İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Kürt Sorunu: Çözüm mü Çözülme mi?

Politik araştırma enstitüleri ve bağımsız akademik kuruluşların, bir savaş ya da çatışmanın önemi ve çapı konusunda kabul ettiği ölçütlerden birisi, ölü, yaralı ve göç bilançosuyken, bir diğeri de devletin bu konuda yaptığı toplam harcamalardır. Üstelik bu harcamalar hesaplanırken genel olarak ekonomiyle ilgili toplam maliyet üzerinde de durulmamaktadır. Son 30 yıl baz alındığında, insan kaybı bir yana, Türk devletinin PKK ile savaşta reel bütçesine eklenen yükün 1 trilyon doları aştığı kabul edilmekte ve bu miktar savaş yoğunluğunu “düşük” kategorisinden çıkaran bir limit olarak değerlendirilmektedir.

Binali Yıldırım’ın konuyla ilgili “400 milyar dolar kayboldu” (04.01.13) sözleri gerçek bile kabul edilse, diğer sonuç ve maliyetlerinden bağımsız olarak ekonomik olarak çok büyük bir “yatırım”dan söz edildiği anlaşılabilmektedir. Tayyip’in “Bu iş için 30 yılda harcadığımız para, yeni bir Türkiye inşa eder.” (26.01.13) sözleri gerçekleri yansıtmaktadır.

Bu gerçekliğin devlet katından akıl hocalarına kadar birçok çevreyi buluşturduğu hatta Ulusal Hareket önderlerini de içine kattığı bir koro tarafından “büyük Türkiye”nin önündeki en büyük engellerden birisi olarak değerlendirilmesi de göstermektedir ki “savaş”, ekonomik krizin kâbus gibi çöktüğü koşullarda daha da ağırlaşmış demektir.

TBMM Alt Komisyonu tarafından 28 Ocak 2013’te açıklanan raporda şu bilgiler yer almaktadır: “Terör nedeniyle son 30 yılda 7 bin 918 kamu görevlisi şehit oldu. 1984-2012 yılları arasında ölü olarak ele geçirilen PKK’li sayısı 22 bin 101. Bu dönemde 5 bin 557 sivil yaşamını yitirdi. PKK’nin iç infazlarının sayısı bilinmiyor. Faili meçhul cinayetlerin sayısı da tam olarak bilinmiyor. Ancak 2 binin altındaki rakamlar ile 17 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. İstatistiklere geçmeyen ölüm olayları hariç, toplam 35 bin 576 kişi terör nedeniyle yaşamını kaybetti.”

Emperyalist projelerin ürünü olarak misyon yüklenen bir siyasi oluşumun kumandasına oturtulduğu devletin bu plan ve güzergah doğrultusunda ilerleme kaydetmesi esastır. Yalnızca ekonomik gerekler değil, politik gerekler de yerine getirildiği oranda birlikte yürünebilecektir. Birbirine bağlı olan bu durum, bölgedeki sürecin çok yönlü ve alt üst edici gelişmeler sonucu bütün dengelerinin sarsıldığı ve kartların yeniden dağıtılmaya ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, bütün adımları daha da nazik hale getirmiştir.

Irak Kürdistanı’nın ardından Suriye Rojava’da fiili bir özerk yönetimin oluşması, oldukça kritik bir durum yaratmıştır. TC’nin büyük desteğiyle PYD’nin üzerine giden ÖSO, üç aydır aralıklarla sürdürdüğü saldırıları 20 Ocak 2013’de büyük bir taarruza dönüştürmüş, Serekaniye (Rasulayn) merkezli 15 günlük yoğun çatışmaya karşın başarılı olamamıştır. Ne var ki TC’nin organize ettiği ve fiilen katıldığı bu saldırılar devam etmektedir:

