İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Avrupa: “Eski Dünya”da Ağırlaşan Kriz

Krizin çıkış noktası ABD ise, ilk durağının Avrupa olması doğaldı. Bu, emperyalist sistemin ağırlık merkezlerinden birisi olmasından kaynaklıdır. Sonrasında her ne kadar merkezden çevreye doğru transfer edilmeye çalışılsa da bütün kıta bu süreçten nasibini almaktan kurtulamadı. Öyle ki şu ana kadarki dönemde, özellikle de Avro bölgesinin krizden etkilenme açısından önde geldiği iddia edilmektedir:

“Krizin en sert darbeyi vurduğu yer ABD değil, rezerv para biriminde dolara alternatif sunma çığırtkanlığıyla ortaya çıkan Avro Bölgesi ülkeleri oldu. Dolar takas anlaşmalarıyla doğrudan ve IMF yoluyla da dolaylı olarak ABD’nin yardımına muhtaç hale geldiler.” (Leo Panitch ve Sam Gindin, “Kapitalizmde Krizler ve Bu Defaki Kriz”, Socialist Register 2011- Bu Defaki Kriz, Yordam Kitap, s.32)

Ancak yekpare bir Avrupa’dan söz edilemeyeceği, yani euro bölgesinin farklı parçaları olduğu için, kıta genelinde çatlamalar oldu, farklılıklar derinleşti. Zincirin zayıf halkaları sarsılmaya başladı ve onları kurtarma çabasıyla da merkezi sıkıştıran gelişmeler yaşandı. Borç krizi olarak nitelenen durumda, İspanya, İtalya, Portekiz ve Yunanistan devletlerinin, genel krizin etkilerini hafifletme adına “önlemler” almaya çalışırken ilk büyük sıkıntıyı mevcut borçların artması, süregelenlerin ödenememesiyle yaşadıkları görüldü.

Devlet iflasları diye okunabilecek süreçte bunlara Almanya ve Fransa’dan verilmeye çalışılan destek, borç verenin de sarmala girmesine neden oldu. Durum AB’nin geleceğini ciddi biçimde tehlikeye atacak sorunlar yaratmaktadır. Öyle ki Samir Amin gibi yazarlar AB’nin aniden çökebileceğini savunur oldular. İngiltere Başbakanı David Cameron, 2015 seçimlerini kazanmaları halinde AB’de kalıp kalmamayla ilgili referandum düzenleyeceklerini açıklamakta (23.01.13), Fransa Çalışma Bakanı Michel Sapin, bir radyoya verdiği röportajda, “bir devlet ki iflas etmiş” diye konuşmaktadır (29.01.13)

Teknokrat hükümetler modelinin işe yaramadığı, yeni seçim süreçleri ve arayışlarla ortaya çıktı. Bunlardan İtalya’nın başına atanan Mario Monti tasarruf (yıkım) paketleri bütünüyle devreye sokulamadığı için istifa etti. İlk programı yeterli görmeyip daha çaplı adımlar atılmasını istedi, büyük bir kitle direnişi ve eylemler dizisiyle karşılaştı, çareyi istifada buldu.

Euro bölgesi ile Avrupa’nın diğer alanları arasındaki sorunun büyümesi krizin bir başka etkisi olarak değerlendiriliyor. Krizin bellerini büktüğü Avrupa devletlerinin önemli bir bölümü yardım ve dayanışma yerine kendini kurtarma derdine düştüler. AB’nin kriterlerine göre yoksul kabul edilen nüfus Eurostat Şubat 2012 verilerine göre 27 ülkede 115 milyonu aşmış durumdaydı. Son 4 yılda 4 milyon kişi işsiz kaldı.

AB ülkelerinde kriz öncesinde yüzde 8 dolayında olan işsizlik, 2012’de yüzde 12’ye (genç nüfusta iki katı) çıkmıştır. Avro bölgesinde iş aramaktan umudunu kesen 10 milyondan fazla kişiyi de eklediğimizde, gerçek oran yüzde 16’yı bulmaktadır.  Almanya’da yoksulluk oranı ilk kez yüzde 15 oranını geçti. Bu, yaklaşık 12.4 milyon kişinin yoksul kabul edilmesi anlamına geliyor. Emperyalist finans kuruluşları sözcülerinin tespitlerini tekrarlayan Merkel, çözümsüzlüğe de dikkat çekti: “Kriz en az 5 yıl daha devam edebilir. Daha ciddi yaklaşmanın zamanı geldi.” (04.11.12)

Ciddi yaklaşımın ne olduğu, birçok ekonomi uzmanı tarafından ABD’ye de önerilen bir Alman modelinde kendisini buluyordu. Bütün krizden çıkış modelleri gibi bunun da esasını “emekçiye fatura etme” oluşturmaktadır. Bunun çerçevesi de çalışma düzeniyle çizilmiş durumdadır. Belli bir süredir yerleştirilmeye çalışılan esnek çalışma düzeni nedeniyle Almanya’daki part-time işler toplamda yüzde 25’lik bir orana yükselmiş bulunuyor. Bunun AB çapında yaygınlık kazanması hedeflenmekte, birçok ABD’li ekonomi uzmanı bile Almanya’yı ABD’ye örnek göstermektedir.

Uygulanmaya çalışılan krizden çıkış programı, ekonomik bazı oyunlar ve karmaşık gibi görünen ve de aynı kapıya çıkan formüllerden öte “kamu” adı altında emekçilere yüklenilmesini gerekli kılmaktadır. Örneğin bu bağlamda, büyümenin artırılması için yapılması gereken ilk işin emek gücünün değersizleştirilmesi olduğu, gizlemeye gerek duyulamayacak kadar açık biçimde gündemleştirilmektedir. Bunun somutlanması; ücretlerin düşürülmesi ya da reel kayba uğratılması, eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamu hizmetlerinin daraltılması ve çalışma yaşamına ilişkin sosyal hakların budanmasında kendini göstermektedir.

