Komünist 72’den: Dünyada ve Türkiye’de Durum – I. BÖLÜM

a) ABD Emperyalizmi: “Kağıttan Kaplan!”

a) ABD Emperyalizmi: “Kağıttan Kaplan!”

Donald Trump 2016 yılında, “Büyük Amerika’yı yeniden kurma” vaadiyle seçimleri kazandı. Bunun nedeni, ABD emperyalizminin giderek güç kaybetmesi ve ekonomisinin küçülmesiydi. Trump’ın emperyalist tekellere “yeniden büyük Amerika” vaadi, ABD’li tekellerin hepsinin olmasa bile etkin ve güçlü bir kısmının, ABD’li orta burjuvazinin büyük kısmı ile birlikte var olan durumdan “hoşnut” olmadığının bir göstergesiydi.

Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung’un 31 Aralık’ta 1989 ile karşılaştırmalı yayınladığı en fazla ciro yapan 20 tekel listesinde eskiden var olan birçok ABD tekelinin olmadığının ifade edilmesi yaşanan durumun arka planını özetler niteliktedir. Bu çalışmaya göre 1989’da en çok ciro yapan beş tekelin dördü ABD’ye aitken, 2017’de ilk beş içinde sayı bire (Wallmart) düşmüş durumdadır. İlk beşte ise üç Çin petrol tekeli bulunmaktadır. Tabloda ABD ekonomisinin en zayıf döneminin 2008 krizi sonrası olduğu görülmektedir. 2011’de en fazla ciro yapan 20 tekel arasında ABD’li tekel sayısı 5’e kadar düşmüş, 2017’de 9’a kadar yükselmiştir. (Y. Özdemir, 04.01.2019, Evrensel) Bu durum, ABD tekellerinin hoşnutsuzluğunu açıklamaktadır.

Hoşnutsuzluğun sadece tekellere ait olmadığı açıktır. 2008 krizinden bugüne ABD ekonomisi toparlanmakta sorun yaşamış, büyüme ve işsizlik rakamları aradan geçen süre zarfında istenen düzeye çıkmamıştı. Sadece son beş yılda 60 bin fabrika kapanmış, yaklaşık 5 milyon sanayi işçisi, işini kaybetmiştir. Gelir dağılımı bozulmuş, Amerikan toplumunun % 20-25’i yoksullar sınıfına terfi etmiştir. Askeri anlamda da başta Afganistan ve Irak olmak üzere pek çok yerde sorunlarla karşılaşılmış, kiminden çekilmek zorunda kalmış kiminde de sorunlarla boğuşulmuştur.

ABD emperyalizmi, dünya ölçeğinde diğer emperyalist güç odakları karşısında gerilemiş durumdadır. Tam da bu nedenle Trump, seçim öncesi “Büyük Amerika’yı yeniden kuralım” stratejisiyle hareket etmiş ve ABD’yi dünyanın yeniden tek hakim gücü yapacağını propaganda etmiştir. Bu vaatle iş başına gelen Trump, buna uygun bir dış politikayla var olan durumu tersine çeviremediği gibi, rakip emperyalist güçler, ABD’ye karşı kendi çıkarlarına uygun mevziler aldılar.

Trump yönetimi iş başına geldikten sonra, ‘Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması, (NAFTA), Paris İklim Antlaşması, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Antlaşması, (TTIP) ve son olarak da İran’la Nükleer Antlaşması’ndan tek taraflı olarak çekildiğini açıkladı. Özellikle bu son hamlenin ABD’nin Rusya’ya ve yanı sıra İran’a karşı ekonomik ambargo ve askeri olarak çevirme stratejisinden kaynaklandığı bilinmektedir. ABD’nin, Almanya-Rusya, İngiltere Rusya-Çin’le birlikte kendisinin de imzacısı olduğu İran ile yapılan İran’ın nükleer (uranyum) geliştirme projesini sınırlayan anlaşmadan tek taraflı çekilmesi ve İran’a yaptırım uygulayacağını açıklaması ve “herkesin” buna uymasını istemesi yanıtsız kaldı. Daha doğrusu Avrupalı emperyalistler (ve elbette Çin ve Rusya da) anlaşmadan çekilmedikleri gibi yaptırım kararını tanımayarak İran ile çalışacak Avrupalı şirketleri koruyacaklarını açıkladılar. ABD’nin bu durumu ve izlediği politika, rakip emperyalist güçlerin şimdilik işine gelmemektedir. Ancak ABD’yle olan ticaret ilişkilerinde, birçok gümrük vergisi ve diğer yaptırımlarla karşı karşıya kalmalarından dolayı ekonomik olarak ABD pazarına girmeleri giderek zorlaşmaktadır. Bu, meselenin bir başka yanını oluşturmaktadır.

