Komünist 72’den: Dünyada ve Türkiye’de Durum – I. BÖLÜM

Neo-liberalizmin İflası!

1.3) Neo-liberalizmin İflası!

Bu dönemin sonu, arada yaşanan kimi bölgesel krizlere rağmen 2008’de ABD’de yaşanan gayri menkul (mortgage krizi) balonunun patlamasıyla ortaya çıkan krizle gerçekleşti. Emperyalist-kapitalist sistem, bütün çabasına rağmen reel sektörde kâr oranlarının düşmesinin önüne geçememiş, kapitalist sisteme içkin olan işsizlik, yapısal hale bürünmüş, toplam talep gerilemiş ve sermaye finans alanında rant ve spekülasyona yönelmiştir. Buna paralel olarak da artı-değer üreten sektörlerdeki kâr oranlarındaki düşüş artan oranlarda sürmüştür. Bu gelişmeler, tam da K. Marks’ın kapitalist sisteme dair çözümlemesinde ifade ettiği “kâr oranlarının düşme yasası”na uygun olarak yaşanmıştır. Sermaye kâr oranının düştüğü yerde durmamış, sömürüsünü gerçekleştirmek için başka alanlara kaymıştır.

2007 yılına gelindiğinde dünya çapında gayrisafi hasıla 45 trilyon dolarken, borcu borçla teminat olarak gösteren ve gerçek karşılığı olmayan kağıtların değerinin 600 trilyon dolara ulaşmış olması yaratılan balonun devasa boyutunu göstermekteydi. Balonun bir yerden patlaması kaçınılmazdı. Nitekim bu balonun patlaması, ABD’deki gayrimenkul piyasalarında kredilerin geri dönmemesiyle gerçekleşti. Kriz “gayrimenkul piyasalarında aşırı borçlanmanın ve onun üzerinde türeyen menkulleştirme hummasının yarattığı spekülatif balonun patlaması başlattı. … yapısal krizin birikim ve üretim kapasitesi fazlası, tüketim eksikliği sorunlarının basıncını, kredi genişlemesi ve finansallaşma ve yönetme … finans dışı (artı değer üreten) sektörde kâr oranlarının on yıllardır aşılamayan kronik bir gerileme…” nedeniyle başladı. (E. Yıldızoğlu, 17 Eylül 2018) Sonrası ise yeni iflaslarla büyümesi oldu.

2008 krizi, emperyalist kapitalist sistemin sermayenin genişlemiş yeniden üretimini, finansal spekülasyonlara bağlaması nedeniyle ortaya çıktı. “Borç ve spekülasyon köpüğü patladığında, kredi piyasaları bir anda kilitlendi. Finans sektörü, bankalar çökme noktasına geldi. Küresel bir resesyon yaygınlaşmaya, küresel ticaret hızla gerilemeye başladı. Batık Kargo İndeksi tarihinde görülmemiş düzeylere geriledi.” (E. Yıldızoğlu, agy)

Yaşanan krizi gidermenin yolu, sermaye birikiminin yasasına uygun olarak, ortaya çıkan kapasite fazlasının ve borçlarını ödeyemeyen işletmelerin tasfiyesinden; toplumsal ve insani sonuçlarına bakmadan piyasanın önünün açılmasından geçiyordu. Kapitalizmin kriz yasası bunu emrediyordu. Ancak bunun yerine, ABD Merkez Bankası başta olmak üzere büyük bankalar; şirketleri ve bankaları kurtarmak için faizleri hızla düşürdüler ve piyasaya toplam 15 trilyon dolar enjekte ettiler. Böylelikle mali çöküş, resesyonun depresyona dönmesi önlendi ama piyasaların temizlenmesini de engellendi. “Böylece, ekonomik büyüme açısından 2008 öncesi döneme dönülemediği gibi, kapitalizmin merkez ekonomileri, 10 yıllık bir düşük büyüme trendi ile yetinmek zorunda kaldı. Bu dönemde toplam küresel borç 250 trilyon dolara ulaşarak 2007’deki düzeyi yüzde 75 oranında aştı. Borca dayalı büyüme eğilimi (kapitalizmin yapısal krizi) değişmediği gibi güçlenerek devam etti.” (E. Yıldızoğlu, agy)

Lenin’in de berrakça ortaya koyduğu üzere, emperyalizmin ayırt edici özelliklerinden birisi, sermaye ihracıdır. Kapitalizmin emperyalizme evrilmesinin başlangıcından itibaren sermaye ihracının önemli bir tutarı borca dayanmaktaysa da, 1880’lerden sonra borçlanma ve gerçek karşılığı olmayan para miktarı; reel üretimin önüne barikat olan, onun gerçekleşmesini boğan bir köpüğe dönüşmüştür. Sadece emperyalist tekeller ve devletler borçlanmamıştır. Uygulamaya konulan neo-liberal politikalar sonucunda ücretlerin reel olarak sürekli düşüş içinde olması, işsizliğin ve yoksulluğun kronikleşmesi, serbest piyasa denilerek küçük ve orta boy üreticilerin emperyalist tekellerin insafına bırakılması vb. proletaryanın ve üretim içinde olan emekçilerin geçimlerini sağlayabilmek için sürekli bir borç batağı içinde olmalarına yol açmıştır. Kredi kartıyla alışveriş olanağı beraberinde büyük bir tüketim çılgınlığının gelişmesine neden olmuştur.

