İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

İşçi Sınıfına Savaş İlanı: Örgütsüzleştirme ve Köleleştirme Stratejisi

“Çalışma saati 12, izin yok, örgütlenme yok, tazminat yok. Kölelik gibi bir yaklaşım var. Bunu Çalışma Bakanı olarak söylüyorum.” (Faruk Çelik, 07.12.12)

Her türlü ekonomik programın uygulanabilirliği açısından çalışma düzeninin buna elverişli koşulları barındırması gerekir. Emperyalist-kapitalist sistemin, “küreselleşme” adı verilen yeni ilişki düzeni çerçevesinde izlediği ekonomik politikalar, krizin de zorluk derecesini artırdığı şartlarda, sömürü mekanizmasına daha fazla yüklenilmesini gerektirmektedir. Tekelleşme olgusunun yarattığı merkezileşme, işbölümüne ait düzenlemelerle yerli ekonomileri yıkımdan yıkıma sürüklemekte, bağımlılık derecesi artmaktadır.

AKP projesinin görünen yüzünde politik kaygılar, bölgeye ait hesaplar bulunmakla beraber, bu planların da gelip dayandığı noktada, ekonomik çıkarlar belirleyici bir konum almaktadır. Efendileri gibi AKP de sermayenin, sömürücü sınıfların temsilcisidir ve asli işi hem bu çıkar ilişkisini korumak hem de tam tekmil çalışır durumda tutmaktır. Dünyadaki durumun nasıl bir hassasiyet içerdiği bilhassa son kriz nedeniyle bir kez daha görülmüş durumdadır. Bu nedenle, çalışma düzeninin yerli gericilerin tasarrufuna bırakılmayacak kadar kritik bir önemi vardır.

Bir dönem çeşitli ülke isimleriyle (Çin, Kore vd.) modelleştirilerek anılsa da esas olarak bütün dünyada yaygınlaştırılan bir tarz bulunmaktadır ve bunun bütün sistemlerde uygulama şansı bulması için adımlar atılmaktadır. Kurulu çalışma düzeni içerisinde enformel olarak adlandırılan sektörlere mahsus gibi algılanan ve marjinal kabul edilen ilişki biçimi, sistemin ruhuna uygun biçimde ve meşruiyet kazandırılarak oturtulmaktadır.

Amaç, en yalın ifadesiyle, üretimin sermaye açısından azami karla gerçekleştirilmesidir. Buna engel oluşturacak bütün yerleşik ilişkiler gözden geçirilmek ve değiştirilmek zorundadır. Alışılmış düzenin kimi kuralları bunun önünde daha büyük bir engel çıkarır duruma gelmiştir. Bu adımlar atılırken düzenleme önceliği verilen hususların başında örgütlenme alanına müdahalenin gelmesi de anlaşılır olmaktadır.

Şimdilik 2023’ü hedefleyen bir programla yaşama geçirilmeye çalışılan, 40 hedef, 57 politika ve 205 tedbirden oluştuğu söylenen Ulusal İstihdam Stratejisi’nin temel amacı işgücü maliyetini düşürmek için esnek üretim sistemini oturtmak, bunu rahatlıkla gerçekleştirebilmek için de sınıfı örgütsüzleştirmektir. İşgücü piyasasının esnekleştirilmesi yoluyla sermayenin rekabet gücünün artırılması, sömürünün garantili, kesintisiz ve daha da katmerli bir hale getirilmesi hedeflenmektedir. Ekonomik krizden çıkışa da çare olarak düşünülen kapsamlı bir planın “istihdam” üzerinden adlandırılması, çözümü nerede gördüklerinin açık bir itirafı olarak tespit edilmelidir.

Kısmi süreli, belirli süreli, uzaktan, çağrı üzerine ve evden çalışma ile iş paylaşımı gibi esnek modellerin geliştirilmesi, Özel İstihdam Bürolarıyla köleleştirme sisteminin kurulması, bölgesel asgari ücret uygulaması ve kıdem tazminatının fona devredilmesi gibi adımlar bu programın parçasını oluşturmaktadır. İlköğretimdeki 4+4+4 sistemi ile yüksek öğretimdeki yeni yasa taslağını da bu bağlamdan koparmamak gerekir.

