkta sarf edilmiş bulunmaktadır.

Bir başka samimi eleştiri/öneri de AKP Erzurum milletvekili Muhyettin Aksak’tan gelmiştir: “Yakın zamanda 200 PKK’lı öldürüldü. Bunlar için ‘etkisiz hale getirildi’ denilmemelidir. Bunlar için ‘geberdi’ denilmelidir. Bunlar baktığınız zaman ya satılmış beyinler ya Ermeni dönmesi çocukları ya da Suriye’den İran’dan ülkemize sızan alçaklardan başka bir şey değildir.” (21.08.12)

Bu sözlerin ortaklaştığı zeminin “resmi” düzeydeki karşılığı, aynı zamanda Kürt sorununun egemen sınıflar nezdinde nasıl bir yer işgal ettiğini de göstermektedir. Dolayısıyla, öncekilerden bayrağı devralmış bulunan AKP’nin sorunu “çözmeye” çalışırken bu çizginin dışında kalmadan hareket edeceği ve özellikle bugünkü güç dengesi içinde, kurumsal nitelikte bir taviz vermeyeceği çok açık biçimde bellidir.

Süreç, psikolojik unsur ve argümanların çokça kullanılmasını gerektirmekte, bu arada organize olmayan çıkışlar da aynı potaya yönlendirilmektedir. Ama önemli bir bölümünün “masumane” bir karakter taşımadığı iyi bilinmelidir.  Sürece doğru giderken Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven, “Dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz.” (07.10.12) demiş, onu Siirt Valisinin benzer içerikteki “empatik” cümleleri izlemiş ve nihayet bu tarzın baş aktörlerinden Arınç konuşmuştur:  “İnsanlara zulmedersiniz, haksızlık, fena muamele yaparsanız bunun karşılığı sabır gösterenler de reddedenler de bunun hesabını sormaya kalkanlar da olabilir.”,  “Ben de dağa çıkardım.” (16.12.12)

Bunlara, destek verilmiş, en fazlası “düzeltici” eklemelerde bulunulmuş ama “Artık dindar Kürtler BDP’ye oy veriyor” (06.12.12) gibi üzerinde oynanılan damara yönelik “bozguncu” sözler sarf eden AKP Diyarbakır İl Başkanı Halit Advan derhal partiden atılmıştır.

Şimdi psikolojik savaşa daha çok ihtiyaçları vardır ve o yönde ciddi bir çaba içerisine girmişlerdir.

AKP, bütün propaganda merkezlerini harekete geçirip, kendisine bulanık bakanları da yanına çekerek giriştiği yoğun bir “çözüm/barış süreci” demagojisine dört elle sarılmaktadır. Süreci inandırıcı kılmak için basın yayın organlarında çeşitli senaryolar yayınlanmakta, kademeli “çözüm” planlarına yer verilmekte, Öcalan’ın demokratik özerklikten vazgeçtiği, ülkedeki güçleri sınır ötesine çektireceği, anadilde eğitim ve yerel yönetim sisteminde belli bir iyileştirmeyle birlikte kısmi bir genel af uygulanacağı iddia edilmektedir. Bu senaryoları “inandırıcı” kılma adına, Tayyip’in yalnızca Ulusal Hareketin sorumluluk payına düşen kısmını dillendiren demeçleri de dikkat çekici olmuştur:

Sınır dışına çekilirken operasyon olmayacak.” (11.01.13), “Bu mesajlar çerçevesinde bu silahlar bırakılacak olursa, hatta ülkemiz içerisindeki teröristlerin ülkemizi terk etmeleri halinde de bu konuda her türlü, bizler geçmişte yapılanın tam aksine onların güvenlik içerisinde bu ülkeyi terk etmesine de imkân hazırlarız.” (03.02.13)

Ulusal Hareket’in bu “barış” hamlesi karşısında cepheden bir karşı çıkış örgütlemesi hem Öcalan’ın tutumu hem de kamuoyunun etkilenmesi karşısında olası değildir. Bir biçimde başladığı açıklanan süreci, bozan/sabote eden konumunda olmak ve bir kez daha bu propagandanın altında ezilmek istemeyen yurtsever hareketin durumu son derece sıkıntılıdır. Odaklanması gereken nokta, ilk andaki çıkışlarda olduğu gibi egemen sınıfların samimiyetsizliği ve sahtekârlığı olmalıdır. Sürecin akışına pasif biçimde kapıldığı ve bekle gör tavrına girdiği takdirde, ciddi zararlar göreceği açıktır.