“PYD olayına gelince, PYD rahatsız. Niye? Çünkü muhalif güçler PYD’yi sıkıştırmaya başladı. Burada özellikle Qamilo ve Haseke’ye doğru PYD’nin çok ciddi bir sıkıntısı var. PYD öyle çok çok rahat değil. O süreci de muhalif güçler gayet iyi sürdürüyorlar.” (T. Erdoğan, (07.02.13). Bir zamanların “aşiret lideri” ve baş düşmanlarından Barzani ve yönetimindeki Kürdistan Bölge Yönetimi, yoğun bir ticari ilişkiyle birlikte dost meclisine alınmakta, PKK’ye karşı kullanılan bir koz haline getirilmeye çalışılmaktadır.

Bu ticari ilişkinin boyutlarına ilişkin somut bilgiler vermekte de fayda vardır. Büyük bölümü Kürdistan bölgesine olmak üzere Irak, Almanya’dan sonra ikinci büyük ihracat pazarı haline gelmiştir. Yüzde 30 artış sağlanan 2012’deki ihracat miktarı 11 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu toplam ihracatın yüzde 7’si büyüklüğündedir. 100’ün üzerinde Türk şirketi doğrudan yatırım yapmıştır ve asıl büyük vurgunun petrol konusu bağlandıktan sonra gerçekleşeceği hesap edilmektedir.

Onur konuğu olarak katıldığı son AKP kongresinde, hem AKP hem de Tayyip’e büyük övgüler düzen Barzani, konuşmasında, “Şiddetin durması ve bu sorunun bir an önce çözülmesi için Erdoğan’a her türlü desteği vermeye hazırız.” mesajı vermiştir. Kürt sorununun bölgedeki artan önemi, bütün tarafların gösterdiği yoğun ilgiden anlaşılmaktadır. 12-13 Ocak’ta Katar’ın başkenti Doha’da El Cezire’nin organize ettiği “Doğuda, Yakın Doğu’da Kürt Sorunu” başlıklı toplantıya yalnızca Kürt örgütleri değil bölgenin çeşitli örgütlerinden temsilciler katılmıştır.

İçeride ve bölgedeki sorunların birbiriyle bu kadar ilişkilendiği ve etkileşim derecesini yükselttiği bir süreç şimdiye kadar yaşanmamıştır. Bu yakınlaşma ve çakışma durumunun konjonktürel bakımdan nesnel bir yanı vardır ama sorunun bugüne kadar kat ettiği mesafede emperyalist planların ciddi bir rolü bulunmaktadır. Bölgenin en önemli kozlarından birisini oluşturan Kürt ulusal sorununun, kendi mücadelesiyle büyüyen ve yerli gericilerden koptukça/çatıştıkça güçlenen durumu, dehşet içerisinde panikleyen uşaklar kadar efendiler için de korkutucu bir hal almıştır.

Mücadele yürüttükçe ve çatıştıkça/savaştıkça güçlenmenin en büyük ve etkili örneğini oluşturan Türkiye’deki süreç, her türlü şiddete, en ağır dozuyla zora ve bunun ikiz kardeşi olarak geliştirilen soluklanma ve oyalama taktiklerine, sinsice imha/tasfiye planlarına karşın ilerlemiş ve başa çıkılması iyice imkânsız bir noktaya gelmiştir. Bunu aynı zamanda ya da esasen“Türk sorunu” biçimde gölgelemek ve saptırmak isteyenler, farkında olmadan aldığı boyutu kabullenmiş olmaktadır. Ancak gazetecilerden aydın ve sanatçılara içtenlikli konuşan kişilerin sayısı da artmaktadır:

Kürt meselesi Kürtlerin meselesi olmaktan çoktan çıkmıştır. Kürtler söylemesin; gençliğinden beri siyaseti yakından izleyen 80 yaşına gelmiş bir Türk olarak ben söylüyorum: Hiçbir sorunumuzu Kürt meselesinin dışına çıkaramayız, çıkarmadan hiçbir meselemizi çözemeyiz, çözemeyeceğiz.” (Tarhan Erdem, Radikal, 07.01.13)

