Kriz Devam Ediyor!
İçindekiler
1.2) Kriz Devam Ediyor!
Emperyalist kapitalist sistemin bir kriz içinde olduğu bizzat bu sistemin sözcüleri tarafından dillendirilmektedir. Nitekim IMF Başkanı’nın açıklaması bununla ilgilidir. Üstelik “fırtına”dan sadece IMF Başkanı değil yardımcısı da bahsetmektedir. ABD merkezli finans haber ajansı Bloomberg’in Bankacılık Konferansı’nda konuşan IMF Birinci Başkan Yardımcısı David Lipton da “fırtına öncesi sessizlik” uyarısında bulunarak neo-liberalizmin barutunun tükendiğini itiraf etmektedir. (12.12.18) Emperyalist kapitalist sistemin bugünkü krizi, 2007’de ABD’de başlayan Mortgage krizinden sonra bir türlü toparlanamayan dünya ekonomisiyle yakından ilgilidir. 2007’de başlayan ve 2008’de yaygınlaşan kriz, emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı en derin yapısal krizlerden biri olarak ortaya çıkmış durumdadır.
“2008 krizi, kapitalizmin tarihinde Büyük Depresyon’dan bu yana görülmüş en derin krizdir. Nisan 2009’dan bu yana zayıf da olsa toparlanma işaretleri mevcut olsa da yığınsal işsizlik, devasa bütçe açıkları, kamu borç stoklarındaki büyük çapta artışlar, finansal sektördeki kredi kurumasının henüz tamamen çözülememiş olması ve türev araçların barındırdığı risklerin devam etmesi gibi faktörler toparlanmanın önünde ciddi engeller oluşturmaktadır. (…) Diğer taraftan, finansal krizi gerçekte bir semptom olarak görmek gerekir. Finansal kriz, 1960’ların sonlarından bu yana, giderek büyüyen kapitalist aşırı birikim, aşırı kapasite yatırımları, aşırı üretim ve beraberinde kâr oranlarının giderek düşmesinin ve uzatılmış bir durgunluğun sonucudur. Giderek finansallaşan ABD ekonomisinin canlılığını koruyabilmesi için 2000 yılındaki Wall Street borsa balonu ve mortgage balonu gibi balonlar yaratılması gerekli olmuş ve akabinde bu son balonun patlaması krize yol açmıştır.” (Mustafa Durmuş, Ekonomik Yaklaşım, 2010)
Bilinmektedir ki, kapitalist emperyalist sistemin krizleri sistemde aşırı üretim sonucu ortaya çıkan artık sermayenin buharlaşmasını ve böylece sistemin kendisini yeniden üretmesi olanağını sağlayan, ani ve zora dayalı çözümler olarak ortaya çıkmaktadır. Ve halihazırda mevcut olan sistemin ortaya çıkardığı çelişkiler sonucunda kendini yeniden üretmediği noktada patlamaktadır. Yerel düzeyde yaşanan krizlere çözüm görece daha kolayken, yapısal olarak yaşanan krizler ise sistemin koma halini tariflemektedir.
Günümüzde emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı kriz de yapısaldır ve daha önce yaşanan 1857, 1929 ve 1974 krizlerinden daha ağır bir koma haline işaret etmektedir. Emperyalist kapitalizmin yaşamış olduğu kriz, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, emperyalist güçler arasında hegemonik bir güç olarak ortaya çıkan ABD emperyalizminin merkezinde olduğu bir krizdir. Ve sadece ekonomik değil politik, askeri ve bunlara paralel biçimde ekolojik, sosyal ve kültürel olarak ortaya çıkmış ve yaşanmaktadır.
Bu krizin kökleri, 1929 “Büyük Buhranı” olarak adlandırılan kriz sonrası oluşturulan Bretton Woods (BW) sisteminden arta kalanların çökmesine dayanmaktadır. Diğer bir ifadeyle; kapitalist emperyalist sistemin krizden çıkış adına uygulamaya koyduğu politikalar yeni bir krizin zeminini oluşturmaktadır. BW sistemiyle, ABD doları altına endekslenmiş ve dolar dünya genelinde rezerv para olarak kullanılmaya başlanmıştı. Ne var ki bu sistem, 1974 kriziyle sürdürülemez olduğunu kanıtlamıştı. 1970’lere gelindiğinde II. EPS’nin mağlupları Almanya ve Japonya, ABD emperyalizmine karşı ticarette fazla vermeye başlayıp ve rezerv para olarak kullanılan doların karşılığını isteyince, ekonomik anlamda işler tersine dönmeye başlamıştır. Bu gelişmeler sonucunda ABD emperyalizmi, hegemonyasını sürdürmek için ABD dolarının altına bağlı olmadığını ilan etmek zorunda kalmıştır.
