İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

ABD: “Yeni Dünya”da Eski Kriz

ABD sistemdeki rolü ve kapladığı alan nedeniyle doğal olarak bu ölçekteki krizin üssü olmuş ama sonuçlarından aldığı pay bununla orantılı olmamıştır. İlk manevrası bunu en yakın kontrol ve ilişki alanı Avrupa’ya transfer etmek olmuş, daha sonra da dünyaya yayılış sürecine yönlendirmelerle eşlik etmiştir. Sürece ne ilk etapta ne de sonrasında hâkim olduğu söylenemez. Nitekim bugün de çaresizliğin en çok dillendirildiği yer ABD’dir. Müdahalenin bütün araçları çoğunlukla kontrolünde olduğu halde hiçbir reçete çare getirmemiş, mümkün mertebe kendi toprakları üzerindeki tesiri hafifletmeye çalışmıştır.

Bu mucizeler diyarındaki gerçekliği, göz kamaştırıcı hiçbir atraksiyon gizleyememekte, sembol haline gelen borsayı işgal hareketlerinin ateşi söndürülememektedir. ABD’nin 2008 yılında 9.9 trilyon dolar olan borcu 2011’de 15.4 trilyon dolara yükselmiştir. 1981’de yüzde 48 olan hane halkı borcunun GSYH’ya oranı, 2007 itibarıyla yüzde 100’ü bulmuştur. ABD Sayım Bürosu’nun Eylül 2012’de yayımladığı rapora göre, yoksulluk sınırını altında yaşayan nüfus 2011 yılı için 46.2 milyon olarak açıklanmıştır. Açlık sınırı altında ise 17 milyon kişi bulunmaktadır. Rapor bu sayının son 50 yıldaki en büyük oranı oluşturduğuna dikkat çekmektedir.

Bir diğer araştırmaya göre, 2001 yılında yardıma muhtaç kişilerin nüfusa oranı yüzde 12.2 iken bugün yüzde 16.4’e ulaşmıştır. DB, Dünya Kalkınma Göstergeleri (WDI) 2012 raporuna göre, en üst yüzde 20’lik kesim ABD’de yüzde 45.8, İngiltere’de yüzde 44, Almanya’da ise yüzde 36.9’luk bir gelir elde ederken, en düşük yüzde 20’lik grubun payları ise sırasıyla, yüzde 1.9, 6.1 ve 8.5’dir. Bir diğer hesaba göre de ABD’deki yüzde 1’lik nüfusun gelirden aldığı pay yüzde 23’tür.

İçerideki durumun özeti böyleyken, ABD’nin tarihsel misyon bellediği dış politikadaki durum da pek iç açıcı değildir. Dünya kamuoyunda ve medyada Irak işgalinin başarılı biçimde sonuçlandığını iddia edenlerin sayısı marjinal düzeye inecek kadar azalmıştır. Irak halkına ödetilen çok ağır bedel bir yana ABD istediği kazanımları da elde edememiştir. Bu nedenle de üniformalı birliklerinin büyük bölümünü çekmiş, daha doğrusu Afganistan’a kaydırmış olmasına karşın, uçak, füze ve tanklara sahip 45 bini özel güvenlikçi 100 bin dolayında personeli bulundurmaya devam etmektedir. ABD, bölgedeki son gelişmelerle beraber, mevcut yönetime istediklerini yaptırma konusunda daha sıkıntılı bir duruma gerilemiştir.

Afganistan’daki durum daha açık bir görüntü vermektedir. İşgali hiçbir zaman istediği boyutta ülkeye yayamayan ve askeri denetimi Kabil dışına taşıyamayan ABD buradan kaçış hesapları yapmaktadır. Financial Times’ın yazarlarından Gideon Rachman’ın sözleri durumu yoruma ihtiyaç duymayacak açıklıkta özetlemektedir: “Beş yıl önce ABD Taliban’la konuşmayı reddediyordu şimdi Taliban ABD ile görüşmeyi reddediyor. Bu, Afganistan’da güç dengesinin nasıl kaydığının bir ölçütü. Batı müdahalesi başarısızlığa uğradı. NATO ülkeden 2014’te çekilmeye hazırlanırken, geriye sadece yenilginin çapının saptanması kalıyor.”  (26.03.12)

