İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Restorasyonda Yeni Devre: Kifayetsiz Muhteris

Önceki rapor ve yazılarımızda AKP’nin TC devletinin yönetsel yapısında yaptığı ve halen yapmaya çalıştıklarını “restorasyon” kavramı altında değerlendirmiş ve yanlış anlayışların sonucu olarak “iktidarlaşma”, “devletleşme” olarak tanımlanan bu sürecin emperyalist planlar doğrultusunda işlediğinin altını çizmiştik. Bunun ekonomik boyutunu bir süredir “küreselleşme” olarak nitelenen neo-liberal politikalar oluştururken, politik boyutunu ise Ortadoğu kapsamında ağırlık kazanan “yeni düzen”in projeleri belirlemektedir.

Emperyalist-kapitalist sistemin ABD üzerinden şekillendirdiği ekonomik düzenin, Avrupa ekseninin de dâhil edilerek çevrelediği ilişki ağının stratejik konum ve kapasite nedeniyle önemli bir parçası olarak görülen Türkiye’nin bu çarktaki işlevi, kaynaklarının sonuna kadar harcanmasını (sınırsız sömürme ve sağma ile talan ve yağma) içeren bir düzenekte kullanım değeri kazanmaktadır. Ekonominin döndürülmesi bu plana uygun bir biçimde gerçeklik kazanmakta, yönetsel yapı da bu doğrultuda “değişime” uğratılmaktadır.

Restorasyon’dan amaçlanan, bu plan ve hedefler doğrultusunda yol alacak mekanizmanın uygun bir işleyişe kavuşturulmasıdır. Şu andaki biçimiyle 90 yıllık bir devlet yapısı söz konusudur. Bu toprakların, etnik, mezhepsel yapısı ve kültürel gerçekliği içerisinde egemen sınıflar tarafından Türk ve Sünni karakterin ayrımcı, yok sayıcı ve nihayet imhacı baskınlığıyla oluşturulan ırkçı ve tekçi ideolojinin renk verdiği bu yapı, yarı-sömürgelere özgü, faşist bir diktatörlüktür. Böyle olmasının bilindik tahlillerine yer vermeye gerek yoktur ama emperyalizme temelden/göbekten bağımlılık ve ülkemizdeki komprador kapitalizmin gelişim seyri ve karakteristik özelliklerinin oluşturduğu bir devlet şekillenişine dikkat çekmek gerekir.

Tam da bu nedenledir ki AKP’nin sürecine dair hemen her kesim ve çevredeki kafa karışıklığı ve savrulmanın esas olarak kaynak noktasına parmak basmak gerekiyor. Belli farklılıklar olmasına karşın, halk saflarındaki akımların tamamında, önce devlet kavramının doğru biçimde kavranışında sonra da Türkiye’nin tarihsel süreci ve yapısal özelliklerine dair yanlış, tutarsız ve maddi olgu ve gerçeklerden uzak bir değerlendirme vardır. İyimser ifadeyle, bu yanlışlık konuya dair bütün değerlendirme ve devamındaki politikaları etkileyecek sonuçlar doğurmakta, gerek hamleler, gerekse de saf tutuşlar buna göre yapılmaktadır. Bütün bunlardan nihai olarak kazançlı çıkan, sorunun temelindeki sisteme hâkim olan güçler, sınıflar olmaktadır.

Faşizmi, bizimki gibi ülkeler gerçekliğinde devlet değil de yalnızca politika ve yürütme biçimi olarak algılayanlar için, görünür olduğu, tırmandığı ya da işbaşına geldiği dönemler; demokrasi oyunu ve maskesinin rafa kaldırıldığı, ya kritik bir yönelim ya da evreye mahsus süreçleri tarif etmektedir. Faşizmin açık hali ve koyulaştığı dönemler olduğu gibi yönetim ve uygulama katında üniforma giydiği yıllar da vardır ve TC tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Faşizmi bu evrelerde görünür kılıp, diğer zamanlara arızalı dense de “demokrasi” ya da en keskini bakımından “gericilik” elbisesi giydirenler, bu gel-git olaylarının nedenini doğru tahlil edemedikleri için egemen sınıfların çeşitli klikleri ve kurumlarına olmadık nitelikler atfetmekte, bunun doğal karşılığı olarak da kolaylıkla yoldan çıkabilmektedir.