Kemer sıkma politikasının getirdiği durgunluğun genel olarak aşılamadığı ve ekonomik krizin ciddi bir sarsıntı yarattığı Avrupa’da bunun kaçınılmaz sonucu, emekçilerin öfkesi, direniş ve mücadele olurken, bu durum yanılsamalı yönelimle de olsa seçimlerde “sol” geçinenlerin hanesine katkı olarak yazılırken, diğer yandan ırkçı ve faşist oluşumlar da güç kazanmaktadır. Mayıs başında yapılan seçimlerde Fransa’da 17 yıl sonra “sol” etiketli aday (Hollande) devlet başkanlığını kazanırken, Yunanistan’da “radikal solcu” görünümlü Syriza ile diğer sosyalist-komünist etiketliler yüzde 31.4 gibi bir toplama ulaştılar. Yunanistan’daki seçimlerde merkezde görünen Yeni Demokrasi ve PASOK’un 2009’da toplam yüzde 80 olan oylarının yüzde 30’lara gerilemiş olduğunu da not etmek gerekir.

Bunlar yakın yıllarda tıpkı Güney Amerika’da eş zamanlı yaşanan örneklerde olduğu gibi kalıcı ve niteliksel boyutlarda bir ileri gidişe işaret etmemesine karşın, hem egemen sınıfların yönetememe hem de emekçi kitlelerin eskisi gibi yönetilmek istememelerine pekâlâ gösterge kabul edilebilir. Giderek keskinleşen bir çatışmanın, keskinleşen ve derinleşen çelişkilerin, yozlaşma ve otoriterleşmenin sonucu olarak gündemleşen süreçler, çok sayıda direniş, grev, eylem ve gösteriyi beraberinde getirmekte, bu durum önderlik sorunundan ve bilinç seviyesinden kaynaklı egemen sınıflar ya da küçük burjuva oluşumların potasına akıtılabilmektedir.

Yukarıda andığımız gibi, bu tip dönemlerin bir başka yükselen akımı ise tam aksi yöndeki ırkçı ve faşist hareketlerdir. Yoksullaşmanın faturasını göçmenler, azınlıklar, ötekileştirilen bütün kesimlere fatura etmeye çalışanların sesini yükselttiği süreç bütünüyle sistem desteklidir. Yalnızca uyguladıkları politikalarla buna yol açmaları değil, bu akımlardan çok yönlü faydalanabilmelerinden kaynaklı egemenlerin özel bir desteğine vurgu yapmak önemlidir. Vurucu güç olmak, tehdit unsuru olarak kullanılmak ve nihayet dolaylı söylem aracı olmak gibi işlevler sistemin sigortası gibidir.

90’lı yılardan sonra gelişme göstermeye başlayan ırkçı neo-faşist yapılanma 11 Eylül’ün faşist terör rüzgârını da alarak ilerledi, krizin getirdiği işsizlik ve yoksulluğu yine göçmen nüfusa nefret söylemiyle birleştirerek büyüttü. Öyle ki geçtiğimiz dönemde kıta genelinde oy potansiyeli iki üç kat artış sağlayan faşist partiler oldu.

Avusturya’da Özgürlük Partisi, Belçika’da Vlams Belang, İtalya’da Allianze National, Danimarka’da Halk Partisi, Hollanda’da Özgürlük Partisi, Macaristan’da Jobbik, Bulgaristan’da ATAKA, Litvanya’da TT partisi yüzde 10’ları aşan, yüzde 15’ere ulaşan oylar aldılar. Fransa’da Front National yüzde 18’e yükselirken, Finlandiya’da Perussuomalaiset yüzde 19, Norveç’teki FP yüzde 23, İsviçre’deki SVP yüzde 26 oranında oy alıyordu. Benzer yükselişin Almanya’da da görülüp görülmeyeceği açısından 2013 seçimleri merakla bekleniyor.

Bu partilerin semirmesi için iklimi sürekli uygun bir halde tutan egemen sınıfların “sağ” ve “sol” etiketli partileri, önceki yıllarda defalarca itiraf edildiği gibi, ırkçı, ayrımcı ve faşist politikalardan esas olarak sapmayan bir çizgi izliyorlar. Daha fazlasını istemekten ya da sıtma için ölümü göstermekten gayri vasıfları olmayanların kullanılması, mevcut durumun meşrulaştırılmasına yaramaktadır. Yoksa sermayenin yüksek çıkarlarına aykırı bir yönetim ve politika tarzının olmadığını söylemek, olan biteni hiç anlamamak olacaktır.

AB’yi ileri medeniyet seviyesi olarak gösterenlerin, biçimsel bazı kararlar yerine esasa ilişkin noktalara gözlerini çevirmesi gerekir. Bu esaslardan birisini, “terörle mücadele” konusundaki yaklaşım oluşturuyor. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) ABD’nin izinden giderek 3 Ekim 2012’de kabul ettiği 1900 sayılı karara göre, “Ulusal mevzuat ve AİHS uyarınca terör suçlarından kovuşturulan ve mahkûm edilenler siyasi mahpus sayılmazlar” dedi. Bu şemsiye altında gerici ve faşist yönetimlerin uygulamaları üst bir güvenceye kavuşturulmuş oldu. Savaş politikaları üst düzeyde seyreden AB’ye tıpkı üç yıl önce Obama’ya verildiği gibi Nobel barış ödülünün verilmesi de tesadüf olmasa gerek!