“Büyük ABD’yi yeniden kuralım” stratejisini sadece belli antlaşmalardan çekilme olarak görmeyen Trump, içinde yer aldığı uluslararası kurumlarda da ABD’nin ekonomik katkısını sınırlayarak, “sorumlulukların paylaşılması” gibi hamleler de geliştirmiş bulunuyor. Bu hamleler doğrultusunda ABD, BM bütçesine ayırdığı meblağdan 285 milyon dolar kısıntıya gitmiş ve BM bünyesindeki mülteci fonlarına ayrılan kaynakları da kesmiş bulunuyor. Yine Trump’ın NATO için “biz daha fazla para veriyoruz, diğerleri de versin” açıklaması yapmış olması bununla ilgilidir. Trump defalarca NATO üyelerini daha fazla para vermeleri ve daha başka konularda defalarca “azarlamıştır”. Ancak bu azarlama özellikle Alman emperyalizmi tarafından “başımızın çaresine bakmalıyız” çıkışları ile birlikte, 28 AB üyesi ülkenin 22’si ile birlikte PESCO adı verilen askeri bir pakt kurulmasıyla yanıtlanmış durumdadır.

Öte yandan ABD tekellerinin bir kısmının Trump’ın bu politikalarından belli oranda rahatsız olduğu da görülmektedirler. Bu rahatsızlığı açık bir şekilde dile getiren Washington merkezli Perterson Uluslararası Ekonomi Enstitüsü Kıdemli Uzmanı Jacop Kırkegaarta; “Trump yönetimi sırasında ABD’nin dünya genelinde güvenilirliliğinin azaldığını” vurgulayarak şöyle demektedir: “Hiçbir ülke Trump’ın sözlerini ve hatta uluslararası antlaşmalara bağlılığını göründüğü gibi kabul etmemeli. Bu kadar sağlam fikirlerden yoksun ve değişen bir başkan nedeniyle ABD’nin güvenilirliği büyük ölçüde azaldı. Amerikan liderliğine bakan dünya hayal kırıklığına uğradı. Trump yönetimiyle antlaşma yapmak isteyen herkesi uyarırım, çünkü yarın sabah Trump uyandığında anlaşmadan vazgeçebilir.” Bu ifadeler ABD emperyalist tekelleri içinde de özellikle ABD’nin dünya hegemonyası bağlamında artık eskisi gibi bir güç olmamasından kaynaklı belli bir rahatsızlığın olduğunu göstermektedir.

Emperyalizmin 2008 krizini aşamadığı ve krizin daha derinleşerek sürdüğü koşullarda, neo-liberal politikaların da öncüsü olan ABD’nin hemen tüm verilerle hegemonyasını devam ettirmekte zorlandığı görülmektedir. İşte bu zorlanma nedeniyle “bir kurtarıcı olarak” Trump gelmiştir. Önemle belirtmek gerekir ki; Trump kendiliğinden seçilip ABD’nin başına geçen ve yine ticaret-finans ve askeri alanlarda kafasına göre karar alan biri değildir. Her şey bir yana bizzat kendisi emlak oligarkıdır! Trump’la birlikte ABD’nin politikalarının çoğu, onun kişilik özelliklerine bağlanmaya başlanmıştır. Oysa ki bu politikalar, ABD’nin cari açığının, borçlarının ve bunlarla birlikte askeri harcamalarının kontrol edilemez duruma gelmesinin bir sonucudur. Doların egemenliği dolayısıyla cari açık günümüze kadar sürdürülebilir olduysa da başta Çin olmak üzere Almanya ve Rusya’nın da hızlı gelişimi ABD’nin “önce Amerika” sloganıyla milliyetçi, ırkçı söylemlerle ticarete müdahale etmesini zorunlu kılmıştır.