Esnek üretim sisteminin belkemiği olan taşeronluk aynı zamanda örgütsüzleştirmeye de köprü oluşturmaktadır. Yoğun, hızlı, kuralsız ve güvencesiz çalışma anlamına gelen taşeronluk AKP tarafından daha ikinci yıllarında 4857 sayılı yasa ile meşrulaştırıldı. 2013 Haziranına kadar, sakıncalı yönlerini giderme bahanesiyle sistemi daha iyi oturtan yeni bir yasa çıkaracaklarını açıklamış bulunuyorlar.

Resmi verilere göre kamuda 586, özel sektörde 420 bin olmak üzere yaklaşık 1 milyon taşeron işçi çalışıyor. 2002 yılında bu sayının 387 bin olduğu düşünülürse en az üç kat artıştan söz etmek gerekir. 1993 yılında sağlık alanında 224 bin çalışanın 6 bini taşeron işçisiyken, sayı 2002’de 256 bin çalışan içinde 11 bine çıkmıştır. 2012’de ise çalışan sayısı 507 bine ulaşırken taşeron sayısı 126 bine yükseldi.

Belediyelerde çalışan emekçilerin ise yüzde 22’si taşeron firmalarda çalışmakta ve bu oran hızla büyütülmektedir. Gemi inşaat sektöründe çalışan 35 bin kişinin (yüzde 71) 25 bini taşeron sistemine tabidir. Genel olarak inşaat sektörünün ise tamamı taşeronun elindedir. Buna aynı sisteme tabi 1 milyon 529 bin kişilik mevsimlik tarım işçilerini de eklemek gerekir. Kayıt dışı istihdam oranının resmi hesaplara göre yüzde 40.2 olduğu ülke, taşeronluğun yerleştirilmesi için muazzam bir zemine sahiptir.

Taşeronluk sisteminin ayaklarından birisini oluşturulan Özel İstihdam Büroları kurulma aşamasındadır. Böylelikle klasik manadaki kadrolu işçi neredeyse tamamen ortadan kalkmış olacaktır. İşçi sınıfı parçalanmakta, bölünmekte ve örgütsüzleştirilmektedir. AB’nde daha önceden kurulmuş bulunan bu nitelikteki “kiralık işçi büroları” son krizden çıkışta önemli bir araç olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Gelinen aşamada AB’de kiralanan işçi oranı yüzde 20’yi aşmıştır.

Yeni kurulmaya çalışılan köleleştirme düzeni eskisinden daha ağır koşullar barındırmaktadır. Bunun doğal sonuçlarından birisi de güvencesizliğin tavan yaptığı koşullarda iş cinayetleri ve meslek hastalıklarının daha da artmasıdır. Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in açıkladığına göre son 10 yılda iş cinayetlerinde yaşamını yitirenlerin sayısı 10 bini geçmektedir. 2012’nin ilk 11 ayında ise “kaza”ya kurban gidenlerin toplamı 895’e ulaşmıştır. 2002-2011 yılları arasında toplam 735 bin 803 iş “kaza”sı meydana gelmiş; 10 bin 804 kişi hayatını kaybederken 14 bin 665 kişi sakat kalmıştır.

Ama en az bu veriler kadar korkunç olanı ise 2005-2011yılları arasında yaşanan 502 bin 961 iş “kaza”sından sadece 287 bin 59 tanesinin soruşturmasının tamamlanabilmiş olmasıdır. Bunların hakkaniyetle sonuçlanmadığı gerçeği katliam tablosunu tamamlamaktadır. Yeni yıl da katliamlarla başlamıştır. TTK’nın Kozlu’daki maden ocağı 7 Ocak’ta 8 işçiye daha mezar oldu. Bir hafta geçmeden bu sefer merkeze bağlı Gelik beldesinde 1 madenci öldü 1 diğeri yaralandı. 30 Ocak’ta ise Antep’teki Galvaniz fabrikasındaki patlamada 7 işçi yaşamını yitirdi. Tayyip’in Kozlu’daki kayıplardan bahsederken yanlışlık yapıp 5 demesi, uyarıdan sonra “neyse 8” diye düzeltmesi, bu cinayetlere güzellemede bulunmanın son örneği olmuştur.