“Siz eğer bir ülkede yaşayan insanların bir bölümünü o ülkenin ‘öteki’ vatandaşı gibi iteler, hor görür, adaletsiz bırakırsanız, birileri de gelir bu işlerin böyle olmadığını söyler ve bunun kavgasını yapmaya başlar.”, “Bıçak kemiğe dayandı. Kürtlerin kimliklerinin, dillerinin, kültürlerinin hatta geleceklerinin peşine düşmeye başlamasına hepimiz anbean şahit oluyoruz artık.”, “PKK nedir? Bir Kürt partisidir. PKK kimlerden oluşur? Kürtlerden. O Kürtler neden bizim kardeşimiz değil? Ne zamandan beri kardeşimiz değil? Niye o dağa çıkmışlar?” (Kadir İnanır, Radikal, 11.02.13)

Ancak partisiyle, çevresiyle, ismiyle devreye sokulan ve medyada sürekli biçimde arzı endam eyleyen Kemal Burkay, Orhan Miroğlu, Ümit Fırat, Mehmet Metiner vd. şahsiyetlerin canla başla uğraşları da sürmektedir. Hür Dava Partisi (Hüda-Par) ismiyle partileşen devletin kadim dostu Hizbullah yeniden işbaşındadır. Şeriatçı potansiyel dün katliam için bugün oy tabanını parçalamak için kullanılmaya çalışılmaktadır. Büyük para desteği yapılmış, özel TV kurdurulmuş, iyice semirtilmişlerdir.

Kürt Ulusal Hareketi’ni kendi evinde vurmanın bir başka argümanı olarak Zazalar hareketlendirilmek istenmektedir. Zazaca’nın Kürtçenin bir lehçesi değil, farklı bir dil özelliği taşıdığından hareketle, ayrı bir ulus oldukları tezine sarılan Türk devleti; Tunceli ve Bingöl üniversiteleri öncülüğünde bu yönde araştırma-inceleme çalışmaları başlatmıştır. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer amaçlarını gizlememektedir: “Gelecek sene Zazaca’yı ayrı bir dil olarak sunacağız” (12.12.12)

Ne askeri bakımdan yıkıcı ve dağıtıcı olunabilmiş ne de legal alandaki siyasi kadrolara yönelik kırım operasyonlarıyla bir yere varılabilmiştir. Öyle ki BDP Mardin il örgütünde iki sene içerisinde görev yapan il başkanlarının sayısı 8’e yükselmiştir. Ortalama 2-3 ay görev yapanların ilk 7’si halen hapistedir. Bu durum, yeni İçişleri Bakanı’nın “çözüm” olarak önerdiği “Mardin modeli”ni özetlemektedir. Birçok yerde, yaygın tutuklamalardan dolayı, Batman’da başlatılan bir dönüşümlü başkanlık sistemi işletilmektedir.

Hem askeri planda hem de demokratik alan mücadelesinde büyük bir dirençle düşmanın karşısına dikilebilen bir güç sergilenir olmuştur. Bu gücün devrimci-demokratik diğer kuvvetlerle buluşma ve kol kola girme derecesindeki gelişim eğrisi yukarı doğru bir seyir izlemeye devam etmektedir. Bunun karşısında Kemalist faşist diktatörlüğün kodlarında bulunan ırkçı asimilasyoncu ve imhacı politikalar sürekli biçimde üretilmekte, desteklenmekte, baskı ve saldırıların aracı kılınmakta, inkârcılık en yüksek mevkiden sürekli biçimde dile getirilmektedir.