2017 Haziran’da ABD’de Ulusal Savunma Üniversitesi’nde bir araya gelen çok sayıda uzman, askeri ve sivil liderler, iş çevrelerinin temsilcileri; Çin’in ekonomik, askeri ve teknolojik alanlardaki yükselişine karşı, ABD devletinin ekonomiye, kaynak dağılımına müdahale ederek, süreçleri doğrudan şekillendirmesi ve sanayi politikasını değiştirmesi gerektiğini vurgulamışlardır. Bu, neo-liberal dönemdeki hammaddenin ucuz olduğu ülkelerde fabrikalar kurmanın yerine kendi ülkesinde sanayiyi geliştirmek, korumacı önlemleri artırmak anlamına gelmektedir. (E. Yıldızoğlu, 29.07.2018) İşte Trump bu politikaları uygulamaktadır.

Nitekim Trump 25 Eylül 2018’de BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “biz küreselleşme doktrinini reddediyoruz. Yurtseverlik doktrinini benimsiyoruz” demektedir. Bu sözlerle birlikte, “Yeniden Büyük Amerika” yaklaşımı düşünüldüğünde, kimi değerlendirmelerde görülen ABD’nin kendi kabuğuna çekileceği, ulusal sınırları dışında “herhangi bir şeye” karışmayacağı yanlışına düşülmemelidir. Aksine ABD emperyalizmi “ulusal” çıkarları savunmayı”, “yurtseverliği” 11 Eylül sonrası olduğu gibi sınırları dışında başlatmayı hedeflemektedir.

Bütün bu gelişmeler, ABD’nin hegemonyasının sarsıldığına işaret etmektedir. Nitekim ABD 2017’de açıkladığı Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde ilk defa “ekonomik güvenlik” kavramını kullanmak zorunda kalmış ve ABD emperyalizmi hegemonyasını sarsan bu gelişmeler karşısında, dünya üzerindeki hakimiyetini korumak için zor kullanacağını açıklamış durumdadır. Bahsi edilen belgede ABD emperyalizmi açısından Rusya, Çin, İran ve Kuzey Kore birer rakip olarak tanımlanmaktadır. Belgede Rusya sadece askeri güç olarak sayılırken, Çin hem iktisadi hem de askeri güç olarak ele alınmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki; Çin’in bu yükselişinin ABD emperyalizminde endişe yaratması yeni değildir. “Obama döneminde dış politika stratejisi ‘eksen Çin’ çerçevesine oturtulmuştu. Askeri önceliğin Ortadoğu’dan hızla yükselen Çin’i kuşatmaya verilmesi kararlaştırılmıştı.” (7.08.2018, Hayri Kozanoğlu)

Belgede ABD’nin Hint-Pasifik’teki hakimiyetini artırabilmesi için “Japonya- Hindistan-Avustralya” ile dörtlü işbirliğini güçlendirmesi ve Güney Kore, Filipinler, Tayland, Vietnam, Endonezya, Malezya ve Singapur’la “yükselen güvenlik ve ortaklık ilişkileri”nin geliştirilmesi öngörülmektedir. ABD, Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’ne uygun olarak 2018’de silah harcamalarını 700 miyar dolara çıkararak % 19.5 oranında artırdı. 2019’da bu harcamaların 1 trilyona ulaşması beklenmektedir.

Ki ABD’nin 2018’de açıkladığı Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde de Çin ve Rusya’nın “serbest ekonomiyi kısıtlı tutarak ordularını büyüttükleri” belirtilerek buna karşı çıkılmaktadır. Bu belgede Çin, stratejik rakip olarak değerlendirilmekte ve ekonomi politikalarına ve Uzakdoğu’daki “yayılmacı” tavrına karşı konulacağı belirtilmektedir. Nitekim bu tehdit algısına paralel olarak, 13 Aralık 2018’da Trump’un Ulusal Güvenlik Danışmanı yaptığı açıklamada, ABD’nin Afrika’ya yönelik yeni stratejisine değinirken Çin’i Afrika’da yeni sömürgecilikle suçlamaktadır.