İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Fenomen Faşizm

Faşizmin yapısal bir olgu, bir fenomen olduğu ülkemizde, on yılı aşkın bir zamandır direksiyon başına oturtulmuş bulunan AKP’nin uygulamaları, yine bir kısım çevre tarafından Tayyip Erdoğan’ın şahsi özelikleriyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Buradan yola çıkılarak, diğer aktörler farklı kategorilere yerleştirilmekte ve kitlelerin bunlardan medet umması sağlanmak istenmektedir. Tayyip’in kişisel özelliklerinin konuşma üslubuna, uygulama ve hareket tarzına etkide bulunduğuna şüphe yoktur. Ancak bu durum ona mahsus değildir. Nitekim gerek TC tarihi gerekse de diğer ülke pratiklerinde bunun çeşitli örneklerine rastlamak mümkündür.

Ne var ki sistemden ve nesnel şartlardan kopuk biçimde hareket edebilen bir kişisel özne olmamıştır. Davranış kalıplarına yön veren esası da bu olgularda aramak gerekir. Lider, şef konumunda hareket eden kişinin kendi özelliklerine bulayarak oluşturduğu biçem, misyonuyla uyumlu olmadıkça devrede kalma şansının ortadan kalkacağı anlaşılmalıdır.

Liberallerin 12 Eylül askeri faşist dikta süreciyle kıyasladığı bu dönem, biçimsel bazı yönleriyle doğal olarak benzeşmese de esasa ilişkin açılardan rahmet okutucu pratiklerle yürütülmektedir. Her şeyden önce aynı devlet yapısı sürmektedir; anayasası ve temel yasaları bile muhafaza edilmiş, felsefesi biraz olsun esnetilmemiştir. Koşulların getirdikleri hesaba katıldığında, bu durumda anlaşılmayacak bir yön de bulunmamaktadır.

Baskı ve şiddet mekanizmasının asli kurumlarında sağlanan uyum, kadro ve bütçedeki güçlendirmeyle birlikte (örneğin MİT’in bütçesi yüzde 32.2 oranında artırıldı), sınırsız yetkiler tanınmasına paralel, dizginlerinden boşalan bir pratik yaratmıştır. Dinleme, izleme, kaydetme gibi usuller toplumsal bir histeri dalgası yaratacak boyutlara varmıştır.

Öyle ki Tayyip kendisinin de (hem de bir yıl önce) dinlendiğine dair senaryolarla ortaya çıkmış, onu başta Adalet Bakanı olmak üzere diğerleri de izlemiştir. Çalışma ofisinde “böcek” bulunduğundan bahisle verilmek istenen mesaj, kendisinin bile dinlendiği ve genel olarak dinleme olayının kendi tasarrufunda olmadığıdır. Bu arada durum olağanlaştırılmakta, meşruluk kazandırılmak istenmektedir. Bu vesileyle, “derin devletin hala bitirilemediği”nden söz edilerek, icraata yeni krediler açmaya çalışmaktadır.

Burada “yeşil Ergenekon” ya da “AKP kendi kontr-gerillasını inşa ediyor” tarzındaki yaklaşımlara değinmemiz gerekir. Her şeyden önce “derin” ya da “kontr-gerilla” denilen güç ya da merkezler bütün gerici ve faşist devletlerin yasalar üstü yanını oluşturmaktadır. Bunların esas yapıdan bağımsız olması abes bir tartışmadır. Her devlette görev üstlenen klik, bütün kurumlarda olduğu gibi bu yapıda da etkinlik kurmak ister. AKP, TSK’da, YÖK’te, yargı ve poliste ne yaptıysa burada da aynı planı uygulamaktadır. Buna yasal platformda statü kazandırmak amaçlı adımlardan birisi 24 Aralık 2012’de devreye sokulan Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu (MİKK)’dur. Eskisinin başkanı Mehmet Eymür, bunun yeni kontr-terör dairesi olduğunu açıklamakta hiçbir sakınca görmemiştir.

Bütün dijital kayıtların toplandığı bir sistem kurulmaya çalışılmaktadır. Buna göre hazırlanan kimliklerin iki yıl içerisinde herkese verilmesi planlanmaktadır. Zaten sağlığa, adli işlemlere, banka hareketlerine yönelik bilgiler şimdiden kayıt altına alınmaktadır. Bunların bir merkezde toplanması halinde çok daha ileri bir denetimle kimi batılı emperyalist devletlerdeki “büyük birader” sistemine geçilmiş olacaktır. Bu konudaki hazırlıklara örnek olmak üzere, Sağlık Bakanlığı’nın Aralık sonunda çıkardığı ve 1 Ocak 2013’de yürürlüğe giren genelgeye göre, bütün hastane ve hekimlerden hastalarının kimlik, adres ve iletişim bilgilerini kaydetmeleri istenmektedir.