Ortadoğu için geliştirdiği ve iki kez revize ettiği projeye, Arap isyanları sürecinde bölgedeki sadık uşakları ve vurucu gücü oluşturan devletlerle birlikte bir dizi ülkede örgütlü Müslüman Kardeşler (MK) üzerinden müdahale ile yeni bir ivme kazandırmaya kalkışmakta, diğer yandan hem AB devletleri hem de NATO’yu devreye sokarak etkili olmaya çalışmaktadır. Çok sayıda değişkenin devrede olduğu ve başta Rusya ve Çin olmak üzere diğer emperyalistlerin de rol üstlendiği bölgede, daha da önemlisi başkaldırı potasına giren halklar gerçeği, durumu zorlu kılmaktadır. Nispeten rahat biçimde “halledilen” Libya’nın ardından Suriye’deki süreç hiç de kolay biçimde seyretmemektedir. Sıranın İran’a getirilmesi bir yana Irak’ta da durum karışmış ve güç dengesi istenilen seviyeye çıkarılamamıştır.

ABD’nin “imparatorluk” peleriniyle geliştirdiği hamleler alanındaki son durumu Noam Chomsky şöyle özetlemektedir: “ABD’nin etkide bulunma gücü 1945’ten beri düşmeye devam etmektedir. Bunun göstergelerinden birisi BM’de veto ettiği kararların sayısıdır. 60’ların ortalarına kadar dünya büyük ölçüde ABD’nin denetimi altındaydı, öyle ki ABD 60’ların ortalarına kadar tek bir kararı veto etmemiştir. O tarihten beri ABD, Güvenlik Konseyi kararlarını veto etmekte açık ara öndedir. İkinciliği bir uydu devlet olan Britanya almıştır. Bunları yakından takip eden başka bir devlet yoktur. Bu, kapasite ve güç açısından, yani etki ve denetim yeteneği açısından bir çöküşe işaret eder.” (Gündem, 09.05.2012)

Çöküş tanımı abartılı olabilir ama Chomsky’nin esas trende ilişkin tespitlerine katılmamak mümkün değildir. Bu durumdan hayli rahatsız olan ABD’nin Obama döneminde geliştirdiği “yumuşak güç” stratejisinden beklenen yararın sağlanamadığı görülmektedir. Kaldı ki daha da gerilere savrulan bir durumdan çıkışın zor ve külfetli olacağı gerçeği, politika tarzının yeniden sertleştirilmesini koşullamaktadır. Tavsiyeler bu yöndedir ama daha önemlisi, merkezi strateji kuruluşları da devleti bu yönde teşvik etme yarışına girmişlerdir.

Eğilimin yönüne ışık tutması açısından Afrika kıtasına yönelik yeni askeri-politik plan dikkat çekici olmuştur. Associated Press’in haberine göre (25.12.12) Mart 2013’ten itibaren 35 Afrika ülkesine küçük birlikler halinde asker gönderilmesine karar verilmiştir. Bunların 100 civarında eğitim ve donatım programından sorumlu olmasının tasarlandığı söylenmektedir. Programın hedeflerinden birisi de yerel güçlerin askeri kapasitesini artırmak olarak tanımlanmaktadır.

Bu plan bilindiği gibi, 2007’de sivil ve askeri operasyon düzenlemek amacıyla kurulan Pentagon’un “Birleşik Savaş Komutanlığı” AFRICOM çerçevesinde yürütülmektedir. 2015’e kadar kıtanın ABD petrol ihtiyacının yüzde 25’ini karşılamasına dair hesap, “terörle mücadele” gerekçesiyle karşılanmaya çalışılmaktadır. Bölgede başta Çin olmak üzere diğer emperyalistlerin gelişme gösteren varlığı da süreci daha acil ve zorlu hale getirmiştir.

Kasım ayında yapılan seçimlerle yeniden başkan seçilen Obama’nın ikinci dört yıllık devrede, ilk döneme göre daha farklı bir strateji izleyeceği tartışılmakta, benzer şekilde seçilenlerin ikinci aşamada seçim baskısı olmaksızın daha pervasız ve hesapsız hareket etikleri hatırlatılmaktadır.