Geçen sene özel bir yer açtığımız Roboski katliamının yanlışlık içeren bir olay olmadığı, ama daha önemlisi hangi mesajı vermek için gerçekleştirildiği daha açık biçimde ortaya serilmiştir. Özür dileyeceğine gurur duyan Tayyip’in, saldırının hemen ardından genelkurmay başkanını kutlamasıyla yetinilmemiş, katliamın baş sorumlularından Hava Kuvvetleri Komutan Mehmet Erten’e “başarı” madalyası verilmiştir. Bu başarıda elbette ki son 1 yıl içerisinde Türkiye Kürdistanı’nda 520 hedefe yönelik 312, sınır dışında ise 383 hedefe yönelik 317 sorti yapılmış olmasının rolü de bulunmaktadır.

Roboski’de hem mağdur kitlenin dillendirdiği hem de kamuoyunda yankılanan özür dileme konusunda kararlı bir direnç gösterilmesi, duruma yeterince açıklık getirmektedir. Kaldı ki kaçakçılıkla, figüranlıkla başlayan ve kazaya da vurgu yapan ilk açıklamalar yerini açık savunmaya bırakmıştır: “Uludere’yi bu kadar basite indirgemeyelim. Sonuçta terörist de sivildir. Sürekli sivil denilmesini bir beyin yıkama hamlesi olarak görüyorum.” (Tayyip Erdoğan, 28.12.12)

TSK ve ona eklenen özel polis ordusunun Ulusal Hareket gerillalarıyla yürüttüğü savaştaki durumu da iyi değildir. Askeri alandaki asimetrik uçuruma karşın başarı sağlanamayışının temel nedeni elbette ki savaşan tarafların haklı haksız pozisyonudur ve kitle desteğini yaratan bu gerçeklik gerillayı başa çıkılmaz kılmaktadır. Yeniden Sri Lanka modelinin dillendirilmesi bu acizliğin ürünüdür ve 2012 yazındaki “alan hakimiyeti” süreci Türk ordusunu moral olarak da çökertici bir rol oynamıştır.

Ancak moralleri genel olarak kötüdür. Faşist disiplin altında ve her türlü işkence ve angaryanın başlıca yöntem bellendiği koşullarda zorla ödetilen “namus borcu”na  bir bölümü için Kürt kasabı olma onuru da eklenmiş, psikopatlaşma oranı üst düzeye çıkmıştır. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın açıklamasına göre son 22 yılda intihar eden asker sayısı 2 bin 22’dir.

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün’ün verdiği (28.11.12)  bilgiye göre son 2.5 yılda 175, son 10 yılda ise 936 asker intihar etmiştir. Ocak 2013’ün son 10 gününde 6 askerin intihar etmesi, tablonun daha da kötüleşerek süreceğini göstermektedir. Ancak ihmal edilmemelidir ki bu intiharların belli bir bölümünü, gördüğü yoğun baskı ve işkence sonunda intihara sürüklenen ya da bu “örtüye” sarılarak katledilen askerdeki Kürtler oluşturmaktadır.

Özel olarak profesyonel savaş birlikleri oluşturma projesi de tahmin edilen ilgiyi görmemiştir. TSK, “terörle mücadele”de kullanılacağı belirtilen sözleşmeli er alımı için 25 bin 797 kişilik kadro açmış, ancak alınabilen er sayısı Ekim 2012’ye gelindiğinde 956 kişide kalmıştır. Durum savaşın ortasında istihdam edilen “uzman” lar açısından da sorunludur. EMUZDER (Emekli Uzman Erbaşlar Derneği) Başkanı Esef Merdoğlu, “Son bir yıl içinde 8 bin uzman erbaş istifa etti. 2010 yılında 67 bin olan uzman erbaş sayısı 35 bini altına düştü.” (15.01.13) demektedir.