Dünya ölçeğinde Türkiye’yi en üst sıralara taşıyan bu vahim duruma alışıldık biçimde el atılarak çıkarılan yasada işçi sağlığı yerine iş sağlığı eksenli bir yaklaşım kurulması, var olan zihniyetin yine meşrulaştırılmasını getirmektedir. Kusuru hemen her seferinde işçide arayan bakış, koşulların iyileştirilmesine yönelik bazı düzenlemeler yaparken, “işgücü” kaybını ortadan kaldırma derdindedir. 30 Haziran 2012’de resmi gazetede yayınlanan ve aşamalı biçimde devreye sokulacak olan yasa, adı üstünde işçiyi değil iş sağlığını esas almakta, işyeri hekimliğini de patrona bağlı kılarak işini sağlama almaktadır.

Hazırlıklarına 2009 yılında başlanan Ulusal İstihdam Stratejisi’nin en güçlü sigortasını sendikasızlaştırma adına yapılan düzenlemeler oluşturmaktadır. Burada da birçok kuş ve sol gösterip sağ vurma taktiği izlenmiş, sendika ve toplu sözleşme alanındaki yılların taleplerini karşılama bahanesiyle tam aksi bir yerde konaklanmıştır. SGK verileri esas alınarak yasa sonrasındaki ilk açıklama 2013 Ocak ayı sonunda geldi ve durum daha da netlik kazanmış oldu.

Böylelikle toplam 92 sendikadan 49’u baraj altında bırakılmış oldu. En son toplu sözleşme yapma hakkı 52 sendikanın elinde bulunmaktayken bu sayı şimdi 23’e kadar düşebilmektedir. Bunların bazılarının 2009 istatistikleri kapsamında bir kereye mahsus son kez işkolu yetkisini kullanma adına, infiali düşürme amacıyla “fiş çekme” süresi bulunuyor. 2016’da devreye girecek yüzde 2 ile 2018’deki yüzde 3 barajları ise yetkili sendika sayısını iyice azaltmış olacak.

Sendikal tazminat (sendikaya üye olmaya çalıştığı için işten atılma) güvencesi 30 ve daha az işçi çalıştıran yerlerde kaldırılmıştır. 1.5 milyon işyerinin yüzde 95’inde 30’dan az işçi çalışmaktadır ve yeni hükümlere göre buralardakilerin iş güvencesi tamamen sıfırlanmıştır.

İşkolu barajı kâğıt üzerinde yüzde 10’dan yüzde 3’e düşürülmüş ama işkollarıyla ilgili yapılan düzenleme (28’den 20’ye indirme) nedeniyle fiilen yükseltilmiştir. Yetki hesaplamasında SGK verilerinin esas alınması da iplerin bütünüyle iktidarın elinde olacağının göstergesidir. İşkollarındaki birleştirme ve azaltma işleminin, kendilerince sorunlu sendikalara ve mücadele geleneğinin güçlü olduğu alanlara yönelik olduğu kaba bir bakışla bile anlaşılabilmektedir.

Barajın düşürülmediği, tersine artırıldığına örnek olsun; deri ve tekstil iş kolları birleştirildi. Öncesinde deri iş kolunda 45 bin civarında işçi vardı ve eski yüzde 10’luk baraja göre sendikal yetki için 4.500 üye gerekiyordu. Oysa birleşme sonrası işçi sayısı bir milyona yaklaştı ve şimdi yeni baraj yüzde 1’e göre sendikanın yetki alması, ilk yıl için 10.000 üyeye sahip olmaktan geçiyor. Bu, barajın esasta yüzde 10’dan yüzde 20’lere çıkması anlamına gelmektedir. Durum, yüzde 3 barajına göre ise yüzde 55’leri de aşmış oluyor. Bu durum diğer işkolları için de geçerli. Türk-İş’e bağlı 17 ve DİSK’e bağlı 6 sendika baraj altında kalmaktadır…

Yeni düzenlemenin “azizliklerine” SGK’da yapılan bilgisayar oyunları da eklendi. Taşeron işçilerin uygun işkollarında gösterilmesi nedeniyle örneğin 10 bini aşkın üyesi bulunan Dev-Sağlık İş bir tuşta 1.254 üyeli hale dönüştürülerek fiilen söndürüldü. İşyeri ve işletme barajları ise (50-40) zaten sürmektedir.  Ayrıca ESK barajı getirilmiştir. (yani Ekonomik ve Sosyal Konsey’e üye olan konfederasyona bağlı olma) Grev yasakları ise kolayca tahmin edilebileceği gibi daha da genişletilmiştir.