Bu kapsamdaki cendereyi güçlendirmek, atak ve saldırıları sıklaştırmak için ülke düzlemini aşan çapta bir sürecin yaşandığını unutmamak gerekir. 11 Eylül’den sonraki süreçte olup bitenlerin, bu döneme ait bir konsept çerçevesinde anılması yanlış da değildir. Önceleri BM kararları çerçevesinde alınan önlemlerle yürütülen “terörizmin mali kaynaklarının kurutulması” politikası bir süredir iç hukuk düzenlemelerinde karşılık bulmaktadır.

Bu doğrultuda adım atma sırası gelenlerden birisi de Türk devletidir ve bu konudaki hazırlıklar bitirilmiş, “Terörizmin Finansmanın Önlenmesi Hakkında Yasa” 8 Şubat 2013’te mecliste kabul edilmiştir. Yasa ile iktidarın kendisine muhalif gördüğü bütün kişi ve kurumlara ilişkin, “terörü” finanse etikleri yönündeki bir “kanaatle” mal varlıklarının dondurulması ve sonrasında el konulması, hapis cezasıyla birlikte hükme bağlanmış durumdadır. Böylelikle, “terör” gerekçesiyle ve “meşru” biçimde her yere uzanılacak ve bu konuda yeni bir terör dalgası yaratılacaktır. Önceliğin komünist, devrimci ve yurtsever güçler olacağını belirtmeye bile gerek yoktur…

Hem sayısal hem donanım hem de bütçe bakımından büyük ölçekte semirtilen bir polis teşkilatı, geniş yetkilerle donatılarak ortalığa salınmıştır. Askeri bir karakter kazandırılan ve “savaşçı” kimlik edinen polis, milli muhafız ordusu işleviyle hareket etmektedir. Ordunun kendisi açısından bir sorun ve engel yoktur ama henüz kontrolün bütünlüklü sağlanamadığı durumda polisin özel olarak farklı bir statüde büyütülmesine ihtiyaç vardır.

Önceki yazılarımızda da vurguladık; polisin sokağa taşıyarak yaydığı, belli mekânlarda inceltse de esaslı yöntem olarak kullanmaktan geri durmadığı bir işkence pratiği, başlıca davranış biçimi olarak devrededir. Yalnızca komünistlerin, yurtsever güçlerin ve devrimcilerin değil, toplumun hemen her kesimi ve alanındaki tüm eylem ve direnişler esas olarak polis ve yerine göre jandarmanın şiddetli bir saldırısıyla yanıtlanmaktadır.

Son yılların en önemli “aktörü” haline gelen biber gazını solumayan kimse kalmamış olsa gerektir. Durum büyük bir ifrata vardırılmış, yalnızca bu nedenle geçen yıl 6 ilerici, yurtsever yaşamını yitirmiştir. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın açıklamasına göre son 12 yılda ithal edilen biber gazı miktarı 628 ton, ödenen para 21.2 milyon dolardır.

Polisin öldürme yetkisini kullanmada en cömert davrandığı dönemlerden birisi yaşanmaktadır. Kasti ve keyfi olarak katledilenler bir yana, yalnızca “dur” ihtarına uymadığı bahanesiyle öldürülenlerin sayısında büyük bir artış vardır. 2007’den bu yana polis kurşunuyla ölenlerin sayısı 123’e ulaşmıştır. Yaklaşım tarzı, ölüm makinesini çalıştıranlar tarafından zaman zaman ifade edilmektedir.

Çok yakın bir örnekte (05.01.13), Cizre Emniyet Müdürü, biber gazı kullanılmasından şikayetçi olan esnafa, Newroz kutlamalarını örnek vererek, “Biz isteseydik oranın hepsini tarardık, 100-200 kişi ölürdü ama örgütün amacına ulaşmasını sağlardık.” sözlerini sarf etmişti. Bunu istediklerine, böyle hareket etmek için yanıp tutuştuklarına şüphe yok ama faturayı ödeyebileceklerine emin değiller.