Son sürece doğru ilerleyecek olursak, çeşitli nedenlerle “çözüm”e sürüklenen Türk devleti, izlediği politik hat ve parçalı yapısı nedeniyle önemli zafiyetler barındıran Ulusal Hareket’in bu durumundan yararlanarak kendi lehine sonuçlar üretmek istemektedir. “Açılım” diye geliştirdiği oyalama ve elimine etme politikası bir aşamadan sonra Oslo vd. yerlerdeki görüşmeleri de içerecek şekilde yürütülmüş ama iş somut adım atmaya geldiğinde “uzlaşma” sağlanamamıştır.

Bu dönem zarfında, kendini avantajlı ve güçlü hissetmenin ve elindeki kozları değerlendirmenin ürünü olarak klasik devlet refleksiyle hareket etmekte hiçbir sakınca görmeyen Türk devletinin binlerce kişiyi tutuklaması, gerillaya operasyonları durdurmaması, Pozantı’dan Roboski’ye her türlü aşağılık saldırı ve katliamları gerçekleştirmesi, yanı sıra sürekli aşağılaması ve hakaretler yağdırması eksik bırakılmamıştır. Bütün bunlar kendi çaresizliğini örtmek ve hasmını teslimiyet çizgisine getirmek için yapılmaktadır.

2012 Mart ayı sonlarında AKP’nin yeni bir strateji geliştirdiği yazılıp çizilmişti. Bu, tam da bugünkü “görüşme süreci”nde sözü edilen hususları kapsıyordu. Gazetelerde açıkça yayınlanan stratejide, İmralı’nın devre dışı bırakılması ve BDP’nin öne çıkarılmasıyla birlikte, “PKK ile bir daha görüşülecekse bu silah bıraktırmak için olacak” denilmekteydi. Aktörlerin rolünde değişiklik yapılmış olmakla beraber bunun altı şimdi de özenle çizilmektedir. Beraberinde, silah bırakanların durumu bağlamında bir aftan söz ediliyor, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden bahsediliyordu.

Vatandaşlık tanımı ve anadilde eğitim konusunda ise anayasada hiçbir düzenleme yapılmayacağı belirtilmekteydi. Ancak bu plan devreye dahi sokulamadan rafa kaldırıldı. Her şeyden önce bu konuda kendi aralarında mutabakat sağlanamamıştı. Gülen cemaatinin Mart 2012’de yapılan ünlü Abant Toplantısı’nda ortaklaşılan hususlar başlığı altında “Anadilde eğitim temel bir insan hakkıdır. Anayasada anadilde eğitimle ilgili herhangi bir kısıtlayıcı hüküm olmamalıdır” denmekteydi.

Öcalan’la bütün iletişimlerin kesildiği koşullarda, askeri operasyonlara ağırlık verilerek, teslimiyetin koşulları yaratılmaya çalışıldı. Bunun için iki senedir önemli bir yığınak yapılmış, yeni alınan İHA’lar, helikopterler ve diğer zırhlı araçlar ile teknolojik donanım üst seviyeye çıkarılmıştı. Bu kez sonuç alacaklarını, çok ağır darbe indireceklerini, sonucu da masada ilan edeceklerini hesapladılar.

Ama bir kez daha işler yolunda gitmedi ve gerillaya ağır kayıp verdirmelerine karşın kendileri de büyük darbeler aldılar. Nitekim yurtsever hareketin “arazi denetimi” şeklinde adlandırdığı dönem Türk ordusu için tam bir sürprizdi ve bunu yazın sonunda 58 hapishanede 483 kişinin başlattığı ve devamında binlercesinin katıldığı açlık grevi izledi.

12 Eylül’de başlayıp 68 gün süren eylem İmralı tecridi başta olmak üzere politik talepler içeriyor, süre giden savaşta karşı bir hamle olarak devreye sokuluyordu. Hapishanelerdeki klasik, koşullardan kaynaklı bir eylem niteliği taşımadığı için de bunlara özgü kriterlerle değerlendirilmesi doğru değildir. Her ne kadar çeşitli aşamalarında yanlış adlandırma ve vurgularda bulunulmuş olsa da hakların elde edilmesine bağlanan bir nitelik taşımadığı ve kriterin İmralı tecridine daha doğrusu Öcalan’ın “muhataplığının” yeniden kabulüne bağlandığı görülmekteydi. Nitekim amacına ulaştı ve İmralı’nın çağrısıyla sonlandırıldı.