Bunun doğal sonucu olarak M. Kemal ve İnönü dönemleri (tek parti), çok partili süreçten ayrılabilmekte, MC hükümetleri “faşist”, AP, ANAP vb.leri liberal, AKP de “dinci-gerici” gibi sıfatlar alabilmektedir.  Egemen sınıf partileri, devletin kuşaktan kuşağa hem yaslanıp hem de beslediği bütün kavram ve “değer”lerin biri ya da birkaçını önde tutan bir rengi benimsemekle “ayrışan” bir konum almakta ama hem programlarının esasını oluşturan ana hususlarda hem de yapısal özellikleri itibarıyla ortaklıklarını korumaktadır. Zira baskın olan ve belirleyen sınıfsal çıkarlardır ve bunun devlete ait temel harcından kopuk olması düşünülemeyecektir.

Faşist yapı, işleyiş ve rızanın sağlanmasına dair araçlar eliyle hüküm sürmekte, baskı ve zorun kullanımı ile yönlendirme ve propaganda faaliyetleri merkezi bir örgütlenme ve öncelikli bir fonksiyon kabul edilerek yerine getirilmektedir. Düzeneği ayakta tutan bu kurumlar ise, onları işleten ve yaşatan da ekonomik sistemdir. Sermayenin olmadığı yerde hiçbir unsurun güç olma şansı olmadığı gibi, bu kurumların esas varlık sebebi de sermayedir. Sermayeyi elinde bulunduran sınıflar, egemen konumlarına uygun bir politik düzen kurmak ve bunu uzun ömürlü, dahası ölümsüz kılma derdindedir. Bu yapı kendileri sayesinde ayakta durmaktadır ama bu yapı olmaksızın da kendi konumlarını muhafaza etme şansları olamayacaktır…

Dolayısıyla devlet, ekonomik yapıyla tam bir uyum içinde olmadığı sürece her türlü sorunun yaşanması kaçınılmazdır. 12 Eylül’ün 24 Ocak kararlarıyla ilişkisi de 2001 krizi sonrası IMF-DB’nin hazırladığı ve Derviş’in akıl hocalığı yaptığı ekonomik politikalar ile AKP’nin koalisyonsuz tek parti süreciyle bağlantısı da bu kapsamda değerlendirilmek durumundadır. Daha da geniş bir parantez oluşturursak, AKP’nin şekillendirildiği, iktidara taşındığı ve şimdi de icraatına giriştiği politikalar uluslararası ölçekteki projelerden (Yeni Dünya Düzeni, 11 Eylül, BOP) soyutlanamaz.

AKP’yi İslamcı rengi ve söylemi ile açıklamaya kalkmak son derece yanıltıcıdır, hedef saptırma ve şaşırtmaya hizmet eder. Kitlesel destek çerçevesinde taban oluşturma ve örgütlenmeye temel oluşturması bağlamında İslami öğeleri barındıran bir politikanın takip edilmesi, sorunun esasını gözden kaçırıcı olmaktadır. AKP’nin bu süre zarfında dindar olduğu kadar kindar bir nesil hazırladığı, eğitimde ve sosyal yaşamda dini motiflerle bezeli bir dizaynı resmi ideolojiden koparmamaya özen göstermesine dikkat edilmelidir. “İslamcı Kemalist” benzetmesinin yapılması, bu gerçekliğe bir noktadan da olsa dokunabilenlerin yakıştırmasıdır.

Bununla beraber, 11 Eylül sürecinin “ılımlı İslam” modeline uygun biçimde RP’den yontularak şekillendirilen AKP’nin “muhafazakâr demokrat” görünümlü kimliği, “dinsel milliyetçiliğe” dayanan bir kitlesel taban üzerine oturtulmaya çalışılmakta, örgütlenme ve kadrolaşma da bu eksende yapılmaktadır. Birçok kesimi yanıltacak boyuttaki bu politika ve şekillendirme tarzı AKP’nin faşist karakterli kimliğini örtme aracı olarak da kullanılmaktadır.

Bu adımların son dönemde ağırlık kazandığını söylemek gerekir. Bunun da iplerin önemli bir bölümünün ele alınmış olmasıyla doğrudan ilgisi bulunmaktadır. Sürecin hız kazandığı sırada örtülü bir tavra girilmediği ve alabildiğine rahat davranıldığı görülmektedir. Nitekim Tayyip, 5 Mayıs 2012’de Adana’da yaptığı konuşmada “tek devlet, tek millet, tek bayrak”a “tek din”i de eklemiş sonra da “dil” ile karıştırılmasın diye de “dil değil din, din” diyerek altını çizmiştir. Konunun yoğun biçimde işlenmesi karşısında yakın çevresi tarafından komik bir “dil sürçmesi” manevrası yapılsa da mesaj yerine gitmiştir.

İlk öğretim basamağında müfredatla oynanmış, seçmeli dersler arasına, “Peygamber’in Hayatı, Kuran-ı Kerim Öğretimi, Din Bilgisi” gibi dersler konulmuştur.  4+4+4 sistemi ile bir yanıyla çocuk emeğine yönelme hedefi güdülmüş öteki yanıyla hem kız çocuklarının ev hapsine alınması hem de ilk dört yıllık dönemden sonra kuran kurslarına yönlendirilmesi olanağı güçlendirilmiştir.