Rejimlerin aynası olarak kabul edilen hapishanelerdeki durum, tıpkı diğer konularda olduğu gibi, sistemdeki zorlanmaya bağlı olarak kötüye gitmektedir. Birincisi büyük çaplı saldırı dalgasının doğal sonucu olarak tutuklananların sayısı büyük artış oranları göstermekte, ikincisi “düşman”lara karşı uygulama, kapatılmadan sonraki safhada da devam ettirilmektedir. Arama, sevk vb. bahanelerle fiziki saldırılarda ciddi bir artış yaşanmaktadır.

2002’de 59 bin 187 olan mahpus sayısı 2.5 kat artışla 2012’de 136 bine ulaşmıştır. Oysa genel kapasite 80-90 bindir ve bilhassa yaz aylarında birçok hapishane cehenneme dönmekte, 16 Haziran’da Urfa’da 13 kişinin korkunç biçimde ölmesi gibi vahşetler yaşanmaktadır. Su, sıcak su ve yemekler gibi asgari koşullar kötüleşmiş durumdadır. Zaten izolasyon işkencesine tabi tutulmakta olan tutsaklara karşı koşulları ağırlaştırıcı ve büyük bir keyfiyet içeren uygulamalar gerçekleştirilmekte, disiplin cezaları altında çeşitli hak gaspları, yasaklar ve sürgün cezaları uygulanmaktadır. Yılları bulan disiplin cezaları nedeniyle infazları yakılan çok sayıda siyasi tutsak bulunmaktadır.

İHD Diyarbakır Şubesi’nin Kürt illerindeki hapishanelerle ilgili 13.02.13 tarihli raporuna göre, 2012 yılında 3 bin 263 hak ihlali gerçekleşmiştir. TUAD’ın Marmara Bölgesi’ndeki hapishanelerle ilgili 3 Şubat 2013’de yayınladığı bildiride, onur kırıcı aramalar ve darp, az ve kötü yemek verme, kitaplara 10 adet sınırı getirilmesi, hücre ve disiplin cezalarında büyük artışlar ve keyfiyet olduğu dile getirilmektedir.

CHP’li milletvekillerinin hazırladığı rapora göre, 2000-2011 yılları arasında hapishanelerde 2024 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunların 1000’e yakını yeterli ve gerekli sağlık hizmeti alamadığı için ölmüştür. İntihar edenlerin sayısı ise 432 olarak kaydedilmektedir. TUAD verilerine göre (Temmuz 2012) 47’si çok ağır olmak üzere durumu ciddi olan 500’e yakın hasta tutsak bulunmaktadır. Ancak diğer yandan tutuklu durumdaki muvazzaf subaylar; Hadımköy Askeri Cezaevi’nde LCD televizyon, mini bar, klima, yüzme havuzu, tenis kortları, golf sahaları, kondisyon salonu, sauna, jakuzi, bilardo, briç odalarının bulunduğu bir komplekste son derece lüks koşullarda ikamet etmektedirler.

Kapasite sorununu çözme gerekçesiyle 5 yıl içerisinde 153 yeni hapishanenin devreye sokulacağı belirtilmekte, inşaat çalışmaları hızla sürdürülmektedir. Bunların bitirilmesiyle ulaşılacak 250 bin kişilik kapasite, önümüzdeki dönemin icraatları konusunda yeterince fikir vermektedir.

İHD’nin 2012 yılına ait ilk altı aylık raporuna göre, 15.109 hak ihlali yaşanmıştır. İlk 9 ay içindeyse yalnızca Türkiye Kürdistanı’nda tutuklanan sayısı bin 162 kişidir. Aynı kurumun Aralık ayında yayınladığı rapora göre ilk 11 ayda işkence ve kötü muamele şikâyetiyle TİHV’e başvuranların sayısı 506’dır.  Polisin açtığı ateşle 35 kişi öldürülmüş, 19 faili “meçhul” cinayet işlenmiştir. Hapishanelerde 69, gözaltında ise 9 kişi “şüpheli” biçimde yaşamını yitirmiştir. Toplumsal olaylara müdahalede gözaltına alınanların sayısı 6 bin 529’dur. Resmi makamların 2012’ye ait 11 aylık bilançosuna göreyse, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü” nedeniyle gözaltına alınanların sayısı 46 bin olarak verilmektedir. Yaralananların 555, tutuklananların sayısı ise 1831’dir.