Eylem, devamındaki süreçte daha iyi görüldü ki hem Ulusal Hareket güçlerini ortak bir eylem ve hareket etrafında toparlamak, hem dost güçlerin desteğine yeniden dikkat çekmek, hem de Türk devletinin saldırılarına ve tecrit kozuna set oluşturmayı hedeflemiş ve esas olarak da başarmıştır. Açlık grevleri sürerken benzer süreçlerdeki bütün taktikler devreye sokuldu. Ölüm orucu yok denildi, gizli gizli yedikleri söylendi, toplumun yeniden ölüm cezasının gelmesini istediğine dair söylemlerle ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışıldı, ancak başarılı olunamadı. Nitekim hemen ertesinde “dokunulmazlıkların kaldırılması”na yönelik söylemlerle tehditler yağdırmaya başlayan AKP hükümeti, moral üstünlüğü yeniden ele almaya çalıştı:

Direnişin temel yönelimi savaş değil demokratik çözüm sürecinin gündemleşmesi idi. Bir yumuşama ortamı oluştu. Amacına ulaştı ve sonuç olarak da demokratik çözüm zeminini olgunlaştırdı. Bu ortam değerlendirilmedi. Bunu karşısında Erdoğan bir hamle geliştirdi. (…) Onlar aslında bizimle barış yapmayı değil, bizim tasfiye edilmemiz ve bu temelde hâkimiyet sağlamak suretiyle sükûneti geliştirmeyi istiyorlar.

Dolayısıyla bu politikalarla demokratik çözüm sürecinin olgunlaşması çok zordur. (…) Önder Apo tam da zamanında yaptığı çağrıyla bu süreci, yani açlık grevini durdurdu. Bu, Kürt tarafının geliştirmiş olduğu bir fedakârlıktır. (…) Kürt tarafı olarak bir adım atıldı. Karşılığında hükümetin, devletin adım atması gerekirdi. Ama AKP, beklenen adımı dokunulmazlık konusunu gündeme getirerek ve KCK adı altındaki siyasi soykırım sürecini derinleştirerek atmıştır.”  Murat Karayılan, Demokratik Ulus, 25-31 Aralık 2012)

Bunun amacı, yeni bir teslim alma ve oyalama hamlesini devreye sokmaya çalışan devletin, elini zayıflatan gelişmelerin süratle önüne geçmesi ve olabildiğince avantajlı koşullar yaratmak istemesiydi. Devamındaki günlerde devlet katından açığa vurulan ve bugüne kadar taşınan süreç ise bazı yeni özelliklerine karşın esasta geçmişte de örnekleri görülen türden, devlet ile Ulusal Hareket temsilcileri arasındaki görüşmeleri içermektedir.

Bunun müzakere, yani tartışma içermeyen bir görüşme olarak adlandırılmasını dahi kabul etmeyen, pazarlık yapılmasını “söz konusu bile değil” şeklinde karşılayan, devletin değil yalnızca istihbarat servisinin görüştüğünü söyleyen ve temasın başından itibaren, “silah bıraktırmak amaçlı” gerçekleştirildiğini belirten devlet temsilcileri bu söylemlerinde pek de haksız değildir:

“Şu sıralarda görüşme halen var. Tabi çünkü netice almamız lazım. Biz bu ışığı görebiliyorsak, o adımı atmaya devam ederiz, baktık ki artık ışık yok, orada keseriz.” (Tayyip Erdoğan, Başbakan, 28.12.12); “Bugün atılacak tek dikkate değer adım ‘silahların bırakılması’ olabilir.” (Yalçın Akdoğan, Başbakan Danışmanı, 29.12.12); “Bütün enstrümanların birbiriyle entegre biçimde kullanıldığı çok boyutlu bir çalışma yürütüyoruz. Bu entegre stratejinin hedefi silah bıraktırmaktır.” (Beşir Atalay, Başbakan Yardımcısı, 02.01.13)