Bu gelişmeler beraberinde hane halkından, şirketlere ve devletlere kadar toplam küresel borcun 2008’de 250 trilyon dolara ulaşmasına yol açtı. Bu rakamın küresel ticaret hacminin üç katına eşit olduğu dikkate alındığında yaşanan durumun çarpıcılığı daha iyi anlaşılır. 2007’de emperyalist kapitalist sisteme bağımlı ve “gelişmekte olan ülkeler” olarak tanımlanan yarı sömürge ülkelerin borç oranı % 7 iken, on yıllık bir zaman dilimini sonrasında bu borç oranı 2017’de % 26’ya yükselmiştir. 2007’de bu ülkelerdeki reel şirketlerin borç oranı GSMH’nın % 56’sıyken, 2017’de bu oran % 105 olmuştur. 2008 krizinde şirketlerin ve bankaların kurtarması için faizlerin düşürülmesi (sıfır faiz) ve karşılıksız olarak 3.5 trilyon doların basılması, şirketleri reel üretime yöneltmek yerine, bono ve tahvile yönelmelerini doğurmuştur. Bu duruma bağlı olarak şirketlerin toplam borç oranı daha da artarak 66 trilyon dolara yükselmiştir. Kısacası krizden çıkmak için uygulamaya konulan politikalar, var olan köpüğü temizlemek yerine daha da büyütmüş, krizi süreğen hale getirmiştir. Dünya piyasalarına düşük faizle karşılığı olmayan dolar pompalamanın sonucu olarak uluslararası doğrudan sabit sermaye yatırımları 2007’de 3.2 trilyon dolarken, 2017’ye gelindiğinde sabit sermaye yatırımları 1.6 trilyon dolara düşmüştür. Bu durum emperyalist sermayenin birikimini üretimden değil, finansal ranttan sağladığına dair önemli verilerden biridir. (E. Yeldan, 19 Eylül 2018)

2008 krizine müdahale etmek adına başta ABD Merkez Bankası olmak üzere bankaların piyasaya sürdüğü ve dünya hasılasının dörtte birinden fazla bir rakama karşılık gelen 15 trilyon dolar ise doğrudan doğruya emperyalist burjuvazinin kasasına gitmiştir. E. Yıldızoğlu’nun aktardığı verilere göre; 2008’de dünya çapında 1.125 milyarderin toplam varlığı 4.4 trilyon dolarken, 2018’de milyarderlerin sayısı 2.754’e, servetleriyse 9.2 trilyona yükselmiştir. Yine E. Yıldızoğlu’nun Credit Suisse’nin 2010’dan itibaren yayınlamaya başladığı Küresel Servet Raporu’nun bulgularından aktardığı şu bilgiler; son on yılda krize müdahale etmek ve ekonomiyi kurtarmak adına toplumun “kaymak tabakası”na servet transferi yapıldığını göstermektedir: “2010 yılında toplam hane halkının gelir piramidinin en üst dilimindeki yüzde 8’i, 154 trilyon dolarla, toplam servetin yüzde 79.7’sine sahipmiş. Bu oranlar 2017 yılında yüzde 8.6’ya ve 239 trilyon dolara, yüzde 85.6’ya yükselmiş. Serveti 10.000 doların altında olan, en alt dilim 2010’da toplam hane halkının yüzde 68.4’ünü oluşturuyor. 8.2 trilyon dolarla toplam servetin yüzde 4.2’sine sahip görünüyor. Bu kesimin toplam hane halkı içindeki oranı, 2017’de yüzde 70’e yükselirken, servetten aldıkları pay, 7.6 trilyon ile ve yüzde 2.7’e gerilemiş.” (17.09.2018)

Bu veriler bize, emperyalist kapitalist sistemin krizini aşmak adına uygulamaya koyduğu neo-liberal politikalarının iflasının yanında, krizi çözmek adına yapılan müdahalelerin, çözmek bir yana süreğenleştirdiğini, üstelik de zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul hale getirdiğini göstermektedir. Böylelikle neo-liberalizmin en önemli ideolojik propaganda dayanaklarından olan serbest piyasa, rekabet eşitliği, verimsiz olan piyasa tarafından temizlenir gibi yaklaşımların nasıl da sahte birer argüman olduğunu bir kez daha açığa çıkmış durumdadır.