Tescilli, azılı işkenceci ve katiller her alanda terfi ettirilmektedir.  Sedat Selim Ay’ın İstanbul “terörle mücadele” şubesinin başına, Hrant’ın ölüm fermanını imzalayanlardan biri olan Yargıtay mensubu Nihat Ömeroğlu’nun kamu baş denetçiliğine/ombudsmanlığa getirilmesi sistemin nasıl işlediği ve işletilmek istendiğini göstermektedir. Emniyet Genel Müdürlüğü verilerine göre; Şubat 2005-Haziran 2010 arasında haklarında soruşturma açılan 309 güvenlik görevlisinden yalnızca ikisinin “ceza” almış olması da işkenceci katilleri ödüllendirme anlayışına ilişkin başka bir kanıt oluşturmaktadır.

Süreç bir yandan mevcut hukuki düzen içerisinde böyle işletilmekteyken öte yandan da mevzuat, uygulamayı meşrulaştırıcı biçimde revizyondan geçirilmektedir.  İçişleri Bakanlığı 9 Kasım 2012’de valiliklere gönderdiği genelge ile basın açıklamalarına yer, ses düzeni, platform ve süre (2 saat) dâhil çeşitli kısıtlamalar getirmiş, ses ve görüntü alma “yasal” bir desteğe kavuşturulmuştur. Kendi anayasa ve yasalarına dahi açıkça aykırılık teşkil eden bu durum karşısında, “uyumsuzluğun” hangi yönde değişim sağlanarak giderileceğini öngörmemek mümkün değildir.

11 Eylül sürecinin başından itibaren dikkat çektiğimiz, ABD patentli “düşman ceza hukuku” işletilmektedir. “Suç işlemeseler dahi hukuk devletine aykırı davranma potansiyeline sahip herkesi” kapsamına alacak kadar geniş bir cephede girişilen savaşın şiddeti artmaktadır. Savunma hakkından adil yargılanmadan muaf bırakılma, ispat yükünün tersine çevrilmesi, masumiyet karinesinin rafa kaldırılması, delil yaratma, yasadışı dinleme ve izleme, uzun tutuklama ve yargılama, özel tecrit mekânları ile tamamlanan zincirde, başta asıl rejim düşmanları olmak üzere tüm çizgiden çıkanlar hizaya çekilmeye çalışılmaktadır.

Polis fezlekesinin yargıyı/hukuku belirleyen bir kimlik edindiği sistem, her türlü komplonun uygulandığı bir zeminde, büyük bir manipülasyon ağıyla işletilmekte; helikopterler, itfaiye araçları, vinçler ve panzerler eşliğindeki robokopların karanlık baskınları, işkence ve saldırılarıyla start alan azgın faşist terör dalgası, toplumu sindirmek amaçlı bütün demokratik kurumlar üstünde estirilmektedir. Sık sık çeşitli demokratik kurumlar “illegal örgüt” bahanesiyle ağır bir saldırıyla karşılaşmaktadır. Yakın dönemde KESK, DHF, Yürüyüş Dergisi, TAYAD, İdil Kültür Merkezi, Gençlik Federasyonu, Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği, ÇHD, Halkın Hukuk Bürosu gibi kurumlara yönelik faşist terör operasyonlarında, yüzlerce ilerici, demokrat ve devrimci işkenceden geçirilmiş, gözaltına alınmış, tutuklanmıştır.

Yargıçlık ve savcılık gibi kurumları polisin etrafında dönen basit dişliler olarak kullanan rejim, işlevsiz teknisyenlik derekesinde/statüsünde algılanışa karşı koyan ve sınıf mücadelesinin bir parçası olarak konumlanmaya çalışan avukatları da başlıca hedefleri arasına katmıştır. KCK davası kapsamında 40’a yakın avukatın ardından ÇHD’ye yönelik operasyonda 10’ua aşkın avukatla ilgili tutuklama kararı verilmesi, bu meslek grubundaki yurtsever, demokrat, ilerici, devrimci direniş mevzilerini çökertme amaçlıdır.

CMK’yı hazırlayan Meclis Adalet Komisyonu’na da danışmanlık yapmış bulunan İ.Ü. Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Adem Sözüer’in, “Yüzde 99’u hukuka aykırıdır. Çünkü gerçek anlamda gerekçe yok.” (22.01.13)  dediği tutuklama kararlarının; ÇHD’ye yönelik operasyon kapsamında gözaltına alınan avukatlarla ilgili olarak “verilmesi beklenen ceza” (21.01.13) gibi gerekçeler içerir hale gelmesi, yargısız infazın kazandığı yaygınlık ve meşruiyet seviyesi hakkında yeterince fikir vermektedir.