Teslim alma umudunu ellerindeki veriler ve hazırlıklar kapsamında esas olarak İmralı üzerinden işletmeye çalışan ama her durumda zaten oyalama ve süreçten gerileterek çıkarma hedefine ulaşmanın bütün argümanlarıyla hareket eden faşist diktatörlüğün “entegre strateji”den ne anladığı sır değildir. Bu sözü en son 2013’ün ilk günlerinde sarf eden Beşir Atalay’ın yeni bir şey söylemediği ve “strateji” ilanını daha 16 ay öncesinden yaptığı unutulunca, politikanın yerini saflığın, iyi niyetin yerini de aldatılmışlığın alması kaçınılmaz olmaktadır: “Sınır ötesi operasyonlar etkili, karşılığını buldu, devam ediyor. Bu bir yeni entegre stratejidir.” (28.08.11)

Düşmanın yaklaşık 1.5 sene önce “yeni” diye sunmuş olduğu strateji, TC devletinin bildik, tanıdık her zamanki politikasının aslında allanıp pullamaya da özen gösterilmeksizin “güncellenmiş” halinden başka bir şey değildir. Bunun böyle olduğu değil 1.5 senedir, bu söylemin “görüşmeler” dekorunda tekrarlanmaya başlandığı son aylardaki pratikle de sabit olmalıdır.

Birincisi, devletin bütün sözcüleri birbiriyle son derece uyumlu biçimde “diz çöktürmekten”, “yenilgiye uğrayanı teslim almaktan”, “kayıtsız şartsız silah bıraktırmaktan” söz etmekte ve verilecek hiçbir ödünlerinin bulunmadığı, aslında Kürt Ulusal Hareketi’ni muhatap dahi kabul etmediklerini söylemektedirler. Bunu taçlandıran en vurucu söylem ise, Tayyip’in öteden beri destur haline getirdiği, “Ben Kürt sorunu diye bir şey tanımıyorum.” (20.01.13), “Kürt sorunu yoktur, benim Kürt vatandaşlarımın sorunu vardır.” (21.01.13)  sözleridir. Dahası, “Kürt vatandaşlarının sorunu”nu da “terör örgütünden kurtulmak” şeklinde tanımlamaktadır.

Söylem böyledir ve de pratik bununla tamamen uyumlu biçimde seyretmektedir. Dönemin “ileri” adımı olarak gösterilen “anadilde savunma” konusundaki yasal düzenleme, sıkışan KCK yargılamalarına nefes aldırmak ve bu vesileyle puan kazanmayı hedeflemektedir. Ancak benzer bütün tasarruflarda görüldüğü gibi, söz konusu hak verilmemekte, veriliyormuş gibi yapılmaktadır. Sözde varmış, tanınmış gibi gösterme, fiilen olanaksız kılma taktiği işletilmektedir. Hâkimlerin takdirini önde tutmak, hak kullanımını “savunma” aşamasıyla sınırlamak ve tercümanların parasını sanıklara yüklemek, içinin boşalması için yeterli olmaktadır.

“Görüşme” sürecinin hem de ilk haftalarında Kandil’deki 50’den fazla hedefe tarihin en kapsamlı hava saldırıları düzenlenmiş, Amed ve Mardin’de onlarca gerilla katledilmiş, seriye bağlanan KCK gözaltı ve tutuklamaları (ilk haftada 500 kişi) dört bir tarafta aralıksız biçimde sürdürülmüş ve 9 Ocak’ta da Paris’te 3 Kürt kadın yurtsever vahşice katledilmiştir.