Hatırlanacağı gibi12 Eylül anayasa referandumunda siyasi grevler, dayanışma, hak grevleri ve genel grevle ilgili yasakların kaldırıldığı iddia edilmişti. Grev ertelemesine karşı Danıştay’a itiraz yolu da kapatılmıştır. Genel sağlığı ve milli güvenliği bozmanı yanı sıra grev hakkının kötüye kullanılması ve milli servete zarar vermesi gibi gerekçelerle, tamamen keyfi bir mekanizma içerisinde, grev hakkının kullanımı iyice zora sokulmaktadır.

Ayrıca hem belli işkollarında (bankacılık, şehir içi toplu taşıma, elektrik, doğalgaz ve petrol işleri vd.) yasaklar sürmekte hem de hükümete ve mahkemelere birçok durumda verilen yasaklama yetkisi korunmaktadır. Bunun üstüne getirilen “işçilerin mutlak çoğunluğu” gibi şartlar, fiilen yok etmenin bir başka aracı olarak işlev görecektir.

Yasanın sendikal örgütlenme alanındaki sonuçları bakımından dikkat çekici olan, kayıt için e-devlet üzerinden yeni bir denetim sistemi getirmesidir. Bu nedenle de noter şartını kaldırmanın hiçbir sakıncası kalmamıştır. Ocak (2013) ayı SGK verilerine göre 10 milyon 881 bin 618 kayıtlı işçi bulunmaktadır ve bunların yalnızca 1 milyon 1.671’i sendikalıdır. Yukarıda değindiğimiz gibi yeni barajlarla kapanacak, yetkisiz hale gelecek sendikalar vardır ve en “iyi” halde bile işçilerin üçte bire yakınının tek sendika alternatifi olacaktır. Mevcut sendikaların birbirinden ne kadar farklı olduğu da zaten ortada bulunmaktadır.

Hak-İş ve Türk-İş gibi konfederasyonlar, yasanın hazırlanması, tasarıya dönüşmesi ve nihayet kabul edilmesi sürecinde alçakça bir işbirliğine gitmiş, DİSK, KESK ve SGBP’nin tutumu ise son derece yetersiz kalmıştır. Bunun ardından Türk-İş içerisinde genel başkanları Kumlu’nun Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasalarının hazırlanması aşamasında patronlarla hazırladığı protokolü bahane edenlerin (bunlar da işin içinde olduğu halde) sergilediği tiyatro gösterisi, pek açıkça ucuz bir koltuk kavgasını konu etmektedir.

Oysa sınıfın durumu her geçen gün ciddi biçimde kötüye gitmekte ve kollarına yeni zincirler takılmaktadır. KESK Araştırma Departmanı’nın Ekim 2012 verilerine göre açlık sınırı 1.060, yoksulluk sınırı 3.351 TL olarak belirlenmiştir. Aynı konuda Kamu-Sen’in Ocak 2013 verileri sırasıyla 1.361 ve 3.763 TL’dir.

Gelir durumuna temel teşkil eden asgari ücret,  TÜİK’in dahi 1.025 TL olması gerektiğine dair açıklamasına karşın 4.1+4.4 oranla, 739.79 TL’den 774.804 TL’ye yükseltilmiştir. Bu oran resmi enflasyonun bile altında kalmıştır ki asgari ücretli açısından temel önemdeki kalemlerin artış oranı çok daha yüksektir. Devletin son 10 yılda yüzde 301 oranında artıştan bahsetmesi ucuz bir yalandır. Konuyla ilgili OECD’nin hesaplamalarına göre asgari ücretin 10 yılda reel olarak yüzde 52 azalması söz konusudur.

Tabloyu bu düzeyde tutmanın en önemli argümanı olarak kullanılan işsizlik oranındaki durum uzun yıllardır aynı seviyede gitmektedir. İstatistiklerde oynanması bir yana, çalıştırılmayan kadınlar ve iş bulma umudunu yitirip de arama faaliyetine girmeyenler işin içinden bilinçli olarak çıkarıldığı için yüzde 20’lerin üzerindeki oran yüzde 9 olarak lanse edilmekte, 6 milyonu aşkın işsiz nüfusu 2.5 milyon gösterilmektedir.

İşçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesinde en önemli aracı olarak sendikalar tarihinin en kötü dönemini yaşamaktadır. Bir yandan sendikasızlaştırma programı diğer yandan da var olanların rengini sarıya, daha koyu sarıya boyama operasyonları, büyük bölümü örgütsüz bir işçi sınıfı yaratmıştır.

Her yıl ortalama 45 bin işçi sendika dışı kalmaktadır. Son 10 yıllık dönemde her sene 525 bin kişi sınıfa katılmış, toplam nüfus 2002’de 9.5 milyon iken 2012’de 15 milyon 400 bine ulaşmıştır. Bundan yaklaşık 2 milyonluk kamu emekçileri çıkarılsa bile 13.5 milyonluk bir kitleden söz ediyoruz.

Oysa sendikalı nüfus son 10 yılda 960 binden 520 bine gerilemiştir. Durumu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik gururla ilan etmektedir: “Toplam 880 bin sendikalımız var. Bunlardan 567 bini toplu sözleşme hakkını elde edebiliyor. Bunlardan belediyeler ve kamuyu çıkarırsanız 180-200 bin işçinin özel sektörde sendikalı olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız.” (10.03.12)

Sınıfın bir başka gerçekliğini, paramparça edilmiş ve edilmekte olan, kadrolu, taşeron, geçici, yevmiyeli, göçmen gibi statü farklılıklarına bölünme hali oluşturmaktadır. Buna milliyeti ve mezhebine, vasıflı olup olmamasına göre “sınıflandırma” da eklendiğinde durum iyice sıkıntılı hale gelmektedir. Yüzde 4’ün altına gerilemiş sendikal temsiliyet şartlarında, bu anlı şanlı konfederasyonları yöneten işbirlikçi ağalar, yüzde 80’i emekli olmuş yaşlı bir kast oluşturmaktadır.

Sendikaların durumunu anlamanın bir ölçüsü örgütlülük seviyesi ise diğeri de pratiktir. Birbirine sağlama yapan bu ölçütler açısından fotoğraf karanlıktır.

Örgütlü olup toplu pazarlık hakkını kullananların son 3 yıldaki ortalaması 422 bindir. 84.832 işçinin greve çıktığı 1980’den sonra 1985’de 2.410 olan işçi sayısı kamu emekçilerinin yoğun bir eylemlilik sürecinin yaşandığı (166.306 kişi) 1990’dan sonra 2000’de 18.705’e düşmüş ve takip eden yıllarda 3.500 dolaylarında kalmış ve nihayet 2010’a gelindiğinde binin de altına gerilemiştir. 2010’da 885 olan grevdeki işçi sayısı, geçen yıl 7 işyerinde 582 olarak gerçekleşmiştir.

Sendikaların gerçekliği içerisinde bu tablo hiç de şaşırtıcı değildir. Bunu söylemek başka, gerçekleştirilen direnişleri küçümsemek başkadır. Kaldı ki sınıfın pratiği açısından tek ölçü grevler değildir. Grevin önüne bu kadar perdenin gerildiği ve fiili imkânsızlık koşullarının yaratıldığı durumda diğer direniş biçimleri öne çıkmaktadır. Ne var ki bu eylemlerin önüne dikilen örgütsüzlük ve önderliksizlik engellerini aşmak, hiç de kolay değildir. Durum bu derinlik içerisinde değerlendirilmelidir.

Yüzbinlerce işçinin grev ve toplu sözleşme hakkı aylar boyunca fiilen gasp edilmiştir. Büyük saldırılara karşı koymada ciddi bir barikat oluşturulamadı ama lokal düzeydeki direnişler etkili olmuştur. Aktif bir destek ve yönelime dönüşmese de sınıfın genelinde hareket ve kamuoyunda ilgi yaratan bu eylemler neredeyse bütün işkollarında kendini göstermiştir. Togo, Billur Tuz, UPS, Hey Tekstil, Savranoğlu, Bedaş, Ontex, Marmaray, Maltepe ve İzmir Belediyesi taşeron işçileri, Mersin Liman işçileri, Cerrahpaşa, Rosateks, Meha Tekstil, Sinter, Gürsaş, Daiyang SK  vd. yerlerde bireysel ya da toplu direnişler, grevler ve işgal eylemleri örgütlendi ve örgütlenmeye devam ediyor.