Soru önergesi üzerine Bekir Bozdağ’ın 19 Şubat 2013’te verdiği bilgilere göre, 2012 yılında 59 bin 761’i erkek 1 milyon 65 bin 200’ü kadın olmak üzere toplam 1 milyon 124 bin 961 kişi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açtığı kuran kurslarına devam etmiştir. Buna sayıları ve katılımcıları hiç de hafife alınamayacak düzeyde bulunan “kaçak” kuran kurslarının rakamları dâhil değildir.

4+4+4 sisteminin işletilmeye başlamasının ilk haftasından itibaren kısa süre içerisinde 76’sı İstanbul’da 600’e yakın okul imam hatip’e dönüştürülmüş 2012-2013 öğretim yılının birinci döneminde 136 bin 115 öğrenci ve 23 bin 559 sınıf öğretmeni örgün öğretimden ayrılmıştır. İlköğretimde “tek tip” giysiye karşı “kıyafet özgürlüğü” bahanesiyle amaçlananın, kız öğrencilerin başörtüsü takabilmesi olduğu da bilinmektedir.

2013 bütçesinde Diyanet İşleri Ba(ş)kanlığı’nın payı yüzde 22 oranında artırılmış bulunmaktadır.

Türkiye’de 81 bin 984 cami, 67 bin okul ve 1220 hastane bulunmaktadır. 60 bin kişiye bir hastane, her 350 kişiye ise bir cami düşmektedir. Din görevlisi sayısı 90 bin iken doktor sayısı 77 binde kalmaktadır. Öncelik/tercih sırası ve kadrolaşma hesapları bakımından bu veriler dikkat çekici olmak zorundadır.

Başta Tayyip olmak üzere hükümet katındaki pek çok kişinin dini referanslarla konuşma oranında artış vardır. Sembollerin çoğaltılmasına yönelik adımlar atılmakta, aykırı unsurlar temizlenmektedir. Cami projeleri, heykel yıkmalar, sanat âlemine karışmalar, televizyon dizilerine müdahaleler ırkçı- şoven tonlar da taşımakla beraber esas olarak dini referanslarla gerçekleştirilmektedir. 2013’den itibaren YGS ve LYS’de artık din dersinden de sorular geleceği açıklanmıştır. Ders kitaplarındaki Yunus Emre ilahileri dahi sansüre uğratılmakta ve benzer “hassasiyetler” temelinde Kaygusuz Abdal ayıklanmaya çalışılmaktadır. Yakın dönem yazarlarıyla ilgili zaten sayısız örnek bulunmaktadır…

Geçen yıl içerisinde yapılan ve Ekim 2012’de açıklanan; Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof Dr. Yılmaz Esmer’in “Türkiye Değerler Atlası 2012” ve Prof. Dr. Hakan Yılmaz’ın Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Derneği desteğiyle hazırladığı “Türkiye’de Muhafazakârlık: Aile, Cinsellik, Din” isimli araştırmalarında ortaklaşan ve dikkat çeken husus, dindarlık ve muhafazakârlaşma olgusunun AKP döneminde kaydettiği artıştır.

Bununla beraber, her iki araştırma da bu artışın hiç de belli çevrelerin iddia ettiği gibi “anormal” bir yükseliş içermediğini göstermektedir. Bu durum, bir yandan AKP’nin konuyla ilgili atağa kalkma nedenini açıklamaktadır ama diğer taraftan da bu İslamileştirme projesinin sınırlarına işaret etmektedir. Oysa özellikle de konu kendini tanımlamaya geldiğinde, AKP’nin de ihmal etmemeye özen gösterdiği şovenizmin toplumda çok daha hatırı sayılır bir karşılığı bulunmaktadır. Konda’nın Temmuz 2010 tarihli “siyasal kimlikler” araştırmasında toplumun yüzde 93’ünün vatanseverlik, yüzde 63’ünün ise milliyetçiliği siyasal kimliğini ifade eden kavramlar olarak kullandığını hatırlatmak gerekiyor.

Yeni anayasa ile hukuksal çerçevesinin tamamlanmasına çalışılan ve başkanlık/yarı-başkanlık modellerini de öngören örgütlenme modeli, şimdiye kadarki hamle ve ataklarına bütünlüklü bir çatı oluşturmayı hedeflemektedir. Lider, şef odaklı yapı doğallıkla otoriter bir görüntü vermekte, TC’nin kuruluşundan itibaren sık karşılaşılan bir işleyişin devamı olarak gündemleştirilmektedir.