ABD emperyalizminin hegemonyasını amaçlayan BW sistemine paralel olarak politik, ekonomik ve askeri alanlarda kurulan Birleşmiş Milletler (BM), IMF, GATT (sonradan DTÖ) ve NATO gibi kurumlar ise varlıklarını devam ettirmekle birlikte, bu süreçle birlikte aşınmaya başlamışlardır.
Sistemin 1970 krizinden çıkışı, ABD ve İngiliz emperyalizminin önderliğinde uygulamaya konulan ve “neo-liberal” olarak adlandırılan politikalarla sağlandı. Bir on yıl sonra emperyalizme bağımlı Türkiye ekonomisine de yansıyacak bu politikalar; liberalizasyon (serbestleşme), deregülasyon (kuralsızlaştırma) ve privatizasyon (özelleştirme) olarak adlandırıldı. Neo-liberal politikalarla amaçlanan, emperyalist-kapitalist sistemin krizden çıkması için sermayenin önünde duran bütün engellerin özellikle de SSCB ve ÇHC’nin varlığında sosyalist sistemin baskısıyla Keyneysen politikaların ürünü olarak ortaya çıkan, “refah devleti”, “sosyal devlet” kazanımlarının adım adım tırpanlanmasıydı.
Neo-liberal politikalar doğrultusunda çıkartılan yasalar ve atılan adımlarla, emperyalist mali sermayenin, teknolojinin gelişmesinin avantajlarını da kullanarak hiçbir bürokratik ve yasal engele takılmadan olanca hızıyla dünyanın her yerine ulaşması ve gerektiğinde geriye çekilmesi amaçlandı. Bu politikaların bir diğer amacı da uluslararası iş bölümünün yeniden düzenlenmesiydi. Yeni iş bölümünde üretimin her aşamasının parçalara ayrılması ve tekelci sermayeye bağımlı enformel üretimin yaygınlaştırılması hedeflendi. Bu ise proletaryanın ve emekçilerin üretim aşamaları bazında parçalara ayrılmasını, böylelikle de sömürü karşısında biraraya gelişlerinin zorlaştırılmasını amaçlıyordu.
Ekonomik alanda uygulamaya konulan neo-liberal politikaların politik ayağında ise devletlerin bu politikalara uygun hale getirilmesi hedeflendi. Yukarıda işaret ettiğimiz “sosyal devlet” kavramının yerini devletlerin piyasaya müdahale etmesinin ve “eğitim”, “sağlık”, “ulaşım” vb. hizmetleri vermesinin doğru olmadığı tezleriyle küçültülmesi aldı ve bu hizmetlerin daha işlevli hale getirilmesi gerektiği propagandasıyla, proletaryanın ve emekçilerin kazanımlara yönelik yoğun bir saldırı dalgası başlatıldı. Bu saldırı dalgasıyla birlikte proletarya, ücretliler, küçük ve orta üreticiler kendilerini son derece eşitsiz şartlardaki “serbest piyasa” denilen koşulların içinde buldular. Deyim yerindeyse emperyalizm ve proleter devrimler çağında liberal politikalar, neo-liberal politikalar olarak yeniden üretildi ve serbest rekabetçi kapitalizm döneminin “vahşi kapitalizm” uygulamaları güncellendi. Böylelikle proletarya ve emekçiler, düşük ücret, esnek ve güvencesiz çalıştırma, sendikasızlaştırma, devlet eliyle yapılan temel hizmetlerin özelleştirilmesi ve paralı hale getirilmesi, tarıma yönelik destekleme politikalarının kaldırılması, tarım alanlarının emperyalist çokuluslu şirketlere açılması vb. kısaca değinebileceğimiz sonuçlar ortaya çıktı.
Kuşkusuz ki, bu süreç hem emperyalistler hem de enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halkları açısından kolay olmadı. Neo-liberal politikalar doğrultusunda gerçekleştirilen saldırılar, direnişle karşılandı. Bu nedenle çok yoğun bir baskı ve şiddetle hayata geçirildiler. Pek çok ülkede örtülü operasyonlarla darbeler gerçekleştirildi. Askeri faşist diktatörlüklerle bu politikaların uygulanması sağlanmaya çalışıldı. Nitekim Türkiye’de 24 Ocak kararları neo-liberal politikaların uygulanmasının adımıdır ve 12 Eylül 1980 AFC’si, bu politikaların uygulanması için toplumsal muhalefetin bastırılması amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Emperyalist kapitalist sistemin krizden çıkmak için uygulamaya koyduğu neo-liberal politikalar sadece ekonomik ve buna paralel olarak devletlerin yeniden düzenlenmesiyle hayata geçirilmemiştir. Aynı zamanda toplumların yeniden şekillendirilmesi ve saldırının meşrulaştırılarak, rıza üretilmesi için ideolojik saldırı dalgası da geliştirilmiştir. “Sınıflar ve sınıf mücadelesinin bittiği”nden, “tarihin sonunun geldiği”nden bahsedilmeye başlanmış, “demokrasi” yeniden keşfedilmiş, “Marksizm’in öldüğü” iddia edilmiştir!