Ancak daha çaplı direnişler de görüldü. 6 bin Bosch işçisi Bursa’da, Türk Metal sendikasının işbirlikçi politikalarına karşı ayaklandı. Eylem sendika değiştirme noktasında kaldı. Bosch ile birlikte Tofaş ve Renault çalışanlarının son derece ağır sömürü şartlarında biriken tepkisi yine bilinen zaaflardan kaynaklı çaplı bir eyleme dönüşemedi. Ancak güçlü bir potansiyelin olduğu her bakımdan açığa çıkarılmış oldu. Nitekim Renault işçileri Türk-Metal sendikasının hazırladığı toplu sözleşme taslağına karşı Kasım 2012’de direniş örgütledi.

Bir diğer eylem Gaziantep’te Başpınar Organize Sanayi Bölgesi’nde örgütlendi. Çeşitli fabrikalardan 6 bin tekstil işçisi 11 gün süren grev gerçekleştirdi. Sendika barikatı aşılarak yürütülen direniş belli kazanımlarla bitti. Eylem,100 bin işçinin bulunduğu havzayı kapsayamadı ama önemli bir deney oluşturarak işçi havzalarındaki etkileşim ve birlikte hareket etmenin koşullarına işaret etti.

Bireysel direnişlerin yaygınlaştığı ve özellikle tensikata uğratılan işçilerin ağırlıklı olarak eyleme geçtiği geçen dönemin pratiğinden çıkarılacak sonuçların başında, defalarca vurguladığımız açmazlar vardır. Bunun aşılması için, var olan sendikalar içerisinde yürütülecek faaliyet önemli bir yerde durmaktadır ama esas olarak çelişkinin en keskin olduğu, sınıfın ezici çoğunluğunu barındıran kesimlere yönelmek gerektiği de kendisini bütün açıklığıyla dayatmaktadır. Yakın dönemde bu yönde yaptığımız tespitler, taşeronlaştırmanın hız kazandığı süreçte hiç kuşkusuz geçerliliğini korumaktadır.

İşçi ve emekçiler sürekli gelir kaybını içeren maddi koşullarıyla beraber büyük bir hak gaspı saldırısıyla karşılaşmakta, bütün kazanımları ellerinden alınmak istenmekte ve kölece bir çalışma dünyasına hapsedilmektedir. Mücadele etmekten, bunun için de organize olmaktan başka hiçbir şansları yoktur. Yani direnmenin ve örgütlenmenin şartları son derece elverişlidir. Dünyanın pek çok ülkesinde Türkiye ile kıyaslanmayacak boyutta büyük direnişler örgütlenmekte, işçi ve emekçilerin eylemleri sistemi sarsan boyutlar almaktadır. Bu ülkelerin birçoğu açısından koşullar ülkemizden daha kötü de değildir.

O halde meseleyi “nesnel koşullar” bağlamında ne sınıfın ruh hali ve genel eğilimi ne de baskı ve engelleme koşullarıyla açıklamak mümkündür. Çok sayıda ve etkili biçimde gelişen tekil eylemler yapılmakta ancak hem bunlar aynı potaya akıtılamamakta hem de kesintisiz bir direniş süreci örülememektedir. Egemenlerin sınıfı bir araya getirmek ve mücadeleye sevk etmek için elinden geleni yaptığı yani çok kritik öneme sahip konularda büyük saldırılar gerçekleştirdiği koşullardan söz ediyoruz.

Egemen sınıflar esnek üretim konusunda epey yol almışlar, sendikal hakları büyük oranda gasp ederek sınıfı silahsızlandırmaya çalışmışlardır. Sıra, sarı sendikacıların bile “genel grev sebebi” olarak kabul ettiği, kıdem tazminatının fona devretme formülüyle ortadan kaldırılmasına gelmiştir. Haziran ve Temmuz 2012’de gündemleştirilen bu saldırı zamanlama hesabıyla geri çekilmiş ancak bundan vazgeçtikleri söylenmemiştir.