Her ne kadar kendi içerisinde de sorunsuz bir gelişim seyri göstermeyen sürecin başarıyla tamamlanması göründüğü kadar kolay olmayacaktır. Kimi olaylarda rol paylaşımı olarak görünen ama kimi kez de düpedüz çıkar çatışması ve grupsal kariyer kavgası olarak yansıyan iç çekişmeler dikkat çekicidir. Bu anlamda başta Gülen Cemaati ile yaşanan sorunlar, sonra da Tayyip ile Abdullah Gül ve AKP’nin diğer “kanaat önderleri” arasındaki problemler bunun ürünüdür. Öyle ki sorun, Ordu, Yargı, MİT, Polis gibi kurumlar üzerinden ifade alma, tutuklama, tasfiye gibi görünür ve etkili hamleleri de barındırabilmektedir.

AKP’nin iç politikadaki önceliği elbette ki sınıfsal düşmanlık güttüğü ve sistemle cepheden çatışma içerisine giren ya da girme potansiyeli taşıyan güçlerdir. Bu bağlamda zaten temel bir sorunun öznesi olarak sahne alan Ulusal Hareket’ten, işçi sınıfının dinamik güçlerine, ilerici, demokrat, devrimci ve komünistlere kadar bütün gerçek muhalefet odakları öncelikli hedef konumundadır ve imha edici, öğütücü mekanizma bunları esas alarak işlemektedir. Dikkat edilirse, özellikle yasal düzenleme ve tedbirlerin (doğal olarak da uygulamaların) ezici bir çoğunluğu bu güçlere yöneliktir.

Bu konuda bir süredir geliştirilen yöntem, “yargı paketi” ve “torba yasa” biçimindeki uygulamalardır. Yargıyla ilgili olanlar numaralandırılmakta, her biri allanıp pullanıp büyük bir “reform” havasında sunulmaktadır. Bütün yasal düzenlemeler sınıf mücadelesinde ortaya çıkan ihtiyacı olarak gerçekleşmektedir.

Dolayısıyla egemenler sömürü ve baskı çarkını daha iyi işletebilmek, sistemi uzun ömürlü kılmak adına, aksayan, kanayan, dökülen yanlara müdahale etmektedir. Genellikle, sürekli ileri bir adım atılıyormuş gibi görünmek, sivri/acı olanları tali konularda “ileri” görünenlerin gölgesinde yutturmak için geliştirilen bu taktik, dikkate edilirse “af” vb. ambalajlarla sunulmaktadır. Kimi zaman torbada yer alanlar kapsamlı bir müdahalenin parçası olarak da çeşitlik arz etmektedir.

AKP ile geliştirilen projelerin başarılı olabilmesi için, oluşturduğu engel bakımından süreçten nasibini almak zorunda kalan ikinci kesimi egemenlerin diğer temsilcileri oluşturuyor. Bunlar içerisinde başta projeye aktif bir direniş gösteren ve ellerindeki enstrümanları kullanarak engel olmaya çalışanlar olmak üzere, “demokratik” zeminde kalsa da yıpratılması ve geriletilmesi gereken diğerleri de bulunmaktadır. Son süreçte HAS Parti ve DP’ye yönelik operasyonlar bu mahiyettedir.

“Muhalefetin” parlamentoda temsil edilen iki partisi ise “hedef” olmaya değecek bir ağırlık dahi gösterememekte, zaten ana noktalarda verdikleri desteği, tali yöndeki tartışmalarla örtmeye çalışmakta, ancak stres topundan öte bir rol oynayamamaktadırlar. AKP’nin Kürt ulusal sorunuyla ilgili manevraları kapsamında, hem ölüm-sıtma ilişkisi hem de samimiyet testi ve “farkın” gösterilmesi bakımından mesaj ürettiği bu iki partinin muhalefeti son zamanlarda sokak tiyatrosu gösterisine dönüşmüş, Bahçeli “Erdoğan başkan PKK şampiyon” (12.02.13) diye demeçler verir olmuştur.

MHP bilindik çizgide gezinmektedir ama “yeni” CHP’nin sallan yuvarlan aşamasından sonra işin ciddiyete bindiği koşullarda azgın özüne bu kadar çabuk dönmesi dikkat çekici olmuştur. Temsilcilerinden gelen sayısız derecede ırkçı faşist söylem ve açıklamalar bir yana, Tayyip’in ŞİÖ ile ilgili sözlerine, “O zaman NATO’dan da mı çıkacağız?” (Kılıçdaroğlu, 29.01.13), Ergin Saygun’u ziyaretine, “Sanırım KCK davasında toplu tahliyeler olacak. Bence asıl nedeni bu.” (Kılıçdaroğlu, 14.02.13) diyen bir CHP vardır. CHP Sinop’ta (18.02.13) olduğu gibi artık fiili saldırıların da başını çekmeye başlamıştır.