Tutuklama ve hapsetmedeki aşırılığa yönelik sistem içinden gelen tepkiler de yoğunlaşınca, zaten AİHM’den gelen eleştiri ve uyarılar karşısında, bir başka manevra da “adli kontrol” ve “denetimli serbestlik” düzenlemeleriyle getirilmiştir. Karakolda imza verme, adres değişikliklerini bildirme ve yurtdışına çıkış yasağı gibi bilinen uygulamalara, konutu ve/veya belli bir yerleşim alanını terk etmeme, belli yer ve bölgelere gidememe türünden yasaklar eklenmiş, elektronik kelepçe hazırlıklarına başlanmıştır.

Dışarıyı fiilen hapishaneye çevirme politikasının yeni bir ayağı böylelikle kurulmuş, “inceltilmiş” yüzü sayesinde hem resmen tutuklu nüfustaki hızlı artışın önüne geçilmiş hem de gerçek anlamdaki tutuklu sayısını alabildiğine artırılabilme olanağı elde edilmiştir. Bu uygulamalar, “terörle mücadele” yasasındaki “herkese yönelme” ve CMK’daki “her türlü yöntemi kullanma” ile birlikte ele alındığında, izleri şimdiden görülmeye başlayan devasa bir açık hava hapishanesi, şeklen serbest/özgür gibi görülen ülke toprakları üzerinde yükselmiş olmaktadır.

İstiklal Mahkemeleri, Örfi İdare Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, DGM’ler ve şimdi de ÖYM’ler, özel ve geniş yetkili mahkemeler olarak ezme ve öğütme işiyle görevli olarak çalışmaktadır. Adalet Bakanlığı verilerine göre 2006’da DGM-ÖYM’lerde yargılanan “sanık” sayısı 21 bin 710 iken 2010 yılında 62 bin 911’e çıkmıştır. Karar verilen “sanık” sayısı ise 2001’den 2008’e kadar yılda ortalama 18 bin iken, 2009’da 66 bin 183, 2010’da ise 86 bin 800 olmuştur.

Bu mahkemeler tarihsel rollerini üstün bir başarıyla yerine getirmiştir ve getirmeye devam etmektedir.

Devrimci muhalefetin önderleri, öncüleri ve militanları, kendi yasalarını bile aşan “hukuksuzluk” çerçevesinde “yargılanıp” en ağır cezalara çarptırılırken; katliam, işkence ve sömürünün temsilcileri aklanmakta, “meşru müdafaa”, “orantılı güç”, “her türlü hafifletme/indirim”, “erteleme”, “zamanaşımı” vb. yöntemlerle ödüllendirilmektedir. Durum halka yönelik bütün katliamlarda aynı merkezde cereyan etmektedir. 1996 Diyarbakır ve 19 Aralık Hapishane katliamlarından, Sivas kıyımına ve birçok işkence davasına, Hrant’ın katledilmesinden ilerici ve aydınlara gözdağı amaçlı Pınar Selek davasına kadar benzer nitelikli bütün “yargılamalar”ın kaderi aynıdır.

Adliye ve polis sisteminde kaçak olması ve pürüz yaratılmasına izin vermeleri, aykırı durumlara tahammül göstermeleri düşünülemez. Nitekim yaklaşık zamanlarda kurulan Yargıçlar ve Savcılar Sendikası ile Emniyet-Sen kapatılmış, kurucuları hakkında soruşturma açılmış ve sürgün işlemi başlatılmıştır. Bu sendikaların açılmalarıyla kapanmalarının bir olması, düşünceyi ifade bağlamında örgütlenme özgürlüğüne yaklaşımı da göstermesi açısından ibret verici bir örnek oluşturmaktadır.

İkna, etkileme ve yönlendirme aracı olarak, düşünceyi ifade özgürlüğünün ana kulvarlarından birisi konumundaki basın, faşist diktatörlük için özel ilgi alanı olarak kabul edilmeye devam etmektedir.

The Guardian’ın  “gazeteci zindancısı” diye nitelediği Türkiye’de 75’i aşkın gazeteci “salt bu nedenle” (mesleki) hapistedir. İHD verilerine göre bu dönemde (son 1 yılda) 17 gazete ve derginin yayını durdurulmuştur. Freedom House 2012 Basın Özgürlüğü raporunda “kısmen özgür” ülkeler arasında yer alan Türkiye, 197 ülke arasında 117. gösterilmektedir. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF)’nün 2013 basın özgürlüğü sıralamasında ise 179 ülke arasında bir önceki yıla göre 6 basamak gerileyerek 154. sıradadır.