Emperyalist kapitalist sistemin 2008 krizini aşamadığı ve hatta aşmak adına yapılan müdahalelerin krizi daha da derinleştirerek sürdürdüğü koşullarda, “küreselleşmenin”, “neo-liberalizmin” bittiği ve bir dönemin kapandığı sıklıkla söylenmeye devam edilmektedir. Örneğin bir dönemin ünlü “düşünürü” ve “tarihin sonu” tezinin sahibi Francis Fukuyama, New Statesman dergisine verdiği ve “sosyalizmin geri gelmesi şart” başlığıyla yayımlanan röportajda; “Bu noktada, Karl Marks’ın söylediği bazı şeylerin doğru çıktığı kesin görünüyor. Aşırı üretim krizinden bahsetmişti…işçilerin yoksullaşmasının yetersiz talebe yol açacağından…” bahsetmektedir. (23.10.18)

Neo-liberalizmin üçlü sacayağı olarak ifade edilen “yatırım-ticaret ve finans”tan finans piyasalarına dokunulmadığını, esas müdahalelerin yatırım ve ticaret alanında kaldığını görüyoruz. Yaşanan krizde finans piyasalarındaki mevcut köpük okyanusu belirleyiciyken, hiçbir devlet, bu kesime dokunmayı gündemine almamaktadır. Hatta son olarak Fransa’daki Sarı Yelekliler’in eylemiyle güçlü bir şekilde görüldüğü gibi, devletler sermaye üzerindeki vergileri sıfırlandırmaya çalışmaktadırlar. Küresel borç gittikçe artmakta, finansal aracılığın bankalardan sermaye piyasalarına yönlendirilmesiyle ortaya çıkan ve “Gölge Bankacılık” denen sistemle, finans piyasaları etkinliğini büyütmektedir. Gölge Bankacılık uygulamaları, çok kısa bir süre içinde 160 trilyon dolarlık bir pazara ulaşmış durumdadır ki, bu hacim küresel ekonominin iki katına eşittir. Kredi verme, borçlandırma, reel sektörde değerlenemeyen sermayenin kendini güvenceye almanın en basit ve rahat yoludur. Borçlanmayı sürdürebilmek asgari oranda bir büyümeyi, reel sektörde değerlenebilmeyi gerektirir. Fakat dünya genelinde yaşanan düşük büyüme oranları ve hatta küçülmeler, bu devrin sonunun geldiğinin açık göstergeleridir. Kapitalist üretim tarzı, Marks’ın en yalın haliyle ortaya koyduğu ekonomik canlanma, aşırı üretim, bunalım ve çöküntü döngüsü ile krizlerde fazla sermayeyi yok ederek yoluna devam edebilir ancak.

Gelinen aşamada ise yukarıda verilerle de somutladığımız gibi krizin nedeni olan fazla sermayeyi yok etmek bir yana karşılıksız olarak trilyonlarca dolar piyasaya sevk edilmiştir. Yani krize yol açan nedenler yerli yerinde durmanın ötesinde sistemin kendisi tarafından sürekli yeniden üretilmektedir. 1929 ekonomik krizi Keynesçi politikalarla, devletin pek çok kuruluş ve işletmeye sahip olmasıyla “aşılmıştı”. 1970’lerdeki kriz, emperyalist sermayenin neo-liberal politikalarla yarı-sömürge ülkelere yönelmesi ve sömürüsünü devam ettirmesiyle “aşılmıştı”. Ancak 2008’le başlayan bu son kriz bir türlü aşılamamaktadır. Aşmak adına yapılan müdahaleler ise krizi daha da boyutlandırmıştır. Emperyalist mali sermayenin oluşturduğu köpük okyanusu, dünyanın hemen her tarafını sarmış ve üstelik gün geçtikçe yeni araçlarla artmaktadır. Mali sermaye kendisi için daha kârlı olan alanlardan vazgeçmemekte, reel üretim düşmektedir. Bu da krizin kapitalist sistem içerisinde çözülme olasılığını düşürmektedir. Uzun yıllara yayılan, krizin süreğenleştiği bir döneme geçilmiştir.

“Finansal kriz, ABD liderliğinde kurulmuş ekonomik modelin -neoliberalizmin- artık bir kriz yönetim biçimi olarak tükendiğini gösteriyordu. Gerçekten de o zaman İngiltere maliye bakanı olan Alistair Darling, ‘Hayatım boyunca, dinlediğim devlet müdahalesi, kamu mülkiyeti aptallıktır, serbest piyasanın alternatifi yoktur nutuklarını atanlar, şimdi benden bu s….tiğimin bankalarını devletleştirmemi istiyorlar” diyecekti.”(Rawnsley, Observer, 16.09.18, aktr. E. Yıldızoğlu, 20.9.18)

Sonuç olarak neo-liberal sistem, iflas etmiş durumdadır. Emperyalist kapitalizm yapısal krizini bir türlü aşamamaktadır. Bu ise beraberinde yeni arayış ve çatışmaları doğurmakta, emperyalistler arasındaki çelişkileri ve çatışmaları daha da artırmaktadır. Nitekim son dönemde Çin ile ABD arasında baş gösteren “ticaret savaşları” ve yine emperyalist bloklar arasında silahlanma yarışının ve de bunlara dayalı güç gösterilerinin artması bu durumun yansımasıdır. Emperyalist kapitalist sistem, kendi krizini aşamadığı koşullarda popülist politikalara yönelmekte, ırkçı, yabancı düşmanı faşist parti ve akımların güçlenmesine neden olmaktadır.