Aktif çaba içerisine girenlerin, Ergenekon, Balyoz, Oda TV, 28 Şubat vb. davalarda işin hukuksal prosedürü ve kitabına çok da takılmaksızın yargılanması ve cezalandırılması yoluna gidilmektedir. Olaylar, “balyoz” davasının gerekçeli kararına yansıdığı biçimde, teşebbüs düzeyinde kalmanın “kalp teklemesine” bağlanmasıyla izah edilebilmektedir.

Bir yıl arayla iki eski genelkurmay başkanının sorguya çekilmesi, birinin tutuklanıp diğerinin yaş nedeniyle denetimli olarak bırakılması, sıradan bir gövde gösterisi değildir. Bir zamanlar önemli mevkileri işgal eden –çoğu subay- bu kişilerin çok iyi bildiği husus, kendi yasalarına dahi uymama halinin özel bir ezme ve sindirme yöntemi olarak kullanılmasıdır. Şimdi ağızlarından demokrasi, özgürlük ve adalet; adil yargılanma, savunma ve mahpus hakları vb. söylemleri düşürmeyenlerin hali traji-komiktir.

TSK içerisinde “laikçi” kadroları temizleme operasyonunun büyük ölçüde tamamlanması, işin doğal olarak ifrata varması ve ordu içerisindeki huzursuzlukların artması üzerine; süreç bütünüyle kendi inisiyatifinde gelişmemiş, “savcılığını” açıkça ilan etmemiş gibi büyük bir pişkinlikle tutuklamaları eleştiren,(“Neredeyse komuta kademesinde oralara gönderilecek komutanımız kalmıyor. Öyle şey olmaz.” 26.01.13; “Yahu Genelkurmay Başkanını niye içeri alıyorsun arkadaş?” 01.02.13) Tayyip, dikkate değer bir sıkıntıyı açığa vurmuş durumdadır. Donanma Komutanı Oramiral Nusret Güner’in 23 Ocaktaki istifasını takiben, buna görev süresini doldurup istifa eden 110 savaş uçağı pilotunun eklenmesi, durumun ciddiyetini göstermekteydi.

Devamında 28 Şubat’la ilgili eski generallere yönelik yine gözaltı ve tutuklamaların devam etmesinin (13.02.13) kuyruğu dik tutma ve konunun hassasiyetine vurgu bakımından anlamı vardı ama Ergin Saygun ziyareti (09.02.13) ve döne döne önceki tutuklamaların eleştirilmesi, pervasızlık ürünü bir ezme tavrı biçiminde açıklanamaz. Durum, TSK’nın komuta kademesinde atama yapamayacak hale gelmiş ve savaşı sürdürme açısından kadro kaybına uzanan bir kanamaya yol açmışsa, sıkıntı büyük demektir.

AKP önderliğinde icraatlarını sürdüren faşist diktatörlüğün, “sivilleşme”, “darbe karşıtlığı” gibi maskeyi süsleme adına sahneye koyduğu 12 Eylül “yargılaması” türü mizansenler ise önceleri Ergenekon davalarında da benzer şekilde hareket eden ve müdahilliğe soyunan çevrelerin aymazlığını da içeren boyutuyla ucuz bir parodi olarak sürmektedir. Parlamentoda oluşturulan ve bu konuya özgülenen komisyonlarda (Örneğin Darbeleri Araştırma Komisyonu) yaşananlar da bu gayri ciddi şovun başka bir boyutunu oluşturmaktadır.

“Ustalık” döneminde işleri kolaylamış olmanın rahatlığıyla daha pervasız bir tarz tutturan AKP, seçimlerle dolu bu süreçte, attığı adımları pekiştirmek için hazırlıklarını sürdürmektedir. Bunun için meşrulaştırıcı bir çerçeveye gerek bulunmakta ve anayasa için çalışmalara girişilmekte, bu çerçeveye oturacak biçimde yönetsel yapıda başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemi üzerinden düzenlemelere gitmenin hesapları yapılmaktadır. Bu konu üzerinden geliştirilen kuvvetler ayrılığı/birliği tartışmaları da asıl zihniyeti ele verir niteliktedir.

Konuya açıklık getirecek olursak; bütün faşist sistemlerde olduğu gibi Türkiye’de de tamamen yapısal nedenlerle kuvvetler ayrılığı tarzında burjuva demokratik bir işleyişin oturtulması mümkün değildir, mümkün de olmamıştır. Şekilsel olarak ayrıymış gibi görünen kurumların tümü, diğer başka organlarla bir bütünlük içerisinde, aynı mekanizmanın dişlileri olarak işlemektedir. Hem klikler arası çekişme ve çatışmadan kaynaklı hem de biçimsel prosedürün doğal sonucu olarak gerek kendi içlerinde gerekse de aralarında çelişki ve farklılık yaratan durumların yaşanıyor olması, bunun aksini gösterecek ciddiyet taşımamaktadır.