ABD politikalarının devlet başkanının şahsi tercihleri ve kişisel özellikleriyle belirlenmediği açık bir gerçekse de seçilmesini koşullayan özgünlüklerin de yabana atılmaması gerekir. Bu anlamda, deri değiştirme operasyonunun aktörü olarak Obama’nın yeni süreçte daha fazla beyazlayacağını da öngörmek gerekir. Bu yöndeki işaretler için ikinci yemin törenindeki konuşması yeterince açıklayıcı olmuştur: “Dünyanın her yerinde demokrasiyi destekleyeceğiz. Zorluklarla mücadele etmeliyiz çünkü biz bunun için yaratıldık.” (21.01.13)

Bunun için ateşi eskiye göre daha az kendi elleriyle tutacakları, bu amaçla yedeklerindeki güçleri, uşak ve işbirlikçilerini kullanacaklarına dair vurgularda bulunan Obama’nın 13.02.13 tarihli “Birliğin Durumu” konuşması dikkat çekicidir. Nitekim Fransa’nın Libya ve Mali’de öne fırlamasına izin verilmiş, yine Libya ve Suriye’de “dolaylı müdahale” tercih edilmiştir. Ancak Obama’nın bir daha “kendi çocuklarını göndermeyecekleri”ne dair sözleri inandırıcı değildir ama “gelecek yıl Afganistan’dan tamamen çekilecekleri”yle ilgili sözleri son derece gerçekçi görülmelidir.

Bu arada es geçilmemesi gereken husus, seçildiği zaman yalnızca derisinin rengine ve köklerindeki Müslümanlık olgusuna ve hatta bazı söylemlerine bakarak “umuda” kapılan ve hatta “tebrik” mesajları yağdıran bütün çevrelere, halka karşı özür borcunu ödemeleri için daha ne kadar pratik gerektiğinin de sorulmasıdır. Eğer bilinçli bir saptırma yoksa, sorun burada sistemleri, devletleri ve sınıfları çözümleyememek, gerçekleri kavrayamamakta kendini göstermektedir. Bu koroya ülkemizden katılanlar açısından baktığımızda; benzer biçimde Tayyip (ve AKP) de sivilleşmenin ve demokratikleşmenin temsilcisi olarak gösterilmiş ona da bel bağlanmış ve böylelikle bütün “günahlarına” ortak olunmuştur.

Demokrasinin beşiği olarak gösterilen ABD 11 Eylül’le doruğa çıkan, bütün direniş odaklarına ve dünya halklarına karşı saldırganlığın öncüsü ve pratiğiyle de model olma misyonunu devam ettirmektedir. Sistemi tehdit eden bütün güçler “terör” parantezine alınarak sindirilmeye, yok edilmeye çalışılmaktadır. Nitekim ABD’nin önderliğinde Haziran 2012’nin ikinci haftasında İstanbul’da toplanan “Terörizmle Mücadele Küresel Forumu”nda konuşan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, temel hareket felsefelerine ilişkin şunları söylemişti:“Terör tehdidini yenmek için muharebe alanındaki teröristleri öldürmekten fazlasına ihtiyaç olduğunu öğrendik. Bu amaçla ideolojilerin de hedef alınması gerekir. İdeolojilerin özellikle gençler üzerindeki etkisinin azaltılması gerekir.”

Seçim sürecinde de Obama’nın dilinden düşürmediği konuların başında “terör ağları” geliyordu. Evindeki denetim ve temizliği ihmal etmeyen ABD’de Mart 2012’de çıkartılan yönetmeliğe göre “terör”le bağlantıları saptanamayan vatandaşların bilgilerinin bile 5 yıl saklanması kararlaştırıldı. Bu süre daha önceki mevzuatta 180 gün olarak düzenlenmişti.

Daha da vahimi her köşe başına yerleştirilen kameralar ve yaygın hale getirilen dinleme ve takip sistemlerinin de yetersiz kaldığından hareketle geliştirilen yeni yöntemlerdir. Christian Science Monitor dergisinin haberine göre ABD’de halen 110 adet İHA (İnsansız Hava Aracı) üssü bulunmaktadır. 10 yıl içerisinde ABD içinde faaliyet göstermesi planlanan İHA sayısının 30 bine ulaşacağı ve bunların iç güvenlikte kullanılacağı bildirilmektedir.