Uİ Stratejisinin önemli bir parçasını oluşturan bu saldırı başarıya ulaşırsa sınıf yalnızca maddi sonuçları olan bir hak kaybına uğramayacak büsbütün “çaresiz” bir zemine savrulacaktır. Zaten zorlukla yararlanılan ve kuşa çevrilen bu hakkın tamamen ortadan kaldırılması halinde işten atmalar alabildiğine kolaylaştırılacak, a sermayenin yükü minimum düzeye çekilmiş olacaktır.

Sendikalaşma düşüş kaydederken kamu emekçileri ve beyaz yakalı denilen alanda sendikalara ilginin ve örgütleme çalışmalarının arttığını görmek gerekir. Dernek ve meslek odalarını yadsıyarak sendikalaşma çabasına giren sporcular, oyuncular hatta yargıçların, savcıların, asker ve polislerin girişimi de dikkat çekicidir.

Sınıfın böylesine parçalandığı koşullarda klasik ve eski tip anlayışlarla örgütlenme ve mücadele yürütmekte ısrar etmenin sonuçları ortadadır. Bu kuralsız, güvencesiz, dizginsiz sömürü/çalışma şartlarında aktif bir direniş çizgisi izlenmelidir. Bu çizginin, toplumun diğer kesimlerine yönelik saldırılardan bağımsız ele alınması mümkün değildir. Sınıfın ekonomik talepler zemininde kalması gerektiğini ileri sürenlerin gündemleştirdiği marjinalleşme/darlaşma korkusunun, gelinen noktada nasıl da anlamsızlaştığı görülmek zorundadır.

Bu korkunun oluşturduğu engel egemen sınıfların işini kolaylaştırmış, asıl gerileme bu sayede gerçekleşmiştir. İşçi sınıfının sistem içerisindeki yeri ve rolüne dair kavrayışsızlık (ya da bilinçli çarpıtma hali) politik iktidar mücadelesinde bir mevzi olmasına mani olmaktadır. Bu mevziye sahip olamamanın, haklar uğruna mücadelenin gerçek zeminde ve güçlülükte yürütülme olanağını ortadan kaldıran yönü görülmemektedir. Sınıf mücadelesi işçi sınıfının yürüttüğü mücadeleyle sınırlı değildir. Çeşitli emekçi sınıflara mensup halk kitleleri değişik form ve içerikler çerçevesinde düzenle çatışmaktadır. Bunların başında Kürt ulusal güçlerinin yürüttüğü mücadelenin geldiğine şüphe yoktur.

Önümüzdeki süreçte yaygınlaşacak İstihdam Büroları çeşitli meslek gruplarının bir arada örgütlenmesi bakımından da gerekli bir formül üzerinden çalışmayı gerektirmektedir. İşçi sınıfı kendi talepleriyle sınırlı olmayan bir direniş ve eylem hattı oluşturduğu takdirde bu sürecin özgünlüklerine uygun bir konumlanışı da gerçekleştirmiş olacaktır.

Üzerinde durmamız gereken konulardan birisi de sınıfa karşı güvensizlik sorunudur. İçinde bulunulan duruma dair kavrayışsızlık ve çözümleme zafiyeti, sorgulamayı sınıfın yapısına kaydırmakta ve ister istemez karşı-devrimci stratejiye teslim olmaktadır. Bu güvensizlik hali her şeyden önce öznenin kendisiyle ilgili fikir vermektedir. Nitekim hangi alanda kriz var ve nedenler dışarıda aranmışsa, aynı mecraya düşüldüğü görülmektedir. Bu ideolojik sorun giderilmeden, sınıfın sorunlarına yoğunlaşmak ve buradan çıkış yaratmayı başarmak mümkün olamayacaktır.

2012’nin son aylarında başlayan ve 2013’te de hızla devam eden, yoğun bir işten çıkarma furyası yaşanmaktadır. Taşeron sistemindeki onbinlerce işçi yılsonunda sözleşmelerinin bittiği gerekçesiyle işten atılmış; TOFAŞ, Arçelik, Renault ve Şişecam’da binlerce işçi kıyımı yaşanmıştır. Bunların her biri devasa kar eden büyük holdinglerdir ve tensikatın ana sebepleri arasında, darlaşma ya da krizden öte daha fazla kar hesabı ve sendikal mücadeleye darbe indirmek vardır.