Bu durum bırakalım rejimi, sisteme dâhil her bir kurumun kendi içerisinde dahi yaşanmaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus, esasa dair bir sorunun çıkıp çıkmamasıyla alakalı olarak sorgulanmalıdır. Bunu garanti altına almanın yolu, bu kurumların örgütlenmesinde, başta siyasi partiler olmak üzere herhangi bir sızıntıya izin vermemek, birikim oluşmasını engellemektir. Bir noktadan sonra mutlaka icazet devreye girmekte, her şey izin verildiği, hizada kalındığı sürece gündemleşebilmektedir. Bunu aşmanın ya da zorlamanın yolları da unutulmamalıdır ki bu yöntemin değil sınıf mücadelesindeki esas usullerin takip edilmesi yoluyla gerçeklik kazanmıştır.

Kaldı ki egemenlerin AKP kanalıyla şu anda oluşturduğu yapı neredeyse bütün kurumlarda etkinlik sağlamış durumdadır. Bununla da yetinmeyen ve demokratik kitle örgütlerini de kapsamına alan bir tam egemenlik ve denetim peşindedir. Sendikalar büyük oranda zaten yan kuruluşlara dönüştürülmüş, sıra meslek kuruluşlarına gelmiştir. TMMOB’u da kapsayan “Yapı Denetim Kanunu” taslağı ile doğrudan örgütsel yapısı ve işlevini hedef alan torba yasadaki düzenlemeler buna örnek oluşturmaktadır. Bunu zaten çeşitli girişimlerle hedeflerine aldıkları diğerlerinin izlemesi de kaçınılmazdır. Ama bütün bunlardan öte yönetsel yapıda daha güçlü ve garantili bir yapının inşa edilmesine çalışılmaktadır. Restorasyonun ana hedefi de budur.

Bu ana hedefe ulaşmada yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler önemli duraklar durumundadır ve bunlara yönelik hazırlıklar hızla tamamlanmaya çalışılmaktadır. Mart 2014’te yapılması gereken seçimler MHP’nin de desteğiyle Kasım 2013’e çekilmek istenmiş ama 367’yi bulamadıkları için başarılı olunamamıştır. Formalite icabı kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda 130 maddenin 2012 sonuna kadar 59’u görüşülmüş ve tamamı tali hususları kapsayan 21’inde uzlaşma sağlanmıştır. Bu çalışmaların Mayıs’a kadar bitirileceği öngörülmektedir. Sonuç şimdiden bellidir ve bunu ilan etmekten de çekinilmemektedir: “Eğer ortak bir taslak çıkmazsa, biz parti olarak kendi çalışmamızı Meclis’e sunmak için hazırlıkları başlattık.” (Tayyip Erdoğan, 22.12.12)

Kendi çalışmalarının örneğin MHP ile anlaşarak çıkarılamaması gibi bir “aksilik” de çok önemli görülmemektedir. Çünkü bu halde, mevcut işleyişin sürdüğü takdirde de kendileri açısından esaslı bir kayıp söz konusu değildir. “Değişim”in fiili olarak yaşanacağı iddia edilmektedir:

“Sistem revize edilmezse yapısal bir değişikliğe gidileceğini sanmam. Fiili bir değişim yaşanır.” (Bekir Bozdağ, Başbakan Yardımcısı, 24.12.12), “Eğer Türkiye yeni anayasayı hayata geçirmezse, geçiremezse mevcut anayasayla cumhurbaşkanı seçimi yapılır ve mevcut anayasadaki yetkileri cumhurbaşkanı kullanacak olursa otomatik olarak Türkiye fiilen bir yarı başkanlık sistemine geçme durumuyla karşı karşıya kalacaktır.” (Bekir Bozdağ, 30.12.12)

Yeni anayasanın, mevcut durumun derli toplu bir şekilde cilalanması olduğuna örnek teşkil eden yasal düzenlemelerden birisini de 13 yeni büyükşehir belediyesi kurulması hakkındaki yasa (Kasım 2012) oluşturmaktadır. Sayıları 29’a çıkarılan büyükşehir belediyesi ile bunlara ait işleyiş nüfusun yüzde 80’ini kapsamış olmaktadır. Yerel yönetimleri güçlendirir gibi görünen yasa tam aksine merkezi yapıyı pekiştiren özellikler taşımaktadır.