TBMM İnsan Hakları Başkanlığı’nın 10 Aralık’taki açıklamasında son 6 yılda hak ihlallerinde 10 kat artış olduğu kabullenilmektedir. Bu ihlallerin karşılık bulduğu alanlardan birisi de AİHM’dir ve bilançonun bir kısmı buradan okunabilmekte, tablo bir boyutuyla bu veriler ışığında seçilebilmektedir.

AİHM’de Türk devletine karşı açılan dava sayısı, eldeki 6 yılın verilerini alırsak 2006’da 2.328, 2007’de 2.828, 2008’de 3.706, 2009’da 4.474, 2010’da 5.821, 2011’de 8.702 oldu ve nihayet 2012’de yüzde yüze yakın artışla 16 bin 879’a çıktı.

Kesinleşen karar sayılarına göre ise 1959-2013 yılları arasındaki dönemde Türk devleti 2.521 kararla 47 ülke içinde birinci sırada yer alıyor. İkinciliği alan İtalya’nın 1.714, üçüncü Rusya’nın toplam ihlal kararı ise 1.262. Bu şampiyonluk 1959’da başlayan sürece, 28 yıl geriden gelerek 1987’de dâhil olan TC açısından “yıldızlı pekiyi” değerinde. Üstelik bu birincilik, ezici çoğunluğu temel insan hakları ihlallerine dayalı biçimde geldiği için ayrıca önem arz ediyor.

Maharetini bu konudan da esirgemeyen AKP’nin sürece müdahalesi gecikmeli de olsa geldi. AİHM’den kurtulmak için AYM’ye bireysel başvuru sistemi ile yeni bir baraj kuruldu. Amaçları mahkûmiyet-tazminat kıskacından çıkmak ve bu kötü sicilden kurtulmaktır. Dava açma süresinin kısaltılmasından, başvuru harcı (172.5 TL)  alınmasına kadar (ayrıca başvuru “gayri ciddi” bulunduğu takdirde 2 bin TL cezası var) caydırıcı olmak amacıyla her şey öngörülmüş durumda.

Bir ön şart gibi getirilen usulle yukarıda verdiğimiz istatistikler tersine çevrilmeye, maddi yükten kurtulunmaya çalışılıyor. Bu yöntem daha dar bir kapsamda, Kürt illerinde 80’lerin sonu ve 90’ların ilk bölümünde yaşanan zoraki sürgün, yakma-yıkma olaylarına dair yoğun başvuruyla başa çıkabilmek için oluşturulan Zarar Tespit Komisyonu ile devreye sokulmuş ve ciddi oranda başarılı olunarak başvuruların çoğu boğuntuya getirilmişti.

Ancak burada dikkat çekici olan bir başka nokta ise AİHM’e hükmeden AB devletlerinin, sözleşmenin lâfzî yapısına dahi aykırı olan bu duruma onay vermiş olmalarıdır. AİHM mekanizmasını ileri bir denetim alanı gibi görüp gösteren ve AB devletlerine de bu sayede “çağdaş demokrasi” payesi verenlerin aklını başına getirmesi gereken bu sürecin, faşizmin hüküm sürdüğü bir ülkede, en azından uzun vadede bu tarz kaba tuzak ve taktiklerle başarılı olabilme şansı yoktur.

Tayyip’in geçmişe göre daha küstah, daha nobran daha dengesiz, bastırıcı ve yukarıdan konuşması, tek adamlık havası ve zirvede olmanın sarhoşluğu kadar, dayanma noktasına gelmenin ve artık kaybetme korkusunu daha fazla hissetmenin sonucudur. Çünkü kurumlara hâkimiyet, yani kontrolün büyük oranda sağlanmış olması, meclis ve hükümetin yapısı, emperyalistlerden hala destek görüyor olması gibi son derece önemli avantajların elde edilmesi, yine de her şeyin yolunda olduğunu göstermemektedir.

Zira bağlı bulunulan sistemdeki ekonomik bunalım aşılamamış ve sermayeden yiyerek ayakta kalma şansı iyice azalmıştır. Ülkenin ekonomi başta olmak üzere bütün ana sorun ve çelişki kavşaklarına uzanan bir Kürt sorununda “tasfiye” operasyonundan sonuç alınamamış, klasik yöntemler havada kalmaya mahkûm olmuştur. Dahası bu sorunun çok daha kapsamlı bir düzlemi olan Ortadoğu’daki gelişmeler durumu daha da ağırlaştırmış bulunmaktadır.