Bu şirketleri yenilerinin izleyeceğine kuşku yoktur. Bu kıyımlara karşı direnişler başlamıştır. 13 günlük süren direnişin ardından kazanan Şişecam işçilerini diğerleri de takip edecektir. Ocak ayında irili ufaklı 50’ye yakın direniş yaşanmıştır. 27 Ocak’ta Zonguldak’ta iş katliamları ile taşeronlaştırılmayı protesto amacıyla gerçekleştirilen “emeğe saygı” mitingine 20 binin üzerinde işçi katılmıştır. Karayolları işçilerinin Ankara yürüyüşü etkili olmuştur. Yeni bir eylem dalgasının geldiğini söylemek hayalcilik değildir. Süreç sınıfa takılan kelepçelerin parçalanması ve egemen sınıf saldırılarının cepheden yanıtlanması için önemli fırsatlarla birlikte akmaktadır.

Son yasal düzenlemelerle tahkim edilen “çalışma rejimi” yeni bir ruh ve felsefeyle ele alınmak, çalışmalar buna göre yürütülmek zorundadır. Eski süreç kapanmış, yeni bir dönem açılmıştır. Egemen sınıflar daha beter sömüreceklerini daha pervasızca saldıracaklarını ve bunun karşısında hiçbir direnme şansının da bulunmadığını ilan etmiştir. Bunu ispat için mücadele ve direnişin araçları ile kanalları iyiden iyiye zayıflatılmış ve tıkanmış, ayaklara dolanan zincire birkaç tur daha attırılmıştır.

Mücadelenin tekil boyutta kaldığı ve enerjinin bu düzlemde kolaylıkla tüketildiği görülmektedir ama çeşitli havzalarda toplu hareketlenme dalgaları yaşanmıştır. Sınıfın tahammül sınırlarını aşan durumun mücadele dinamiklerini olgunlaştırması kaçınılmazdır. Konfederasyonlardan öte tekil sendikaların hali de içler acısıdır. Yeni düzenleme ile tutarsız da olsa istisnai bir duruş gösterenlerin sayısında azalma olması beklenmelidir. O halde, sendikal alanın dışındaki platform üzerinden yürümenin meşruiyet koşulları daha da elverişli hale gelmiş demektir. Sınıfın karakteristik özelliklerini en çok taşıyan kesim zaten buradadır ve önemli bir çoğunluğu oluşturmaktadır.

Gerek örgütlenme gerekse de önderlik ve eylem hattına dair sorunları aşmanın gerçek zemini de burasıdır. Bu zemini sendika genel kurullarında aramak, geçtiğimiz dönemlerin beyhude bir çabası olarak mahkûm edilmelidir. Bu kapsamın dışına çıkamayan SGBP gibi oluşumlardan vazgeçmek hala gerekli değildir ama bu platformları işlevli kılabilmenin yolu da bu sınavlardan geçmektedir. Muhalif güç birliklerine doğru bir karakter kazandırmak, yeni bir oyalama ve söndürme aracı olmalarını engellemek için direniş alanına çekilmeleri şarttır.

Zaten uzun bir dönemdir etkisiz ve işlevsiz bir hale sokulan sendikalar, şimdi de tamamen yok olma noktasına gelmişlerdir. Bu nedenle, baraj altında kalmanın engellenmesi için üye kaydıyla ilgili atağa kalkanlar ve birlik oluşturmaya çalışanlar olacaktır. Anlayışın özü, çizginin niteliği değişmedikçe fark eden bir şey de olmayacaktır ama böylesi bir zeminden doğru bir politika ile yararlanacak olan yine işçi sınıfıdır. Dolayısıyla kötü de olsa her yeni koşulun üreteceği devrimci olanaklar vardır ve bazen bunlar süreçte eski koşullara göre daha etkili bir anahtar rolü de oynayabilir.

Yeni işkolları düzenlemesinin bir realite haline gelmiş olması karşısında, aynı alanda birden çok sendikanın bulunması nedeniyle, doğru esaslar temelinde ve sınıfın inisiyatif aldığı bir süreç takip edilmek kaydıyla, güç birliğine gitmek ve barajı aşmak amacıyla birleşmelerin sağlanması için çaba göstermek, mücadelenin sendikal zemini bakımından gereklidir. Ancak artık bütün işkollarının çıplak gerçekliği ve atan kalbi haline gelme yolunda ilerleyen, sınıfın esnek üretimin merkezinde bulunan kesimlerine yönelme politikası esas alınmak zorundadır.