Amacın tam tersi bir çehre oluşturulmakta, her zamanki gibi sol gösterip sağ vurulmaktadır. Yasanın ruhunu göstermesi bakımından dikkat çekici nokta, “küreselleşme”ye yapılan vurgudur ve bu bahiste ülkenin talan edilmesinin nasıl çok daha elverişli hala getirileceği ortaya konulmaktadır. Valiler belediye üzerinde daha nüfuzlu bir konuma taşınmakta, yeni kurulan “Yatırım İzleme ve Koordinasyon Merkezi” üzerinden dişe dokunur bütün işlerin merkeze devri sağlanmaktadır. Yasanın jeopolitik müdahale açısından işlevi, oy dağılımı dikkate alınarak ellerinde olmayan belediyelerin de ele geçirilme hesaplarına yer verilmesi şeklindedir.

AKP hükümeti 12 Eylül rejiminin temel taşı niteliğindeki hiçbir yasaya esastan dokunmamıştır. Aksine, anayasanın bazı maddeleri dâhil olmak üzere yasalarda yapılan değişimlerin önemli bir bölümü otoriter yapıyı güçlendiren, hak ve özgürlükler alanını daha da daraltan özelliktedir. Yeni anayasa buna üst bir şemsiye oluşturacak, faşist yapı “sivilleşme” adına perçinlenecektir. “Yargı birliği” adına yüksek yargı kuruluşlarının tek çatı altında toplanmasına dair 12 maddelik değişiklik önergesi bu ay içerisinde (Şubat 2013) gündemleştirilmiştir. Nasıl bir sistemin ortaya çıkacağının izleri AB ile gelişen “üyelik” sürecinden de okunabilmektedir.

Başından itibaren bir oyalama ve aldatma, danışıklı bir oyun olarak nitelediğimiz ve her şeyden önce yapısal nedenlerle olanaksız olarak gördüğümüz “üyelik” masalının da ayakları tamamen suya ermiştir. AB’nin oluşturduğu çerçevede hiçbir gerçek adımın atıl(a)madığı, sürekli çemberin etrafından dolaşıldığı, artık daha fazla uzatma şansının kalmaması ve son aşamaya (ustalık) ulaşılmasıyla açığa çıkmıştır. Durum, bu oyuna son verme kararındaki AB’nin ağır eleştirilerle dolu, Ekim 2012’de açıklanan ve Egemen Bağış’ın “AB’nin beden ve ruh sağlığı bozuk” (10.10.12) diye yorumladığı son İlerleme Raporu’yla da sabitlenmiştir.

AB’ye uyum için 2007 ila 2013 yılları arasında çıkarılması için söz verilen 188 yasadan yalnızca 30’unun hayata geçirilmesi, durumu özetlemektedir. Ustalık döneminde yukarıda da değindiğimiz gibi devlete ait kurumların önemli bir bölümünde sağlanan denetimden kaynaklı olarak otoriter yapının kendini daha güçlü biçimde hissettirdiği bir süreçte yol alınmaktadır.

Bu yapının oluşturulmasından amaçlanan, temsilcisi olduğu sınıflar ve uşaklığını yaptığı güçler adına misyonunu layıkıyla oynamaktır. Bu liyakatin gereği sadece kendisine engel olunması değil aynı zamanda ayak bağı da olunmamasıdır. Tek adam pozisyonunda giderek sertleşen ve kabalaşan tarzının nedeni esas olarak budur:

Erdoğan ilk dönemini gecikmiş siyasi reformlara ve sivil-azınlık haklarının güçlendirilmesine adadı. Fırtınalı geçen ikinci döneminde popülerliğini kullanarak kudretli generalleri sahneden indirdi. Artık iktidarının hiçbir rakibi yok ve kendisinin de her türlü meydan okumaya hoşgörüsü giderek azalıyor.” (David Gardner- Daniel Dombey, Financial Times, 28.03.12) “Erdoğan’ın ‘modus operandi’si (hareket tarzı) kavga çıkarmaktır. Bu bayağı işine yaradı, zira orta yolu ortadan kaldırdı. Bu, (George W.) Bush yaklaşımıdır: Ya bizdensin ya da bize karşısın.” (Sinan Ülgen, Liberal Düşünce Kuruluşu EDAM’ın Başkanı, Mart 2012)

Bu konuda gösterge teşkil etmesi bakımından önemli duraklardan birisini “Büyük Millet Büyük Güç, Hedef 2023” şiarıyla Eylül 2012’de toplanan ve Tayyip’in son kongresi diye lanse edilen AKP 4. Kongresi’nde yaşananlar oluşturmuştur. MHP’nin bir zamanlar şiarlaştırdığı “Milli Devlet Güçlü İktidar”da olduğu gibi güce vurgu yapan kongre, 100’ü aşkın ülkeden temsilci katılımı ve 63 maddelik vaat listesiyle dikkat çekiyordu. Dünya lideri modunda sahne alan Tayyip’in AB’den tek kelime söz etmezken İslami ülkelere seslenmesi dikkat çekiciydi.

“Büyük güç” çalışma yaşamının baskılanması, hak ve özgürlüklerin dizginsiz gaspı, bütün muhaliflerin acımasızca bastırılması, politik denetimde olağanüstü bir sistemin benimsenmesi, polis yapısının aşırı semirtilmesi, devletin bütünüyle halkın üzerine çökmesi anlamına gelmektedir. Savcılara açıkça talimat vermekten çekinmemekte“(Yargıya zaten gerekenleri söyledik, yargı da gereğini yapıyor.” 05.09.12), basın patronlarını yazarlarını atmaları için aleni biçimde uyarmakta (en son Anadolu Ajansı’ndan 200’ü aşkın gazeteci emekli edildi ya da istifa ettirildi), hemen her konuda ahkâm kesip tehditler yağdırmaktadır.

Özellikle de Kürt Ulusal Hareketi’nin bütün bileşenlerine en ağır hakaret ve aşağılamalarla seslenen, Roboski örneğinde olduğu gibi katliamı savunan bir pervasızlık sergileyen Tayyip, demokrasiyi gerçekten de oldukça ileri bir aşamaya taşımak için var gücüyle çırpınmaktadır.

Durum öyle bir hal almıştır ki geçmişte AKP’ye sınırsız destek sunan, akıl almadık misyonlar yükleyen, Tayyip’ten bir demokrasi kahramanı yaratmaya çalışanların önemli bir kısmı, baskı ve zulüm derecesini 12 Eylül’ün üzerine çıkaran kıyaslamalar yapmaktadır.

Geçen dönemin bu çevreleri de irkilten örneklerinden birisi Göktürk 2 ismi verilen uyduyla ilgili tören için 18 Aralık’ta Tayyip’in ODTÜ’ye gelmesiyle yaşanmıştır. 3 bin 600 polis ve zırhlılarla gelip protesto eyleminde bulunan ilerici, demokrat öğrencilere saldırarak ortalığı savaş alanına çeviren işgal güçlerinin ezme operasyonundan sonra, komutanları olarak konuşan Tayyip, bu kez de ODTÜ şahsında akademik çevrelere “ayar” vermeye çalışmış, tehditler yağdırmıştır:

“Siz nasıl bir üniversitesiniz? Sizin yetiştirdiğiniz öğrenciler bunlarsa Türkiye batmıştır. Sonra neymiş protesto için derse girmiyorlarmış. Böyle üniversite, öğretim görevlisi olsa ne olur olmasa ne olur.” (21.12.12), “Problem buradaki yönetimin sakat zihniyetiyledir. Burada yönetimde bir acziyet var. Acziyetini kabul edeceksin.” (28.12.12)

Öncelikle burada dikkatlerden kaçırılmaya çalışılan hususa açıklık getirmek gerekmektedir. Başta öğrenciler olmak üzere kendilerini eleştiren bütün çevreleri suçlarken altını çizdikleri ve “teknolojide aşama” “bilimde büyük adım” diye süsledikleri Göktürk 2 uydusu, ağırlıklı olarak ve esas üniteleri bakımından Türk devletinin yapımı olmadığı gibi, sivil nitelikte işleve de sahip değildir.

Kıyıda köşede kalan açıklamalar içerisinde bu duruma dikkat çeken akademisyenlerin sözleri kaynatılmak istenmiştir: “Sivil kullanım da amaçlı askeri bir uydu. Kâğıtta askeri bir amaç yazılmış değil; ama esas keşif, gözetleme ve istihbarat uydusu. Birinci amaç bu.” (Prof. Dr. Alim Rüstem Aslan, İTÜ Uzay Mühendisliği Bölümü Başkanı, 29.12.12)

Üniversitelerin yöneticiler düzeyindeki hali “içler acısıdır”. Kurma kollu birer memur derekesinde kapı kulları halinde görev yaptırılan “prof” unvanlı cübbeliler takımı, yalakalık yarışında birbirini çiğneyen bir performans sergilemektedir. Devrimci, ilerici, demokratik muhalefete, bu yönde hareket eden ve tavır takınan akademisyen ve öğrencilere karşı kaplan kesilenler, devlet erkânı karşısında yerlerde sürünmektedir. Durumu Ankara Üniversitesi SBF Dekanı Prof. Dr. Yalçın Karatepe şu sözlerle özetlemişti: “Başbakan ‘zıpla’ dediği zaman herkes ‘ne kadar yükseğe?’ diye soruyor, “niye zıplayayım?’ diye soran yok maalesef” (25.12.12)